Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.834

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 10 Aralık 2010 - Fincanın İçindekiler


  • BÖREKÇİ ŞÜKRÜ 2 (SON) ... Seyfullah Çalışkan
  • DAĞIN ÖTE YÜZÜ ... Ömer Akşahan
  • HIRSIZA ÇAĞDAŞ CEZA ... Mehmet Önder
  • Mor Mavilik ... Deniz Marmasan
  • İkinci dil ikinci ruh mudur... ... Mehmet Sağlam
  • DAĞLARCA'NIN PIRLANTALARI ... Bertan Onaran


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Yumurtalara özgürlük!..


    Merhabalar,

    Yumurtayı da Ergenekon'a bağladılar, yakında kümesler basılıp, folluklar toplanır. Tavuk ve horozlar da Silivri'ye götürülürken yolda telef olur. Bu cümle ne kadar ciddi ise, başbakanın saptaması da o kadar ciddidir.

    Oluşturulan polis devletinde, coplu ve biber gazlı demokrasiden rahatsız olan öğrenciler tepki verince, okul yönetiminden girip muhalefetten çıkmak pek moda bu aralar. Hele bunu bir de örgüte bağlayıp, hepsini bir kefeye koydunmu, al sana kaymaklı şambali. 18 yaşındaki adamı, 20 yaşındaki kızı, yok yere dövmüşsün, yerlerde sürükleyip tekmelemişsin, gözüne gaz sıkıp perişan etmişsin, tek laf yok ama çocuk yumurta attı diye Ergenekoncu öyle mi? Yemezler be babam yemezler.

    Yönetimdeki acz, polisin copunda güç olunca, öğrenci de dışarıda olmak yerine içeride olmayı yeğliyor haklı olarak. Belki utanır burada daha az döverler diyor ama öyle olmuyor. Zihniyet her yerde aynı. Gölgesinden korkanlar gürühu kol geziyor. Geçenlerde bir koca müdür söyledi, her hafta birkaç suikast ihbarı alıyorlarmış. Belli ki memleket suikastçiden geçilmiyor. O nasıl suikastçıysa, önce ihbar ediyor sonra yumurta atıyor. Bunu duyan başbakan da, yanına yöresine 1400 polis toplayıp öyle geziyor. Yakınına yaklaşan, AK.. diyen, yumurta yiyen kim varsa dayağı yiyor. Haklı olarak kızıyor adam, hazır rektörleri toplamış muhalefete giydirecek, o da ne? Bir avuç öğrenci protesto ediyor. Sen misin eden, yer misin yemez misin?

    Bundan habersiz Kuzu anfiye giriyor, çok akıllı ya, kendisini alkışla protesto edenlere alkışla cevap veriyor, beyinsiz dedikleri sallıyorlar yumurtaları. Ardından o koca Anayasa Profesörü gidiyor, yerine bıçkın delikanlı geliyor. Peki senin bile gösteremediğin bu anlayışı, 20 yaşındaki genç nasıl göstersin Bay Kuzu?

    Bakıyorum da herkes öğrencilerden daha yaratıcı protesto şekilleri bekliyor, yumurta artık sıktı diyor. Ama yumurta da güzel değil mi? Hem uzun menzilli, hem ucuz, hem vurduğu yerde iz bırakıyor, hem de sağlıklı. Acıtmıyor ama çileden çıkarıyor. Zaten öğrenci hıncını başka nasıl alacak?

    Öğrenciler, sakın ola yumurtayı pişirip atmayın, o zaman taşla bir tutulabilirmiş, benden söylemesi.

    Hepimiz öğrenci olduk, hele ben 70'leri yaşadım. Bugünkülerle kıyaslandığında, başbakanın savaş ilanı diyebileceği protestolara katıldım. Öğrencinin ruh halinden anlarım. Hedefi doğru saptayabildiğin ve haklı gerekçen olduğu müddetçe nasıl cesur olunabileceğini iyi bilirim. Ama gelin siz gene de, bu ateşe benzin dökenlerin oyununa gelmeyin. Sizi daha da kızdırmak için ellerinden geleni ardına koymayanların tuzağına düşmeyin. Her protestoda hemen yumurtalarınıza sarılmayın, cephaneyi yerinde kullanın. Bakın size bir öneri; üzerine slogan yazdığınız kağıtlardan uçak yapıp fırlatın, sonra da uçaklardan korunmak için patriot şemsiyelerini şırrak diye açan korumalara bakın kahkahalarla gülün. Bir deneyin, ne kaybedersiniz? Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      BÖREKÇİ ŞÜKRÜ 2 (SON)

    Şişmandı, tombalaktı ama duygu adamıydı bizimki. Suskunluğunun arkasında kocaman bir yürek gizliydi. Bizler, onu tanıyanlar o adamı keşfetmeye çaba harcayacak kadar bulmaca meraklısı değildik. O da hiçbir zaman kendini anlatacak kadar dışa dönük birisi olmadı. Uzun uzun anlatamayacak kadar üşengeç biriydi üstelik. Kalın, tok ama çok güzel bir sesi vardı. Beraber çilingir sofrası etrafında toplanabildiğimiz sayılı yaz akşamlarında onun şarkılarıyla demlenirdik. Önce akşam olur hüzünlenir, sona doğru da dönülmez akşamın ufkuna varırdık. Şükrü söyler, biz de mırıldanarak ona eşlik ederdik.

    Yaşamım boyunca kasabamla (o küçük kentle) ilişkim kırlangıçlar gibi oldu. Ekmeğin oltasına takılıp o kent senin, bu kasaba benim dolaşıp durdum. Sadece yaz ortasına doğru oraya dönebildim. Sonbahar gelmeden de ayrıldım. Yıllardır denize çıkmayı, oltayla çinakop, zargana, istavrit, mezgit, izmarit tutmaya gidemedim. En çok bunun özlemini duyarım. Aklıma geldikçe burnumun direği sızlar. Hep en sevdiğim o mevsimde, sonbaharda orada olmayı düşleyip duruyorum. Emekli olmadan da bu gerçekleşecek bir düş gibi görünmüyor. Tam olarak kaç yaz geçti bilmiyorum. Şükrü evlendi dediler. Hayda, bu da nerden çıktı? Arabayı sattı börekçi dükkânı açtı deseler her neyse. Milli piyangodan para çıktı deseler o da bir ihtimal. Ama evlenmesi hiç inandırıcı gelmedi. Duyduğumda inanmadım zaten. Şaka olsun diye "Evlense kaç yazar. Bu üşengeçlikle onun çocuğu bile olmaz," deyivermişim. Çocuk yapmasına gerek yok. Zaten iki tane var, yapılmışını aldı," dediler. Gülüştük.

    Biz olayı makaraya sarmaya çalışsak bile haber doğruymuş. Şükrü'yü bu işe kim razı etmiş, kadın nerden bulunmuş hepsi ayrı bir bilmece. Zamanla bütün gizem kendiliğinden çözüldü. Evlenip giden ablası, eşinin yakınlarıyla, yine onların tanıdığı bir kadın bulmuşlar bizimkine. Yaşlılık var, hastalık var edebiyatı ile her nasılsa Şükrü'yü de bu işe razı etmişler. Kadıncağız tersanede kaynakçı olan eşini bir iş kazasında kaybetmiş. Hem de nasıl bir iş kazası. Geminin içinde mazot tankına bitişik metal bir parça kaynaklıyormuş. Aksiliğe bakın ki siz mazot tankında yakıt varmış. Gümleyince adamcağız pisipisine ölüp gitmiş. Tam yurdumun insanına layık bir ölüm biçimi… Onları sevap işlemek için bir araya getirenler Şükrü'yü yalnızlıktan, kadını da zebil ziyan olmaktan kurtarmışlar. Çifte kavrulmuş sevap…

    Şükrü'nün evlenmesine çok sevindim desem nasılsa kimse inanmaz. En iyisi gerçeği söylemek… Yaz akşamları birlikte iki kadeh parlatacak arkadaş bulmakta zorlanacağım için sevinmek şöyle dursun resmen üzüldüm. İçecek arkadaş bulsam bile onun sesinden dönülmez akşamın ufkundayız şarkısıyla sonlanmayan bir gece ne işe yarar ki? Adı üzerinde evli biri canı her istediğinde evden çıkamaz. İçki muhabbetleri hanımdan icazet almadan yenilecek nane mi ki? O yaz bütün espriler ortalıkta uçuşup gelip şükrünün evliliğinin üzerine kondu. Çocuklar konusunda herkes biraz kaygılıydı. Evlenmek neyse de bizim şükrü gibi keyfine düşkün, oturma biçimini bile saatlerce değiştirmeyen biri için bu bambaşka bir enerji gerektiriyordu.

    Şükrü evlendi, beleşten iki çocuk sahibi oldu. Bütün yaşamı değişti ama börekçiliği aynı kaldı. Yine hep aynı yerde, yine lezzetli, yine yetişenin elinde kalacak kadar az börek sattı. Zaten bana soracak olursanız bu ülkede yıllardır iki şey hiç değişmedi. Şükrünün börekçiliği ve her gösteride polisin öğrencilerin üzerine boşalttığı nefret ve sınırsız öfke… Evlendikten iki sene sonra Şükrü küçük bir kalp krizi geçirdi. Yüz elliye yaklaşan kilosu ile bu pek sürpriz de sayılmazdı. Neyse ki önce anjiyo, sonra paypas operasyonları sayesinde börekçiliğinden geri kalmadı. Her gördüğümde "Artık kiloma çok dikkat ediyorum," diyordu. Şu kadar kilo verdim, bu kadar zayıfladım demesi bana pek inandırıcı gelmiyordu. Ben her baktığımda aynı Şükrü'yü görüyorum. Yine de aslansın kaplansın deyip gaz vermekten geri durmuyordum.

    Bir kaç ay önce eski dostlardan biri telefonla aradı. "Şükrü'yü kaybettik. Haberin var mı?"diye sordu. Nereden olacak elbette yoktu. "Kalp krizi değil mi?" dedim. Değilmiş. Kırk yıl düşünsem onun böyle öleceği aklıma bile gelmezdi. Arkadaşlardan Çatlak Recep'le sabah denize çıkmışlar. Akşamdan serilen ağları toplayacaklarmış. Ağlardan ikisini almışlar. Üçüncüsü bitmek üzereyken ağ bir yere takılmış ve gelmemiş. Uğraşırken akıntı kayığı ağın üstüne atınca pervaneye de dolanmışlar. Recep keselim gitsin demiş. "Yazıktır, günahtır, ben bu ağı kurtarırım," diyen tombalak kahraman suya atlamış. Birkaç kez çapaya doğru dalmış çıkmış. Nasıl becerdiyse çapa ile kurşun yaka arasında bir yerlere dolanıp kalmış. Çatlak Recep zaten akşamdan kalma. Teknede başka bir şeyle uğraşırken suya dalıp çıkmayan arkadaşına bakmak aklına bile gelmemiş. Durumun farkına vardığında denize atlayıp ağları kesmiş. Şükrü'yü iplerden kurtarıp kayığa çekmiş ama ne çare. Adamın iri cüssesini sudan çıkarıp kayığa çekmek her baba yiğidin harcı mı? Kim bilir ne kadar uğraşmıştır ve ne kadar zaman almıştır? Kıyıya geldiklerinde çoktan iş işten geçmiş. Şişman Şükrü, Börekçi Şükrü, Hüzünlü Şarkıların Şarkıcısı, Can dostumuz Şükrü denizde boğularak ölmüş. Deniz kıyısında büyüyüp, ördek gibi iyi yüzebilen bir sahil çocuğunun denizde boğulması bana hep şaka gibi gelir. Belki de buna mistik bir yaklaşım eklemeliyim. Mademki biz denize aşığız, o da bize âşık. Bu aşkın mutlu sonlandığı zamanlar olmalı. Deniz sevgilileri arasından seçtiklerini arada sırada koynuna almalı. Aşk dediğimiz şey de her zaman kavuşamamayı anlatmamalı…

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ömer Akşahan

     KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan


      DAĞIN ÖTE YÜZÜ

    Yaşadığımız coğrafyaya bakışımda tarih hep bana bir yol gösterici oldu. Çünkü o bilinen tarihin dal budak sarıp sarmaladığı günlerden günümüze taşınan nice değer var ki, etkisi günümüzde geçer akçeliğini korumada.

    Nedir bu coğrafya; Gediz Ovasının üzüm tanrısı Dionisos'tan Efesli bereket tanrıçası Artemis'e uzanan çizgide gelişen antik çağ kültürü. Bu kültürün bize bıraktığı değerlere sahip çıkmak aynı zamanda üzerinde yaşadığımız Anadolu'ya sahip çıkma anlamı taşır. Yoksa sığ bir görüşle efendim bu nedir sizin Yunan kültürünü öne çıkarma gayretiniz biçiminde algılamalarsa derdimiz hiç değil. Bu coğrafyada varolan her değer, kimilerine evinin temeli için bir taş değeri taşıyabilir ki, biz işte, o taş sanılan sanat emeğine sahip çıkmanın derdindeyiz.

    Dağın öte yüzünde bir ilçe var: Adı Salihli. Gediz ovasına kurulmuş, sırtını da Bozdağların kuzey yamacına yaslamış bu kentte bizim kültürümüzden insanlar yaşıyor. Onlar da bizim gibi Müslüman, bizim gibi Türkler. Ama onları bizden ayıran bir özellikleri var ki, işte o noktada durup biraz düşünmek gerek.

    Nedir onları bizden ayıran nokta?
    Bu, tek bir sözcükle açıklanabilir: Şiir!

    Bizim Ödemiş Belediyesi ki, hizmete girişi Atatürk'ün doğumuyla özdeş bir kuruluş. Ama gelin görün ki, daha ancak 2010 yılında bir kültür ve sosyal işler müdürlüğü oluşturabilmiş. Düne kadar huzurevini müdürlük olarak gören bir anlayış her nedense kültür ve sosyal işleri bir müdürlük olarak örgütleyememiş.

    Oysa Salihli 43 yıldır, evet tam 43 yıldır her yıl Mayıs ayında düzenlenen "Salihli Şiir İkindileri" etkinliğini kesintisiz sürdürme başarısını gösteren bir ilçe!

    İnsanın aklına gelmez mi, bu kentte 43 yılda kaç belediye başkanı değişti, diye.

    Hangi partiden gelirse gelsin, hangi meslekten olursa olsun, bu kenti yönetmeye talip olan her belediye başkanı bu etkinliği kent insanı adına sahiplenmiş; bu falancanın başlattığı bir iş deyip yarım bırakmamış, sürdürme onuruna erişmiş.

    İşte bizi Salihli'den ayıran en belirgin özellik.

    Etkinlikle ilgili çıkan haberlerden öğrendiğimize göre, 400 kişilik salonun hıncahınç dolu olması da gösteriyor ki, şiir ağacının damarları Salihli'de kök salmış, ruhlara işlemiş.

    Bizler bu alanda ne kendi değerlerimize sahip çıkabildik, ne de ulusal düzeyde böylesi bir etkinliği organize edebildik. Deneyen girişimcilere de burunlarından fitil fitil getirmeyi bir marifetmiş gibi çevremize böbürlene böbürlene anlatıp durduk.

    Alın size en basit ve yalın örneği: Şimdiki Kipa alışveriş mağazası yıllar önce Hüseyin Son'un başkanlığında kültür sarayı amacıyla inşaatına başlanmıştı.

    Sonra ne oldu? Yıllarca bir çivi çakan çıkmadığı gibi bina az kalsın çürüğe çıkmasına ramak kala yap işlet devretle bugünkü konumuna gelebildi. Bu mudur, hizmette süreklilik; bu mudur, kültüre destek?

    Salihli Şiir İkindileri'nin ev sahibi Belediye Başkanı Sayın Mustafa Uğur Okay'a kulak verelim. Ne diyor Okay: "Bizler, Ege'nin bu mütevazı ilçesinde, Salihli'mizde, Cumhuriyetimizin özgürlük ve kardeşlik vadeden ilkelerine bağlı gençler yetiştirmek adına onları, Çanakkale, Anıtkabir gibi ulusal ve kültürel kimliğimizin oluştuğu yerlere, tarihlerini öğrensinler diye götürüyoruz. İnanıyoruz ki tarihini, içinden geçtiği zaman süreçlerini bilen toplumlar, geleceklerini kurmak bağlamında da en başarılı toplumlar olacaklardır. Tam da bu noktada Şiir İkindileri'mizin önemi tartışılamaz. Yurdumuzun, alanında en değerli şairlerini konuk ediyoruz Salihli'mize. Ve yine Şiir İkindileri ile birlikte büyümüş, şiirini olgunlaştırmış hemşehrilerimizi de bu etkinlikler kapsamında ağırlıyoruz. Onların yazdıklarının ulusal edebiyat dünyasına çıkmasına katkı sağlıyoruz."

    Sanat etkinlikleri bir aş kadar, eve götürülecek bir ekmek kadar gerekli ve önemli olduğunu öğrenebildiğimiz gün insanımız da rafine düşünmeye, insan ilişkilerinde inceliğe daha bir önem verir hale gelebilir.

    Alman halkının 2. Dünya Savaşı'ndan çıkar çıkmaz ilk iş olarak kentin tiyatrosunu ve konser salonlarını onarmakla işe başladıklarını anımsatmalıyım. Kültürü yozlaşmış bir toplumdan her türlü hastalığın da nüksedeceğini unutmamalıyız. Son yıllarda gelişen arabesk kültür, beraberinde futbol fanatizmini, stat anarşisini de getirmesinin temelinde ülkeyi yönetenlerin içten içe kültür yoksulu yaptıkları insanları kolay yönetebilme tutkusu olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?

    Bir ülke bütçesi kültüre çok komik bütçe ayırıyorsa, bırakın yeraltındaki hazinelerini, yer üstüne çıkmış ve müzelere korunması için konmuş eserlerini dahi korumaktan aciz bir duruma geliyorsa, bizim daha fazla söz etmemize ne gerek var!

    Dünyanın gıptayla izlemeye geldiği Berlin'de, Londra'da, Paris'te, Viyana'da daha nice batı ülkesinde ülkemizden kaçırılmış binlerce eser ne yazık ki asıl vatanlarına geri döndürülemiyorsa, bunun altında yatan gerçeklerle yüzleşmenin yolu, kendi halkımıza kültür adına ne verebildiğimiz sorusuna yanıt aramadan geçer.

    En yakın örneği gene Birgi Ulucami'nin kıymet biçilmez ahşap oyma sanatının şaheseri kapıda yaşadık. Bu iş her nasılsa kim bilir belki iman gücüyledir, geri döndürülebildi! Daha onun gibi ne şaheserler kendi yurtlarına döneceği günü bekliyor.

    Diyeceğim şu ki, dağın öte yüzü, Şiir'i her yıl ağırlarken Başkan Okay'ın vurguladığı gibi, "…kentimiz insanını inceliklere ve kardeşliğe inanan birer dünya yurttaşı yapmak arzumuzda hiçbir değişiklik olmadı ve olmayacak."

    Bu dileğe Belediye Başkanı Sayın Bekir Keskin de katılır mı, ey Ödemişli dostlar siz ne dersiniz?

    Ömer Akşahan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      HIRSIZA ÇAĞDAŞ CEZA

    Yedinci kilidi de açıp bir "Ooh!" çeken eşim, bir de sitem etti:
    - Bize hatırası da giriş çıkış işkencesi oldu.
    Bu işkence oğlumun, her çocuk gibi önden koşup "Anneee bizim kapıyı kırmışlar!" çığlığıyla başlamıştı. Yirmi dakika kilit açıp kapamaktan, eve girip çıkışlarımız gerçekten eziyete dönmüştü. İçerde yine hırsız var mıdır, saldırır mı, silahlı mıdır? Bu kuşkular da cabası.

    ...

    Aklım çocukluğuma gitti bir an; o yıllar bambaşkaydı. Köy yeri; akşamları hep birlikte konu komşuya gezmelere gidilirdi. Hem konuk olunur sohbet edilir, hem de boş durulmaz, oturduk yerde işlere yardım edilirdi. Çoluk çocuk, gece gündüz boş durulmaz, bir işin ucundan tutulurdu.
    Babam işten geç döndüğünden, konuk olduğumuz evden merak içinde dönerdik. Karşıdan kapının açık olduğunu gördük mü, bir yandan eve doğru koşarken "Anneee bubam gelmiiiş!" diye çığlıklar atar, kapı açık olduğu halde gelmemişse, bu kez de "Gelmemiiiş!" diye bağırırdık.
    Korkmazdık. Belki, korkmak aklımıza gelmezdi. Çünkü kapının açık olması doğaldı. Hiçbir zaman da sağlam bir kilidi olmaz, buna gerek da duyulmazdı. Kapı büyükçe bir çiviye dolanmış sicim parçası ile tutturulur, bununla da kedinin köpeğin içeri girmesine engel olunurdu. Köpekler eve zarar vermese de, yiyeceklere dokunduğundan kuşkulanılır, onların dokunduğu yiyecekler de temiz sayılmazdı. Bu yüzden özel kaplarında yiyecekleri eksik edilmezdi.
    Ama, birinin içeri girip bir şey alacağı aklımıza gelmez, kimse de bir şey almazdı.
    O günün koşullarında çiviye bağlanmış sicim parçası, bu günkü çelik kapıdan daha mı güvenliydi bilmem?

    ...

    Telefonla komşunun kızı "Mehmet abi eve gel, sizin eve hırsız girmiş!" deyince çok şaşırdım. İnsan önce şaka olduğunu düşünüyor. Daha önce İzmir'de iki kez başıma gelmişti. Birincide çamaşır ipinde asılı gocuğumu, ikincisinde de kilitli işyeri dolabımdan şapkamı ve paramı çalmışlardı. Ama bu kez başkaydı. Cuma günü Bayındır'ın pazarı olduğu için yoğun olur. Hırsız da böyle bir günde becermiş işini. Eşimin pazarda, benim işte, oğlumun da okulda olduğu bir saati seçmiş. Önceden gözlemlemiş olmalı.
    Eve vardım, eşim ağlamaktan perişan; kendini yerden yere atıyor. En sıkıntılı günlerde bile satmaya kıyamadığımız düğün takılarını çalmışlar. Yatıştırmaya çalışıyorum, yatışmamakta direniyor. "Yenisini alırız" diyorum, dinlemiyor:
    - Üzülücem işte. Yenisi onlar gibi olur mu?
    - Bilmem ki!



    Ben aslında hırsızdan oldum olası korkmuşumdur; ama bir yakınım var, Fehmi abi, o hiç korkmazdı. Hatta, hırsıza çok önem verirdi. Yok; öyle önlem almak filan değil, onlara mahcup olmaktan korkardı. "Elin iki paralık hırsızına rezil mi olacağıma, her zaman çalacak, para eder bir şeyler bulundururum." derdi. Hırsızların içine doğmuş olmalı evine bir ayda üç kez konuk oldular. Üçüncüde rezilliği görülmeye değerdi. İlk iki girişte her şeyi çalan hırsız, üçüncüsünde bir şey bulamayınca sinirlenip bir küpeç domates suyuyla duvara resim çizmiş, sövgüler yazmıştı.



    Bu arada bizim eve dönersek; polis memurları araştırma yapıyor, parmak izi filan topluyorlar. Sağ olsunlar, konu komşular da çalışmaları özenle izliyorlar. Kanıt toplayan memurlardan biri "Ben olsam bu kapıyı on beş günde zor açarım" deyince karşı komşu Mübeccel hanım, yerden göğe kadar hak verdi:
    - Tabii çocuğum, her insan kendi mesleğini ...
    Karşı apartmandan "Dost dediğin böyle günde belli olur" diye gelip, bir dedektif edasıyla araştırmalara katılan Feride teyze hırsızlar ve hırsızlık üzerine teknik bilgiler veriyor, somut örneklerle değişik bakış açıları ortaya koyuyor:
    - Bunlar eskiden koministi, sonradan faşisliğe yöneldiler. Bu işlerden para çıkmayınca bari hidayete ermiş gibi yapalım, deyip camilere dadandılar. İşe ısınma aşamasında iyicesinden birkaç halı aşırdılar. Bu iş tatlı gelince de hırsız olup çıktılar. Esasen Ermeni kökenli olduklarını sanıyorum.
    Bu tezi Mübeccel teyze de onayladı:
    - Haklısın komşum. Hatta soylarında Yunan karışımı da olsa gerek, öyle olmasa bu kadar vicdansız olunabilirler mi?
    Memurlar birbirlerine bakıp gülüştüler. Biri, işi iyice alaya aldı:
    - Bunlara Eskimo kanı da karışmış olabilir mi yenge?
    Eski lafını duyan Feride teyze şiddetle karşı çıktı:
    - Hayıır, dedi, eskiden böyle şey mi vardı? Bu kötülükler yeni çıktı. Olsa olsa Yenimo kanı karışmıştır.



    Hanımlardan sonra sırayı beyler aldı. İçlerinden kısa boylu, pala bıyıklı olanı İsmail amca; kapı eşiğimizi dört apartman aşağıdan onurlandırıyor. Kendisi eski mağdurlardan; bakkal dükkanına yedi kez hırsız girmiş. Bir keresinde paraları alıp cebe atmak zor gelmiş, tahta kasayı olduğu gibi alıp gitmiş tembel herifler. Tam bir günü marangozlarda geçmiş yeni kasa için. Hala "Nerde hırsız varsa kara dinini gök dinini ..." diye diye sövüyor, bayanlara duyurmadan.
    İsmail amca sövmekle de hızını alamıyor, çare gösteriyor:
    - Sallandırıver dört tanesini top sahasının orta göbeğinde, bak o zaman hırsızlık mırsızlık kalıyor mu?
    Ama herkes aynı düşüncede değil; emekli Ragıp amca hemen işe el koyuyor:
    - Hayııır , diyor , uzun uzun. Ne demek top sahasının ortasında adam sallandırmak. Olmaz öyle şey!
    İsmail amca da tükürdüğünü yalar mı?
    - Ne yani Ragıp bey, asmayalım da çaldıralım mı ?
    Ragıp amca tek tek yüzümüze bakıp "Sizi gidi gafiller" dercesine derinden bir "Hııı!" sesi çıkardı:
    - Akılınızı başınıza toplayın çocuklar; kaldı mı böyle adam sallandırmaklar filan… Bu ülke nerden nereye geldi. Biz batılı, çağdaş bir ülke, ileri bir toplum olma uğraşında, savında değil miyiz? Biz topluca batıya bakmaktan işinden gücünden olmuş bir toplum değil miyiz?
    Ragıp amca ağır basınca bizler de hep birlikte Ragıpçı olup çıktık. Firesiz peşindeyiz. Ama haksız da değiliz, o bu işin hakkını veriyor. Ben kendimi bildim bileli, saygıdeğer, takım elbiseli kravatlı Ragıp amca.
    Ve Ragıp amca sorularla devam ediyor:
    - Böyle bir hareket bize yakışır mı?
    Bizler ilkokul çocukları gibi hep bir ağızdan yanıt veriyoruz:
    - Hayııır!
    - O zaman batılı gibi davranmak zorundayız.
    Bu kez biz meraklanıyoruz; yine hep bir ağızdan soruyoruz:
    - Ee?
    Ragıp amcanın ağzı kalabalık, lafı uzattıkça uzatıyor. O uzattıkça da ahali sabırsızlanıyor. Neredeyse, dönüp İsmailci oluvereceğiz. Öyle ya, söylesin artık, nasıl geberteceğiz bu namussuzları?
    Bereket Ragıp amca görmüş geçirmiş, deneyim sahibi bir insan; yaşlı gözleri ile şöyle hepimizi bir kez daha süzdü:
    - Bunları batılı gibi öldürelim. Elektrikli sandalyeye oturtalım.
    Ragıp amca hırsızları salıverecek, diye ödümüz kopmuştu. Hep birlikte bir "Ooh!" çektik. Ardından "Sen çok yaşa Ragıp amca!" çığlıkları mahalleyi inletti.

    Mehmet Önder


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Deniz Marmasan

     Kahveci : Deniz Marmasan


       Mor Mavilik

    Hangi şehre inanır damarımdan akan mevsim, bilmeksizin bekliyorum. Gün doğuyor mucizelere olan inancımla ve batıyor cümlelerinin bilge karalarıyla...

    Okuduğum, okudukça kaybolduğum kelimelerin birbirleriyle seviştiği saatlerin metronomu, nabzım.

    Otobüslere sığmayan varlığımı, iskelelere bırakıyorum. Seni beklemenin kıyısında vapurlar yüzdürüyorum, ismimden çalıntı sularda.

    En sevdiğin rengi duymak istiyorum, rüzgârın utanmadan üflediği etek uçlarımdan saçılsın diye. Tek bildiğim, ölümümün ve aşkımın rengi, mora dokunan hayat yanın...

    Biraz çay buharı, çokça Akdeniz tutkusu.

    Şarkılara emanet ömrünü dinliyorum, listeye ek yapmaktan sakınmadan.

    Ve sokaklar. Sokaklar hep denize çıkıyor senin ikliminde. Ben deniz olmayı severken, böyle meyilleniyorum gelişlere, dönüşü olmayan biletlerle...

    Hayallerini okuyup, dünyalar boyayabiliyorum, elimdeki acemi fırça darbeleriyle. Kalbim barışa susamış topraklarda mevsim kovalıyor, hayallerinin kucaklamasını dilediğim, uykularımda..

    Birkaç an var kuytularımda kök salan; gizlisi saklısı olmayan, masum kelimelerin harmonisiyle dökülen ve hatıralaşan.

    Biliyorum, defterlerin var; ismini bilmediğin yeşilliklere uzanan rüyalarını yazdığın..

    Gün batımından aşırılmış bir ağustos şimdi başucunda, her gece artan sözcükler... Lavanta kokusunda sabahlayan masal.

    Ve sessizlikte adım adım gölgeni takip eden bir ışık; sokaklarına kollarını açmış bekleyen bir mavilik.

    Sahi, en sevdiğin renk ne çocuk?

    Deniz Marmasan
    denizmarmasan@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Sağlam

     Kahveci : Mehmet Sağlam


      İkinci dil ikinci ruh mudur...

    "Konuştuğumuz dilin özellikleri sadece düşüncelerimizi değil, özel tercihlerimizi ve duygularımızı da etkiliyor." Bu bulgu, insanların tutkularının ve önyargılarının nasıl ortaya çıktığını araştıran Harvard Üniversitesi psikologlarına ait... İki dilli bireyler arasında yaptıkları uzun erimli bir araştırmada, insanların etnik kökenlere bakış açılarındaki olumu veya olumsuz düşünceleri edinmede, konuştukları dillerdeki kavramların büyük rol oynadığını saptamışlar.

    İnsanların farkında olmadan edindikleri pek çok beğenileri ve nefretleri yanında, çok sayıda kendiliğinden oluşan inançları da var. Bunları zihinde oluşturan pek çok dış etken var; ama önde gelenleri a- iklim koşulları, b- popüler kültür öğeleri, c- konuştukları dil.

    Törebilim profesörü Richard Clarke Cabot konuya şu soru ile yaklaşıyor: "Bir şeyi beğenmemize veya beğenmememize yön veren konuştuğumuz dili bir başka dille değiştirirsek, edinmiş olduğumuz tercihlerimiz de değişir mi? Bu sorunun yanıtı evet ise, o zaman kabul etmeliyiz ki konuştuğumuz dil davranışlarımızın biçimlenmesinde büyük bir rol oynuyor."

    Araştırmada iki ayrı denek grubu seçiliyor. İlki Fas'ta yapılıyor Arapça ve Fransızca konuşan Faslılar arasında; ikincisi de İspanyolca ve İngilizce konuşan Latin kökenli Amerikalılar arasında.

    Faslı gruba sorular önce Arapça soruluyor sözlü ve çok hızlı bir biçimde ve fazla düşünmeden istenen yanıtlar kaydediliyor. Sonra aynı sorular Fransızca soruluyor ve yanıtlar kaydediliyor. Çıkan sonuç son derece şaşırtıcı... Arapça sorulara verilen yanıtlar genellikle Fas'ı ve Faslıları koruyucu özelliğe sahip oluyor. Fransızca verilen yanıtlarda ise bu özellik yok oluyor.

    Latino denen gruptan alınan sonuçlar da aynı sonucu teyit ediyor. "Bu tıpkı bir arkadaşınıza Türkçe Dondurma sever misin? diye sorduğunda aldığın yanıt ile aynı soruyu İngilizce sorduğunda aldığın yanıtın farklı olması gibi garip bir durumdu!" diyor araştırmayı yapan grubun içindeki psikologlardan Mahzarin R. Banaji.

    Konuştuğumuz dil/ler/in düşüncelerimizi önemli ölçüde etkilediğini 1930'larda ilk ortaya koyan kişi Dilbilimci Benjamin Lee Whorf idi. Daha sonraki dilbilimciler (ki, bunlara ünlü Noam Chompski de dâhildir) dilin düşünce sürecini etkilediğini; ama fikirleri etkileyemeyeceğini savundular. Bu araştırma Whorf'un haklı olduğuna dair önemli ipuçları ortaya koyuyor. Ben de bu gerçeği -iki dilli biri olarak- kendi içimde yüzlerce kez yaşamış ve yaşıyor olan biriyim.

    Son söz: "Biz dili, dil bizi şekillendirir; ama daha kudretli olan dildir."

    Mehmet Sağlam
    mehmetttsaglam@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      DAĞLARCA'NIN PIRLANTALARI

    Yâsemin Arpa'yı Cumhuriyet'teki söyleşide tanıdık; Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yaptığı söyleşileri derlediği kitabı "Söz Kuşlarından Kalan Parıltı"yı elbet orada duyduk. Hemen aldık. Yazı yayınevi büyük özenle basmış, Yâsemin'le Büyük Usta'nın resimleri, kâğıt peçete üstüne karalanmış dizeler, zarflar, kısacası dostluklarını simgeleyen, belgeleyen bir dizi resim eklenmiş kitaba. Kitabın tasarımı Bilge Gürkan'ın; fotoğraflar, Garbis Özatay ile İrfan Unutmaz'ın. Alana, bakana, okuyana armağan.

    Ama asıl armağanı Demokritos'un olasılık+gereklilik ikilisi vermiş Yâsemin Arda'ya; bir konuşma sırasında Dağlarca'ya karşı çıkma yürekliğini gösterince, Usta yaşadığı sürece tadacağı bal kovanına kavuşmuş; 1991/92 arasında Kadıköy'deki Baylan Pastanesi'nde, Moda'daki çay bahçelerinde yaşanan söyleşilerden küçük bir seçme yapalım şimdi.

    "Doğadaki dili de görmeliyiz

    Sanıyorum bu alışkanlık başımıza bağdaş kuran dilin özgürlüğüdür. Kimilerinin başındaki dil, daha doğrusu dil saydığı karışık sözler yığını o kişinin düşünürken tam bir değirmi çizmesini, anlamı çeviren sözün değirmisinin kapandığı yeri bulamaz. Oradan, o aralıktan anlatmak istediğimiz sanki mikrop kapmıştır. Bir gün sonra, bir ay sonra okuyanı anlatılmak istenenden uzak bırakır. Bu olay son yazdığım 'Dildeki Bilgisayar' yapıtımda örnekleriyle açıklanmıştır. 'Dildeki Bilgisayar', kişideki anadil imparatorluğunun apaçık belgesidir. Hayır 'imparatorluk' sözcüğünü de siliyorum. 'Anadil hakanlığının' demeli. Doğadaki dili de görmeliyiz. Biliyorsunuz, başka bir yapıtım var, halen de sürdürmekteyim yazılmasını. Yapıtın adı 'Sözcükler Doğada'dır. Dildeki doğa, dildeki bilgisayar demektir. Onu bozmamalı, onu kirletmemelidir. O yapıtta söylediğim gibi, sözcükler büyüteç altında incelenirse, kar tanesine benzer. Kar tanelerinin buz çizgileri,sözcüklerde anlam çizgileri görülebilir. Bence değil yalnız dilde, gövdemizin bütün organlarında bir matematik, bir sayılar bilgisi, bütün yaşamımız süresince akıp gider. Sayrılık bir toplama ya da çıkarma yanlışlığıyla başlar. Yanlışlık, dili de, gövdeyi de öldürebilir."



    "Doğa sözcüklerden dışarıdadır

    Sözcüklerin arasındaki yapıyı dört yaşımdan beri görmekte, büyümüş gözlerle yaşamaktayım. Sözcükler özgürdür. Bu özgürlük aralarındaki ilişkilerle sınırlıdır. Dediğim bu sınır, devletin sınırlarından bin kez daha büyük. Sınırlıdır dediysem, kurala bağlılıklarını anlatmak istedim. Bu kuralı taşıdıkları sürece sınırsızdırlar. Benim tadını duyduğum olay beni gece gündüz elimde kalem olsun olmasın sonsuz bir görüntüyü tad olarak içinde bulunduran olay, sözcüklerin bu olağanüstü, bu çok görkemli düğünüdür. Bu sözcükler, şu küçük konuşmanın ilk dizelerindeki ilişkiyi seziyorsanız,anlatmak istediğim bitmiştir.

    Yazınız: Sözcükleri doğanın memeleri sayıyorum. Hepsinde büyük bir kösnünün tadı var. O memeler ki gün boyu başka başka sütlerini başka başka ağızlarımıza sunarlar. Onların evrensel tadı bana doğanın, usun, duygunun erişemeyeceği boyutlarını verir.

    Doğayı kendi büyüklüğü içinde düşünmek, yazmak isterim. Ne yazık ki anlarım hemen; doğa sözcüklerden dışarıdadır. Yine de mutluyum. Dışardalığın da başka bir tadı var. Sorabilirsiniz, bu, doğan çocuğun anne memesinden emdiği ilk damla olmasın?"



    "Doğada da ahlâk vardır

    Özgürlük, sağlıklı bir bünyenin hakkıdır. Sayrı bir bedenin istediği şeyi yapmaya özgürlük denemez. Ve bunların yerinde yok edilmeleri, çalışmalarını sağlayacak toplum işlerine gönderilmeleri gerekir. Çalışmak istemeyenleri, ilgililerin bulacağı yöntemlere bırakmak zorundayız. Bunlar o kadar tutsak ki, tutsaklıklarını özgürlük sanacak kadar. Kendi sağlıksızlıklarının kopmaz zincirleri arasında bir özgürlük avuntusuyla dolaştıklarının farkında değiller. Sorarım, doğadan özgür bir varlık düşünülebilir mi? O ki kadını yaratmış, erkeği yaratmış ve bunları kendi cinselliklerinde sonuna kadar özgür kılmış. Doğanın binlerce yıldan beri binlerce kromozomla yarattığı varlığı kötüye kullanmak ahlâkdışılığın özgürlüğünden başka nedir? Bu ahlâkdışılığa özgürlük derseniz, doğanın sürmesini istediği düzene tutsaklık mı diyeceksiniz? İnsan bilincinin yarattığı tek anıt, ahlâktır. Doğada da ahlâk vardır. İkisi arasına konmak istenen sayrılığa özgürlük giysisi giydirmenin kişi usuyla, dolayısıyla olanağı yoktur. Bunların giderilmesi için bütün yollar gün geçirilmeden denenmelidir. Bu sayrı yerlerine bir ad vermek gerekirse, 'doğa kampları' diyebilirsiniz. Biliyorum kim bu sözlerimi yürekten bir eleştiri ile karşılarsa, o, doğa kamplarına daha önce gidecektir."



    DOĞADAKİ GİZ
    Sevgidir
    Evrenin başını döndüren
    Kimisi öpüşmese bir güncük
    Duruverir gökyüzü

    Şu an saat 23.30. Dağlarca aradı telefonla. 21 gün oldu sizi aramadım. Kabalığımı bağışlayın. Sizi aramam gerekirdi. Ama ben bir türlü ince olmayı öğrenemedim, subaylık yaptım…" diye uzunca bir konuşma yaptı.

    Ondan önce da yukarıdaki şiiri yazmamı ve telefonumun yanında sürekli durmasını istedi. 'Şiir bana çok uymuş', böyle söyledi. Ben de, 'Dağlarca, beni sevişmeye teşvik ediyorsunuz' diye espriyle yanıt verdim kendisine. 'Benim bütün yazdıklarım kadınların sevişmesini kolaylaştırmak içindir' diye karşılık verdi. Bu şiiri tekrar okutup bir noktaya dikkat çekmemi istedi. İkinci ve dördüncü dizelerdeki uyuma. 'Dizelerin arasındaki kokuyu şiiri okurken her zaman duy ve öyle oku' dedi."



    "Buğday toprağın sevişmesine doymamıştır

    Şu elimdeki ekmeği işte bırakıyorum. Ne güzel düşüyor görüyor musun? Sorsan niye düşüyor, yerçekimi kuralı mıdır? Hayır. Buğday toprağın sevişmesine doymamıştır, bundan ona düşmektedir. Bütün yerçekimi inanın göğe sığmadığının yere inmesidir. Yerdeki sığmadığının yağmur buharı olarak yukarı çıkması içindir. Bugün fizik şiirin ve dolayısıyla bütün sanatların sevgi dolaşımından başka bir şey değildir. Freud bu gerçekleri sezdiği halde böylesine açık söylemeyi reddettiği için suç işlemiştir.

    Düşünce bile sağa sola aşağı yukarı kımıldarken bir cinsel ortamı aramaktan başka ne yapmaktadır?"

    Ne ilginç! Sevgili Dağlarca'nın Wilhelm Reich'tan haberinin olmadığı çok açık; ama Freud'un dile getirmeyi red etmediği, ancak göze alamadığı şeyi; evrendeki her şeyin aynı temel enerjiye, dirimsel enerji'ye dayandığını ve insan denen memelinin sağlıklı yaşayabilmesi, sağlıklı duyup düşünebilmesi için her şeyden önce bu enerjiyi sevgilisine sarılarak harcaması gerektiğini söyleyen Reich'la aynı doğruya ulaşmış, hem de yalnız sezgileriyle. Ozan büyüklüğü bu olsa gerek.

    Ancak Fazıl Hüsnü Bey de hepimiz gibi bu tarlanın ürünü; tarlaya ise 10 000 yıl ataerkil rezillik 300 yıl anamalcı pislik serpildi; o yüzden, Dağlarca'nın sevişmeye özendirdiği Yâsemin'in yerinde olsam, Usta'ya şunu sorardım: peki ama erkekler sevişmeyi biliyor mu?

    Bu sorunun yanıtı elbette hayır; ayrıca, Dağlarca'nın her şeyin temeli saydığı fizikle kimyanın yanında bir de dirimbilim (biyoloji) var; onun olguları da, yeryüzüne yeni bir yavru bırakmak üzere oluşturulmuş kadınların, dirimsel enerji açısından erkeğe oranla çok dolu olduğunu; erkek horoz hızıyla binip indiği zaman kadının daha kıpırdamaya bile vakit bulamadığını söylüyor. O yüzden, binlerce yıldır sevişme diye birbirimizi kırıp doyumsuz ortalığa salmaktan başka bir şey yapmıyoruz.

    Nitekim, benim sevgili Çeltikçili yazar dostum Birnur Şener, üç çocuğunu doğurduğu, 25 yıl evli kaldığı eşi için: beni ne eliyle okşadı, ne diliyle; demişti.

    Dağlarca Usta bu söyleşide bilgisayara da değiniyor; adı üstünde bilgileri sayan aygıt demek; öyleyse işin başı, temeli, somut, doğru bilgi; hele cinsel yaşam konusunda doğru bilgi şimdiye dek yalnız Küba'da verildi dünya insanlarına
    Dönelim kitaba.

    "Ruh, Dinlerin büyük suçlarından biridir

    Ruh sözcüğünün geçtiği her yerde eskilerin anonim dediği ortak bir diyalog var. Doğu'nun, Batı'nın birçok ünlü ozanı bu sözcüğü bir ortak sakız gibi ağızlarından düşürmemişlerdir. Ruh sözcüğünü kullanırken sanki ölüm gerçeğinden kurtulma tadını yaşamışlardır.

    Daha da derinde ölümü yaşamamışlardır. Şöyle düşünebiliriz: Ruhsuz ölüm, ruhla ölüm ya da ruha inanarak ölüm, ruha inanmadan ölüm. İlk gençliğimde ben de kullandım 'ruh' sözcüğünü. Sonraları bıraktım. Ortak duyarlıktan binlerce kez söylenmiş olanı yinelemekten kurtuldum.

    Ruha inanmadan ölümü düşünmek daha güzel, daha çıplak. Ruha inanan biri ölmenin korkunçluğundan, güzelliğinden, büyüklüğünden, ölümsüzlüğünden bile yoksundur.

    Ruha inananlar bence, yaşama cimrisidirler. Ne ölebilirler, ne yaşayabilirler.

    Biraz da avuntu mu diyorsunuz? Değil. Avuntu olması için ölüme ruh inancı olmadan kavuşma gücü gerek. Onlar bu güçten yoksun oldukları için avuntudan da uzaktırlar.

    Özetlersem, onlar 'gündışı'dırlar. Oysa ölüm günün içindedir. Bu ruh kavramı din kavramının hem yaratıcısı, hem sürdürücüsüdür.

    Fizikte şöyle bir kural var: 'Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz'. Dinlerin ruh dedikleri' şey', fiziğin enerji diye yorumladığından başka şey değil midir?

    Sizin söylediğiniz tartışılabilen varlıklar içindir. İnsanın yaşadığı an içinde varobilen bir andan öteki âna geçiştirilmesi, biriktirilmesi, toplama ulaştırılması olanaksızdır. Öyle olsaydı yaşama bankaları kurulur, kimileri kimi günlerini bankaya yatırabilirdi. Ya da günün birazını oraya geçirirdi. Belki faizi de işlerdi. Yaşamanın güzelliği her an o ânın harcanmasındandır.

    Her 77 yıl, her 78 yıl, her 90 yıl, her 77 kez, her 78 kez, her 90 kez günün sıfıra indirilmiş olmasındadır.

    Bu şöyle söylenebilir: Günler, büyük sofranın önümüzdeki tabaklarıdır. Tabak bitirilmeden doymanın olanağı yoktur. Tabakta yarın için bir şeyler bırakanlar, bırakın yarınlarını kazanmış olmayı, günlerini de yitirmişlerdir.

    Kişinin yarına kalan onun elektriğidir. Genel elektriğe karışan o küçücük elektrik, o artık ortak bir aydınlığın ta kendisidir. Kişiyle özel ilgisini yitirmiştir. Bu elektriğe 'ruh' diyerek kimse kendi bencilliğini sürdürmüş olamaz, genel elektriğin, elektrik bağışlamanın tadını duyamaz. Tanrı beni bu cimrilikten korusun. Dediğim gibi, ruh, dinlerin büyük suçlarından biridir."



    Doğanın iki büyük kapısı var

    Eski karalamalarımdan birinde bu iki büyüm konuyu incelemiştim. Onları bulursam size veririm.

    Bence, doğanın iki büyük kapısı var. Bütün olaylarda bütün yorumlarda bu iki kapının içindeyiz. Dışında değil. Bütün devinimlerimiz kimya ile fiziğin göstergeleridir. Düşünmek bile bu ikisinin birleşimi, oluşumu, ortaya çıkışı sayılabilir. Yazarken bu büyük birleşimin tadını duyarım. Öyle büyür ki, insanın eli milyonlarca milyonlarca ışığın kımıldama tadı, boya tadı, ısı tadı, varlık-yokluk tadı, varlığın-yokluğun bin bir ölçüde birleşim tadı duyulur. Birleşim derken, şunu anlatmak istiyorum. Bütün davranışlarda ½, ¼, 1/8, 1/100 ya da 0.3/3002 ya da 0.001/30002 oranlarında fizik ile kimya birleşirler. Yukarıda anlattığım minicik kımıldamaları yaratırlar. Siz bunlardan birisinizdir. Siz buna 'korku' dersiniz. Ya da 'seni seviyorum' dersiniz. Şunu da anlamanızı dilerim. Kimyayla fizik düşünceyi de duyguyu da değişik oranlarda birleşirken oluştururlar."

    *

    Evet, burada keseyim; en güzeli, bu sıra dışı yapıtı edinmeniz elbet.

    Dağlarca, Yâsemin Arda'ya bakarken, Mısır Tanrıçalarına benzetirmiş; kitaptaki fotoğraflar bunu doğruluyor, gerçekten çarpıcı bir güzelliği var Yâsemin'in.

    O görsel güzelliğini, duyarlılığını, kavrama gücünü koymuş masaya; Dağlarca da fizikle kimyayı birleştirme, kaynaştırma yeteneğini. Belli ki ikisi de o masadan tıka basa doymuş olarak kalkmış.

    Ne bulunmaz mutluluk!

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    ÖMÜR

    düşünmek kare kare,
    için için ölmek,
    yalvarmak an an,
    yaş ağaç gibi eğrilmek.

    umarsızca sevmek ama
    ummak yine de güzel güzel.
    dalaşmak serseri gibi
    yitirmek sonra özünü dünyada.

    gözlerini açmak sefil sefil,
    çalıştırılmak öküz gibi;
    eğer takmak ata
    koşmasını beklemek sonra.

    aramak gerçeği:
    kapı kapı dolaşmak,
    sevgiyi tatmak uzaktan,
    değmemek yaşanası bir ömüre.

    yaşlanmak durmadan:
    yavaş yavaş bunamak,
    anlaşılamamak artık;
    konuşmak ilk çağdaki gibi.

    hoyratlaşmak birden:
    anlayamamak çektiğin zulmü;
    ilkin kıs kıs gülmek haline,
    sonra usulca zırlamak kafi.

    ayrılmak vakitsizce:
    iyi halt etmek,
    uçabilmek şimdi
    doğduğun yerden yavaşca
    lakin her yaşantı
    bu kadar mı basit?

    murathan

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemizde cep telefon numaranızı değiştirmeden istediğiniz operatöre taşıyabiliyorsunuz. Evet gerçekten güzel bir uygulama ama, sizin görüşmek için aradığınız telefon numarası sizinkinden farklı bir operatörden hizmet alıyorsa, telefon görüşme ücretiniz tahmininizden yüksek gelebilir. Eğer arayacağınız telefon numarasının hangi operatörden hizmet aldığını öğrenmek istiyorsanız http://www.numaranitasi.gov.tr/PublicWebGUI/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Açıklamalar web sayfasında yazılı, kolay gelsin.

    Youtube ve benzeri sitelerden bulmuş olduğunuz bir video'yu mp3 olarak kaydetmek isterseniz http://www.video2mp3.net/ web sayfasını deneyebilirsiniz. Ses kalitesini kaybetmeden müzik kaydı yapabileceğiniz bu web sayfasını defalarca denedim ve sık kullanılanlar listenizde bulunması gerektiğine inanıyorum.

    http://www.doktorsitesi.com/ Doktorları hastalarla buluşturan sağlıklı bir site. Merak ettiğiniz rahatsızlıklar için bilgi araştırması yapabileceğiniz ve hatta sorular sorabileceğiniz başarılı bir çalışma olmuş. İster soru bankasını kontrol edin, ister arama yardımıyla konu başlıklarında araştırma yapın, bu da yetmezse kendi sorunuzu oluşturup, cevap verilmesini bekleyin. Şimdiden geçmiş olsun.

    Kaçırdığınız dizileri izlemek için http://diziport.com/ Bu web sitesinin diğer bir özelliği de sadece ülkemizde gösterimde olan dizileri değil, dünyaca popüler hale gelmiş olan dizileri de izlemenize olanak veriyor. Hem de Türkçe altyazılı olarak takip edebiliyorsunuz.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    EL ARREBATO - TU SONRISA









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20101210.asp
    ISSN: 1303-8923
    10 Aralık 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com