|
|
|
Editör'den : Hocam diyor ki!.. |
Merhabalar,
Gençliğin kıpırdanışını hayra yormayan, kimi bağnaz, kimi dönek, kimi ne idüğü belirsizlere hocam pek güzel cevap vermiş. Yazısını, altına imza atarak, izniyle aynen yayımlıyorum.
...
AÇIK MEKTUP... '68 KUŞAĞINI SUÇLAYANLARA YAZIKLAR OLSUN!..
UTANMADAN, SIKILMADAN SUÇLUYU BULDULAR!.: 68' KUŞAĞI!.
Kirlenmiş gönüllerini dün, 68 kuşağına duydukları kinle temizlediklerini zannettiler!.. bugün, daha da kirlenmiş ellerini, hala, 68' üzerinden çekmediklerini hayretle görmekteyiz!.. her fırsatta onu suçlu ilan ederek kendilerini aklama gayretine düştüklerini de ibretle izlemekteyiz!..
Daha, iki ay önce, o '68-'78 kuşağının verdiği kurbanları sahte gözyaşları ile yeni 12 Eylüllere malzeme yapmaktan çekinmeyenler, işlerine gelince, neyi nasıl ve nereye kadar istismar ederek kullanacaklarını bir kez daha göstermişlerdi... Sahte kanıtlarla daha mum nereye kadar yanar ki?.. Demokrasiyi, beyinlerinin arkasındaki istasyona götüren tren olarak görenler, şunu bilmelidirler ki; o treni dört ayak seyredenler varsa, o trenin tezgahlanmış istasyona ulaşmasını engellemek için ardniyetli yolcuları yumurta yağmuruna tutanlar da var olacaktır!..
Bir ülkenin patronları-işverenleri susturulabilir... bitaraf olanların bertaraf olacağı, tehditleriyle, ekonomik yönden korkutulabilir!.. İşçiler, baskılarla, zulümlerle, işlerini kaybetme korkusuyla susturulabilir!.. Memurlar, işlerini kaybetme, sürgün ve benzeri tehditlerle korkutulup susturulabilir! Halk, çektiği ekonomik sıkıntılarla, verilen gözdağlarıyla, ölmeyecek kadar ihsana bağlanmış iaşelerle, umut adına dağıtılan yalan ve yaygaralarla susturulabilir... Ve yine halk, dini telkinlerle, saptırılmış ve çarpıtılmış kavram kargaşalarıyla aldatılmış ve tepkisizleştirilmiş olabilir!. Öfkeyi hitabete sanat yaparak, ülkede bir karşı grup yaratma üzerine kurgulanmış politikalarla, halk nezdinde, prim yaptığı görülünce genel politika haline getirilen mağduriyet gözyaşlarıyla, yandaş da yaratılabilir!.. Çıkar sınıfları da oluşturulabilinir!.. Övücü ve sövücüler de kiralanabilir!. Ama, toplumda bir grup vardır ki; ne ekonomik yönden bir çıkar grubuna bağlıdır, ne öyle korku, sindirme ve yıldırma politikalarına pabuç bırakır!.. Gençliktir bunun adı!...
Gençlik, ne yalan bilir; ne talan.. bir çıkar grubunun elemanı değildir!.. Gençlik, sahte ve ard niyetli politika bilmez!.. Kirli siyaset terstir ona!.. Ismarlama iş yapmaz!.. çünkü kölelik ve biat, onun gençlik ve delikanlılık raconuna uymaz!.. O nedenle; asidir!..Haksızlıklar karşısında isyankardır!. Yağcılık ve çıkar için yandaşlık yapamaz!..Doğru bildiğini, kendisi uygular! Uşak olmaz, uşak da kullanmaz!..Uğradığı haksızlık karşısında, gerekirse babasına, hocasına, devletine bile başkaldırır!. Yeter ki haklılığa inansın!..Her dönemde, her yerde var olmuştur bu gençlik!.. İdealisttir!..Ne var ki; Gençliğinde bu eylemlerin içinde ve hatta ön saflarda yer alacak kadar idealist olup da, ilerleyen yaşlarında, "liboş"luğa terfi edenler, ve bunu değişim ve gelişim olarak görenler, beyin-vicdan-izan düzlemindeki gelişim yerine; çıkar-mide-cüzdan üçgeninde mutasyona uğrayanlar da yok değildir, ama çok değildir!.. Sözüm; "malumlar'la", "yetmez ama evet"çilere ve son bir haftadır üniversite gençliğine reva görülen coplara, biber gazına ve uğradıkları aşırı güç kullanımına rağmen, geçmişte yaşadıklarını unutup, 68 kuşağına lanet okuyan grubun içinde yer almayı içlerine sindiren siyasetçilere ve onların şak-şakçılarınadır!..68' kuşağının ta içinden gelen,Hem de o günlerin ODTÜ ortamını onurla bire bir yaşamış bir kişi olarak can-ı yürekten söylemekteyim bunları.. İdealistti 68 kuşağı... ve de 78' kuşağı.. Biraz da gözü kara!.. Haklıydılar!.. Haklılıktır insanları ve toplumları güçlü kılan...Zira kaba kuvvetle kazanılan savaşlar, zafere dönüşemez, ömürleri kısadır! Ancak, zaferle kazanılmışsa demokrasi; işte o kalıcıdır!.. Dünden bugüne gelinen hoşgörüsüzlüğün, kaba kuvvetin ve de demokrasi adına alınan yolun, daha doğrusu alınamıyan yolun boyutlarını göstermek adına, yarım asır öncesine, ta 1965'lere uzanan bir olayı aktarmak isterim..
Yıl 1965..ODTÜ'nün akademik yılı açılış töreni..Yer, Mimarlık fakültesi önü.. Tören için öğrenciler, öğretim üyeleri, büyük elçiler, üst düzey bürokratlar törende hazır... Başbakan Sayın Suat Hayri Ürgüplü, törenin en saygın konuğu. ODTÜ Rektörü Sayın Kemal Kurdaş da ev sahibi. En öndeler.. Sayın S. H. Ürgüplü kısa bir bilimsel değerlendirme yaptı törenin başında. Arkasından sayın Kurdaş'ın akademik açıklamalarından sonra öğrenci birliği başkanı Sayın Muammer Soysal çıktı kürsüye... Önce ezilmiş, horlanmış, halk kitlelerinden söz etti.. Üniversite gençliğinin, halkın hem bir parçası, hem de kendi toplumunun aydınlanmasında öncü rolü üstlenmesi gerektığini anlattı...
Bu nedenle, başta Amerikan işbirlikçileri ve çıkar çevreleriyle, dışarda, emperyalizmin her çeşidiyle mücadeleyi gençlik olarak, ön planda tutmanın yurtseverlik görevi olduğunu söyledi kürsüde.. Ve, konuşmanın ilerleyen bir yerinde "faşist İran Şahı'na da karşıyız!" cümleleri döküldü ağzından..
Beklenmiyen bir alkış koptu törendekilerden!.. Özellikle bu son sözlerin, başta öğrenciler ve katılımcılardan hararetli alkış alması üzerine... İran Büyükelçisi töreni terketmek için hiddetle yerinden fırladı... Büyükelçinin yolu bizzat Sayın Başbakan tarafından büyükelçiyi ikna için kesildi.. Birkaç dakikayı bile bulmayan bir hareketlilikten sonra, büyükelçi töreni terketti, Başbakan da geçip yerine oturdu.. Kürsüde 2. kez yine Sayın Rektör, Kurdaş vardı!..Yaptığı kısa konuşmada, üniversitelerin, bir ülkenin demokratik yapısını yansıtmada ayna olduğunu, buralarda hertürlü fikirlerin paylaşılmasına, tahammül gösterilmesi gerektiğini, ülkeye gerçek demokrasi ve fikir özgürlüğünün böyle geleceğini söyledi.. Ve, bu kısa fakat tam bir demokrasi dersi veren konuşmanın ardından, çok önemli bir şey daha yaptı!.. Kürsüden inerek, doğruca, gerginliğin faili konumunda olan öğrenci birliği başkanının yanına kadar gitti; tüm protokolun ve öğrencilerin huzurunda öperek kutladı onu!.. Bu kutlama hiç yadırganmadı... aksine, büyük alkış aldı. Ertesi gün basında Büyükelçi'nin töreni terk edişi yer aldı da Kurdaş'ın kutlamasıyla ilgili tek satır bir kınama bir eleştiri bir yorum yer almadı!.. Olay, demokrasinin bir gereği olarak görülmüştü!.. De hadi demokrasimiz o günden bugüne gelişmiş!? İşte demokrasi buydu.. özgürlük buydu.. Başbakan O'ydu, rektör O'ydu.. Ve işte '68 kuşağının yetiştiği, onları idealist ve yurtsever kılan ortam da oydu!.. Demokrasiyi hala hazmedemiyenlerin, '68'i suçlu ilan etmeleri, unutulmayan kinin, doyumsuz siyasi ihtiraslarının bir sonucudur!.. '68 kuşağı hiçbir zaman anarşist olmadı.. Anarşist muamelesi gördü!.. Sadece, daha demokratik ve hakça bir düzen kurulması için, "Tam bağımsız Türkiye" için mücadele verdi!.. Kurbanlar verdi, işkenceler gördü, sürüldü, ezildi.. ama yenilmedi!.
İşte'68'in küllerinden doğan, yeniden hak arayan gençlik yine meydanlarda '68'in "tam Bağımsızlık" ve çağdaş özgürlük meşalesi yine ellerinde..'68 gençliğine karşı olan güçler yine karşılarında...'68, kurban edildi... bugünlere kalsalardı, bugünün politika kabadayılarına meydanı bırakmıyacak kadar yürekli, yurtsever ve halktan yana tavır alacakları kesindi!..Katlediler, işkence gördüler bezdirildiler, susturuldular kuzulara kaldı meydanlar. Abdurrahman Çelebi kesildi başımıza herbiri!.. Eşbaşkan çıkmazdı onlardan, ükesini pazarlamakla mükellef!.. Onlar için hukuk, mahkemeyi kadıya mülk yapan çarpıtılmış bireysel hukuk olmazdı. Adrese teslim hukuk değildi düşledikleri.. Evrenseldi!.. Ne polis devletiydi, özledikleri, ne de Atatürk ilkeleri dışında bir düzen!.. Ne halkı hakir gördüler, ne cumhuriyeti, ne de Atatürk'ü tahkir ettiler!..
Devrimciydiler, Atatürk'ün de özlediği çağdaş uygarlık düzenine ulaşmanın savaşçısıydılar!.. Çağdaş uygarlık düzenine hangi sistemle, hangi düzenle ulaşılacaksa, hangi sistemde halk daha mutlu olacaksa ve hakça paylaşım içinde yaşayacaksa, onun mücadelesini verdiler!.. Verilen bu mücadelede, dini kullanmadılar, şeyhlerin, müritlerin, dervişlerin, tarikatların peşine hiç takılmadılar..
Halkı soymadılar, kandırmadılar!.. Bugün, suçu kendilerinin antidemokratik uygulamalarında aramaerdemininden bile yoksun olanlar, suçluyu bulmak için birkez olsun aynayana bakmadılar!.. '68'lileri işaret etmekle yetindiler hep!..
Ama, idrak edemedikleri bişey vardı!.. tek parmaklarıyla karşıdakini suçlu ilan ederken, üç parmaklarının da kendilerini gösterdiği!.. "Yumurtalı eylemin arkasında yasadışı örgütlü güçler varmış; 68'den kalma.. Eski tüfeklermiş bunlar hem de akıllanmamışlar!.." Her yalan, her talan, kaba kuvvet ve kanunsuzluklar, gizli örgüt suçlamasıyla örtülmeye çalışılmakta ama, artık yorgan günahları örtmeye yetmiyor!.. Bellerine kadar açıktalar!.. Yarın daha da açıkta kalma endişeleri günbe gün artıyor!.. Bu da onları korkutuyor!..Canhıraş çığlıklar ondan!.. Kıpkırmızı kesilmeler ondan, halkı kendilerine sahip çıkmaya çağrıları ondan!.. '68'i suçlu ilan edilmekte!.., çünkü onun bugünlere uzanan aydınlığından ve bu aydınlığın yayılmasından korkulmakta!.. Her fırsatta, kullanmaya çalıştığınız mağduriyet siyasetini, ne'68 kuşağına ne de bugünün aydın neferlerine yutturabildiniz!.. Korkunun asıl kaynağı da bu!..Toplumun da birgün "artık yutmayacağı" korkusu; bugünden sarmış görünüyor bacayı!..
Ey yetkili!..
'68 kutlu bir dönemdi..Kurbanlar, onurlarıyla, bu toplumdan alacaklı gittiler, geride aydınlığa inanan umutlar bırakarak!.. Suçlayarak onları lekelemek asla mümkün değil... Suçlama, hiçkimseyi suçluluktan kurtarmaz!.. Temize de çıkarmaz suçlayanı!. Bizleri dinlemiyeceksiniz biliyoruz. Bari Namık Kemal'e kulak ver:
"Çalış, idrakı kaldır, muktedirsen, ademiyyetten!.."
Mehmet Halil Arık - Emekli Eğitimci
...
Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 1 |
|
Karıncalar, gün boyunca durmadan çalışırlar. Kendinden büyük parça taşır, yuvalarına yiyecek götürmek için uğraşırlar. Masallara konu olmuş bu küçücük hayvanların sadece yaz vakti çalıştığına inanmam ben. Kış günleri de çalıştıklarına en iyi örnek; evimiz hangi katta olursa olsun, her zaman mutfağımızın bir köşesinde gezinip yiyecek aramalarıdır. Kimse beni deli sanmasın; onları gördüğümde bazen onlara: Nereye gittiklerini, bugün ne kadar yiyecek topladıklarını, sorarım? Beni duyup duymadıklarını bilmem ama hızlı hızlı yürüyerek bir delikten kayboluşlarını seyrederim. Tabii bunun için vaktim varsa?
Karıncaların küçücük dünyaları aslında bize benzer. Biz de kocaman dünyanın karınca insanları değil miyiz? Gökyüzünden bakıldığında biz de karıncalar gibi görünürüz. Gündüz vakti herkes ekmek derdinde bir yere koşturur. Akşam olunca da herkes evine gider, ortalıktan kaybolur. Karıncalarla en büyük benzerliğimiz de hepimizin çalışmak zorunda olması. Bazılarımız çok çalışır çok yorulur, bazılarımız az çalışır az yorulur. Bu dünyada hepimiz birer karınca gibi çalışırız ve hepimizin birer karınca hikayesi vardır.
Benim de karınca hikayem üniversiteden mezun olmamla başladı. Bir avuç daha fazla büyümek, kendi ayaklarımın üzerinde durabilmek amacıyla iş aradığımı etrafıma duyurdum. Gazetedeki iş ilanlarını karıştırdım. Ben çaylağın çaylağı olarak ancak iş bulabilirdim. Çünkü muhasebe bölümünden mezun olmama rağmen muhasebenin "m" harfinden bile anlamıyordum. Okuduklarımdan ne hatırladığımı sorsanız, ezberciliğe dayalı bir eğitim sonrası bunu cevaplamam mümkün değil. Sadece ekonomi derslerini özgür düşünce anlatımına ve araştırmacılığa dayandığı için sevdim. Görmüş olduğum dersler, sırf iyi bir puan alıp geçmek için sınavlarda doldurduğum kâğıtlarda kaldı. Hepsi bundan ibaret.
Eleman arayan işverenlerin istedikleri iki şey, benim gibi yeni mezunları korkutur. Birincisi yabancı dil, İngilizce. Yabancı dil dersi, lisede Türkçe alınan meslek derslerinin yanında görülen önemsiz bir derstir. Yine ezbercilikle yoğrulan ve asla iyi bir temele dayanmayan bir yudumluk bu ders, nasıl öğrenilebilir? Kolejde okumayan çocuklar için bu dili temelden öğrenebilmek ve konuşabilmek, belli bir yaşa geldiklerinde bir gün tüm amaçlarını bırakıp yabancı bir ülkeye giderek mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bunları temeli olmayanlar için söylüyorum. Benim yabancı dile karşı duyduğum sempati, kendimi biraz geliştirmeme neden olmuştu, bu yüzden de yabancı dil şartı, beni pek fazla korkutmuyordu. Beni asıl korkutan, işveren ilanlarındaki ikinci şarttı: Deneyim. Yeni mezun olmuş bir öğrenci için deneyimden nasıl söz edilir? Ama işverenler deneyim istiyordu. Gittiğim iş görüşmelerinden birinde utanmadan bunu sormuşlardı. Daha yeni mezun olmuş birine "deneyiminiz var mı?" diye sormak, soran kişinin deneyimsizliğini göstermez mi? İşte o zaman "benimle dalga mı geçiyorsunuz?" diye cevap verip kapıdan çıkmak istedim. Hatta canım o kadar sıkıldı ki bir sonraki görüşmeye gitmek istemedim. Bu tuhaf ve can sıkıcı durumu düşünerek aynı soruyla karşılaşmaktan çekindim ama mecburdum. Şirketin kapısından içeriye girdiğimde umutsuzluğum çok garip ama bana bir rahatlık verdi. "deneyimsizim, beni almazlar nasılsa" deyip, görüşme sırasında rahat rahat konuştum. Kolumu sallayarak dışarı çıktığımda ise kara bulutlar çöktü içime. Amaçlarımı sorguladım, hatta biraz daha ileri giderek kim olduğumu? Şansın bana yakın mı uzak mı olduğunu düşündüm? Şanssız hissettim kendimi. Öyle ki liseden sonra üniversite okumayıp çalışmaya başlayan arkadaşlarımın deneyimlerini ve konumlarını düşününce kaybettiğim yıllarla birlikte okuduğum okuldan bile pişman oldum. Zaten mezun olduğum bölüm, okumak istediğim değildi. Eğitim sisteminden dolayı mecburen seçtiğim bölümdü. Ben edebiyat ya da tarih okumak istiyordum. Ama şanssızlık hep benim yanımda geziyordu. Birkaç yere vekil öğretmenlik için başvurdum, devlet sınavını kazandığım halde hiçbir yerden cevap gelmedi. Devlet dairesinde dayım olsaydı şimdi başka yerlerde olurdum. Kaderime boyun eydim ve ne yapacağımı bilmediğim işi aramaya devam ettim.
Yakın bir arkadaşımın vasıtası ile kendime iş buldum. Telefonlara bakacak ve muhasebedeki kıza yardım edecektim. Şirket yeni kurulmuştu ve ofis Maslak'ta bulunan bir plazanın ondördüncü katındaydı. Güzel bir ofiste çalışmak benim için iyi bir başlangıç olacaktı. Yapacağım iş ise beni pek memnun etmese de kabul etmiştim. İşe başladığım ilk gün plazanın girişinde beklemek zorunda kaldım. Giriş kartım yoktu ve ofise daha kimse gelmemişti. Oturacak bir yer olmadığı için danışmanın yanında ayakta dikildim. Plazaya giren insanları seyrettim. Takım elbiseli erkekler, bir afra bir tafra kapıdan giriyorlardı. Kadınlar ise iyi giyimliydiler ve saçları kuaförden yeni çıkmış gibiydi. Ayaklarında çıt kırıldım yüksek topuklar, ellerinde süslü püslü değişik renkte çantalar, ojeli tırnakları ile tuttukları kartlarını "bızt" diye girişteki makinelere kibarca okutuyorlardı. Vakit geçiyordu, iş başı saati geçeli onbeş dakika olmuştu, ofis anahtarı bulunan muhasebeci kız hala gelmemişti. Danışmadaki görevli sıkıldığımı fark edip benimle biraz sohbet etti. Heyecanımı yatıştıran bu sohbetin ortasında plaza kapısından içeriye elinde dosyalarla biri girdi. O zamana dek gördüğüm plaza çalışanlarının tam tersine saçı başı dağınık biriydi. Modadan olsa gerek ayağındaki kot pantolonunun bazı yerleri yırtıktı ve üzerinde renkli bir kazak vardı. Bana doğru yaklaştı ve "yeni personelimiz siz olmalısınız" diyerek beni beklettiği için özür diledi. Güvenlikten geçtikten sonra asansöre bindik. Asansörde karşılaştığımız bir hanımla muhabbet etti. Ofisin kapısını açtığında ağır bir boya kokusu burnumu yaktı. İçerisi yeni boyanmıştı ve dayanılmaz bir şekilde kokuyordu. Burun, haylaz bir organ olduğundan alışacağımı düşündüm ama gün içerisinde ciğerlerimin yavaş yavaş iflas ettiğini hissettim. Ofiste ben, muhasebeci kız, müdürümüz ve ofis boy vardı. Şirket sahibi ofise nadiren uğruyordu. Üretim müdürü ve diğer çalışanlar fabrikadaydı. Bir buz kütlesini andıran masama oturdum ve o gün sadece beş altı defa çalan telefona baktım, muhasebe bilgisi aldım. İşte nihayet iş hayatına adım atmıştım. İlk zamanlar gayet iyi hissediyordum kendimi. Ama daha sonraları muhasebeci kızın tuhaf davranışları beni rahatsız etmeye başladı. İşe geç geliyordu. Bütün güne yaymış olduğu işini, dikkatini vererek yapsa günde sadece dört saatini alırdı. Sürekli internette dolaşıyor, yemek tarifleri not ediyor, akşama ne pişireceğini liste yapıyordu. Bir gün bakmışsın şık giyinmiş, bir gün bakmışsın saçı başı dağınık gelmiş ofise. Konuşmalarında zeki görünse de bazı sözlerinde tutarsızlık olduğunu fark edebiliyordum. Evliliği hakkındaki hikayelerini dinlemek hiç hoşuma gitmiyordu.
Bir gün ofise gelmedi. Telefon ettim ama ev ve cep telefonu kapalıydı. Daha sonra müdürümüzü arayarak bilgi verdiğini öğrendim. Çok hastaymış ve birkaç gün işe gelemeyecekmiş. Ofis çalışanları, buna daha önce şahit olmuşlardı. Bana işin aslını anlattılar. Eşinden feci şekilde dayak yemişti. Gelecek yüzü yoktu. Bunu duyduğumda şok oldum. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Belli bir yaştaydı, mesleği vardı, ailesi vardı, buna nasıl göz yumuyordu? İki gün sonra işe geldi. Gözünün altında koyu bir morluk vardı. "Aman Allahım! Bu gerçekten de doğruymuş!" diye içimden haykırdım onu görünce. Hiçbir şey olmamış gibi yerine oturdu ve işini yaptı. Yanına gittiğimde "Geçmiş olsun." dedim ve sesim titrese de direkt sordum "Madem böyle bir evliliğin var, neden boşanmıyorsun?" Bana mor gözüyle baktı ve: "Boşanmak istemiyorum. Ben mutluyum" dedi. Üzerimden dökülen kaynak su, iki üç gündür duyduğum üzüntüyü yıkadı, yerine hayret ve öfke getirdi. Yorumsuz kaldım. Bu kız geri kafalının tekiydi. Şiddete karşı çıkacağı yerde hayatından memnun bir şekilde yaşıyordu. Günümüzde eşlerinden dayak yiyen kadınlardan biriydi o. Eğitim almış bu insanlar, hayatlarını nasıl böyle berbat edebilirdi? Cahilliği kabullenip nasıl yaşayabiliyorlardı? Çok yazık.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder KİM BU ARTİST |
|
Beklediğim muştulu haberi babam getirdi:
- Mustafa seni çağırıyor.
Anlaşılan arkadaşının yanında işe yerleştirmesi için yaptığım ricalar semeresini vermiş. Hemen oturduğu kahvehaneye gittim. Arkadaşları ile domino oynuyorlar. Beni görünce trafik polislerinin araçlara yaptığı dur işaretine benzer bir işaret yaptı. Bu işaret "Oyun iddialı şuraya bir sandalye çek otur, bekle." demek oluyor. Oturdum, bekliyorum.
Bekle bekle oyun bitmek bilmiyor. Bir biri kazanıyor bir biri. Bir oyun daha bir oyun daha, derken, biri "Yenilen deve güreşe doymaz" gibi bir laf etti. Bir başkası "Bırak deveyi dorumu, oyununa bak" diye karşılık verdi. Oyunda düşünenleri de hiç sevmiyorlar; hemen biri söyleniyor:
- Fazla düşünme çuval ağzı aç!
Espri şamata derken, saatler geçti. Sıkıntıdan patlamak üzereyim. Bir ara ayaklarımın uyuşukluğunu geçirmek için ayağa kalkacak oldum, Mustafa abi hemen sol eliyle yaptığı otur bekle hareketini yineledi. Demek ki, daha beklenecek. Bekledim. Oyun saatler sonra bitti. Kim yendi kim yenildi hiç farkında değilim, umrumda da değil. Mustafa abi sandalyenin arkalığına yaslanıp ayaklarını masanın altına uzattı. Çenesini kaldırıp ağzını havaya açtı, çok uykusu gelmiş gibi uzun uzun esnedi. Arkadaşları da benzer hareketler yaptılar. Arkadan, yine topluca "Ğığaavuuuu!" diye bir ses çıkardılar. Daha doğrusu kükrediler. İçlerinden biri "Ne güzel vakit öldürdük!" deyip, keyiflenmesini sürdürdü. Ötekiler de başlarını sallayıp onayladılar.
Mustafa abi rahatlayınca bana dönüp, önceden hazırlandığı anlaşılan sözlerini sıralamaya başladı:
- Mehmet, senin işini hallettim. Alınacaksın. Orada memur görevi göreceksin. Aman ha yüzüme kara getirme; Necati titizdir. İlk gün, ilk intiba çok önemli. Takım elbiseli, kravatlı olmalısın. Şimdi git traş ol.
- Tamam abi.
- Her şeyin mükemmel olmalı. Bu iş çok önemli unutma!
- Unutmam.
Titiz adam, ben hızla uzaklaşırken arkamdan hala uyarılarına devam ediyor:
- Yüzüme kara getirmeee!
İşim zor. Önce berbere, ordan eve. Haydi hayırlısı.
…
Önce bir takım elbise. Boyu boyuma kilosu kiloma uygun, ricamı da kırmayacak birini bulmak da işin ilk etabı. "Ama, bu o kadar kolay değil" diye düşünürken, korktuğum gibi de oldu. Aradım taradım yok. Tanrı beni tek yaratmış olmalı, takım elbisesini bir günlüğüne ödünç verecek bir tane bile benzerim çıkmıyor.
Düşünüyorum da, keşke şehirli olsaydım, onlar hep bayramlıklarıyla geziyorlar ya, böyle bir sorun yaşamazdım.
Çaresizlik içindeyim; iş bulmuşum, görüşmeye gitmek için kıçımda don yok. Nereye gideceğimi, nereden bulacağımı da bilemiyorum. Hani yeni doğmuş kuzular anasını şaşırıp ak köpeklerin ardına takılır gider ya, şaşkınlığım onlardan farklı değil. Bir takıltı duysam "takım elbise" dediler sanıp irkiliyorum.
Sonunda daha kolay bulurum, diye biraz benzeyen birini aramaya karar verdim. Ya boyu ya kilosu uysun ki, biraz düzeltme ile bedene uydurabilelim. Ama ne çare, bir şey daha öğrendim; tanrı benim benzerlerimi de çok yaratmamış. Onlardan da yok ortalıkta. Artık çıkıp mahalle mahalle aranacak, başka yolu yok.
Aramaya çıkarken kapıda komşunun gelinini gördüm:
- Gelin aba, Hallibiram abinin düğün kostümü duruyor mu?
Yanıtı hazırmış:
- Yok. Onna bubamlan o gün hemen bareştı. Küslüğü müslüğü galmadı.
Dolaş dolaş yok. Sonunda boyu da kilosu da tutmayan birini, damatlığını bir günlüğüne vermeye razı ettim. Bir insanın bir kez giydiği ve yaşamı boyunca belki bir daha hiç giymeyeceği takım elbisesinin ne denli değerli bir şey olduğunu bu bahaneyle öğrenmiş oldum.
Ancak öyle düzeltme gerekiyor ki, ceketle pantolona orta boy bir kişi daha rahatlıkla sığar. Pantolonun paçalarını içine kıvırıp teğelledikten sonra, ceketin kollarını içine kıvırınca bir şeye benzer gibi oldu. Oldu olmasına da, genişliğine bir şey yapmak olanaklı değil.
Anneme "Pantolon ütüsüz olmaz" dedim, "Git ütü bul; ütüleyivereyim" dedi.
Hay Allah, ben köy yerinde ütüyü nereden bulurum. Yine dolaş dolaş uzak mahallelerde oturan bir tanıdıktan sürpriz bir biçimde, küflü bir kömür ütüsü buldum. Tanıdığın dedesi çok titiz bir adammış, bir ara köy ihtiyar üyeliğinde mi bulunmuş ne, ondan hatıraymış. Yani anısı olan değerli bir ütü. Tanıdık da zaten "Gözünün içi gibi bak!" demeyi ihmal etmedi.
Silip ettim. Annem yemek pişirmekte olduğu ocaktan birkaç parça köz koydu, "Getir!" dedi.
Annemin "Getir"i biraz "Cehennemin dibine götür"e benzese de ben yine de götürdüm. Sinirli sinirli elimden aldı. Bunca işin arasında ütülü pantolon istemek hangi akla hizmetle açıklanabilirdi ki? Yine de ütülemeye koyuldu. Ancak ütü yapmıyor, sanki ütüyle pantolon dövüyor.
Her şeye rağmen işimi yaptığı için keyifliydim. Ütü işi hallolurken ben de bir yandan ayakkabılarımı boyuyorum, öte yandan da en son ortaokul bitirme sınavlarında taktığım koyu yeşil kravatımı düşünüyorum. Kolay değil, aradan beş altı yıl geçmiş, kimbilir hangi bastırık altında. Belki mahlaç yerine bir yastığa girdi. Belki daha kötüsü, tutup çöpe atıldı. Oysa ne denli benimsemiştim o güzel kravatımı. Tek oluşundan mıydı bilmem çok da severdim. Pazartesi sabahı takar, cumartesi öğle saatlerinde okullar hafta sonu tatiline girene kadar hiç çıkarmazdım. Boynumu sıcacı tutardı.
En iyisi anneme sormak. İçimden "İnşallah kötü bir haber vermez!"
diye dualar ederek:
- Anne be, hani benim kravatım vardı ya, nerde biliyor musun?
Evimizin tarihinde kravat takmış tek kişi ben ve tek kravat da benim koyu yeşil kravatım olunca, annem hiç duraksamadan yanıt verdi:
- Duvarda asılı, git al.
Sevinçten uçacağım. Demek, kravatım hala bir yerlerde. Onca yıl sonra güzel kravatımın, saklandığını, bir yerlerde asılı olduğunu duymak, inanılır gibi değil.
Hemen aramaya koyuldum. Banyo, hela duvarları dahil bakmadık duvar bırakmadım; yok. Şeytan aldı götürdü. Annemin sinirleri üstünde. Bir daha sormaya da çekiniyorum.
…
Hiç sıkıntım yokmuş gibi komşunun oğlu Ali de etrafımda dolaşıyor:
- Memet abi ödevime yardım et ne olur.
Ali, cin gibi bir oğlan. O da benim gibi evde soru soracak kimse bulama- dığından sık sık gelir.
- Dersin neymiş bakayım?
- Örtmen büyüklerin adlarını yazıp getirin, dedi.
Ama hiç de zamanı değil. Oğlanı savuşturmaya çalışıyorum.
- Dersini babana sordun mu?
- Sordum.
- Ne dedi?
- Ben anlamam. Git Memet abine sor. O işsiz güçsüz takımıdır, gerekli gereksiz her boku bilir, dedi.
- Hıı!
- Yani sen çok bilgiliymişsin, onu diyor.
- Yağcı.
Ali'den kurtuluş yok. Başlıyoruz anlatmaya:
- Bak Ali, her şeyin büyüğü farlıdır. Örneğin, politikacının büyüğü desen Demirel ile Ecevit, derim. Ortanca büyükleri Erbakan, Turan Feyziolu ve Ferruh Bozbeyli, en küçük büyük adamları da sorarsan Türkeş'le bizim muhtar Süleymanefe'dir.
- Çevremizde başka büyük yok mu Memet abi?
- Var. Olmaz olur mu? Bir de çevremizdeki hayvanatın büyükleri vardır. Yaz bakayım, bir: Arının büyüğü eşek arısıdır. İki: Kurbağanın büyüğüna kazan kurbası, denir. Ve üüç! Yazıyor musun?
- Yazıyom Memet abi, ama!
- Aması ne?
- Ödevleri bu kadar da güzel yaptırma yahu; örtmen anlıycak bir de.
- Peki bundan sonra biraz basitleştirelim. Şimdi son olarak karıncanın büyüğüne deve karıncası, denir. Başka dersin var mı?
- Yok.
- İyi o zaman. Git babana okuyuver de bir şeyler öğrensin. Köyümüzün Vehbi Koç'u. Zındık.
Giden Ali zındık lafını duyunca duraladı:
- Memet abi, bubam zındık dediğine bir kızıyor ki.
- Ona zındık dediğimi senden başka bilen yok. Nerden duydu ki?
- Ben bilmem, her şeyi bilen senmişsin ya. Onu da sen bil.
- Seni zındık kelemcesi!
Pıydı gitti.
...
Ben hala kravat peşindeyim. Sonunda tüm cesaretimi toplayım yeniden sordum:
- Anne kravatım yok.
Yanıt aynı:
- Duvarda asılı.
- Hangi duvarda?
- Cümle kapısından girişte, solda kapının ardında.
Baktım, kışlık darı askısından başka bir şey yok.
- Burada darı askısı var.
- Tamam işte. Çöz darıları, ben bir ip bulur gine asarım.
Kravatım, canım kravatım.
...
Sabah erkenden görüşme için işyerine gideceğim, patronla karşılaşacağım. "İlk gün çok iyi intiba bırakmalısın. İş aslanın ağzında." demişti Mustafa abi.
Akşamdan takım elbiseyi, ayakkabıları, kravatı bir denemeliyim, derken baktım gömlek de yok.
- Anne gömlek de yok.
Annemin homur homur getirdiği gömleklerden hiçbiri uymadı.
"İlk gün kont gibi olmalısın" demişti Mustafa abi.
Hiçbiri olmayınca annem "Çık üst katta ablanın beyaz gömleği var, onu giy" dedi. Bir solukta hanay evin üst katındayım. Ortalığı darmadağın etme pahasına ablamın beyaz gömleğini buldum. Bu arada şanssızlıklar da peşimi bırakmıyor. Ablam o güzelim köpekdili yakalara dantel işlemiş. Söksem mi sökmesem mi? Sök gitsin; öc almak için o da benim ciğerimi söker, ödeşiriz.
"Sevgili ablacığım, bu iş artık hayat memat ve de Memet meselesi oldu" deyip söküp attım, geçirdim sırtıma..
Sonunda her şeyim tekmil. Önce pantolonu giydim, modada Şarlo esintisi. Ceket, mükemmeli egale etmek için dikilmiş de tek kusuru bana uymuyor. Hani konfeksiyon ceketler kısa boylularda palto gibi durur ya, tıpkısı. Paçaya yene benzemediği için kısaltmak da olanaklı değil.
Daha da bitmedi:
- Anne, pantolonu nasıl ütüledin. Çizgileri çift çift olmuş.
Annemin umurunda bile değil:
- Hadi hadi alem tekini bulamaz. Bu çifter çifter bulmuş da!
İki güzel çizgi, biri sağa öteki sola bakıyor. Dünyada giymem.
Allem kalem annemin yine gönlünü edip, ütüye başlattım. Önce çizgilerin birini yok etmeyi teklif etti; ama olmaz. Ya ikisi de içe, ya ikisi de dışa bakacak; olmadı, ya ikisi de sağa ya da ikisi de sola bakacak.
Sabaha karşı çizgileri teke indirmeyi ve ortaya almayı başardık.
...
Sabah erkenden işyerinin kapısındayım. Alacakaranlık. Henüz gelen yok. İlk gelen yaşlıca işçi kapıları açarken gözü bana takıldı:
- Napıyon burada; hırlı mısın, hırsız mısın?
- Yok yok Necati Bey'i göreceğim. Ben burada çalışacağım da.
- Zeniyetin var mı?
- Radyo tamircisinin yanında çalışmıştım.
- Okumuşluğun ?
- Ortaokul.
Yaşlıca adam bir yandan eşyaları düzenlerken bir yandan da bilgi veriyor, uyarıyor:
- İyi. Gelen giden malları sayarsın. Yanlış sayma ha. Bir çuval mal kaç para!
Vakit ilerledikçe gelen geldi. Şöförü, hamalı yedisekiz kişi oldular. İçlerinden biri bir sandalye getirip, otur anlamına bana sandalyeyi gösterdi. Ama ben oturmaya korkuyorum. Üstüm başım jilet gibi. Tozlanır mozlanır, neme lazım.
İçeri girer girmez sağa sola hort zort edişinden, patron olduğu anlaşılan kişi geldi. Evet o, sevgili Necati abimiz. Ellerim ayaklarım birbirine dolaşıyor. Oysa kılık kıyafetimle, hareketlerimle vereceğim ilk intiba çok iyi olmalı. Güven vermeliyim.
Yabancılığımla doğal olarak Necati abinin dikkatini çektim. Bana bakıp bakıp gülüyor. Gülüyor dediysem öyle tebessüm filan değil. Şöyle kahkaha kırması bir gülüş.
Tabi, diyorum; adam bana baktı, kılığımı kıyafetimi beğendi. Ona gülüyor. Öyle ya, takım elbise, beyaz gömlek üzerine koyu yeşil kravat. Ayakkabılar boyalı, tepeden tırnağa jilet gibi bir adam. Böyle bir adamı kim beğenmez, kim işe almaz.Yakası paçası açık, özensiz intizamsız onca adamdan sonra eli ayağı düzgün, kont gibi giyinmiş bir adamla çalışmak az şey mi? Kuşkum yok adam mutluluktan gülüyor.
Necati abi'nin sakinleştikten sonra söylediği ilk sözler çalışma yaşamımda çok etkili olmuştur. Bir yandan beni incelemeye devam ederken bir yandan da oradakilere soruyordu:
- Ulan bu artist kim?
Her ne kadar o, bana soracağı soruyu oradakilere sorsa da, kendimi tanıtma gereği duydum:
- Ben Mehmet. Köyden Mustafa abi yolladıydı.
Bunun üzerine Necati abi biraz normale döner gibi oldu:
- Bak Mehmet burası meclis değil. Çalışacaksan adam gibi giyin.
Ertesi gün bir kot pantolon, bir tişört adam gibi giyinip işe başladım.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KEMER'DEN DÖNERKEN
Elazığ Kız İlköğretmen Okulu mezunları olarak bu sefer de Öğretmenler Günü'nü kutlamayı bahane ederek Antalya'nın Kemer ilçesinde bir otelde buluşmaya karar verdik. Aylar öncesinden başlayan hazırlıklar, muhteşem bir programla ortaya çıktı. Gerçekleştirdiğimiz diğer toplantılardan farkı; eğitim konulu bir panelin ve masa tenisi turnuvası olmasıydı. Her zaman olduğu gibi çevre inceleme gezilerimiz de vardı.
Bu toplantımızı başka pencereden değerlendirmeye çalışacağım. İlk buluşmalarımızın heyecanı devam ediyordu. Gelemeyenler de telefon ve internetten olayları takibe diyorlardı. Ayrıca buluşmaya ilk defa katılan arkadaşlarımızın sevinci doğrusu ortama renk kattı, ışık saçtı. Bir arkadaşımızın otel odasında düzenlediği pijama partisi bizi aldı yatılı okul günlerine, Elazığ'a götürdü. Sohbetlerimiz sırasında aramızdaki samimiyet ve sevginin büyüdüğünü hissettim. Birbirimizi daha iyi tanımaya ve anlamaya çalıştık. Onsekiz Yaşımızda her şeyi tozpembe görürken ayrılmıştık. Şimdi ise koca bir hayatı arkada bıraktığımızı ve her birimizin roman gibi geçirdiği kırk yılını sorguluyoruz. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman kahkahaya boğuluyorduk. Bu birliktelikte türlü nedenlerle aramızda olmayan arkadaşlarımızı gözlerimiz aradı. Bir arkadaşımız abisini, bir arkadaşımız kardeşini kaybetmiş. Onlara sabır diliyorum. Hakka yürüyen arkadaşlarımızı da rahmetle andık.
Programın açılışında İstiklal ve Öğretmen Marşı'nı öyle içten okuduk ki anlatılası değil. Öğretmenlerimizin değerini nasıl anlatacağımı bilemiyorum ama ilk öğrencileri olduğumuz öğretmenlerin duygularını artık çok iyi anladığımızı söylemeliyim. Onlar, bizim için biz, onlar için önemliydik. Öğretmen olduğumuzda ilk öğrencilerimizi unutamadığımızı, görüşmeye devam ettiğimiz öğrencilerin çoğunluğunu onların oluşturduğunu anlattık. Öğretmenlerimizi okul sıralarındayken lise çağında olduğumuz halde çok büyük olarak düşünüyorduk. Şimdi onlarında o zamanlar ne kadar genç ve heyecanlı olduklarının farkına vardık. Meğer Elazığ ve okulumuz, bizlerde de onlarda da silinmesi güç izler bırakmış. Okulda öğrendiğimiz çocuk şarkılarını öğrenci psikolojisi içinde öğretmenimizin şefliğinde okuduk ve bu koro çalışması bize çok iyi geldi.
Sohbet konulu toplantılar, anıların anlatıldığı kadar okulda yaşadığımız, bize göre gizli kalan bazı olayları dayanamayarak itiraf etme fırsatını verdi. Konuştukça rahatladık, birbirimizi anladıkça çoğaldık. Kemerden, otobüsle dönerken hüzünlü bir sevinç içindeydim. İnsanın her ilde kapısını çalacağı gönlünü açacağı birilerinin olması güven ve gurur veriyor doğrusu. İlk buluşmamıza heyecanla giderken; kırk yıl önce ayrıldığım küçük kızları bulacağımı sanmıyordum ama öyle olmasını düşlüyordum. Her birinin neredeyse okul numarasını ve soyadlarını hatırlıyor, karşılaştıklarıma öyle sesleniyor, kaldığımız noktadan, yanlış söyledim; virgülden devam ediyordum sanki… Oysa geçen yıllar bizlerden o kadar çok şeyleri götürmüş ki… Bunun yanında kazançlarımızda var tabii… Küçük kızlar anne, babaanne, anneanne olmuşlar. Acı tatlı yıllar yaşamışlar. Her şeye rağmen bakışları, ses tonları, sevgi dolu yürekleri, iyilikten başka bir şey düşünmeyen ruh halleri değişmemiş. Kısacası sanki küçük kızlar olarak oradaydık… Okulda sakin olanlar yine sakin ve sessizdi, hareketli olanlar da muzip olanlar da hallerini korumuşlar ve kenarda durup ortada görünenler de…
Bize bu güzellikleri yaşama fırsatı veren ve buluşmalarımıza katılarak guruba mana kazandıran öğretmenlerimize teşekkür ediyor, Allah'ın onlara her zaman, her konuda yardım etmesini diliyorum. Değerli öğretmenlerim; sizleri seviyorum. Sevgili arkadaşlarım hepinizi çok seviyorum. İnsan, görüştükçe, kaynaştıkça daha çok özlüyor galiba… Daha eve dönerken yollarda sizleri göresim geldi. Keşke ya İzmir'e ya Ankara'ya gidip oralardan İzmit'e dönseydim diye düşündüm ama her konuda olduğu gibi yine zamanla yarışmak durumdayız. İstanbul'da buluşmak umuduyla… Sürçü lisan yaptıysam affola…
Bu gün ve her zaman güneşin altın tozları sizleri bulutsuz gökyüzü ile kucaklasın.
Not: Hiçbir isimden söz edemedim; çünkü hepinizin adını yazmak geçiyordu içimden.
Seher Türker
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Sevmek ve Karşı Olmak Üzerine
Sevmeyi yaşamın içinden damıtamıyorsanız, "yaradılanı severiz yaradandan ötürü" diyorsanız, sevmiyor, sevemiyor, sevmeyi öğrenemiyorsunuz demektir. Olsa olsa sevmek üzerine bir takım çıkarımlar yapıyorsunuzdur. Laf üretiyorsunuzdur sevmek üzerine. Hayır, sevmiyorsunuz, kendinizi de... başkalarını da. Hayır, en yakınlarınızdakileri bile sevmiyorsunuz.
Sizin sevdiğiniz şey, kalabalıklar içindeki kendi imgeniz... zihninizde. Güce tapıyorsunuz, karanlığın boyunduruğuna girmişsiniz.
Sermayeci bir dünyada yaşıyoruz. Sermayenin sürekli birikimi ve kendi yasaları ile sürekli yol alışını öngören bir düzen hakim gezegenin her köşesinde. Böyle bir düzenin insancıl olduğunu hiç kimse, kendi içinde çelişmeyen birkaç cümle dahi kurarak açıklayamaz. Çok açık bir biçimde, sermayeci düzen insana karşıdır. Elinde tutanlara da, yandaşı olanlara da, gezegenin en ücra köşesinde kendinden habersiz yaşayan kabile üyesine de, henüz doğmamış çocuğa da...
Hem böylesine bir barbarlığın bayraktarlığını, sözcülüğünü yapacaksınız, hem de sevgiden söz açacaksınız... Geçiniz!...
Her fırsatta buyurursunuz ki, size muhalefet eden "terörist"tir, size karşı çıkan "hain"dir, her attığınız adımı sorgulayan, itirazını dile getiren herkes "şer odağı"nın üyesidir. Bütün erdemsizlikler gibi, kibir de sevginin öznesi olamayışın, bireyliğini, toplumsallığının bilincine varmış bir "kişi"ye dönüştüremeyişin sonucudur, bu yüzden şaşmıyorum şiddetinize.
Ama onlar aslında size değil, "bizden değildir" diye nitelediğiniz varlıklarıyla, "bizden olan" diye tanımladığınız insan tipini belirleyen şeyin varlığına karşıdırlar. Sermayeye, güce, kibire, karanlığa, talana, hem ideallerle ortaya çıkıp hem de kasasını doldurmaktan geri durmayan arsızlığa...
Sevgiyi yaşamın, varlığın gerçeğinden soyutlanmış, çıkarlar çevresinde odaklanmış yakınlaşmaların duygudaşlığına indirgeyip, "bir başka şeyden ötürü bir şeyi severiz" diyebilecek kadar saçmalaşmış ve bütün bunların sonucu olarak, farkında olmasanız da bir bireyi olduğunuz "insan türü" nün varlığını tehdit eden eyleminize, söyleminize...
İnsanlık ve Dünya sahnesinde sergilediğiniz varlığa karşıdırlar, bütün o "şer" ilan ettiğiniz zihinler.
O zihinlerin yasalarla, güçle, hele ki bunları zorbalıklarının aracı haline getirmekle ilgili değil ne eylemleri, ne söylemleri. Sağduyuyla, vicdanla, söylemek bile fazla ama... sevgiyle, sevmekle ilgili...
Haşmet Şenses
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Deniz Marmasan Peride |
|
Dönüşsüz biletlerin rüzgâra karıştığı, ayazın tenimi yaktığı mevsimden üflüyorum yüzüne. Yüzün asırların mektuplarını taşıyan bir zümrütlükte yuvarlanıyor gözlerine. Gözlerinden döndüğüm bir yolculuk sabahında, kuşlar arıyorum pencerede. Soğuklara az kaldığını seslenen masallar düştü çantandan bej, tozu lacivert halının üzerine. Müzikleri kanatlarına takan çocuğun adem elmasında sabahlayan bir yutkunma şimdi adın.
Çağırıyor gece, saçıyor peri ışıltısını gökyüzüne avuç avuç. Bulutların nü olup öpüştüğü saatte ıslanıyor sokak sokak güzellikler. Bu şehre bekliyorum ben seni, söyleyemediğim her şey için, her sözcüğümün sessizliğine saklanarak. Kendimden bile kaçırarak tutkularımı, yalnızlığımı senin bavullarına katarak. Renklerini merak edip de, ellerini tutana kadar dişlerimi geçirerek her tonuna kırmızının. Kuşlar göç mevsiminde uğruyorlar, dalga boylarından dökülen manzum hikâyelerin kavuşmayan sağlı sollu boşluklarına lambalar dikiyorum kanat çırpışlarında. Sen, gece rengine yansıyan, uykusuz turna...
Ahşap kutularımı kaybolduğum bir zamanda açmaya yeminli olduğum saatlerdeyim şimdi, biraz sonra omuzlarımdan ip kadar ince çizikler geçecek, parmak uçlarının rüyasında. Sen beklediğim bir trenin en art vagonundan seslenen ebediyet, son bulmayacak uçuşlara doğru ilerleyen su; söyleyip de anlatamadığım bütün şiirlerin gizli öznesi, gün dönümüm, susup da yutkunamadığım, beklediğim, şehre, şehrimin rengine, beşinci mevsimi boyamaya...
Kuşlar var, penceremde kış, renklerden deniz ötesi...
Deniz Marmasan denizmarmasan@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran YENİ KİTAPLAR |
|
Geçende Kırmızı Yayınları'na uğradım; yayın yönetmeni Fahri Özdemir bastıkları son kitapları iki torbaya doldurup elime verdi; bu önemli yapıtları size duyurayım.
İlk kitap, Erbil Tuşalp'ın "İslam İmparatorluğu". Sevgili Erbil Tuşalp, 696 sayfalık kitabının arka kapağına şunları yazmış:
"Eylül imparatorluğu"nun "İslam imparatorluğu"na evrilişinde en büyük gücün "İslam faşizmi" olduğu savımın elbette nedeni var.
"Faşizm; finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının teröre dayanan açık diktatörlüğüdür" savı aklımıza geldiğinde, 20. Yüzyılın son çeyreğinde Türkiye'nin düşürüldüğü tuzakla karşı karşıyasınızdır.
12 Eylül faşizminin gizli maskesi olan siyasal İslam'ın 1994 yerel seçimlerinden sonra belli bir program çerçevesinde ortaya koyduğu radikal ve otoriter tavır bizleri nerelere getirdi. "
İkinci kitap Ertuğrul Ahmet Konak'ın "Batan Piyasalar/ 21. Yüzyılın İlk Buhranı", sorunu yerelden evrensele taşıyor, bizde ya da anamalcı yalan-talan burgacında dönüp duran ülkelerin bu kısırdöngüye kapatılmasını sağlayan kısırdöngüyü gözler önüne seriyor.
Üçüncü yapıt da aynı konuya katkıda bulunuyor; Ülker İnce'nin Frances S. Saunders'ten çevirdiği "Parayı Verdi Düdüğü Çaldı/ Sanat ve Edebiyat Dünyasında CİA Parmağı", kurulan küresel tuzağın bekçileri yapılmak üzere bütün dünyada seçilip beslenen gönüllü devşirmelere değiniyor.
Nermin Arık'ın Peter M. Medawar'dan çevirdiği "Genç Bilimadamlarına Öğütler" ile İsmail Yerguz'un Jean Bottéro'dan aktardığı "Tarihte Tanrı Fikrinin Doğuşu" daha yansız yapıtlar elbet. Fatoş Dilber'ir çevirdiği Jacques Barzun ile Henry F. Graff'ın ortak yapıtları "Modern Araştırmacı" ise bir kılavuz kitap, yazarlığın, çevirmenliğin, araştırmacılığın yol ve yöntemlerine değiniyor.
Yayınevi klasikler dizisinde de Guileragues Kontu'nun "İstanbul Meptukları"nı Yaşar Avunç'un çevirisiyle; Choderlos de Laclos'un ünlü "Tehlikeli İlişkiler"ini ise İsmail Yerguz'un çevirisiyle basmış.
Bir de Füsun Akatlı'nın "Kırmızı Gagalı Pelikan/ Kırk Yıldan Kırk Sesleniş" adlı deneysel eleştirileri ve Gazne Soysal'ın "Gündüz Hırsızları" adlı öyküleri var.
Asya/Şafak yayınları ise, Kaan Turhan'ın üç yapıtını arka arkaya yayınladı: bunlar "Madenler ve Emperyelizm", "Sivil Casus", "Devşirme Gençlik".
Berivan Kaya'nın romanı "Bay CH"; İsmail Kocatürk'ün "Naftalin Kokulu Güller"i ile Kâzım Güzel'in "Uykum Yine Kayıplarda"sı yayınevinin öbür kitapları.
Günlük yaşamın cehenneme çevrildiği, ayakta durabilmenin, en temel gereksinmeleri bile karşılayabilmenin gittikçe zorlaştığı bir dünyada alacak para, okuyacak güç bulabilirseniz, işte size belki umut, güç verecek yapıtlar.
Gelin sözümüzü Ali Yüce'nin bir şiiriyle bitirelim:
BU KAÇINCI ALO
Ön seçim yan seçim arka seçim alt seçim üst seçim ara seçim alo seçim alo halk alo sürü alo sayın hırsız sensin sürü toz duman emek soygun sömürü harsız ticaret micaret cinayet alo polis molis yargıç margıç alo hukuk mukuk bu kaçıncı alo
Parti marti seçim koltuk hazine öküz bostan samanlık fare alo şey bey daha nasılsınız alo kurt köpek leş karga sayın sinek yüce parlamento demeç memeç önerge gensoru sayın hırsız körebe bilimsel deyyus iktisadi pezevenk yak yık as kes çal kaçır sakla aracı tefeci mefeci sayın mülkiyet alo yargıç margıç bu kaçıncı dilekçe
Devrim karşı devrim öküz bostan suçluya aferin madalya kemik yal suçsuza hapis açlık ölüm işkence vur kır kandır kışkırt kurşunla ahlak küfür din min namaz kalkan milliyet ırk mezhep Allah mallah kitaba hayır ışığa mışığa hayır öğretmen sürgün dargın göçebe alo devlet mevlet bu kırkıncı alo
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
RÜYA
bir avuç kaşif
düştüler ıssız adaya
küçük bir yelkenli
yaptılar dehalarıyla.
içlerinden biri
yelkenliye binmek yerine;
küçük adalı sincapları besledi,
çantasındaki meyveleriyle;
teşekkürler özgürlük.
murathan
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Ülkemizde cep telefon numaranızı değiştirmeden istediğiniz operatöre taşıyabiliyorsunuz. Evet gerçekten güzel bir uygulama ama, sizin görüşmek için aradığınız telefon numarası sizinkinden farklı bir operatörden hizmet alıyorsa, telefon görüşme ücretiniz tahmininizden yüksek gelebilir. Eğer arayacağınız telefon numarasının hangi operatörden hizmet aldığını öğrenmek istiyorsanız http://www.numaranitasi.gov.tr/PublicWebGUI/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Açıklamalar web sayfasında yazılı, kolay gelsin.
Youtube ve benzeri sitelerden bulmuş olduğunuz bir video'yu mp3 olarak kaydetmek isterseniz http://www.video2mp3.net/ web sayfasını deneyebilirsiniz. Ses kalitesini kaybetmeden müzik kaydı yapabileceğiniz bu web sayfasını defalarca denedim ve sık kullanılanlar listenizde bulunması gerektiğine inanıyorum.
http://www.doktorsitesi.com/ Doktorları hastalarla buluşturan sağlıklı bir site. Merak ettiğiniz rahatsızlıklar için bilgi araştırması yapabileceğiniz ve hatta sorular sorabileceğiniz başarılı bir çalışma olmuş. İster soru bankasını kontrol edin, ister arama yardımıyla konu başlıklarında araştırma yapın, bu da yetmezse kendi sorunuzu oluşturup, cevap verilmesini bekleyin. Şimdiden geçmiş olsun.
Kaçırdığınız dizileri izlemek için http://diziport.com/ Bu web sitesinin diğer bir özelliği de sadece ülkemizde gösterimde olan dizileri değil, dünyaca popüler hale gelmiş olan dizileri de izlemenize olanak veriyor. Hem de Türkçe altyazılı olarak takip edebiliyorsunuz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|