|
|
|
Editör'den : Sabırlı olmak lazım!.. |
Merhabalar,
Kurultay ve Diyarbakır çalıştayının ardından kopan kavgalar birbiri içine geçmiş durumda. Bunda, iktidarın açılım politikasının aksine ortaya koyduğu Devletçi tepki ile muhalefetin suskunluğu önemli rol oynuyor. Kurultay sonucunda güçlenen bir muhalefet inancı, bazı kesimlerde de olsa, sorgulanmaya başladı bile. Medyanın "Özerklik" kavramını ortaya koyuş biçimi ile iktidar sözcülerinin, "Suikast" sıfatını yakıştırdıkları tepkileri işi iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor. İki uç arasındaki bu uçurmdan sonuç beklemek şu an itibariyle abesle iştigal. Bir taraftan, artık kavga etmeyelim konuşalım, diyoruz diğer taraftan, ama böyle de konuşmayalım demeye getiriyoruz. Oysa, Diyarbakır'da ortaya fikir olarak atıldığı söylenilen, ama "Dervişin fikri neyse zikri de odur." diye özetlenebilecek özerklik planından konuşmaya başlamak işin en doğrusu olmaz mı? Zira, bir taraf lafı gevelemeden ne istediğini, nereye varmak istediğini pek güzel ortaya koyuyor. Karşısına konulacak argümanları zenginleştirmek te diğer tarafın görevi. Gizli hesaplarla uğraşılmıyor, yekten amaç belli ediliyor ve üzerinde tartışmak isteniyor. Bana kalırsa en uygun ortam bu. Devletin ya da vatanın bölünmezliğine inanmışların da tutması gereken yol bu olmalı. Aradaki uçurumun görülmesi, birbirine ne kadar yaklaşılabileceğinin anlaşılması açısından karşılıklı açıklık çok önemli. Seçime kadar idare edelim, sonrası Allah Kerim zihniyeti ile asıl kabahati iktidar işliyor. Tayyip Bey'in deyimiyle, dök eteğındeki taşları görsünler. Açılımla verdiğin bir tencere çorbayı kaşık kaşık geri almanın anlamı yok. Çık efendi gibi yanıldık de, tencereyi sofradan kaldır yerine ana yemeği koy. Yok kaldıramayacaksan eğer, hesabını vermeye de hazır ol.
CHP kanadındaki suskunluk ise sinir bozucu gerçekten. Benim "Bekle gör" taktiği olarak nitelediğim bu suskunluğun adam gibi geri dönüşü olmasını umuyorum. Parti meclisini oluşturan yeni insanların niteliklerini eleştiren saygın gazetecilerin endişelerine de fazla katılmıyorum. Bugüne kadar doğu ve güneydoğuya giremiyor diye eleştirilen, hatta alay edilen bir partinin, konuya hakim bölge insanlarını bünyesine alması "Eksen kayması" olarak nitelendirilmemeli artık. Hakeza, cemaate yakınlığı belgelenen bir imamın seçilmesi de o kadar eleştirilmemeli. Beklenip görülmeli. Seksen kişinin içinde, işini ve içinde bulunduğu ortamı iyi bilen birkaç kişinin olması sorun değil, olmaması sorun olmalı aslında. Nacizane fikrim bu. Bekleyip görmekten yanayım. Çünkü Kılıçdaroğlu'nun "Kürt" demeden olaya yaklaşımını ilk adım olarak olumlu ve inandırıcı buluyorum. İnkar etmek ya da karşıya almak yerine kabullenip asgari müştereklerde uzlaşmak fikri bana daha yakın geliyor. Zaman doğruyu gösterecek, sabredelim.
...
Gözünüz aydın, iPad yarın resmen görücüye çıkıyor memleketimizde. Hoş alanlar zaten aldı ama alamayanlar için de bir sürü olanak var artık. Fiyatlar da Avrupa fiyatlarıyla başabaş. Yani bir kazık söz konusu değil. Yalnız iPad'in genişleme ve telefon özelliğinin olması gerektiği düşünenlerdenseniz birkaç ay daha beklemenizi öneririm. 2011'in ilk çeyreğinde USB girişli, kulaklıkla da olsa telefon özellikli yeni iPadler piyasaya çıkacak. Benden hatırlatması. İyi haftasonları, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ZAMAN MEKAN, PATATES - SOĞAN 2 |
|
Sabah saat dokuzda Nilüfer'in Unçukuru Köyünde Kara Mehmet evinden çıktı. Köyün üst başına doğru yürüdü. Tepenin üzerinden ovaya ve Ulubat Gölüne baktı. Tepenin yamacındaki ot bile bitmeyen kayalık araziler son beş yıl içinde altın gibi değerlenmişti. Akşamki yağmur köyün içini çamur deryasına çevirmişti. Ama bu bile inşaatlarda çalışanları durdurmamıştı. Yamaçtaki iki katlı lüks binaların çatısında iki işçi çalışıyordu. Bursa'nın zenginleri göl manzaralı evler istiyordu. Hem göl manzaralı, hem sivrisinekten uzak evler. "Keşke bu yamaçların bu kadar para edeceğini önceden bilebilseydim. Üç kuruşa hepsini alıp şimdi zengin olurdum,"diye düşünüyordu. Yamacın gerisine ormanlara doğru baktı. Kıvrıla kıvrıla dağa çıkan yoldan bir minibüs köye doğru geliyordu. Hızlı adımlarla köyün öteki başından geçen asfalta doğru yürüdü. Sigarasını da yeni yakmıştı. Birkaç fırt çekmeden onu yere atmaya mecbur kalacaktı. Elindeki sigaraya baktı. "Hep ziyanlık, hep israf," diye düşündü. Hangi işimiz akıllı ki?
Saat dokuzda Berber Rıza anahtarı deliğine sokup dükkânın kapısını açtı. Kilit son günlerde açılırken zorlanıyordu. Ve o her kilitle boğuştuğunda "Bu gün bari yağlayayım şu mereti ,"diye düşünürdü. Dükkânda tıraş makineleri için kullandığı yağ üstelik bu işi görürdü. Ama ertesi sabaha kadar bir daha bunu aklına bile getirmezdi. Akşam zaten rakıyı biraz fazla kaçırmıştı. Başında kurşun gibi bir ağrı vardı. Dükkânı duvar boyunca kaplayan aynada kendine baktı. Dolaptan beyaz önlüğünü alıp giydi. Pompalı damacanadan bir bardak su doldurdu. İçine kocaman bir aspirin attı. Su önce ufak ufak kabarcıklandı. Kabarcıklar çoğalıp bacadan çıkan dumanlar gibi su yüzüne koşuşturmaya başladılar. Bardaktaki su aniden kaynamaya başladı. Suyun rengi süt gibi bembeyaz oldu. Kabarcıklar bardağın duvarlarına yapışıp şu yeniden cam gibi durulunca bir kerede dikip içti. Birisi çıkıp dükkana gelmesin diye dua etmeye başladı. Ne olur yarım saat kimse gelmesin. Kafamı biraz toparlayıncaya kadar…
Saat sabahın dokuzunda Küçük Sude annesinin elinden tutuyordu. Nilüfer tren istasyonu hala kalabalıktı. İzmir yolunda trafik iyice tıkanmaya başlamıştı. Sekiz belki on serçe cıvıldaşarak Avrasya Sirk çadırının üstünden gelip parkın çimenlerine gökten düşer gibi indiler. Hala birbirleriyle dalaşıp cıvıldaşıyorlardı. Parkan geçen insanlar onlara aldırmıyordu. Küçük Sude annesinin kolundan çekiştirmesine aldırmayarak serçelere izlemeye çalışıyordu. Parkın içersinde boylu boyunca uzayan taş yolda iki köpek birbiriyle şakalaşıyordu. Otomobillerin arasından çıkıp çam ağaçlarının arasına doğru gittiler. Köpeklerin oynaşmasının serçelerinkinden hiçbir farkı yoktu. Birdenbire köpekler serçelerin cıvıltısına kulak kesilip oyunu bıraktılar. İkisi birlikte ok gibi kuşların üzerine doğru koştular. Kuşlar havlanıp çam ağacının dalına kondular. Ve yine kaldıkları yerden yeniden birbirlerini kovalamaya ve cıvıldaşmaya devam ettiler. Küçük Sude tren istasyonun merdivenlerinden karanlık dehlize ilerlerken artık kuşları göremediği için üzüldü. Annesi her zaman acele ettiriyordu. Ve nedense her zaman gidecekleri yere geç kalıyorlardı. Oysa serçelerin hiç acelesi yoktu.
Saat tam dokuzda Bitlisliler Kahvesi'nin önüne beyaz kamyonet gelip durdu. Kapalı Pazar yeri pazartesi günü pazarcılarla dolup taşarken o illa gelip kahvenin önünde duruyordu. Saat tam dokuzda bütün sokaklar henüz sabahın mahmurluğunu taşırken patates, soğan diye bağırmaya başladı. Tamam, elektrikli megafonu yoktu ama satıcının sıtma görmemiş bir sesi vardı. Bağırdığında sesi bütün sokağı dolduruyor, neredeyse camlar tıkırdıyordu. Sanki inadına yapıyordu. Birkaç sokak yukarıda Pazar varken bu adam neden illa buraya geliyordu? Dört aylık bebeği olan genç kadın bu adama zaten haftalardır sinir oluyordu. Daha önce birkaç kez balkona çıkıp adamı uyarmaya niyetlenmiş ama her saferinde ayıp olur diye vazgeçmişti. Ama bu gün artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Bebeği uyanınca kan iyice beynine çıktı. Saçı başı dağınık ve öfkeli bir biçimde balkona çıkıp satıcıya bağırdı.
- Hey patatesçi! Baksana biraz…
- Buyur abla kaç kilo vereyim. Patates mi istersen soğan mı?
- İkisinden de istemiyorum. Buradan başka patates, soğan satılacak yer yok mu koca Bursa'da?
- Pardon Abla, nerde satayım?
- Yukarda pazar var git orda sat. Gelip kapının önünde bas bas bağırıyorsun. Evde bebek mi var, hasta mı aldırdığın bile yok?
- Yakışmıyo ama abla sana bu ağızlar. Git işine, ekmeğimle oynama benim.
- Sana çok mu yakışıyor patates-soğan diye bağırmak? Hee çok mu yakışıyor?
- Hey Allah'ım ya, hep bize çatıyor üşütükler.
- Üşütük senin bacındır, terbiyesiz. Evde bebek var, hasta var diyoruz. Üşütükmüşüz. Bağırma kardeşim burada. Git başka yerde bağır.
- Abla psikopata bağlatma beni. Patatesimi, soğanımı nerede satacağımı sana mı soracağım.
- Git nerde istersen sat. Burada satma. Gelip balkonumun altında bağırma benim. Seni zabıtaya şikâyet ederim. Bir daha mahalleye bile giremezsin.
- Git başımdan be abla, istersen valiye şikayet et. Hatta başbakana, cumhurbaşkanına et. Genç anne öfkeden tir tir titreyerek içeri girdi. Saat dokuzdan yavaş yavaş uzaklaşırken evinin salonundaki kadın öfkeyle zabıtanın numarasını arıyordu. Patatesçide de çok sinirlenmişti. "Kadın başıyla şu yaptığı terbiyesizliğe bak," deyip duruyordu. Kahvenin önünde oturan insanlara bakıp haklılığını onaylamaları bekliyordu. Kimse sinirlerini yatıştıracak ve ona "boş ver yahu aldırma" diyecek gibi durmuyordu. Onlara da kızdı. Yönünü evin balkonuna çevirip yeniden patates, soğan diye bağırdı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BARGİLYA'NIN ALLI TURNALARI |
|
Bodrum'da bitmeyen tek şey "güzellik"tir. Burada hava güzeldir: Buranın ilk adının Zephyria, yani Asraios ile Şafak Tanrıçası gül parmaklı Eos'un oğlu "Batı Yeli" Halikarnas Balıkçısı'nın söyleyişiyle "Ezeli ve ebedi bahar meltemleri diyarı" olması boşuna değildir.
Burada yağmurlar bile başka yağar. Bir bakarsınız güneş, bulutlarla köşe kapmaca oynayan yaramaz bir çocuktur. Bir bakarsınız, sevdiğinden yüz görümlüğü isteyen taze gelin. Bir bakarsınız ufkunuzda ışıltılar dökülmektedir: Yağmur mudur, gelin telleri midir anlayamazsınız.
Burada su turkuazdır, cam göbeğidir, tirşedir, gümüştür. Burada tek damla yağmurda yeşil örtünür dağlar, tepeler…Hani burada kayalarda bile çimen biter, çiçek açar desek, abartma yoktur sözlerimizde.
Burada insan güzeldir: Dosttur, arkadaştır; vefalı ve kadirşinastır. İşte onlardan biri de Bellerophon'dur.
Derler ki, Barglos'la Bellerophon can ciğer iki arkadaşmış. Bir gün Bellerophon'un kanatlı atı Pegasus, yiğit Barglos'u teperek öldürmüş. Bellerophon arkadaşının ölümüne çok üzülmüş. Hem acısını dindirmek hem de arkadaşının adını ölümsüzleştirmek için bir kent kurmaya karar vermiş. Kim bilir belki Pegasus, soluklanmak için buraya konduğu için, belki ağaçların, kuşların, balıkların bir arada birbirlerini yaşatarak, yaşadıkları yer olduğu için Bellerophon, şehrini bu cennet parçasına kurmuş ve adına da Bargylia demiş. Bargylia sikkelerinin bir yüzünde Pegasus tasviri olması da bundanmış.
Bu hafta sonu Herodot 3. Yaş Akademisi Derneği'nin geleneksel gezisi Bargylia'da yapacağız. Bizi Bargylia'ya götüren yalnızca antik kentin öyküsü değil kuşkusuz.
Kaç gündür Hacı Taşan'dan Neşet Ertaş'a, Zeki Müren'den Zerrin Özer'e… Neredeyse diline türkü dolanan herkesin söyledi Alı Turna türküsü dilimizde:
Allı turnam bizim ele varırsan,
Şeker söyle kaymak söyle bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük benzi soluk yar söyle
Gülüm gülüm, kırıldı kolum…
….
Çünkü "Gelecekler mi, gelmeyecekler mi?" sorularımızın yanıtını nihayet almıştık. Aralık ayının ilk soğuklarıyla flamingolar gelmişti. İşte şimdi flamingoları, yok yok allı turnaları izlemeye gidiyorduk.
Bodrum'dan ince bir yağmurla yola çıkıyoruz. İçimizde yağmurun geziyi tatsızlaştıracağı endişesi yok. Yeter ki allı turnalar orada olsun ve semahlarını seyredelim. Ta japonya'dan Anadolu'ya tüm doğu halklarının turnaları neden kutsadığını anlamaya çalışalım.
- Japon kızı Sadako'nun "Kağıttan bin turna kuşu" öyküsünü biliyor musun?
- Kağıttan bin turna kuşu yaparsan dileğin kabul olurmuş.
- 637. turna kuşunu yapabilmiş. Atom bombasının sebep olduğu kanserle baş edememiş.
- Aleviler Turnayı kutsal sayarlarmış… Pir Sultan'ın şu dizelerini başka nasıl yorumlayabiliriz?
Hazreti Şah'ın avazı
Turna derler bir kuştadır
Asası Nil deryasında
Hırkası bir derviştedir.
- Turnalar tek eşli ve gururları için yaşayan hayvanlarmış. Eğer eşlerini kaybederlerse bir daha topluluklara karışmazlarmış. Bir turna avlayan avcı, aslında iki turnanın ölümüne sebep olurmuş. Çünkü geride kalan eş intihar edermiş…
- Eski Mısır'da Terzi Hermes'in turna başlı olarak resmedilmesi neyin işaretidir ki?
Güvercinlik'i geçip tepeden sallandığımız anda görüyoruz onları. Tam da izleyebileceğimiz yere yakın kümelenmişler. İçimizde tanımsız bir sevinç. Çünkü iki gün önceki fırtınada birden yitivermişlerdi. Gümüş mavisi sularda pembe beyaz tüyleriyle bu kadar uzaktan bile alımlılar. Çok şanslıyız, çok…
Burası Tuzla. Milas'tan Bodrum'a gelirken denizi ilk gördüğümüz yer.. Bölgenin en önemli akarsuyu Mazı Çayı, Mandayla Körfezi'ne buradan ulaşıyor. Son yıllarda golf turizmi sevdalılarının göz diktiği önemli bir sulak alan burası. Evliya Çelebi'nin anlattığına göre biz zamanlar bu yörenin en kaliteli tuzu buradan elde edilirmiş. Tuzla'nın körfeze bağlandığı dar boğazın ağzında dalyan var. Köyde yenilen o lezzetli balıklar işte buradan tutuluyor. Burası yalnız allı turnaların değil, karabatakların, yaban kazlarının, mekelerin, balıkçılların da uğrak yeri.
Bir değnek gibi ince bacakları, upuzun boyunları ve bir kepçeyi andıran gagalarıyla bütün gün kavgadan, gürültüden uzak karides, yengeç, midye gibi canlıları bulmak için çabalayan bu doğa harikası binlerce kuşu seyretmek gerçekten keyif verici. Onları ürkütmemek için kendi aramızda fısıltıyla konuşuyoruz. Ancak bataklık içine yapılmış evlerdeki köpek havlamaları onlar için bir işaret olmalı. Derin ve boğuk seslerin oluşturduğu bir uğultuyla yavaş yavaş ötelere doğru çekiliyorlar. Kanatlarını açtıkları zaman sundukları muhteşem kırmızı, siyah, pembe ve beyazın harmanlandığı renk cümbüşünü izlemeye bayılsak da uçmalarını istemiyoruz. Burası onların yurdu, evi… Biz misafiriz; ev sahiplerini rahatsız etmeye hakkımız yok.
Tuzla'nın girişinde Tarım ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün "Metruk Tuzlası Sulak Alan Koruma Bölgesi" levhası var. Bölge 12.10.2004 tarihinde koruma bölgesi ilan edilmiş. Ne var ki bataklığın neredeyse içine yapılan konutlar iş yerleri bizi, ister istemez kuşkuya düşürüyor. Üstelik sulak alanı ortadan ikiye ayıran yol tuzlanın önemli bir bölümünün kurutulmasına yönelikmiş gibi bir izlenim veriyor.
Yağmur çisim çisim. İçimize ferahlık veren havayı soluyarak antik Bargylia'ya doğru yürüyoruz. Kimimiz suyun an an değişen rengini konuşuyor, kimimiz balıkçılların, kazların karabatakların resimlerini çekme telaşında.
Bargylia, Tuzla'ya ve Mandayla Körfezine hakim deve hörgücü gibi birbirini izleyen iki tepe üzerine kurulmuş. Kimi özellikleriyle Leleg yerleşimi izlerimi verse de önemli bir Karia liman kentiymiş. Prof. Bilge Umar, Bargylia sözcüğünün M.Ö. 2000 de Luwi veya M.Ö. 1000'de Karia dilinden gelmiş "yüksekteki yer" anlamında bir sözcük olduğunu belirtiyor. Bizanslı Stephanos'a göre Bargylia'nın eski ismi "Andanos" muş. Burada henüz kazı çalışması yapılmamış. Ancak 3.500 kişilik tiyatrosu, kent meclis binası, agorası ve diğer yapılar ayağa kaldırıldığında Bodrum'a yolu düşen herkesin mutlaka görmek isteyeceği bir yer olacağı kesin.
Bir ay öncesine dek çalı çırpı dolu alanlar temizlenince anıtsal yapıların kalıntıları daha da belirginleşmiş. Daha ilk yağmurlarla yeşeren bin bir çeşit ot, adasoğanları, sütleğenler şehrin kalıntılarını yeşil bir yorgan gibi örtmüş. Elimizdeki antik dönem kent planını daha açık okuyabiliyoruz.
- Bu insanlar bizden daha zevkliymiş. Şehir kurdukları yere baksanıza!
- Bu şehrin ayağa kalktığını hangimiz görebilir acaba?
- Bunca güzelliğin üstüne bir çay içmek gerek….
- Çay yetmez. Buradan balık yemeden dönmek olmaz.
Kimimiz yazdan kalma kamış çardak altında çay içerken, kimimiz köy pazarına dalıyoruz.
Her şey taze. Hele güler yüzlü, sıcak kanlı köylülerle hasbıhal etmek bu yörenin deyimiyle tam da " ballı börek". Ancak yağmur:
- Haydin bakalım diyor. Size güzellikleri yaşamak için gerekli zamanı verdim. Şimdi benim toprağı doyurmam gerek.
Buğulanan camları sile sile geçiyoruz geldiğimiz yoldan. Dedik ya burası Bodrum. Burada bitmeyen tek şey güzellik…
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 2 |
|
İlk çalışma dönemleri, işverenin şartları doğrultusunda sızlanmadan geçmek zorundadır. Az maaş, çok iş… İşi bilmemekle birlikte çaylak damgası ile çıraklık dönemi başlar. İşleri anlama hızı kişiden kişiye göre değişse de verilen işler ilk başta çaylak olan herkese çok fazla ya da zor gelebilir. Ama zamanla alışılır ve itinalı çalışma ile yeni öğrenilen işin üstesinden gelinir. İşe alışma dönemi içerisinde türlü durumlarla karşılaşabilir çaylaklar. Mesela en kötüsü diye nitelediğim "kullanılma" durumudur. Ofisteki bazı uyanık kişiler iş hayatına yeni başlayanın çaylaklığından istifade ederek kendi ıvır zıvır işlerini yüklemek ister, hatta bunu sinsice başarır da. Çaylak olan bunu bazen fark etse de çalışma mecburiyetiyle bu kişilere boyun eğer. Gözü açılıncaya kadar da iş hayatında ezilir gider.
Gelelim benim ilk karınca hikayemin devamına. Karınca gibi çalıştığım güzel plazadaki işyerinde, muhasebeci kızın bana tuhaf gelen davranışları ile mutsuz olmaya başlamıştım. Ayrıca iş görüşmesinde bahsedilen maaş artışı gerçekleşmemişti. Asgari ücretten de az olan bu maaşı kabul etmediğim için de işten ayrılma kararı aldım. Ben nasıl istifa edeceğimi düşünürken öğrendim ki sadist diye nitelendirdiğim muhasebeci kız da işten ayrılma niyetindeymiş. İş bile bulmuş, ismi büyük bir bankada çalışacakmış. Nasıl olduysa aynı gün istifalarımızı verdik. Ben işsiz kaldım ama o çalışmaya başladı. Oradaki görevini bilmem ama bir gün yüzü gözü mor ve şiş bankaya geldiğinde ya da saçma sapan bahanelerle devamsızlık yaptığında banka müdürünün ne diyeceğini hep merak ettim. İşte böylece ilk karınca hikayem sona ermiş oldu. Bu şirketin bana kazandırdığı şeye gelince, nasıl üretildiğini gördüğüm enerji içeceğini hayatım boyunca içmeyeceğimi ve hiç kimseye de tavsiye etmeyeceğimi anladım.
Bir süre evde dinlendikten sonra iş görüşmelerine başladım. İnternetim o zamanlar olmadığı için faks ve telefon aracılığı ile yaptığım iş aramaları çok ağır gidiyordu. İstediğim bölümü okuyamamam, istediğimi olamamam yüreğime acı veriyordu. Umutsuzluğum bir ahtapot gibi sarmıştı beni. Umutsuzluk, kendime olan güvenimi azaltırken gelecek kaygılarımı da çoğaltıyordu. Artık her işe razıydım. Sonunda babam sayesinde bir iş buldum. Elektronik eşyalar satan bir showroomda, ithalat müdürünün referansı ile işe başladım. Levent semtinin arka sokaklarında bulunan bu mağazada daha önce marka ismini hiç duymadığım elektronik eşyalar satılıyordu. Müzik setlerinden buzdolaplarına, televizyondan ankastre fırınlara kadar lüks olan her türlü cihaz vardı. İlk önce deneme amaçlı mağazanın birkaç sokak ötesinde bulunan merkez binasında bir hafta kadar çalışacaktım. Üç katlı binanın bodrum katı, büyük bir ofis olarak dizayn edilmişti. Yaklaşık on beş kişi karşılıklı duran masalarda çalışıyordu. İlk gün herkesle tanıştıktan sonra muhasebecinin yanındaki masaya oturdum. Muhasebeci bey, benimle ilgilendi ve bana kullandıkları muhasebe programını öğretti. Öğle yemeği ofisin mutfağında pişiriliyordu. Önce müdürler sonra da personel yemeğini yiyordu. Aynı masada hiç tanımadığım insanlarla karşılıklı yemek yemek, bana ilk gün garip geldi. Düzgün görünümlü olsalar da yemek sırasında ağzını şapırdatanlar, ellerini yıkamadan masaya oturanlar, ağzı dolu olduğu halde sürekli konuşanlar vardı. Yanımdaki kız, masanın ortasına konulan salatanın suyuna elindeki ekmeğini bandırırken uzun tırnakları da salatanın içine giriyordu. Diğerleri bunu fark etti mi bilmiyorum ama ben bir daha orada salata yemedim.
İkinci hafta çalışacağım showrooma gittim. Burada patron, satış müdürü, sekreter kız, müşteri sorumlusu ve aşçı kadın vardı. Bazen de patronun kızı geliyordu. Birlikte çalışacağım sekreter, benim yaşımdaydı. Bazı insanlar güleç yüzlü olmazlar, bazıları da mutsuzluklarını dışa yansıtırlar diyerek ilk zamanlar onun somurtuk yüzünü dikkate almadım. Ama sonraları bu suratsızlığının bana karşı olduğunu öğrendim. Davranışları kabaydı, bana işi öğretmek istemedi, her şeyi eksik anlattı. Sürekli arkasını döndü, sorduğum sorulara cevap vermedi, hatta bazı sorularıma güldü. Oysaki ben öğrenmek istiyordum, çalışmak istiyordum. Mağazanın alt katında bulunan mutfakta bir gün öğle yemeğimi yerken aşçı kadına azıcık derdimi açtım. Kadın, beni bu kızın yerine aldıkları için çok kızgın olduğunu söyledi. İşten çıkarılacağı için bana böyle davranıyormuş. Bunu duyduğumda üzüldüm ama suçlu ben değildim. Fakat işin aslı başkaydı, onu merkezde daha iyi bir göreve getireceklerdi ve bunu ona söylememişlerdi çünkü ona sürpriz yapacaklarmış. Kızı sevindirecekleri yerde ona nasıl bir üzüntü verdiklerinin farkında değildiler. Sonunda büyük gün geldi ve kız bu mutlu haberi alınca benimle paylaştı. Konuşurken artık yüzü gülüyordu. Gözlerinde ise sanki benden özür dilercesine bir bakış vardı. Onun vicdanen rahatsız olduğunu hissediyordum. İş çıkışlarında otobüs durağına kadar benimle geliyordu, benimle konuşmak istiyordu, hatta bana karşı olan olumsuz davranışlarını azıcık itiraf bile etmişti. Benim ise içim buruktu. O yeni görevine mutlulukla başlamışken, ben, bana doğru dürüst öğretmediği yarım kalan işlerini toparlamakla uğraşıyordum. Faturalar, tahsilat makbuzları, aylık sayım vs… Açıkçası zorlanıyordum. Belki de işi sevmedim, belki de bir mağazada çalışmayı kendime yakıştıramadım. Sıkıntım, kısa sürede etrafa da yansıdı. Özellikle mağazaya arada sırada gelen patronun kızı, bu durumdan sanki hoşlanıyordu. Bakışları sürekli üzerimdeydi. Bir gün müşterilerin yanında aşağılayarak bana güldü. Çok utandım, çantamı alıp oradan çıkmak istedim. Ama yapamadım. Aşçı kadın bana acıyarak beni rahatlatan sözler söyledi. Patronun kızı, yüzündeki derin sivilce izlerinden kurtulamadığı için kompleksli biriymiş. Davranışları sadece bana değil, başka kadınlara karşı da böyleymiş. Mağazaya gelen güzel ve bakımlı müşterilere burun kıvırarak bakmasından, onlarla ilgilenmemesinden bunu anlamalıydım.
Evet ben çaylaktım ama aptal değildim. Bana verilen bir işi hakkıyla yapabilecek kapasitem vardı. Sadece iyi bir şekilde bana anlatılmış olsaydı daha iyi olurdu. Elimden geleni yapıyordum, çaba sarf ediyordum, herkese karşı nazik davranıyordum, ben iyi bir insandım ve böyle aşağılanmayı hak etmiyordum. Satış müdürünün yanına gidip konuştum. İlk zamanlarda işin bana neden öğretilmediğini anlattım, sonra da kompleksli kadının bana yaptıklarını. Kendime olan güvenimle: "Patron kızı olmakla kendini bir şey sanıp personelle dalga geçmek kolay." dedim. Satış müdürü sustu. En sonunda da işten ayrılmak istediğimi söyledim. Buna ise çok şaşırdı çünkü bunu söyleyeceğimi hiç tahmin etmiyordu. Referanslı biri olduğum için benim ayrılmama razı olmadı. Ama ben kararımı kesin olarak vermiştim. Mutsuzdum ve psikolojik sorunları olan bir kadınla savaşmak istemiyordum.
Akşam olunca çalışma arkadaşlarımla vedalaştım ve Levent'in arka sokaklarından ana caddeye kadar yürüdüm. Hava alacakaranlıktı. Yol üzerindeki büyük ağaçlar dallarını hüzünle kaldırıma doğru sarkıtıyordu. Sonbahar mevsimi geliyordu ve sararan yapraklar yere düşmüştü. Sanki hüzünlüydü her yer. Belki de ben hüzünlü olduğum için öyle görüyordum. Şanssızlığım yine yanımdaydı. Buna sebep ben miydim, iş hayatı mı çok acımasızdı yoksa iş hayatındaki kadınlar mı?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan METEOR |
|
İnsanoğlunu yaratılışından beri etkileyen en önemli olayların başında gökyüzünde oluşan olaylar gelir. Güneş, gezegenler, Samanyolu, yağmur, kar, fırtına, tayfun vb. Her bir olayın kendi çapında yarattığı etki onunla ilgili söylencelerin de kaynağını oluşturur.
Kafama takılan doğrusu bunlar değil.
O gök cisimleri ve olayları hakkında bilim insanları araştırmalarını yılmadan sürdürüyor. Her geçen gün yeni bir takım bulgularla karşımıza çıkıp bizleri şaşırtmaya devam ediyorlar.
Benim kafama takılan çok başka bir şey.
Merak ettiğim öyle çok da karmaşık görünmese de günlük yaşantımızda bizi bazen derinden etkiler.
İyice meraklandırdım galiba sizi.
Haydi canım çok da fazla üzmeden söyleyeyim:
Sizin yüreğinize hiç bugüne değin bir meteor düştü mü?
Doğrusu hemen her gün yaşam içinde birilerinin yüreğine hiç de fark edilmeyen kimi devasa kimi küçücük meteorlar düşüp duruyor.
Kimi tam isabet alıyor, kimi yüreğimize teğet geçip gidiyor.
Hatta kimi meteorlar var, düştüğü yerde derin çukurlar açıyor ki, açılan çukurunsa kolay kapanmadığı zamanla daha iyi anlaşılıyor.
İnsanlar arasındaki ilişkiler hayvanlar âlemindeki ilişkilere bakıldığında çok ince, hassas der geçeriz. Oysa hayvanlar dünyasında dilsiz sürdürülen ilişkilerde beden dili dediğimiz bir dil ön plandadır. Buna koklaşma da katıldığında dişi ve erkek hayvanların kendi hemcinslerine ve karşı cinse karşı doğuştan edindikleri belirgin tavırları vardır. Bu çizginin dışına kolay kolay çıkamazlar.
İnsanlar elbette eğitimli bir canlı olduğuna göre, edindiği ve alışkanlık durumuna getirdiği davranışların ve eylemlerin hayvanlardan daha rafine olması gerekir.
Son yıllarda basına ve görsel medyaya yansıyan ve bizi dehşete düşüren öyle olaylar var ki, bunu bir insan mı yaptı diyebiliyoruz.
Köy Enstitülü yazar Huriye Saraç'ın üç ciltlik anı romanını büyük bir heyecanla okudum. Bu roman tüm yaşanmışlıkların bir toplamı. Doğrusu bir üvey ana zulmü nedir öğrenmek isteyenlerin başkaca bir kaynağı aramalarına hiç gerek yok; alsınlar "Öğretmen Benisa"yı okusunlar, onun yaşadığı tüyler ürpertici olayları.
Üvey anası tarafından para karşılığı köyün ağasına satılan öğretmen Benisa her fırsatta evden kaçmayı planlar. Bir defasında dener ancak Ağa tarafından kıskıvrak yakalanır. Eve yaka paça getirildikten sonrasını da kitaba bırakalım:
["Sen öğretmenliğini gösterdin bana, ben de ağalığımı gösteriyorum sana! Bana bak! Gözlerimin içine bak!"
Gözlerim yumulmuştu, birini açtı. Onun gözlerindeyse kötü kıvılcımlar çaktı. Kolumdan kavradı, havaya kaldırıp fırlatırken uçuştu paralar. Tokat, tekme, yumruk nereme gelirse gelsin, arka arkaya iniyor, vurdukça canavarlaşıyor, saldırıyor, ağzından salyalar akıyordu!
"Beni rezil edeceksin ha? Söyle şimdi ben kimmişim? İyi öğren kim olduğumu?"
Şaaap!.. Küüüt!...Paaat!.. Hiçbir savunmada bulunamıyordum. Kendimde yoktum. Hıncını alamıyor, durmadan vuruyor! Paaat!.. Küüüt! Söylediği acı küfürlerden bedenime inen darbeleri işitmiyordum bile. Karnıma inen tekmeyle yere kıvrıldım. Vücudum savunma gücünü çoktan yitirmiş, bütün bir gece dağda kalıp kurtla boğuşan keçiye dönmüştüm.]
İnsanın bu kitabı okurken kanı donuyor adeta… İsyan edesi geliyor. Nasıl isyan etmesin ki! Onca işkenceye, haksızlığa, aşağılanmaya tahammül gösterebilecek insan hala var mıdır, diye sormak istemiyorum. Eminim ki vardır. Doğu ve güneydoğu Anadolu'da töre cinayetleri yetmezmiş gibi çareyi intihar etmekte arayan onca genç insan bu kitapta yaşanan benzer olayların sürdüğünü kanıtlar gibi.
"Öğretmen Benisa" kitabının yazarını yakından tanıdığım için olsa gerek, kitapla kendimi özdeşleştirdim. Her gün yatmadan önce uykum gelene değin kitabı okuyup adeta Öğretmen Benisa'nın yaşadıklarını kendim yaşarcasına bir duyguya kapıldım. Romanda 'Hürriyete Doğru' ara başlığını okurken de öyle oldu. O bölümde Öğretmen Benisa'nın Ağanın elinden kaçışı anlatılıyordu. Eyvah gene yakalanacak korkusuyla uykum gelmesine karşın sonuna kadar okudum. Kaçmayı başardığını öğrendikten sonra da rahatlayıp derin bir uykuya dalıverdim.
Sizi bilmem ama "Öğretmen Benisa" daha şimdiden yüreğimde derin bir meteor çukuru açtı. Üvey ananın onu ağanın üçüncü karısı yapan çirkin tuzakları yetmediği gibi ağanın o inanılmaz zulmü!
Bu roman, Reşat Nuri'nin ünlü "Çalıkuşu'nu da fersah fersah geçen yepyeni idealist bir öğretmen profiliyle bizi tanıştırıyor.
Benisa Öğretmen hiç de uzağımızda değil, Salihli'de yaşamını sürdürüyor. Ödemiş'e Hamamköy Atatürk Çocukları Kütüphanesi açılışında bulunmak için üşenmedi geldi. Şimdi de kitabını okuyan genci yaşlısı, kadını erkeği onu dinlemek için davet ediyor. O da hiç yüksünmeden yüreğindeki Köy Enstitüsü ateşiyle oradan oraya koşup duruyor.
Onun gencecik yaşta yüreğine düşen üvey ana meteorunun açtığı derin çukur belki hiç dolmayacak ama o yüce gönüllü insan meteor çukurunda da kardelenlerin açabileceğini bu kitabıyla kanıtladı çoktan. Bu onur, onun için yeter de artar bile…
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder USÛLEN |
|
- İmzanı at, unut. Usûlen.
Böyle söylemiş, o yüklüce borcun altına kefil imzası attırırken, kendi deyişiyle "Kâmil olmalara ermeyesice düzenbaz!"
Adaşım Mehmet'in bana geliş nedeni de bu Kâmil'e kefil olduğu için aylığına gelen haciz. Daha ömür boyu bankaya çalışacaksın dendiği için, bir avukata danışayım, demiş.
Biz en iyisi kendinden dinleyelim:
"Kâmil, hanımdan yana akraba da olur. Bizim gibi üç kuruş aylığa talim eden tayfadan değil. Atak, cesur. Tecimden ticaretten anlar; uzatmayalım, parayla oynayan biri. Hani büyük başın derdi de büyük olur, derler ya, o paraya sıkıştı mı bizim gibi üç kuruşa değil, hatırı sayılır paralara sıkışır.
Bir gün elektrik parası ödeyeyim, diye çarşıya çıktım. Olacak ya, bizimki karşmda; yine tiril tiril giyinmiş. Her zaman olduğu gibi ayakkabılar boyalı, saçlar taranmış. Nasıl desem, kont gibi.
Ben konuşsam yanımdaki zor duyar, Kâmil bir "Mehmeeet!" dedi, neredeyse koca çarşı adımı öğrendi. Para işte, laf da öğretir, sesi de öyle borazan gibi çıkartır.
Yalnız şunu fark ettim; meğer öyle büyük adamların da bizlere gereksinmesi oluyormuş. Bizim Kâmil de ufak bir krediye gereksinim duymuş. Ufak dediği benim düşümde bile göremeyeceğim bir para ama, konu bu değil.
Tam bankadan kredi alacakken, bir kefil istemişler. O da bir tanıdık bulayım, deyip bankadan çıkarken beni görmüş. Rastlantı bu ya!
Tabi sorun da etmedim. Koskoca işadamı, başıma iş çıkaracak değildi ya. Zaten kendi de söylemişti:
- Kefile de gerek yok da, bankanın Ankara'daki merkezinden usûlen bir kefil imzası da alın, demişler. Kefilsiz de yaptırımım ama, yüz göz olmak istemiyorum. Senin için bir sorun yok. İmzanı at, unut. Usûlen yani.
…
Usûlen imza attığım için ben de sorun etmedim. Koskoca iş adamı, usûlen bir imza atıver, demiş, olmaz denir mi? Böyle bir şey bizim için de onurdur sonuçta. Koskoca iş adamına kuru bir imzayla da olsa destek vermek olsa olsa övünç kaynağımız olur.
…
Gerçekten de imzayı atıp unuttum. Bir süre sonra postacı bir zarf getirdi. Bankadanmış. Benimle ilgisi olmadığı için açmadım bile, götürüp Kâmil'e verdim. O da zaten "Usûlen böyle zarflar gelir. Kafanı karıştırmana gerek yok. Bana gönder" demişti. Ben de öyle yaptım. Hatta bir iki zarf daha geldi. Dediğim gibi, benimle hiçbir ilgisi yok ya, usûlen ya, çocuklarla Kâmil'in işyerine gönderiverdim.
Yalnız gelen son zarf beni biraz işgillendirdi. Duruşma çağrısı gibi uzunca bir şey. Üstünde de icar müdürlüğü yazması kuşkularımı iyice arttırdı. Bu kez kendim gittim. Neyse ki, bu işler böyle yapılırmış, işadamları ellerindeki anaparayı tüketmemek için geç öderlermiş, arkadan büyük kazanç gelir hepsini ödeyiverirlermiş. Başka türlü büyük paralar kazanılamazmış. Anlayacağın bu da usûlenmiş. Hiç mi hiç önemi yokmuş.
…
Hiç biri değil de, icracıları gezdiren o sarı taksiden inen üç dört kişinin kapıya dayanması var ya, usûlen bile olsa, insan irkiliyor. Tabii aslında korkmaya gerek yok; nitekim bunlar da usûlen eşyaları yazıp, bir de yine usûlen borcu ne zaman ödeyeceğimi sordular. Ödeme deyince, bende bir ürküntü daha. Bizim sülaleyi silkelesen, çıkmayacak denli para. Usûlen bile söylense insanın içi ürperiyor. Rahatlamak için Kâmil'i aradım. Neyse ki, para işinin eli kulağındaymış da, için rahatladı. Artık imza atmak usûlden de öte, yok hükmünde. Bastım imzayı, konukları uğurladım.
Çoluk çocuğun evde olmaması da iyi oldu. Zaten birkaç ay da ne icradan gelen giden oldu, ne de postacı uğradı. O sıralar usûlen yapılacak bir işlem yoktu herhalde.
…
Yalnız birkaç ay sonra işler hareketlendi. Bir sabah daha büyük bir kalabalık geldi. Bu kez sarı taksinin ardında bir de kamyon var. Yazdıkları eşyayı götüreceklermiş. Hemen Kâmil'i arasam da, o işin usûlen yapıldığında kararlı. Götürmek zorundalarmış, yoksa sorumlu olurlarmış, usûlen yani. Parasının gelmesi de an meselesiymiş zaten. Neyse beyaz eşyadır, koltuktur şudur budur gidince ev bomboş kaldı. Ama önemli de değil. Nasılsa usûlen, üç gün sonra geri gelecek, diye düşünürken, postacı bir zarf getirdi. Ne kadar usûlen de olsa, meraktan açıp okudum: Borcu söz verdiğim günde ödemediğimden usulen üç ay hapsim isteniyor.
Her olasılığa karşı Kâmil'i aradım. Öyle ya usûlen üç ay da damda yatılmaz ki. Ama o rahat:
- Be kardeşim seni cezaevlerinde yatacağını mı sanıyorsun? Usûlen işte.
Neyse korkulacak bir şey yokmuş.
…
Biz usûlen alıp götürülen eşyanın geri getirilmesini beklerken, icradan evin satış ilanı geldi. Meğer usûlen o da haczedilmiş. Usûlen bile olsa bu katlanılmaz artık. Hemen Kâmil'i aradım. O ısrarla bizi evsiz bırakmayacağını, satışın da usûlen yapılacağını, kaldı ki parasının akşamda sabahta geleceğini, sorun olmadığını söylüyor. Çok da yetenekli, her zaman olduğu gibi beni yine inandırdı.
Dediği gibi usulen ev de gitti.
Yalnız icradan evi alanların usûlden musûlden haberleri yok. İlk günden gelip kapıya dayandılar. Ben "Usûlden!" dedikçe, elleriyle de "Çık dışarııı!" işareti yapıp, hep bir ağızdan "Usuldaaan!" diyorlar.
…
Eşyadan sonra ev de gidip sokakta kalınca hanım da çocukları alıp babasının evine döndü. Ben de soluğu Kâmil'in işyerinde aldım. O aynı şeyleri söylüyor:
- Usulen dedik ya, canım kardeşim. Sen bu işlemlerin usûlen yapıldığını bizim kıza anlatamadıysan, ben ne yapayım.
Öyle ya ne yapsın adam. Parası geliverse usûlen her şeyi geri getirtecek ama o da gelmiyor.
…
Bu arada üç ay da hapis yattık. Üç ay dolunca usûlen salıverdiler. İşveren çıkış verdiğinden bir de işsiz kaldık mı? Uzun süre meteliksiz dolaştım. Sonunda bir tanıdık aracılığıyla iş buldum. Biraz cebim para görür gibi olmuştu ki, işyerime bir yazı geldi. Alacaklı banka aylığa haciz koydurmuş. Üstelik o kadar eşya, koskoca ev borcun faizine ancak yetmiş, borcun aslı kapı gibi önümde duruyor. Arkadaşlar "Bu borç ömür boyu ödesen bitmez" diyorlar. .
İşte bunun için geldim avukat bey. Bu borçtan kurtulmanın usûlen bir yolu yok mu?"
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam Tanrı Parçacığı ve CERN |
|
Bir kilogram taşkömürünü oluşturan atomların içindeki enerjiyi kocaman bir yolcu uçağını havalandırmak için kullanabilseydik, 40 bin km. uzunluğundaki ekvator üzerinde uçarak dünyayı dolaşabilirdik. Bir de 1945'te Amerikalıların Japonya'ya attıkları o iki atom bombasını düşünün: sadece Nagazaki ve Hiroşima kentlerini haritadan silmedi, yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın sakatlanmasına neden oldu.
Peki, nedir bu atom enerjisi denen şey?.. %99,999'u boşluk olan atomun neresinde saklı, neden bu kadar güçlü? Yoksa parçacıkları da oluşturan başka enerji biçimleri mi var? Şu yerin 100 metre altındaki, 27 km. uzunluğunda tüneli olan Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi = CERN laboratuvarında aranan ne? Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nı (LHC = Large Hadron Collider) neden onca büyük paralar harcayarak yaptılar? Nedir bu Tanrı Parçacığı, onu niçin arıyorlar, sadece var olması gerektiğini sandıkları bu "şey" neden bu kadar önemli?! Bu konuda medyada artık neden haber yok? Acaba kimseyle paylaşmak istemedikleri bir şey mi keşfettiler?.. Bu soruların yanıtlarını anlamak için mutlaka bilmemiz gereken bazı temel bilgiler var. Şöyle ki:
Atomaltı parçacıkları öncelikle ikiye ayırıyoruz; temel parçacıklar ve bileşik parçacıklar. Temel parçacıklar; içinde başka şeyler içermeyen parçacıklardır. Bileşik/kompozit parçacıklarsa -adı üstünde- farklı parçacıkların birleşmesiyle ortaya çıkmışlar. (Tüm parçacık tablolarını görmek için şu adrese bakabilirsiniz: http://en.wikipedia.org/wiki/Subatomic_particle )
Atomdan başlayalım... Etrafında yörüngeler çizerek dolaşan elektronlardan ve ortasında duran bir çekirdekten oluşurlar, demiştik önceki bloglarda. Elektronlar temel parçacık sayılırlar; fakat aslında bir dalga gibi de davrandıklarından ne parçacıktırlar ne de dalga; birer kuantum nesne veya lepton'durlar...
Atom çekirdeği ise bileşik bir parçacıktır; proton ve nötron içerir. "Peki, bunlar hangi parçacık veya dalgalardan oluşmuşlardır?" diye bir soru geliyorsa aklınıza, şimdi sıkı durun lütfen! (Bundan sonra okuyacağınız satırlar eşyanın, canlıların ve evrenin en "mahrem" bölgelerine inmek anlamına gelebilir :-) )
1-) Kuarklar (6 türdür). Protonlar adına "yukarı" ve "aşağı" denen 2 kuarkın bileşiminden meydana gelmişlerdir.
2-) Leptonlar (6 türdür). Elektron ve muonlar bu gruptandır.
3-) Bozonlar (12 türdür). Bunlara kuvvet taşıyıcısı da denir. Elektro-manyetizma fotonu; W ve Z bozonu; foton denilen Zayıf Kuvvet; ve 8 adet gluon denen Güçlü Kuvvet. (Daha fazla bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Quantum_chromodynamics)
Gelelim CERN'e... Burada asıl amaçlanan şey yukarıdaki bu parçacıkları ve kuantumsal alanları tekrar tekrar incelemek değil, yeni parçacıklar bulmaktır. Bunların başında, İngiliz Teorik Fizikçisi Peter Higgs'in var olduğunu düşündüğü bir hareketsiz alanı, yani adına Higg's Field denen alan içinde hareketsiz duran parçacığı bulmak geliyor. (Yani bir deli kuyuya bir taş atmış 40 akıllı çıkaramamış!:-)) Tahminlere göre bu bulunacak son parçacık olacak. Tüm parçacıklara, kuarklara, leptonlara ve bozonlara hayat veren şeyin bu olduğu sanılıyor. (Eh, biz de kolay gelsin diyoruz!:-))
CERN'de 27 km. uzunluğundaki tüpler içinde yapılan deney şöyle çalışıyor: Bu tüplerin üzerleri çok güçlü süper iletken mıknatıslarla ve hassas alıcılarla kaplı... Bir demet proton tüpün bir ucundan, diğer bir demet de diğer ucundan yollanıyor. Bunlar mıknatıslar aracılığı ile hızlandırılıyor ve ışık hızına yakın bir hıza ulaşmaları sağlanıyor. Sonra gözlem ve kayıt kabini denebilecek bir cihaz içinde karşılaştırılıp çarpıştırılıyorlar. Ortaya çıkan tüm ışınlar ve tüm yeni parçacıklar veya manyetik alanlar çok duyarlı elektronik aletler tarafından algılanarak, bilgisayarlara kaydediliyor.
Tabii bu deneylerin bir diğer amacı da yaklaşık 14 milyar yıl önceki Büyük Patlama'dan mikro saniyeler sonraki ortamı yeniden yaratmak ve çarpışmadan doğacak "enkazı" inceleyerek, evrende bugüne dek sır olarak kalan ne varsa, onlara ışık tutmak.
Elde edilen tüm çarpışma anları daha sonra uzmanlar tarafından teker teker inceleniyor ve aralarında olağanüstü yeni bir şey olup olmadığı bulunmaya çalışılıyor. İşte şu anda CERN'in sessiz olmasının nedeni de bu; çünkü oluşan milyarlarca veri teker teker inceleniyor. Ne yazık ki şimdiye kadar Bay Higg'in parçacığı bulunmuş değil! Ben bulacaklarına inanıyorum. (Veya zaten bulunmuştur da, bu bilgiyi yeni teknolojileri yaratacak kadar geliştirdikten sonra açıklayacaklar ki, onlara başkaları yetişmesin!) Üzgünüm; ama Türkiye bu projede katılımcı değil, sadece gözlemci durumda...
Günün sözü: "Uyanan bir fikir, kolay kolay uyuyamaz."
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kaçanı Sevmek Sevenden Kaçmak Ve Çoklu İlişkilerdeki İlişkisizlik
Seda ile karlı bi' kış akşamı tanışmıştım, yerlerin buz olduğunu fark etmemem üzerine ayağım kızın ayaklarına dolanmış, birbirimize geçmiştik. İlk görüşte aşk derler ya bizimki daha ötesiydi, birbirimizi görmeden kucaklamıştık. Üniversite hayatım düzensizlikle geçti fakültemde devam zorunluluğu olduğu için beni sıkardı çünkü bana sadece sosyal faaliyetler ve gelişmeyi tarif ederdi üniversite, bir ekmek kapısı değildi. Ben de gereğini yerine getiriyor kampüs kampüs geziyor ne var ne yok inceliyordum. Seda ise derslerini kaçırmayan sıkı bir öğrenciydi. Ayrı bölümlerin öğrencileriydik, ayrı dünyaların değil.
- Erol nerdesin aşkım?
- Dersteyim, gece oturdum bir sürü ödev hazırladım onları teslim edeyim.
- Tamam, kaçta çıkarsın?
- Bilmem ki, bu hocanın sağı solu hiç belli olmaz.
- Tamam ben 3'te çıkacağım, sen çıkmamış olursan, hergele(*1)'de seni bekliyorum.
- Tamam.
Click
- Ya oğlum doğru dağıtın şu kartları bir telefon çalıyor hemen başlıyorsunuz sahtekarlığa. Benim uzamam lazım beyler, Tuğba'ya gitmem lazım, trafik sıkışmasın.
- Olur kanka, bak keyfine.
Tuğba ile aynı bölümdeydik, alt sınıfın öğrencisiydi, ben 3 dönem derslerimi veremediğim için aynı sınıftaydık. Garip duygular içerisindeydim. Sorarsanız eğer; Seda'yı seviyordum, aşıktım ona ama Tuğba'da beni çeken bir şeyler vardı, fakültenin en güzel kızıydı diyebilirim fakat hayata küsmüştü behçet hastasıydı ve sürekli ölümden bahsederdi, ilk zamanlar onu bir arkadaş gibi dinler umut verirdim bu durum gitgide bir tutkuya dönüştü, onunla birlikteyken Seda'yı unutuyordum, ikisi de olmadan yapamıyordum.
- Bebeğim benim, nasılsın? Muah.
- İyiyim, bugün de girmedin derse.
- Ya benim girmem zorunlu değil, hem senden notları alırım, sınava gireyim yeter.
- Tamam, bugün nereye gidiyoruz?
- Hmm. . . Saat de 2 olmuş, bugün ben hastaneye gitmeliyim teyzemi yatırmışlar, çok kötüymüş durumu.
- İyi, birlikte gidelim işte.
- Ya hastane orası, moralin bozulur, canın sıkılır, sen ben gibi değilsin, kötü olmanı istemem. Ben seni bırakayım eve, ordan hastaneye geçiyim.
- Tamam pekala.
Böyle sürüyordu yaşamım. Tuğba'yı eve bıraktım, Seda'ya giderken telefonum çaldı.
- Erol dün kütüphaneye uğramadın merak ettim.
- Haa Aslı naber.
- İyiyim ne diyeceğim. Bizimkiler tatile gittiler, erkek kardeşim de ders başı yaptı Balıkesir'de. Bugün bize gel iki tek atalım. patates de kızarttım.
- Hmm. . Tamam geliyorum.
Kaçırılmayacak bir fırsattı. Seda'ya da uydurdum bir şeyler. Aslı büyük ablam yaşında, sarışın yeşil gözlü güzel bir kadındı, kütüphanede tanıştığım bir doktor asistanıydı, kitapları okur tartışırdık, arkadaştık, aramızda bulunan 5 yaş farkın bizi umduğum noktalara getirmeyeceğini düşünerek gittim. Gece yemeklerimizi yedik içkilerimizi içtik, 2 birada kendini kaybetmişti.
Sabah o sarışın tüm endamıyla kafası üzerimde uyuyordu ama bende garip bir tiksinti başlamıştı, banyoya girdim, çıktığımda uyanmıştı, derse geç kaldığımı söyleyip ayrıldım evden. Gün boyunca beni aradı, akşam yeniden çağırdı, tekrar gittim ama bu sefer özür dileyip ayrıldım evden, yaptıklarımızın yanlış olduğunu söyledim, garip bir şeydi; Seda ve Tuğba'yı arama, görme ihtiyacı duyuyordum. Aslı'yı beğeniyor karşı koyamıyordum, sonuna geldikten sonra bir kaçma ihtiyacı duyuyor ama çağırınca yine gidiyordum. İlerleyen vakitler telefonlarımı kapatıp( ki hep 2 tane vardır değiştirerek birini taşırım) , günlerce Aslı'da kaldım.
Durum gittikçe zorlaşıyordu benim için. Aslı'ya hayatımda birinin olduğunu söyledim, yine özür diledim. . Okula döndüğümde Tuğba'yı buldum teyzemin durumunun ağırlaştığını günlerce orda kalmam gerektiğini, şarjımın bittiğini falan anlattım. Fakat biz sarmaş dolaşken Seda geldi bizi gördü susmadı tabi bağırdı çağırdı, dahası suratıma tükürdü, sonraları aksilikler peşimi bırakmadı.
Aynı Günün Akşamı Evdeyken
Zırrr. . Çat. . Küt. . pat. .
- Anne ne oluyor?
- Oğlum deprem, sakin ol.
- Anne gidiciyiz galiba.
- Sus salak salak espriler yapma da, şu kolonun altına eğil.
Apartman yıkılmıştı, enkaz altında kaldık annem ve ben, annemden ses alamıyordum, babam ve 2 ablam dışarıdaydı, acaba ne alemdeydiler? Ertesi sabah uyandığımda 2 telefonumun da cebimde olduğunu fark ettim tam ablamları arayacakken telefonum çaldı
- Efendim
- İyi günler Erol Bey, ben Garanti Bankası'ndan Necla.
- Eee
- Ödenmemiş taksit tutarınızı 2 milyardır.
- Tamam kes lan, kes
- Siz benimle ne biçim konuşuyorsunuz, ödememeniz halinde haciz işlemi başlatacağız.
- Başlatın lan, başlatmazsanız adisiniz, şu an üzerinde oturduğum çekyatı özellikle alın, gerçi biraz yayları dışarı fırlamış ama olsun siz yaptırırsınız hadi başlatın.
Akuttu falandı filandı aradım sağ salim çıktım ordan, annemin de durumu iyiydi, Tuğba'yı aradım ulaşamadım, çok özlemiştim onu. Seda'yı tamamen unutmuşum, aradım Seda çıktı sadece özür diledim. Günlerce Tuğba'dan haber alamamıştım, kız üstelik hastaydı, fakülteye gittiğimde en yakın arkadaşı Derya suratıma tükürdü, Tuğba'nın ilaç yutup intihar ettiğini, ailesinin beni aradığını fakülte yönetimiyle falan da görüştüklerini söyledi. İçime feci bir acı oturmuş gözlerim dolmuştu. Ailesi ile de görüştüm, ruh gibi olmuştum, günler haftalar, ylar geçti odamdan çıkmadım, arada Aslı ile konuşup ona gittim sadece, f akat bu karanlık ruhu üzerimden hiç atamadım, Seda'da arıyordu diğer yandan. İnsanın bir acıyı yıllara sığdırması nasıl bişeydir bilir misiniz, kişiliğinin birkaç olaydan sonra tamamen değişmesini. Aslı ile görüşmem 3 seneye varmıştı bu zaman zarfında ve ilk defa oturup düşünmüştüm yalnız kaldığım odada, 3 sene boyunca bir kadının evine ve kendisine girip çıkmaktan ibaret bir şeydi bu, Tuğba'dan sonra kendimden nefret ettim. Uzun bir süre kimseye yanaşmadım. Sonraki ilişkilerimde sadece sevmeyi öğrendim emek vermeyi, empati yapmaya başlamıştım, başka hayatları düşünmeye, bu müthiş bir yalnızlık yaratmıştı, hayatım her türlü insanın ruh halini, duygularını irdelemekle geçmeye başlamıştı. Sonra Gülşah'la tanıştım sürekli nabzını tutup isteklerini keşfediyor yerine getiriyordum, senin gibi bir adam daha yok yeryüzünde sen meleksin dedi ve beni terk etti, üstelik evlenelim dediğim halde. İlk defa terkedilmiştim çok koydu. Bir intihar, bir enkazdan sonra başkası olamazdım, terk edilmelere gebeydim.
(1*) Hergele Meydanı: İstanbul universitesinde edebiyat ile fen fakultelerinin arasındaki kapali mekan
Erdal Ergüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SEN
gülümseyişini hatırlıyorum,
gülücüğün bir kutlama kadehi gibidir.
bakışların da güzeldir;
bakışların yeşil ekşi elma gibi kokar.
ıssız adaya düşmüş birinin
canlanan anılarıdır seni arzulamak.
seni hayal etmek,
ördek sürüsünün göç nedeni;
sıcak havadır.
seni sevmek,
ölüm gibi karşı konulmaz.
sana itiraf etmek sevgimi,
belki aptallık, belki değil.
senden kaçmak suç; cezası,
unutmak gülümseyişini.
bir kuzu cesedi gibi
hatırlamaktır bakışlarını.
sen dışındakiler,
çölde gölge bulup
sığınmaktır sen umuduyla.
murathan
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Ülkemizde cep telefon numaranızı değiştirmeden istediğiniz operatöre taşıyabiliyorsunuz. Evet gerçekten güzel bir uygulama ama, sizin görüşmek için aradığınız telefon numarası sizinkinden farklı bir operatörden hizmet alıyorsa, telefon görüşme ücretiniz tahmininizden yüksek gelebilir. Eğer arayacağınız telefon numarasının hangi operatörden hizmet aldığını öğrenmek istiyorsanız http://www.numaranitasi.gov.tr/PublicWebGUI/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Açıklamalar web sayfasında yazılı, kolay gelsin.
Youtube ve benzeri sitelerden bulmuş olduğunuz bir video'yu mp3 olarak kaydetmek isterseniz http://www.video2mp3.net/ web sayfasını deneyebilirsiniz. Ses kalitesini kaybetmeden müzik kaydı yapabileceğiniz bu web sayfasını defalarca denedim ve sık kullanılanlar listenizde bulunması gerektiğine inanıyorum.
http://www.doktorsitesi.com/ Doktorları hastalarla buluşturan sağlıklı bir site. Merak ettiğiniz rahatsızlıklar için bilgi araştırması yapabileceğiniz ve hatta sorular sorabileceğiniz başarılı bir çalışma olmuş. İster soru bankasını kontrol edin, ister arama yardımıyla konu başlıklarında araştırma yapın, bu da yetmezse kendi sorunuzu oluşturup, cevap verilmesini bekleyin. Şimdiden geçmiş olsun.
Kaçırdığınız dizileri izlemek için http://diziport.com/ Bu web sitesinin diğer bir özelliği de sadece ülkemizde gösterimde olan dizileri değil, dünyaca popüler hale gelmiş olan dizileri de izlemenize olanak veriyor. Hem de Türkçe altyazılı olarak takip edebiliyorsunuz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|