|
|
|
Editör'den : Bu sefer de kontrolsüz güç!.. |
Merhabalar,
Başbakanın kontrolü güç öfkesinden söz ederken bunun devlet organlarına da sirayet edeceği aklıma gelmemişti. "O"nu kendiyle başbaşa bırakmanın daha uygun olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Öfke en bulaşıcı haliyle tüm organlara sirayet etmiş durumda. Yağdanlık medyanın yarattığı günlük güneşlik memleketin her köşesinden çığlık sesleri geliyor ama onlar kredi notunda haksızlık yapıldığını savunmakla meşguller.
Haftasonu yaşanan ve halen yaşanmakta olanları bir gözünüzün önüne getirin. Rektörleri toplayıp, açılımlı gündemi tartışacak Recep Bey, içeride iç siyaseti diline pelesenk edip, ona buna yağdırırken, dışarıda en demokratik hakkını kullanan bir avuç genci polis eşek sudan gelinceye dövüyordu. Yüzüne nişan alarak sıktığı gaz yetmezmiş gibi, düşeni tekmeleyen, insanlıktan nasibini almamış insan benzerleri gövde gösterisi yapıyordu. Orantılı güç kullanacağız diye fetva verenler, söze, slogana karşılık, biber gazı, cop, tekme, yumruk kullandığına göre, taşa neyle karşılık vereceklerini, hangi orantılı şiddet unsurunu kullanacaklarını düşünmek bile istemiyorum. Neyin hıncını kimden alıyorlar, hangi emri yerine getiriyorlar bilmek mümkün değil ama bu insanlık ayıbına dur denmezse, olayların nereye varacağını kestirmek pek kolay olmayacak. Hükümet sözcüsünün "Onlara gösterdiğimiz yerde demokratik haklarını kullansalardı, bu olaylar olmazdı." demesini ise pek manidar bulduğumu belirtmek durumundayım. İzin verilen yerde, izin verildiği kadar demokrasi, hak ve özgürlük, Tayyip Bey'in demokrasi anlayışını yansıtıyor biliyoruz. Peki öyleyse kendisini Hitler'e benzetenlere niye kızıyor, anlayan var mı?
Adına medya denen çıkar gruplarının, maç öncesi meydana gelen kanlı hesaplaşmadan söz etmezken, üniversite öğrencilerine yapılanları manşete taşımaları da epeyce ilginç bir durum. 1 Mayıstan 1 Mayısa görmeye alıştığımız bu tür manşetleri bu sefer yerinde kullanmaları, bir nevi iyi-kötü polis senaryosunu andırmakta. Zira sağolsunlar manşette bu vahşeti vurgulayanlar içeride yağın en sızmasını kullanmaya devam etmişler.
Futbol savaşı ise bu memleket için bir yüz karası. İkibin küsur polisle olaylara seyirci kalan, gerekli önlemi alamayan güvenlik güçlerinin gücünün kimlere yettiği artık ayan beyan ortada. "Müthiş Maç" başlıkları ile sadece 90 dakikadan bahseden medya, öncesi ve sonrasında yaşanan kanlı kavgaları sıradan olaylar olarak yansıtmayı başarmış. Peki medya böyle de, futbol federasyonu farklı mı? Yok mu bunların içinde bir babayiğit, şu maçı iptal edip, her iki takıma da sene sonuna kadar seyircisiz oynama cezası verecek bir yürekli adam? Yok elbette. Keşke olsa... Hoşçakalın, kalabilirseniz...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan ARNSTORFER HEİMATBRİEF |
|
(Arnstorflu'nun Sıla Mektubu)
Çoktandır yazmam gereken bir konu da, her yıl merakla beklediğim bir sıla mektubuyla ilgili. Yazılarımı izleyen okurlarımın birçoğunun bildiği gibi 1994-1999 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı yarışma sınavları sonucu Almanya'nın Bavyera eyaletindeki Arnstorf adlı kenti çevresindeki Türk öğrencilere öğretmen olarak hizmet verdim.
O göreve atandığım yıllarda mesleki olarak kendimi geliştirirken Almanca dilini de konuşabilir duruma geldim. Öğretmenliğimin yanısıra GEMEINSAM adlı bir yayını Almanca olarak 9 sayı yayımladım.
Bu çalışmaları yaparken hayatımda hiç olmadığım kadar kendimi özgür hissettim. Bir yabancı öğretmen olarak misafir olduğum ülkeyi eleştirdim. Alman meslektaşlarımla kendi yayın organımda polemik içeren yazılar yazdım. Bunları yaparken ne bir Alman yönetici ne de bir Alman meslektaşımdan sen ne yapıyorsun, otur oturduğun yerde gibi bir söz işittim. Bilakis yaptığım yayın kısıtlı da olsa kendi çevremde ses getirdi. Hem kendi adıma hem temsil ettiğim ülkem adına bir saygınlık belgesi olarak inanıyorum ki bu çalışmam hâlâ belleklerdedir.
Bunun bir kanıtı olarak gördüğüm Arnstorfer Heimatbrief, doğrusu çok takdir ettiğim bir çalışma. Arnstorf 8-9 bin nüfusa sahip küçük bir kent. Burada kurulan bir dernek her yıl kente ait bir andaç yayınını Arnstorf dışında yaşayan hemşerilerine ücretsiz gönderiyor. Ayrıca yayına maddi destek verenlerin bir listesi de kitapta yer alıyor. O yıl açılan fotoğraf yarışmasında dereceye giren fotoğraflar da yayında yer alıyor.
Arnstorflu'nun Sıla Mektubu olarak Türkçeleştirdiğim bu andaç, bir yıl boyunca kentte olup bitenleri sıladaki Arnstorflulara duyurmayı amaçlıyor. Andaçta anaokulundan kentteki en üst düzeydeki okullara, kilise çalışmalarından derneklerin faaliyetlerine, belediye etkinliklerine, ölenlere ve doğum günü kutlamalarına, kentte yaşayan Türk-İslam topluluğunun çalışmalarına varıncaya kadar her şeye yer veriliyor.
Almanya'dan ayrılalı 10 yıl olmama karşın bu Sıla Mektubu'nun düzenli olarak adresime gönderilmesinden çok mutlu oluyorum. Ne de olsa anımsanmak güzel bir şey. O andaçta bir zamanlar beraber çalıştığım meslektaşlarımı fotoğrafla da olsa sağ ve esenlik içinde görmekse sevindirici.
Aynı çalışmayı biz Ödemiş'te niye başaramayız diye çok düşündüm. Çünkü Ödemiş'te doğup, büyüyen, liseye kadar burada okuyup daha sonra yüksek öğrenim için Ödemiş dışına çıkıp, aldığı eğitimin işini Ödemiş'te bulamadığı için yurdun diğer kentlerinde yaşamak zorunda kalan binlerce Ödemişli var.
Ödemişliler bugün İstanbul, Ankara ve İzmir'de bir dernek çatısı altında örgütlenmişler. Ödemiş özlemi yani sıla özlemini kimi zaman Töngül pidesi ya da Ödemiş köftesi partileri vererek gidermeye ve kurdukları iletişim kanallarını tıkamamaya çalışmaktalar.
Hatta bu arkadaşlar gerek aile büyüklerini ziyaret gerekse kentte bir süreliğine de olsa nefes alıp vermek amacıyla geldiklerinde çeşitli kurumlara yaptıkları ziyaretlerde dernek çalışmalarını anlatıyorlar. Peki, karşılığında biz onlara neler yaptığımızı anlatabiliyor muyuz? Bana göre, koca bir hiç! Bu yargı biraz sert gelebilir kimilerine ama gerçek maalesef bu.
Ben derim ki, biz de Ödemişliler olarak kurulacak bir dernek aracılığıyla kentte bir yılda olup bitenleri bir kitapta toplayarak bu sıla mektubunu özlemle bekleyecek Ödemişlilere ve Ödemiş dostlarına gönderebiliriz. Bu iletişim inanıyorum ki, kentte büyük bir sinerji sağlayacak ve yepyeni açılımlara kaynaklık edecektir.
Bu işi kotaracak pek çok kişinin aramızda yaşadığını biliyorum. Önemli olan bu işe yüreğini ortaya koyarak çalışmayı kabul edenlerin bir araya gelmesini sağlamaktır. Elbette böylesi bir yayının gerçekleşmesi için sponsorluk yapmayı kabul edecek kurum ve kuruluşları da bulmak ve sürekliliğini sağlamak gerekir diye düşünmekteyim. Almanların dünya edebiyatına armağanı olan Johann Wolfgang von Goethe'nin İsviçre'den sevgilisine gönderdiği bir mektubundan aşağıya aldığım metin, ne kadar da bizi anlatıyor. Şimdi sizi onun satırlarıyla başbaşa bırakayım.
"Görülmemiş güzellikte bir gün, mutlu bir bölge… Her yer hâlâ yeşil… Sararmış bir meşe ya da gürgen yaprağına rastlamıyorsunuz bile. Otlaklar o gümüş renkli güzelliklerini koruyorlar. Tüm yurdun tatlı ve okşayan bir havası var. Üzümler her gün ve her adımda güzelleşiyor. Köy evlerini çatıların altına kadar asmalar sarmış. Kapı önlerini üzerlerinden üzümler sarkan çardaklar gölgeliyor. Esen rüzgâr yumuşak, ılık ve nemli. Ruhlar da üzümler gibi olgunlaşıp tatlanıyor bu iklimde. Tanrı dileseydi de bizler, olduğumuz gibi, hep birlikte buralarda yaşasaydık! Kimimiz kışları donmaz ve yazları da böyle kavrulmazdı. Ren ve dolaylarındaki ışıklı dağlar, alabildiğine uzanan orman, çayır ve bahçeler gibi işlenmiş tarlalar insanın içini açıyor. Ve ruhuma çoktandır duymadığım, bir rahatlık veriyor." (Goethe Mektuplar, Çeviri Melâhat Togar, s.62-63, Milliyet Yayınları, 4. baskı, Temmuz 1997, İstanbul)
Şen ve esen kalınız.
Not: Değerli okurlar, siz dilerseniz, yazıda geçen Ödemiş adını yaşadığınız kentin adına dönüştürebilirsiniz!
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun SEMENDER'e (olric) |
|
Kuruyup sararmış bir yaprak gibi parçalandı gözümde gece,
Oradaydım; konuşmadım
Ki -Konuşsam ihtilal olurdu ihanetime.
Ben ölüme aşkı anlatıyorum olric, kan ve kül yan ve öl.
Sus olmuş beklerken duvarlara çarpa çarpa söndürebildiğim gözlerimdeki ışığın semenderi kim?
Kim intihar eder bu gece,
Ben yine yüzme bilmediğimi nereye kadar yüzdükten sonra hatırlar ve boğulurum.
Hangi aşk iki çocuk taşır koynunda.
Hangi gardırop saklar gidişlerimi hangi bavul toplar.
Kan ve kül olric
Ya ölelim bu akşam ya da içelim kalk hadi gel
Kasıklarımı yıkıp geçen sel ol ya da çok artçılı bir deprem gözlerimde.
Yüzün ki; sonbahara yatkın
Yüzün ki; gözlerimde boğulmaktan korkuyor besbelli, mesela yüzün tenimin teninden şarampole yuvarlanmasının aynası.
Yüzün pusula, hep yanlış yönleri gösteren.
Yüzün; aynı anda iki kişiye satılmış aynı numara uçak bileti hep yere çakılan.
Yüzün içimi içine alabilir mi olric? Yüzün aynı ilmikte sallanmayı göze alabilir mi?
Gerçek aşk'sa, seni gerçek olandan yadsır ve vicdan azabından soyutlar olric,
Bilmiyorsun ki yağmur her seferinde bulutu terk ediyor,
Yağmur iki bulutu birbirine kavuşturup çıkıyor aradan her seferinde.
Sen bak sen bil sen sev diye diye çiziliyor zeytin rengi akşamlar da zemheri ama devingen ela bir aşk portresi.
Aşk bir savaştı aramızda olric
Ve hep teslim alınmış sinirli bir aşk haliydi yaşadığımız,
Hani bir susup bir konuşan bir gelip bir giden iki deli dalgaydık ayrı kıyılara vurup akrep ve semender kokan.
Oysa ben Kendimi suç'a
kendimi kir'e bular gibi seviyordum seni
Temize çekmeye çalıştıkça hesap hesap terk eden sefil dokunuşlarla sen oluyordum.
Her acıda geri dönüyordum aşk'a
Tenini tenime bir cinayet filmi afişi gibi asıyordum.
Okyanusun içinde yüzerken okyanusun tadının çıkarılmayacağını biliyordum
Ve bu yüzden hep bir tepeden izliyordum seni olric.
Oysa tutkuyla bileylenip darağacı kesilmiş bir cinayetti seninle sevişmemiz, Denizde boğulmuş bir balık.
Tenim teninde saten boylu boyunca.
Sen ateşle yürürsün semender,
Ben ateş içinde kalırsam öldürürüm kendimi diye diye
Can kırığı gövdelerimizden arta kalan çıt-kırıldım yitirmişliklerle gömüyorum yüzünü
Çünkü aşk; hiç yetinmeyen bir sorgulamadır ve kalbine doğrultulmuş bir silahı göre göre gülümseyebilmektir olric.
Ben acının medceziriyim sahibine hiç ulaşamayacak mektuplar yazan
Ve kendisini ayna da seyreden bir aynayım en fazla, yansıttığı surete bakamayan.
Ben onca yolculuğu onca gitmeyi ve bulmayı
Ve egeyi ve denizde durup durulmayı sevdim.
Sen öylece bakardın gözlerime suskun.
Ben suskunluğun en biçimsiz hali,
Ben suskunluğun en gereksiz gevezesi, o ne lal!
Tüm harflerin bir araya geldiği görkem ben.
Ben kilide denk gelen ama açamayan an'ım işte.
Bu kadar fırtınayı nasıl taşıdım ben olric derken tam da O an da
Aşk küfür gibi devrildi yüreğimize,
Yüreğim kırık camlar ve sanki hiç kırılmayacak dolu bir kadeh gibi,
Asi sevişmelerden öngörülmüş elde kalan somutluk gibi,
Yani; karanlığın aydınlattığı gerçeğimize uyanmaktı aşk olric
Duyuyor musun? Semender oluyor musun akrep için.
Seni sürekli düşünüyorum semender.
Yürürken, dururken, yola çıkarken, varken, yokken, uyanıp yataktan kalkarken.
İkide bir düşünüyor olmalıyım ki sakladığım o tozlu raflardan kalkıp geldin en kuytularıma.
Beni yeniden tanıdın ilk defa karşılaşıyormuşuz gibi.
Ellerimi öptün koklayarak, dudaklarımı ısırdın.
En sevdiğim yerinden, Sana dokunduğum o en içten yerinden yazıldın sen.
Avuçlarında yakamozlarla uçtun mavi bir martı gibi.
Ben aslında hep seni anlattım semender,
Hep bu büyüyü anlattım büyüdükçe.
Sen ki o olur olmaz sevişmelerimizdeki hep kısa çöpü çeken,
Sen ki gözlerimde flu yel değirmenleri
Sen ki bu şehirde bu şehri yitirmişliğim
Sen ki anlamamak için direnen, biliyor musun aşk yetmez ki aşk'ı aşk'a alıştırmaya.
Üzüm şarap nedir bilir mi olric?
Sen Bu şehri, yanında aşk olmayan bir ayakla daha kaç kez dolaşabilirsin,
Kaç kez mış gibi bakabilirsin göçük altından çıkmaya çalışan suretine.
Aşk; yalnız çıktığın her yolda kendine geri getirdiğin bir haber gibi
Dokunsan iki parmağının arasından kayıp düşecek kısa bir an kendine doğru.
Çekilmiş ama bulanıklaşmış bir fotoğraf gibi görünümsüz.
Hep alıp başını gitmek isteyip hep kalman gibi mesela
Yüzünde hep bir hüzün barındırman gibi yüzünden habersiz.
Kâğıt evler, evler içinde haps olmuş put kesilmiş heykeller ve ben yağmur yağdığında ağlardım.
Renk değiştirirdim her damlasında.
Seni dileyen bu kentte bozgun yiyip bütün iyi şarapları içerdim.
İyiliklerine rağmen kalbim küfre sapardı. Kendimsiz kalırdım.
Yüzüme hüzün çökerdi.
O vakit; denizimde batan ve yanan cam kırığı kalbimi unutturmazdı ki hiçbir aşk ve hiçbir ayrılık.
Beni sana çıkarmazdı ki bir yolun çizdiği iyi rüyalar.
Kimse ama hiç kimse fark etmezdi ki hep gitmeye hazır bavulumu.
Bavul gün gelir taşardı.
Cayardı.
Gözlerim hep aynı yere bakardı. Yüzüme hüzün çökerdi o vakit ağlardım.
Söylesene olric
Bir aşkın sende bıraktığı acının özgül ağırlığı kaçtı?
Kaçtı senin olmayan ama senin sandığın hüznün toplamı.
Kaç son durak
Kaç ayak sesi sana doğru
Kaç ölü kuş ve kaçtı bir yaprağın yeşilden sarıya özgül uzunluğu?
Söylesene olric; suyun üzerine çizebilir misin beni rengârenk.
İçimde, bir kaya uğultusunun rüzgârı sarı bir yaprak düşürdü dün gece yüreğime
Önce elim yandı.
Önce bir yangın.
Tenime dokundukça dillenen çocuksu gülüşüne benzer bir sarı ki yaşadıkça şaşkın yaşadıkça kımıldamadan bakan gözler bıraktım sana.
Sana kalan; savaş sonrası gözünün önünde öldürülmüş annesinin kanıyla donup kalmış bir çocuk gözüdür en fazla.
Şimdi, Aramızda yok yere bir nefret ikindisi,
Aramızda yok yere bir hırçınlık birbirini bulamayan,
Aramızda yok yere bir deniz daha.
Dahası; sanki hiçbir şey olmamış gibi özen ve dikkatle sürdürüyorum her şeyi ağır ağır.
Mesela; ağır ağır yürüyorum yolları
Doya doya içiyorum suyu, sana kana kana!
Ağır ağır kapatıyorum penceremi,
Doya doya izliyorum sokak lambasının kaldırımlara vuran yansımasındaki yıldızları.
Ağır ağır kokluyorum yağmur öncesini.
Ağır ağır yağmur sonrası beliren kırgınlık oluyorum sana!
Bazen en büyük aşklar da diğer bütün anlar gibi hiçliğe dönüşür, zaman akışından kopar olric
Gün gelir herhangi bir rastlantının sonucunda iyi gömülmemiş bir ceset gibi canlanıverir yeniden. Tekrar alev almak için küçük bir rüzgâr bekleyen kor gibi nadasa yatar aşk.
Bazen olağanüstü bir gelecek vaadi gibi, yerine asla getirilemeyecek ama yankısı "onları" hala tutsak eden bir vaat gibi verilir ve kalırsın.
Gözyaşlarında yüzmeyi bilmezsin bazen ama bıçağın sapını da keskin kılanın gözlerinde ki aşk olduğunu bilirsin.
Bazen yüz yüze gelecek birbirini tam anlamıyla tanıyacak zamanın olmasa da seversin olric.
Her aşkta semenderini ararsın.
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder BORÇ PARA |
|
Yıllarca esnaflık, devlet memurluğu yaptıktan sonra, hasbelkader hukuk fakültesini kazanıp, okuldan sonra avukatlık stajını bitirmiş, ömrümde ilk kez işsiz ve beş parasız dolaşmaktayım.
Yine de şanslı bir günümde olmalıyım; yol parası bulup Hatay'dan Konak'a inebilmişim. Doksanbir yazı. Amaçsız, beklentisiz Kemeraltı' nı turluyorum. Salepçioğlu Çarşısı'nın önüne piyangocular sıralanmış; bir piyango bileti alabilsem amortiden fazlası çıkmaz, biliyorum, ama yine de alabilsem. Yol parası bulup Kemeraltı'na kadar inebildiğime göre, bir amorti bilet talihlisi sayılırım da aslında.
Dikilmiş o koca çarşıyı seyrederken, biri omzuma "Şlaapp!" sesi çıkaran bir şaplak attı:
- Merhaba afgat bey, afgat oldun köyü möyü unuttun.
Ben bir yandan, aletsel büyüklüğü yedinin üstünde etki eden şaplağın etkisinden kurtulmaya çalışırken, bir yandan da "Benim meteliksizliğimden haberi yok, bilse böyle mi söyler?" filan gibi düşüncelerde dolaşıyorum. "Yahu ondan değil" dememe izin vermeden devam etti:
- Sen ne şanslı herifsin?
- Üsen ne oldu?
- Hadi gözün aydın afgat beey!
Bizim Üsen, namıdiğer Balyapmaz Hüseyin. "Her şeyin farkında, beni yakalamışken alay ediyor" diye düşünürken, baktım o kendi sevdasında.
- Hadi hadi muştuluğumu ver. Emminden selam getirdim.
- Aleyküm selam.
- Hani sana üç ay önce bir milyon borç vermiş ya, o parayı geri almayacakmış, "Yeğenim sıkılmasın, gurbet elde sürünmesin, rezil olmasın" dedi.
- Başka bir şey demedi mi?
- Demedi.
İbram emmim daha ne desin?
…
O borç parayı aldığım gün geliyor aklıma. Amcam yine köşesinde; her zamanki kalınca minderli tahtına kurulmuş, mutluluk girdabında, yaşama amacı olan para destelerini sayıyor. Her bir el hareketinde çıkan şak şak sesleri bütün müzik gereksinmesini karşılıyor olmalı, seslerin arasında kendinden geçiyor. Kimileyin beklenmedik olaylar da olmuyor değil. O zaman, desteyi bitirdiği anda yüzü kırışıp buruşuyor, alt dudağını sarkıtıp mırıldanmaya başlıyor; hatta küfürler ediyor. Anlaşılan yine yüzlük desteyi doksandokuz saydı; ve kuşku yok desteyi teslim eden veznedarın yedi sülalesinin kulakları çınlıyor.
Ama, anı anına da uymuyor. Bakıyorum, yüzünü birden yoğun bir tebessüm, hatta gülümseme, birazcık daha zorlasanız çeyrek kahkaha bile denebilecek bir şirinlik kaplayıveriyor.
Para destesini tersine çeviriyor. Tersinden sayarsam artar diye düşündüğüne bahse girerim. Sayıyor, çevirip yine sayıyor; bir sevinç bir öfke, sürekli sayıyor. Ara sıra da kaşının altından bakıp, borç istemeye gelmiş, utangaç, ezik, höt dese soluğu yüz metre ötede alacak halime bakıp keyiflene keyiflene yine sayıyor. Dünyanın en önemli işi, onun paralarını üçyüzbininci kez sayması imiş gibi, beni iki dizimin üstünde saatlerce bekletip yine sayıyor. Ben karşısında ezildikçe, onun ekmek kadayıfı kaymaklanıyor.
Bir ara, çorabından dışarı fırlamış sol ayak başparmağının altını hararetle kaşıdı. Sonra bir oh çekti:
- Çook datlı gaşınıyo, ganısozuk!
Sonra gözlerini, suçüstü yakalamış gibi bana dikti:
- Sen de nerden çıktın şimdi?
- Burdayım ya ben, amca.
- Neye geldin?
- Biraz sıkıntı vardı, parasızlık hani.
Sanki her sıkıntıya çare olmuş gibi:
- Ohooo, sizden da bıktım gari. Emmi para, emmi para…
- …
- Açcık hesaplı gitcen. Tasarıflı olucan. Bak bene, nerde tasarıf edilir, nerde para harcanır biliyom. Hemme, senin buban da böyleydi. Rahmetli, filanın oğlu askerden gelcek yol parası, falanın anası hastalanmış ilaç parası. Sene ne gardeşım. Herkes kendi düşünsün. Diyarbakır Bismil'dekiler insan değil mi? Dönmesin orda otursun, iş bulsun çalışsın. Allah öteki ne de şifa versin.
Rahmetli pederin arkasından bir küfür savursam, kendisi gibi değerli bir insan olmadığımı söylesem harçlığı fazlasıyla kapıcam. Ama bir türlü yapamıyorum. Ben direndikçe amcam, bir babama bir bana hakaret çeşitlemeleri düzüyor.
Daha fazla dayanamadım: "Eee amca ben de seni örnek alıcam bundan sonra." sözleri dökülüverdi ağzımdan. Ben bu sözü söyleyince amcamın yüzü aydınlandı, şenlendi. İnadından, düzden de tersten de doksan dokuzda direnen destelerin tümü, bir anda yüze tamamlandı. Amcam, keyifle arkaya kaykılıp, göğsünü kabarttı:
- Ne gidar sıkıntın?
- İşsizim ya amca, bir beşyüzbin…
- Ne dimek, yiğenime milyon feda olsun.
…
Günlerden Çarşamba. Hatay pazarına uğrayıp biraz zerzevat alayım, dedim. Çokça köylüm var; biraz da sohbet ederiz, hasret gideririz.
Pazar yerinde ilk gördüğüm Hallibram; patlıcan biber zatar. Tembihli olmalı, görür görmez konuya girdi:
- Merhaba bilader. Emminden selam var. Görürsen mutlaka söyle, dedi. Hani sana borç para vermiş ya…
- Eee!
- O parayı geri almayacakmış. Sevgili yiğenim İzmir"lerde rezil olmasın, sürünmesin, perişan olmasın, dedi.
Adam haberi verirken zevkten dört köşe. Herhalde amcamın haberi gönderirken aldığı hazzı paylaşıyor.
Üç beş adım gittim gitmedim Kamil'le göz göze geldik. Selamlaştık, birbirimize gülümsedik, hoşbeş uzadıkça "Tamam" dedim, "Bunun bir şeyden haberi yok. Amcam selam melam söylememiş, biraz sohbet edelim.":
- Eee Kamil, daha daha?
Uzatmasan iyiymiş, anımsadı:
- Allah'ın selamını unutacaktım neredeyse. İyi ki anımsattın, o şeyi geri almayacakmış.
- Neyi?
- Hani sen buralarda sürüyormuşsun mu neymiş. İbram abi parasıyla seni kurtarmış ya.
- !
- O parayı geri almayacakmış "Yiğenim rezil olmasın, sürünmesin" dedi. Çok çok da selam gönderdi.
Lanet olsun, bu zıpır da biliyor.
Anlaşılan amcam, yönünü İzmir'e çeviren herkesle haber gönderiyor.
Olmayacak, pazar yerini hızla terk ettim.
Üç beş kişi daha uzaklaştığımı görüp haberi, selamı ulaştırmaya çalıştı. Sözcükler bölük pörçük hala kulaklarımda: "Selamları…" , "Sürünmesin…", "Reziiill…", "Nereyeee?"
Sürekli de iş arıyorum. Yine arayışta olduğum günlerden birinde Konak'tan Hatay'a, eve dönüyorum. Yorgunluktan iki adım atacak halim yok. Bari biraz dinleneyim, deyip Üçyol'daki Dallas Pastanesi'ne oturdum. Bir çay söyledim, gelene gidene bakıyorum. Yoldan geçen biri içeriye baktı. Adamı tanıyamıyorum; ama o beni tanımış olmalı, geldi masaya oturdu.
- Memet!
- Buyur.
- Tanıyamadın mı? Abdullah abin. Ovalı Abdullah.
- Haa bildim.
Ben küçük çocukken İzmir'e taşınmış. Hiç görmemiştim ama, adını duyardım. Sohbet başladı, koyulaştı. Ölenlerden kalanlardan konuştuk. Babamdan bahsettik. Olacak ya bomba o anda patladı:
- Babandan bahsedince aklıma geldi, dedi.
Geçenlerde köye gitmiş de, amcanla oturup konuşmuşlar bir ara.
- Ne yapıyor amcam, dedim, iyi mi?
- İyi iyi. Senden bahsetti. " Sen İzmir'desin, görürsün, benim yeğen afgat oldu. Ama İzmir'lerde rezil zebil, resmen sürünüyor. Ona bir milyon borç para vermiştim. O parayı geri almıycam. Rahat etsin." dedi. Hadi gözün aydın.
Hiçbir şey demeden kalktım. Hatay caddesi boyunca yürüyorum. Tüm olumsuzluklar ardı ardına geliyor. "Be adam herkese mi söyledin? Hiç mi insafın yok!" diye diye amcama verip veriştiriyorum. Yolun bir sağına bir soluna geçiyorum. Bayağı yürümüşüm.
…
Hepsi ardı ardına gelecek, dedim ya, karşıdan Hasan geliyor. Dişine göre dedikodu bulursa, ulaşamadığı yerlere mektup yazar yine ulaştırır, Salak Hasan.
Herif salak malak ama, benim durumum çok daha vahim. Eyvah gördü! Aramız uzak, sokak aralarına dalıp izimi kaybettirmeliyim. O da aynı şeyleri söylerse çıldırırım. Ara sokağa daldm, ama gördü, sokak aralarında fellik fellik beni arıyor. İlle de müjdeyi verip hakaret edecek, keyiflenecek.
Hasan'dan kurtulmak için o gidinceye kadar vakit geçirecek güvenli bir yer arıyorum. Eve uzak, tanıdık esnaf da yok ki bir dükkana gireyim.
Bir an baktım, cankurtaran simidi gibi, Hatay Polis Karakolu karşımda duruyor. İçimden bir oh çekip, daldım içeri.
- Selamünaleyküm. Ben Avukat Mehmet, Stajımı yeni bitirdim biraz pratik göreyim, diye size geldim. Nasılsınız?
- İyiyiz, dediler.
Hoşbeş, çaylar, kahveler… Ben bir yandan arkadaşlarla sohbet ediyoruz, öte
yandan da "Acaba bir yerlerde hala beni bekliyor olabilir mi?" diye düşünüyorum. Pusuya yatıp beklediğini düşündükçe yüreğim cız ediyor.
Beş saatimi burada geçirmişim. Artık gitmeliyim. Acıktım. Evdekiler de bekler:
- Bana müsaade, iyi mesailer, deyip çıktım.
Hava kararmış. Caddenin karşısına geçip Konak yönünde eve doğru yürümeye başlamıştım ki; acı bir fren sesi ortalığı inletti. Hay Allah! Aksam saati, insanların evlerine çoluk çocuklarına koştuğu bir anda trafik kazası. Çevredekiler yaralının başına üşüştü. Herkeste bir telaş, bağırışmalar: "Ambulans çağırın!", " Kırık mırık var mı?", "Başına darbe almış mı?"
Çarpan şoför kendini savuruyor bir yandan:
- Birden önüme çıktı. Ne yapabilirim abi. Hemen fren yaptım ama mesafe çok kısaydı…
Vakit öldürmeye de çalışıyorum ya, ben de gittim yaralının başına. Yüzü gözü kan içinde, tanınmaz halde. Ama bilinci yerinde. Görüyor, konuşuyor. Hatta onca kişinin arasından beni tanıdı:
- Almayacakmış o parayı geri. Sürünmesin, dedi. Rezil olmasın, dedi.
Şoföre döndüm; "Niye sıktın o freni, bir salak eksilirdi!" der gibi ters ters baktım, anlamasa da…
…
İş bulunca ilk aylığımla borcumu ödedim. Artık amcamın selamları bitme noktasına geldi; ama ben, bizim köylüleri görünce saklanma huyunu hâlâ üstümden atamadım.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Deniz Marmasan "Ellerim de sizsiniz, ellerim de…" |
|
Yaz başlangıcıydı, otobüste önümde oturuyordu. Aynı yakanın sakinleriydik ve başka bir yakaya birlikte kayıyorduk sular üzerinden. Suların kış halini almıştı saçları, demet demet buğday kırması. Kulağındaki müziğe akıyordu gözlerinin yeşili, ve dünya yok oluyordu o yerinde salınarak, notlarını okurken.
Tanırdım onu, belki üç, belki dört senedir. İsmini dost meclislerinden, görüntüsünü senin yanında basılmış bir deklanşörden bilirdim. Severdin onu, sevdiğini bilirdim, ben de o yakanın çocuğuydum. Sen uzak bir şehrin yürek sızlatan biletleriyle, her gelişinde sulara koşardın.
Konuşmazdık pek, bilirdim sadece. Sevdiğin kızı izlerdim bazen, anlamsız bir öykünün yarım kalmış harfleriydi benim ceplerimi dolduran, size güzel cümleler düzemezdim hiç. Hayatta pek çok şeye karşı edindiğim gereksiz yorumlarımın ve gereksiz yorumsuzluğumun yakasını birleştiremedim hiç hikâyenizde. Belki de söylenmemeliydi hiçbir söz zaten. Benim ismim denizdi, elimden gelen bundan başkası değildi.
Uzak değil yakın bir zaman önce ondan bahsetmiştin, belki ben, o olsun istemiştim. Daktilolarda asırlarca yazmak istedim. Sen hep yazılacak şeyler tutup çekerdin şarkılardan, şiirlerden, gecelerden. Sanıyorum ki yine böyle bir anda çözüldü dili tarihin.
Çay buharı olduk, bizlik demeye varmayan anlarda şiirlerde uyukladı varamadığımız duraklar. Belki bir bekleyişti, belki de biraz rüzgâr öpmesi yaraları. Niye bilmiyorum, nerede, hangi şehirde dinlediğimizi o şarkıyı. Ve ne zaman bir şeylere bunca anlam yüklediğimizi.
Belki şaşırmayı özleyen varlığım, belki de sokaklarda yalnız gezmeyi seven yanım, ya da hiç yoktan anımsanan el ağrıları.. Bilmediğim bir şekilde, cevapsız, tanımsız, akışında kağıtlar gemiler yüzdürerek...
Nicedir yalnız yürümediğim, kendimi dinlemediğim tonlardaydım. Kayboluyordum da diyebiliriz.. Bugün sokaklara kendimi bırakmayı özlediğimi fark ettim, daha çok yürürken iki kişi olmayı...
Başaklardan saçılan yeşeriklik olmayı dilemek belki, daha çok deniz...
Deniz Marmasan denizmarmasan@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Kapitalizmin Tanrısı Buyurdular ki…
Bu kitapsız yeni dinin tanrısı(para)'nın on emri şöyle:
1-Tüketeceksin
(Dün tüketimin birse bugün iki, yarın da beş olmalı. Tüket tüketebildiğin kadar. Mesela bir elektronik cihazın bozuldu mu, tamir ettirme, at ve yenisini al. Üretmiyorsan bile gene tüket!)
2-Borçlanacaksın
(Borçtan korkma. Paran mı yok? Kredi kartı verelim. Kefil mefil istemiyoruz, gelirin var mı yok mu ona da bakmıyoruz.
Daha çok paraya ihtiyacın var ama etraftan borç bulamıyor musun? Dert ettiğin şeye bak, üzme kendini; çünkü bizde kredin hazır. T.C kimlik numaranı yaz, … nolu telefona gönder, hemen kredini çek ve cebine koy.
Kredi kartı ve tüketici kredi borcun mu var? Biz ödeyelim; sen de bize 60 aya varan vade ile ödeme yap. Yani borcu borçla öde.
Beyaz eşya, araba ya da ev almak istiyorsun ama nakitin mi yok? Taksit yapalım. Taksidi de mi ödeyemeyecek durumdasın? Onun da çaresi bizde: 2 ya da 4 ay taksit erteleme imkanı verelim. Bu da mı olmaz? Öyleyse şimdi al seneye ödemeye başla.)
**
Yakında "şimdi al, öldükten sonra öde!" kampanyası başlatırlarsa şaşırmayın. Bu kadarı da olmaz mı diyorsunuz? Olur, olur bal gibi olur. Siz dedelerinizin borcunu ödemediniz, ama bu sistem sizin borcunuzu torunlarınıza ödettirecektir.
"Borç yiğidin kamçısıdır" yutturmacası toplumdaki itibarlı kişilere söylettirilerek yeni yeni tuzaklar hazırlanıyor. Halbuki "borç kapitalizmin kölelerine vurduğu bir pranga"dır.
3-İhtiyaçlarını artıracaksın
(Dün evinde bir televizyonun bile yokken bugün odalara bile yerleştirmişsin. Ama yetmez! Tuvalete de bir tane koymalısın. Günde birkaç dakikanı geçirdiğin bu yerde de TV izlemelisin. Hem böylelikle "bilmem kimin aklı ya kaçarken ya da s….ken gelirmiş" deyişine karşı da tedbir alınmak isteniyor. Yani "sen aklını sakın ola ki kullanma, biz senin yerine o işi de yaparız" deniliyor.
Ailenizdeki herkesin birer tane cep telefonu var mı? Yok mu? Ayıp, ayıp; hele bu devirde çok ayıp. Derhal bu ayıbı sonlandırmalı ve herkese birer telefon almalısınız.
Peki, siz hâlâ evdeki bilgisayarı dört kişi ortaklaşa mı kullanıyorsunuz? Bu daha da ayıp!)
4-Örgütlenmeyeceksin
(Örgütlenme ancak kapitalizmin izin verdiği ölçüde ve yandaş kurluşlarda yapılabilir. Kapitalizmin denetimi dışındaki sivil toplum örgütleri yaşama hakkına sahip değillerdir. Yanınılıp şaşıp bunlara üye oldu isen yandın gitti. Ya üyeliğini sonlandıracaksın ya da işinden olacaksın. Bizden uyarması. Sana baskı yapmıyoruz, ama senin özgür iradeni kullanarak doğru tercihi yapacağına inanıyoruz!)
5-Demokrasi havarisi olacaksın
(Demokrasi, özgürlük kavramlarını ağzından düşürmeyeceksin; ama uygulamada faşizmi ve komünizmi bile mumla aratacaksın.)
6-Bireyselliği ön plâna çıkaracaksın
(Milli, üniter devlet anlayışı ilkelliktir. Bireye önem veren, bireyi ön plâna çıkaran fedaratif yapı esaa alınmalı ve uygulanmalıdır. Dünyadaki devlet sayısı yüzlerle değil binlerle ifade edilmelidir. Büyük devletler büyük lokmadır, adamın boğazına takılır; yani sömürmek biraz zordur. Ufacıklar ise kolay yutulan zevkli lokmalar gibidir.)
7-Zamanını boş işlerle harcayacaksın
(Zamanın bol, harca harca bitmez. Bu konuda kitle iletişim araçlarıyla sana yardımcı olabiliriz. Mesela çöpçatanlık işi yapan ya da gerilimden başka seyirciye hiçbir şey kazandırmayan yarışma programlarının TV'lerdeki sayısını artırabiliriz. Bunlar hoşunuza gitmezse sır dolu yani gizemli olayları anlatan; ya da başları, ortaları ve hatta sonları birbirinin aynı olan uyduruk dizilerimizi izleyebilirsiniz. Ya internete ne dersiniz? Bırakın saatleri, günleri; yıllarca zamanınızı harcıyabileceğiniz şeylerle dolu.)
8-Globalleşmeyi savunacaksın
(Dünyaya entegre olmak gerek. İçine kapanamazsın. Senin, benim, memleketimin şirketi ya da bankası artık yok. Devletçi anlayış bitmiştir. O nedenle özelleştirme yapmalıyız ve varımızı yoğumuzu yabancılara yok pahasına satmalıyız. Sadece şirket değil yabancılara ev ve toprak da satmalıyız. Gücün yetiyorsa yani paran varsa sen de git ve yabancı ülkelerden şirket, ev veya toprak satın al. Nahh, alırsın da, gene de bir dene şansını!)
9-Sermayenin kölesi olacaksın
(Sermayenin dini, milleti yoktur. Küresel sermaye en büyük güçtür. Senin de bu güç karşısında eğilmekten hatta onun kölesi olmaktan başka yapabileceğin bir şey yoktur. Eğer sadık bir köle olursan, küresel efendi belki de senin bu sadakatini ödüllendirebilir. Ödüllendirilebilme ümidini hiç yitirme, çünkü ömrünün sonuna kadar bu ümit havucunu yakalayabilme hayali ile avunacaksın.)
10-Düşünmeyeceksin
Çünkü ne demişler:
"Fazla düşünme kafana kötü fikirler üşüşür,
Büyüklerimiz her şeyi bizden iyi düşünür."
Senin için en iyisini düşünen; sermaye ve makam sahibi binlerce belki de on binlerce peygamber var. Sen sadece biat et yeter. Gerisine karışma, çünkü düşünmek senin harcın değil!
**
Not: Bu din ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isterseniz Google'a "Kitapsız bir din doğdu" yazıp aratın ve çıkan sayfaların birini açıp okuyun lütfen!
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BODY WORLDS
Otobüs afişlerinde rastlamıştım ilk Body Worlds'e.
Gitmeliyim! gitmeliyim! dediğim, ama nedense işlerimin arasına bir türlü sıkıştıramadığım bir sergiydi. Sonunda bu pazar günü, yarım kalan işlerimi erteleyerek bu sergiye gittim...
Sabahın erken saatinde olmasına rağmen Antrepo 3'ün önünde kocaman bir kuyruk vardı. Kredi ve nakit olan, kuyruklardan nakit olana geçtikten sonra, sıramın gelmesini bekledim. Kısa bir süre sonra, indirimli giriş biletimi alıp, salonun yolunu tuttum.
Girişte bu sergi için vücudunu bağışlayanlar hakkında bir slayt gösterisi vardı. Bunu izledikten sonra, insan bedeninin bölüm bölüm, organlarının olduğu, cam tezgahlarda sergilen parçaları inceledim. İncelerken de sesli kayıt cihazından bilgi almayı unutmadım.
Burada, organların karışıklığına çok şaşırdım. Etrafımda ki insanların yüzlerinde de aynı şaşkınlığı görmem hiç zor olmadı. Özellikle öğrencilerin, laboratuar olarak gördükleri bu salon, tam anlamıyla bir biyoloji dersiydi.
Bunları takip eden salonun devamında, derisi çıkartılmış, kırmızı kaslı, insan bedenleri vardı. Kimisi elinde ki, kırmızı basket topuyla basket oynuyor, kimisi de öylece durmuş bana bakıyordu. Hatta bir tanesi, beynini eline almış, bana doğru uzatıyordu. Kimisinin yanında da, iskeleti vardı. Bunları incelemek, hem heyecanlı, hem de bir o kadar ürperticiydi.
Burada, bir saatlik zamanımı harcadıktan sonra, zürafanın olduğu yere gittim. Up uzun boyuyla, derisi yüzülmüş bir zürafa, ayakta dikiliyordu. Kocaman işkembesi, ciğerleri bağırsakları, her şeyi ortadaydı.
Bu çıplak haliyle kaç tondu acaba?
Onun yanında, kocaman bir at vardı. Üzerinde de iki tane yolcusu. Derisi soyulmuş olan, bu üç arkadaş, şaha kalmış uçuyorlardı sanki. Atın duruşu, ağzını açışı, ön ayaklarını kaldırması... Sanki her şey gerçekti.
Bu hali, durdurulmuş bir film karesini andırıyordu...
Eğer izin verilseydi, onlarla bir hatıra fotoğrafı çektirirdim.
Burada bana ilginç gelen olaylardan biri de, kataraktlı gözle, normal göz arasında ki farkı anlatan resimdi.
Çok ilginç, bilgelikle dolu, bu sergiden aklımda kalanlar;
İnsan gülümsemek için 17 kas kullanırken, kaşını çatmak için 43 kas kullanır.
68 kg'lık bir erkek ömrü boyunca 50 ton gıda alır.
Bir kadın ömrü boyunca 35 çocuk getirme kapasitesi sahiptir.
Dil vücuttaki en güçlü kaslardan biridir.
Kalp vücuttan çıkarılsa da atmaya devam eder. Parçalara bölünse bile atmayı sürdürür.
Bu bilgileri aklıma yazdıktan sonra, çıkış kapısına doğru yöneldim. Tam bu sırada arka bölmede video gösterisi olduğunu fark ettim. Hemen boş bulduğum bir yere oturup, bunların nasıl hazırlandığını izlemeye başladım.
Dr. Gunther von Hagens'in girişimiyle başlamış olan bu projede; bağışlanan vücutların atardamarlına, formalin pompalanarak çürüme durdurulur. (Formalin, tüm bakterileri öldürür ve dokunun çürümesini önler.) Bundan sonra vücuttaki deri, yağ, bağ dokuları çıkartılır.
Sonra aseton çözeltisi vb. karışımlarla da bedenler son halini almaya başlar.
Sonunda, vücut duruş pozisyonuna getirilir. Bunu yapmak için de yardımcı iğne, pens ve köpük bloklar kullanılır.
En son aşama ise; sertleşme aşamasıdır. Bu da polimere bağlı olarak ışık, ısı ve gazla yapılır. Bütün vücudun son halini alması 1.500 çalışma saati gerektirir. Tam olarak tamamlanması ise 1 yılı alır.
Çığır açan bilim adamı, Dr. Gunther von Hagens'in imza attığı büyüleyici sergi dünya üzerinde 30 milyonu aşkın kişi tarafından ziyaret edilmiş.
İlk başta, bu kadar kişi tarafından bir sergi nasıl ziyaret edilir diye şaşıranlara, hiç şaşırmadım. Çünkü ben de bu rakamı ilk duyduğum zaman, aynı tepkiyi vermiştim. Tamamen şişirme!
Gittim, gördüm ve yazdım. Gerçekten 30 milyon kişi değil, 60 milyon kişi tarafından izlenmesi gereken, harikulade, dünyada hiç bir müzenin, hiç bir biyoloji laboratuarının kapsamadığı kadar zengin, hiç bir öğretmenin anlatamayacağı kadar görsel bir biyoloji dersi.
Bütün öğrencilere, yetişkinlere, kendini tanımak, evreni anlamak, ilimin sınırlarını zorlayıp, insan kavramını idrak etmek isteyenlere...
Neslihan Minel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam Bilim, bilim insanı ve ateizm |
|
Bilim, var olduğunu kabul ettiği bir evrenin ve bu evrende var olduğunu keşfettiği her şeyin, insan beyninde kolay anlaşılır kavramlara, sembollere ve modellere dönüşmesini sağlar. Bu işi yaparken de özellikle rasyonel aklımıza ve beş duyumuza hitap eden bir yöntem izler.
Bilim gelişme sürecindeyken bazı altyapısal prensipler geliştirmiş ve bunlara sadık kalarak araştırma yapmayı amaç edinmiştir. Şöyle ki:
1- Üzerinde çalışma yapılacak obje, olay veya olgunun gözlenebilir (observable) olması gerekir,
2- Ölçülebilir (measurable) olması gerekir,
3- Anlatılabilir, iletilebilir (communicable) olması gerekir,
4- Kanıtlanabilir, sağdanabilir (verifiable) olması gerekir,
5- Ölçümlerin tekrarlanabilir (repeatable) olması gerekir,
6- Açıklamalarının veya öngörülerinin mantıklı ve rasyonel (logical/rational) olması gerekir.
Modern bilimin bazı temel amaçları vardır. Onları da yazmakta yarar görüyorum:
a- Deney konularını veya oluşumları tarif ve tasvir etme (description),
b- Bunları izah etme, açıklığa kavuşturma (explanation),
c- Eldeki verilerden yararlanarak tahmin yapma (prediction),
d- Oluşumları kontrol altına alabilme (controlling).
Bilimin bu sarsılmaz metodolojisine ve amaçlarına bakarak şu sonucu kolayca çıkarabiliriz: Bilim, beş duyumuzun ve maddenin sınırlarını aşan pek çok kavramı ilgi ve deney alanına sokmaz; çünkü onları kanıtlayıp izah edemez. Yani bilim daha çok somut bir evrenle uğraşır. Ancak, rasyonel bir açıklama bulabildiği zaman, psikoloji gibi soyut olguları da bünyesine alır. Fakat "Tanrı vardır ve evreni O yaratmıştır." gibi son derece soyut bir tezle haklı olarak uğraşmaz, uğraşamaz; çünkü öylesi bir tezi kanıtlayamayacağını bilir. Ve bir bilim adamı veya kadını bu tür sorulara bilim insanı kimliğiyle yanıt vermekten imtina eder, kaçınır.
Bu tür bir disiplin, bilimin metodolojisini bilmeyen insanlar tarafından genellikle yanlış anlaşıldığı veya hiç anlaşılmadığı için, basında veya kalabalıklar önünde inancını belli etmeyen bilim insanlarına "ateist, inançsız, din düşmanı" gibi çok haksız ithamlarda bulunulur. Oysa bilim dünyasında, Tanrı'ya inananların sayısı inanmayanlarınkinden çok daha fazladır.
Zaten pozitif bilimcilerin Tanrı vardır-yoktur tartışmasına girmesi hem sakıncalıdır; hem de böylesi bir tartışmaya girmemesi bir gerekliliktir. Şöyle ki: kimsesiz bir çocuk olarak çocuk esirgeme kurumunda büyümüş bir muhasebeci düşünelim. Bu kişi iki farklı kurumun muhasebesini yürütüyor olsun. Biri öksüz çocukları koruma derneği, diğeri sattığı altınlara bakır katan ve gelir vergisini tam göstermeyen varlıklı bir kuyumcu.
Muhasebecimiz duygularını ve inançlarını işin içine katarak muhasebe yaparsa, doğal bir sempati duyacağı derneğin daha az vergi vermesini sağlayacak yollara başvuracaktır. Öte yandan, dürüst olmadığını bildiği o kuyumcunun daha fazla vergi vermesine yönelik birtakım hesaplamalar da yapabilecektir. Sonuçta, hesaplar yanıltıcı ve yanlış olacak; ortaya gerçek bir vergi matrahı çıkmayacaktır. Öyleyse, muhasebecinin hesapları doğru yapması ve doğru sonuçlara ulaşması için duygularını ve inançlarını işin içine katmaması gerekmektedir.
İşte, bilim insanlarının da böylesine tarafsız, bağımsız ve objektif bir yol takip etme zorunluluğu vardır. Aksi hâlde, gerçekler sapar, tahrif olur ve yansız olması gereken hakikatler, sübjektif ve yanlış birtakım sonuçlar olarak önümüze gelerek, bizleri yanıltırlar. O zaman da bilim, bilim olmaz.
Bilimsel ahlâkı ve yöntembilimi tanımaksızın bilim insanlarını topyekûn inançsız veya tanrıtanımaz olarak sıfatlandırmak yanlıştır, cahilliktir.
Günün sözü: Batı standartlarına göre bilim insanı (scientist) pozitif bilimlerle uğraşan ve şimdiki durumda pozitif bilimlere katkıda bulunan kişidir. Her profesör bilim insanı değildir. Bir hukukçu akademisyen bilim insanı değil; örneğin hukuk profesörüdür, bir diğeri tarihçi akademisyendir, ama pratik gerçeklerle uğraşan, TÜBİTAK lâboratuvarlarında Lazer teknolojine veya genetik mühendisliğe katkıda bulunan ve henüz unvan/titr sahibi olmayan genç bir araştırmacı bilim insanı sayılır. Kavramları lütfen yerli yerinde kullanın ve kullanmayan medya mensuplarını e-postalarınızla uyarın.
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran SCHUMANN AKŞAMI |
|
11 Kasım akşamı, Beyoğlu'ndaki Borusan Müzikevi'inde sevgili Ece İdil, Emrecan Karayel'in piyanosu eşliğinde bize Schumann şarkıları söyledi.
Ece'yi, kaya resimleri ve çiçekleri belgeleyen Dr. Ali R. Bilginer, İstanbul'a geldiğinde, ortak dostumuz Mesut İktu ile yediğimiz akşam yemeğinde tanımıştım; benim gibi müzik seven birinin onu tanımakta bu kadar gecikmesi ne onun kusuruydu, ne benim: ülkem, başta ABD, bütün dünyayı 500 yıl aşkın süredir amansızca, acımasızca soyup soğana çeviren şu sözümona uygar (?!) Batı'nın ülkeme biçtiği deli gömleğinin sonucu: ne sanatçılar onları kucaklayabilecek olanlara ulaşabiliyor kolayca, ne de sanatseverler yaratıcı ve yorumculara.
Oysa Ece her yönden çilesini çekerek yetişmiş sanatın: 8 yaşında arp çalmaya başlamış; aynı zamanda dans eğitimi de görmüş, balerin olmuş, kısa bir süre İDOB'de dans etmiş. 1973'te Atatürk Kız Lisesi'ni bitirip Konservatuar'ın şan bölümüne girmiş, Mustafa İktu'nun öğrencisi olmuş. Sonra kılavuzluk görevini Mesut İktu almış; konser şarkıcısı olarak 1980'de okuldan çıkmış. Birçok resital ve konserde yer almış, çeşitli ülkelere gitmiş; 1992'de Sofya Çağdaş Müzik Festivali'ne solist olarak çağrılmış; 1995'te, Boğaziçi Oda Müziği Topluluğu iye, Cemal Reşit Rey'in "Sextuor" adlı yapıtını dünyada ilk kez yorumlamış. 2004'te, yine Rey'in 100. Doğum Yılı dolayısıyla, "12 Anadolu Türküsü"nü seslendirmiş. 2005'te Yıldız Üniversitesi'nce, çağdaş müziği yorumlamadaki başarısından dolayı, "Yılın 10 Divası" ödülüne lâyık görülmüş. 2006'da ilk Türk kadın bestecesi Nazife Güran'ın liedlerini yorumlamış. 2007'de, "Tree Masters" albümünde Usmanbaş, Saygun ve Rey'in yapıtlarını seslendirmiş.
Emrecan Karayel ise, sevgili ustam Sabahattin Eyuboğlu'nun meleği andıran eşi Magdi Rufer'le başlamış piyano çalışmaya; sonra İstanbul Konservatuarı'nda, Özen Veziroğlu'nun öğrencisi olmuş; 1997'de Alman Lisesi'ni bitirip Freiburg Müzik Yükesk Okulu'na girmiş. Almanya'nın evsahipliğini yaptığı ""Gençlik Müzik Yapıyort" adlı yarışmada 1994'te Kahire'de, 1995'te Atina'da, 1996'da Roma'da Akdeniz Ülkeleri birincilik ödülünü kazanmış. 2001'de, Freiburg Müzik Okulu'nda Prof. Vitaly Berzon'un piyano, Hans-Peter Müller'in eşlik sınıfını bitirmiş. Sonra Paris'e gitmiş, Denis Pascal ile piyano, Eric le Sage ile oda müziği, Maciej Pikulski ile eşlik çalışmış. Leipzig'de, 1998'de, "Jugent Muziert" yarışmasında, eşlik dalında birincilik ödülü kazanmış. 2001'de, Berlin'de, Paula-Salomon-Lindenberg Yarışması'nda en iyi piyano eşlikçisi seçilmiş. 2005'te, Paris'te, "Nadia-Lilly Boulanger Piyano-Şan İkilisi Yarışması"nda finale kalmış.Pavel Gililo, Dietriech-Fischer Diskau, Thomas Hampson gibi ustaların derslerine katılmış. Şu anda Paris Konservatuarı'nda piyano öğretmenliği yapıyor, Almanya, Fransa ve Türkiye'de resitaller vermekte ya da şarkıcılara eşlik etmekte.
Sevgili Ece İdil, o akşam karşımıza, ince uzun bedenine çok yakışan uçuk mavi tüller içinde çıktı; Schumann'ı çok iyi kavrayıp sindirdiği belliydi; şarkıları büyük bir duyarlılıkla yorumladı; dinleti üç bölüme ayrılmıştı; ilk bölümde bestecinin 12 şarkısını yorumladı; aradan sonar ilkin Emrecan sahneye tek başına geldi; yaratıcının 12 numaralı Fantasiestücke'sini çaldı; büyük talihsizlik, piyanonun pedalı gıcırdıyordu; çok tedirgin oldu, ama sinirleri sağlammış, yapıtların ustaca yorumunda birikimini, duyarlılığını kanıtladı; son bölümde Ece'nin kendinden emin, duyarlı sesinden 8 şarkı daha dinledik.
Taksim'in ortasındaki AKM kapatılalı beri, İstanbullu müzikseverler ortalığı saçıldı biliyorsunuz; ancak özel kurum ve kuruluşların insafına bağlı olarak tadabiliyorlar nitelikli müziği; Borusan Müzikevi bu sığınıklardan biri, hem de elverişli bir yerde; ama yurttaşlarımın müzik dinleyecek, sanata zaman ve para ayıracak hâli kalmamış, o akşam da iki yorumcunun yakınları doldurmuştu salonu; geri kalanların ha haberi olmamıştı, ya gelecek gücü bulamışlardı. Ne yazık!
Ama biz oraya ulaşabilenler gerçekten ayrıcalıklıydık, arı, duru, soylu sanatla beslendik, arındık; iki yorumcuya da yürekten alkış.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
KASVET
dolaşıyor kan içimde sessiz öylece.
güneşten kaçıyor damarlarım gölgeye,
gölgede de yağıyor yine yağmur.
göremiyor gözlerim kasveti;
bulutlar dolaşıyor içimde sessizce
ve sessizce almaya çalışıyorum nefesi,
aralayıp perdeyi işitiyorum
yere düşen çöp varillerini;
gece gibi boz itleri işitiyorum.
görüyorum şimdi kasveti gecede.
görüyorum şimşekler bekliyor beni yukarılarda.
üzerime salmasını bekliyorum.
biliyorum, o da beni bekliyor
öylece sessiz ve gün gibi kasvetli.
murathan
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Ülkemizde cep telefon numaranızı değiştirmeden istediğiniz operatöre taşıyabiliyorsunuz. Evet gerçekten güzel bir uygulama ama, sizin görüşmek için aradığınız telefon numarası sizinkinden farklı bir operatörden hizmet alıyorsa, telefon görüşme ücretiniz tahmininizden yüksek gelebilir. Eğer arayacağınız telefon numarasının hangi operatörden hizmet aldığını öğrenmek istiyorsanız http://www.numaranitasi.gov.tr/PublicWebGUI/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Açıklamalar web sayfasında yazılı, kolay gelsin.
Youtube ve benzeri sitelerden bulmuş olduğunuz bir video'yu mp3 olarak kaydetmek isterseniz http://www.video2mp3.net/ web sayfasını deneyebilirsiniz. Ses kalitesini kaybetmeden müzik kaydı yapabileceğiniz bu web sayfasını defalarca denedim ve sık kullanılanlar listenizde bulunması gerektiğine inanıyorum.
http://www.doktorsitesi.com/ Doktorları hastalarla buluşturan sağlıklı bir site. Merak ettiğiniz rahatsızlıklar için bilgi araştırması yapabileceğiniz ve hatta sorular sorabileceğiniz başarılı bir çalışma olmuş. İster soru bankasını kontrol edin, ister arama yardımıyla konu başlıklarında araştırma yapın, bu da yetmezse kendi sorunuzu oluşturup, cevap verilmesini bekleyin. Şimdiden geçmiş olsun.
Kaçırdığınız dizileri izlemek için http://diziport.com/ Bu web sitesinin diğer bir özelliği de sadece ülkemizde gösterimde olan dizileri değil, dünyaca popüler hale gelmiş olan dizileri de izlemenize olanak veriyor. Hem de Türkçe altyazılı olarak takip edebiliyorsunuz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|