|
|
|
Editör'den : Her işte bir hayır var(mı)dır!.. |
Merhabalar,
Yaşadıklarımızın özeti şu; Yargı Recep'in ayağına dolandı. İşbilmezliğin, göz boyamacılığın, takiyyenin sonuçları kamunun gözünün önünde ortaya çıktıkça da daha çok tökezleyecek bu iktidar. Kaş yapayım derken göz çıkaran parti sözcülerinin, adalet bakanlarının cirit attığı bir memlekette adaletten bahsetmek kolay mı? Sadece on metre yarıçaplı bir dünyada yaşayan milyonlarca insanın varlığından emin olan siyasetçiler, ellerinde oyuncak olan bizlere inat, topu taca atmakta bir behis görmüyorlar. Altı yıldır soruna merhem olacak bir damla katkıda bulunmayanların, ellerindeki yüzbinlerce dosyayı, haklı olarak, bitiremeyen yüksek yargıya, "İsteseler 1 saatte karara bağlarlar." deme cesaretini bulmaları başka nasıl izah edilebilir. Eğer Yargıtay bir onama makamı ise, ne gerek var onca dosyayı göndermeye, atarsın bir eposta, sorarsın "Evet mi Hayır mı?" olur biter.
Bu duruma bilerek, isteyerek taammüden düşürüldüğümüze dair oldukça haklı kanıtlar var. Bunlardan en makul olanı da Yargıtay'ın aczini ifade edip, uygulanacak çözümlerle ele geçirmek. Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır diyerek yola çıkarsak, haklı bir iddia olarak görülebilir ama diğer yandan, teknik kapasite yoksunluğunu çözmenin yolu da, öncelikle insan takviyesinden geçiyor anlaşıldığı kadarıyla. Şu an için 3500 hakim ve savcı gereksiniminden bahsediliyor. Çözüm olarak ortaya atılan bölge mahkemeleri de devreye girerse bu rakam 5-6 bini bulacakmış. Bu durumda öküzün altında buzağı aramadan gerekenlerin yapılması sağlanmalı, köstek olunmamalı.
Tartışılan iki konu var, birincisi, tabi ki katillerin salıverilmesi. Diğeri ise tutukluluk süresinin uzunluğu. Genel olarak, herkes her ikisine de karşı. İyi de, birinden fedakarlık etmek ya da onu var eden sorunu çözmek gerekiyor. Eğer öncelik adalette ise, ki öyle olmalı, 10 yıllık bir tutukluluk asla kabul edilemez. Katiller aramıza ilk defa girmiyor. Rahşan affını hatırlayın, o afla suçu sabit görülüp hüküm giymiş olanlar da, bir daha geri dönmemecesine, salıverilmişti. Yani biz şerbetliyiz, birkaçyüz kişiden korkmamız gerekmez. Ama 10 koca yıl, dört duvar arasında yargılanmayı beklemekten hepimiz korkmalıyız. Bugünkü sistemde, bir boktan ihbarla evinizden alınıp, 10 yıl suçunu bile bilmeden hapiste çürümek mümkün. İşte asıl korkulması gereken bu.
Demem o ki, çözülmesi gereken sorun, adaletin yavaş tecelli etmesi. Hızlandırmanın yollarını ben bilmem ama bilenler söylüyor, bölge mahkemeleri, hızla yeni hakim ve savcıların atanması, adli kolluk kuvveti, vesaire. Bunları yapmakla yükümlü olan kim? İktidar. İktidarın başı kim? Recep Bey. Sorumlu kim? Recep Bey. Dokuzuncu yılına giren iktidarında parmak kıpırdatmayan kim? Recep Bey. Canı yanan kim? Biz. Canı yandığı halde bunları başımızda tutan kim? Biz. Yumurta kapıya gelmeden kılı kıpırdamayan, bana dokunmayan bin yaşasın teranesini ilke edinen kim? Biz. Öyleyse, al beni vur Recep'e, tut Recep'i koy Çankaya'ya, olsun bitsin.
Başta söylediğimizi tekrar ederek bitirelim yazımızı. Her işte bir hayır vardır. Velevki, bu sorunu öngörüp önlemlerini alsalar ve dışarı çıkması muhtemellerin dosyalarını karara bağlasalardı, gene ruhumuz duymayacak, gene sesimiz çıkmayacak, gene onca yıl içeride tıkılı kalmaya mahkum olacaktık. Silivri'yi aklınızdan çıkarmayın. Yanlarına gitmeyeceğinizin garantisi yok unutmayın. Adalet yoksa, biz nasıl olacağız? Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ZAMAN MEKAN, PATATES - SOĞAN 4 |
|
Otobüs şoförü, " Beyefendi, önemli değil. Geçin bir yere oturun," dedi. Adam başkalarının üç kuruşluk yardımını kabul edemeyecek kadar gurur ve kibir doluydu. Başını çevirip otobüsteki yolculara baktı. Aslında hiç kimsenin ona aldırdığı yoktu. Kart okuyucusunun yanından bir adım ilerleyip ilk sürücü koltuğunun yanında dikilmeyi sürdürdü. Şoför birkaç kez daha geçip bir yere oturmasını önerdiyse de aldırmadı.
Beyefendi yüz elli kuruş bozuk paranız var mı ?
Olacaktı," dedi ve adam elini pantolonunun cebine attı. Yüz elli kuruşu çıkarıp şoföre uzattı.
Otobüste para geçiyor muydu?" diye sordu.
Para geçmiyor ama otobüse binenlerden birine parayı verip sizin yerine kart çekmesini isteyeceğim," dedi.
İyi giyimli adam nihayet rahat bir nefes aldı. Arka dörtlü koltuktaki boş yerlerin birine oturdu.
Bütün yolculardan uzağa kaçıp gözden kaybolmak ister gibi bir hali vardı.
Saat tam onda Gülcan Hanım Zübeyde Hanım Hastanesi'nin kadın doğum servisi önündeki kanepede oturuyordu. Saat tam onda hemşire onun adını haykırdı. Gülcan Hanım hem şaşkın hem de sevinçliydi. Çünkü hiçbir zaman hastanede tam randevu saatinde sıra kendisine gelmemişti. Yarım saat hatta bir saatlik bir gecikme olacağı ihtimaline hazırdı. Olmadı. Doktor adını, soyadını, kimlik bilgilerini hatta telefon numarasını bilgisayarına kaydettikten sonra yüzünü Gülcan Hanım'a dönerek; "Buyurun, rahatsızlığınız neydi?" diye sordu. " Kadın "Hasta değilim, sadece test yaptırmak istiyorum. Kanamam on, on beş gün gecikti" dedi. Doktor hemşiresine baktı, "Hanfendinin tahlillerini yapalım," dedi ve bilgisayarına geri döndü. Hemşire kadına koridora çıkan kapıyı gösterip "Benimle gelin lütfen,"dedi. Birlikte koridorda birkaç kapı geçip laboratuara girdiler.
Tahliller yapıldıktan ve saatlerce koridorda bekledikten sonra doktor kadına altı haftalık hamile olduğunu söyledi. Ve Gülcan Hanım'ı çok bildik birkaç cümle ile kutladı. Gülcan Hanım doktora teşekkür ederken sevinçten deliye dönecekti. Ama bu sadece bir dakika sürebildi. Çünkü sekiz yıllık evli olmasına rağmen eşi çocuk istemiyordu. Eşinin bütün sülalesi, kendi ailesi, komşuları ve bütün dostları istiyordu ama eşi istemiyordu. Hapları bıraktığını da ondan gizlemişti. Eşinin neden çocuk istemediğini anlayamıyordu. O her zaman bir bebeğin sorumluluğunu yüklenemeyeceğini, ekonomik durumlarının uygun olmadığını, işi ile evi arasındaki dengeyi koruyamayacağını, ekmeğini kaybedeceğini söyleyip duruyordu. Bu konu ne zaman konuşulsa hep tatsızlıkla sona eriyor, uzun süren küskünlükler yaşıyorlardı. Belki hamile olduğunu öğrenirse Fehmi'de bu fikre alışabilirdi. Neredeyse bir aydır bütün umutları buna bağlıydı. Karnında gerçek hale gelen minnacık bir bebek kuru tartışmaları silip süpürebilirdi. Ama ya süpüremezse?
Saat tam on bir de Merinos Atatürk Kültür Merkezi Osmangazi Salonunda bir seminer başladı. Konuşmacı bütün ülkede tanınan, televizyonlarda program yapan ünlü bir akademisyendi. Konuşma daha çok kendimize güven, başarılı olmak ve başarıyı istemek, kurumun çalışanları ile diğer paydaşları arasında sağlıklı ve etkili iletişim üzerinde yoğunlaşıyordu. Seyirciler arada bir gülüşüyor ve konuşmacının sorularına el kaldırıyorlardı. "Konuşmasında sürekli olarak şöyle yapan birini gördünüz mü? Bu konudaki görüşlere katılıyor musunuz?" gibi cümlelerle dinleyicilerle paslaşıyordu. Aslında işinde yükselmek ve başarılı olmak çok kolaydı. İşinizi seveceksiniz. Sürekli kendinizi geliştirecek eğitim etkinliklerine katılacaksınız. Kendinize gerçekçi hedefler belirleyeceksiniz. Kararlı ve inatçı olacaktasınız ve asla yorulmayacaksınız. İyi ama bu kadar basitse neden insanlar kariyer basamaklarını birer birer tırmanamıyor. Örneğin ben yirmi beş yıldır bu büroda çalışıyorum. Bir kere aylıkla ödül aldım. Bir kere de teşekkür… Hadi benden ne köy olur ne kasaba.Ama ya tanıdığım başkaları… Şu anda salon kapısından kaçamak gözlerle içeri bakan Bekçi Zihni'ye ne demeli? Fukara yirmi senedir ya kapıda güvenlik olarak bekler, ya da akşama kadar mermer zeminlerde paspas çeker. Bekçilikten paspasa geçmek için hiçbir şey yapmadı. Sadece belediye başkanı değişti. Kapıya kendi partisinden biri alınınca ona da paspas kariyeri kaldı. Konuşmacıya sözüm yok. Adamın ağzından bal damlıyor. Helal olsun yani, okumuş adam besbelli. Ama ben nerde hata yapıyorum?
Saat tam on bir de Çuf çuf Bünyamin Kanal Boyu'ndaki evinden çıktı. Başında moru siyaha dönmüş bir beresi vardı. Ağzına tıka basa doldurduğu sakızı çiğneyerek Elektrikçi Osman'ın dükkânına gitti. Hava kapalı olmasına rağmen gözünde aynalı güneş gözlükleri vardı. Pantolonun arka cebindeki cüzdan parlak bir zincirle kemer köprüsüne bağlanmıştı. Yürürken sallanıp duruyordu. Postallarının bağcıklarını hiçbir zaman bağlamazdı. Bağlayamazdı… Kapıdan içeri girer girmez eliyle sigara işareti yaptı. Osman ona bir sigara uzattı ama vermedi. "Bak, baştan pazarlık yapalım. Sigarayı veririm ama sokakta içeceksin. Yasak kardeşim anlamıyor musun?" Bünyamin başını evet anlamında salladı. Ama sigarayı eline alır almaz çakmağını çakıp dükkânın içinde yaktı. Elektrikçi Osman tepesi attı. Yerinden kalkıp onun koluna girdi. Ağzındaki sigarayı saklamaya çalışan delikanlıyı dükkânın kapısından sokağa attı. Bünyamin bu işe fana bozuldu. Çuf çuf diye bağırdı. Bütün sokağı inleterek, Çuf çuf… Onlarca kez, hem de edepsiz el hareketi yaparak. "Çuf çuf işte sana Osman. Çuf çuf…"
(Devam Edecek)
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu SAKİNE AŞTİYANİ'DEN FAZİLET EKBER'E |
|
Aylardan beri medyada İranlı Sakine Muhammedi Aştiyani'nin haberlerini okuyoruz.
Bilmeyenler için hatırlatalım: Tebrizli Azeri 37 yaşındaki Sakine, önce zinayla suçlanıyor ve 99 kez kırbaçlanma cezası alıyor. Daha sonra da kendisini sürekli döven kocasının öldürülmesine yardım etmekle suçlanarak recm (taşlanarak öldürülme) cezasına çarptırılıyor.
Sakine hapishanede, taşlanacağı günü beklerken oğlu ve kızı onun için Freesakineh adlı bir site kurup dünyadan yardım istiyorlar. Dünya kamuoyu duruma sessiz kalmıyor. Sakine'nin özgürlüğü için 438 binden fazla kişi imza veriyor. Devlet adamları, sanatçılar, bilim adamları devreye giriyor. Özellikle ülkemizde de insanlarımız Aştiyani için önemli girişimlerde bulunuyor.
Batılı toplumların böyle bir cezalandırmaya karşı çıkmalarını anlamak kolaydır. Çünkü onların inançlarında bırakınız böyle hunharca öldürmeyi, idam cezası bile yoktur.
İdam cezası, bizde de yok. Yine de Aştiyani için ülkemizdeki tepkiler ve girişimler, diğer ülkelere göre daha anlamlıdır. Çünkü bu girişimler, şeriat kurallarına göre cezalandırılan biri için, Müslüman olan ya da kendisini öyle hisseden insanların tepkisidir. Bu bizim, diğer Müslüman toplumların birçoğundan farkımızın da bir göstergesidir.
Aştiyani için yapılan girişimler, insanlık adına saygı duyulası girişimlerdir. Bu girişimleri yapan, tepkileri gerçekleştirenler dünyaya yalnız kendi sorunları için bağırıp çağıran, ağlayıp sızlayan insanlardan değildirler. Onlar dini, dili, ırkı ne olursa olsun başkalarının sorunlarına merhem olmaya çalışmanın bir insanlık görevi olduğunun bilincindedirler.
Ancak Aştiyani'nin yaşadığı dramın daha beterini yaşayan binlerce insan var yeryüzünde. Onların birçoğu seslerini bile duyuramadan bu dünyayı terk ediyor. İnsanlık kuşkusuz, bundan utanmalıdır. Ancak insanlığın duyulsa bile sağır ve dilsiz kaldığı dramlar da var ki bunu anlamak, sindirebilmek olanaksız.
Fazilet Ekber 19 yaşındaki bir Uygur kızıdır. O artık idam mahkûmudur. Çünkü , Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nin merkezi Urumçi'de Temmuz 2009'da meydana gelen olaylara katılmıştır.
Urumçi'deki olaylarda resmi açıklamalara göre 197 kişi ölmüş, 1700 kişi yaralanmıştı. Resmi açıklamalara göre diyoruz; çünkü Çin yönetimi olaylarla ve yargılamalarla ilgili sansür uygulamaktadır.
O olayların ardından yazdığımız yazıda, Doğu Türkistan'ın Türk tarihindeki ve kültüründeki önemini anlatmıştık.İlginçtir, ne yönetenlerimiz ne de söze geldiğinde Türklük konusunda mangalda kül bırakmayan vatandaşlarımızdan doğru dürüst tepki geldi.
Bir daha yazalım Fazilet Ekber, henüz 19 yaşındadır ve olayların başladığı zamana dek bir mağazada tezgahtarlık yaparak geçimini sağlamaya çalışmaktaydı. Portekiz, Yunanistan ve İspanya'yı
Ekonomik krizden çıkarmak için kanatlatının altına alan dev Çin, Fazilet Ekberlere karşı neden bu denli acımasızdır?
Şimdi bir kez daha soruyoruz: Batı'nın vicdanı, barbarlığı yapan ülkenin Müslüman bir ülke olmamasından mı suskundur? Yoksa Çin'in ucuz işgücüyle ayakta tutmaya çalıştıkları ekonomilerinin daha da beter olmasından mı korkmaktadırlar?
Ya bizim insanlık adına tepkilerini bile Batı'nın kuyruğunda veren İnsan Hakları savunucularımız, aydınlarımız; İmralı'daki örgüt liderinin odasının duvarları için ortalığı ayağa kaldıran Kürtçüler, Filistin'e ağıt yakan dinibütün kardeşlerimiz neredeler? Ya 12 Eylül idamları için şiirler okuyup gözyaşı döken siyasilerimiz? 19 yaşındaki idam mahkûmunu kurtarmak için onların kılı neden kıpırdamıyor.
Fazilet Ekber de bir Türk kızı. O da Yüzyıllardır Çin'in boyunduruğundan kurtulmaya calışan atalarının yolundan giden biri.
Özgürlük ve bağımsızlık, tüm insanlığın ortak bir değeri olmadıkça bir anlam taşımıyor. Yaşama hakkı, bazıları için sadece kitaplarda kalan bir sözse evrensel bir duyarlılıktan söz etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Hepimiz Fazilet Ekber'in affı için sesimizi yükseltmeliyiz. Uluslararası kamuoyunu uyuyorsa biz uyandıralım. Fazilet Ekber adını belediyelerimiz sokaklara versin .
Çin'in ekonomik ve siyasi bir dev olsa bile insan hakları konusunda cüce bile olamadığını hep birlikte haykıralım.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Reklamlar - OnaBuna.Com |
|
Bilirsiniz, pek severim reklamları. Özellikle; ekonomik göstergelerin hiç de iyi olmadığı, yeni yılın ilk günlerinde umut dolu beklentilerin ne yazık sıfır virgül düzeyinde kalmasına rağmen, insanların tüketim hevesini körükleyebilen bir dizi reklam yine yayında idi.
Hazır yeni görünmüş iken kapıda, yani tam sırası.
Varsın vatandaşın cebinde olmasın parası.
Taksit taksit kıyamete doğru gidiyoruz nasılsa pupa yelken,
Hangi alamete bindiğimizi söyleyen olsa, henüz vakit var iken..!
Her yıl olduğu gibi bir sonraki yıla taşınıyor umutlar,
Umarım 2011'de dağılır üstümüzdeki kara bulutlar...
Detaya girmeden yılın olaylarını ana başlıkları ile dağıttım aylara,
İlgili reklamın sloganlarını da ekledim siz bayanlara, baylara...
OCAK
Kozmik odalarda hıncahınç başlayan didik didik aramalar,
TV ekranlarında Suikastçı Show ile yapıldı gereksiz taramalar...
BuKadarıdaAbartı.com
ŞUBAT
Tekel işçileri 4/C dramında buz gibi soğukta çadırda kaldılar,
Sonuçta tekme-tokat ve biber gazıyla nasiplerini aldılar...
SendeAl.com
MART
Yürütme-Yargı didişti, Yasama-Asker dalaştı derken,
Gerilim filmleri toplu gösterisi için henüz vakit çok erken...
İstediğinYereDal.com
NİSAN
Önceden toplanmış olmaması gereken imzalı boş kağıtlar,
Haybeye düzülecekti ekranlarda yok yere yakılan ağıtlar...
YokArtıkCanım.com
MAYIS
Kaset Skandalı Med_Cezir'i ile çekiliverdi birden deniz,
Kemale erebilecekler mi çok merak etti başta bendeniz...
SavBunlarıDa.com
HAZİRAN
Maviye boyandı Marmara lakin sonunda ölmedik mi,
Neticede; Çölemerik'de çömelmedik mi çömeldik mi ..?
HadeOrdanYahu.com
TEMMUZ
Olmayacak duaya amin misali 12 Eylül hesabına gözyaşları aksın,
Denizin feneri daha aydınlanmadan o gözyaşlarını acep kim taksın ..?
PesDoğrusu.com
AĞUSTOS
Sıcaklar
Ramazan KURU geldi gelmesine de baklava tepsisi YAŞ geldi...
KimTutarSeni.com
EYLÜL
Görüşmeler tüm katılımcılarla başladı ama kim kime, dum duma,
Topuna birden "He" deyince ancak gidilebildi böylesi efe-randuma...
EeHadiNeDuruyorsun.com
EKİM
İşin başına LÖK diye ÇÖKtü, türbanı astı rektörü kesti,
Geleneksel reception krizi yine bu yıl da Çankara'da esti...
SenDeSaldırsana.com
KASIM
Çarşafa dolanan tüzük, kalkana dayanan füze,
Selam olsun Bayram'a toslayan ithal öküze...
YürüBeKoçum.com
ARALIK
KPSS ( Kopya Paketli Sınav Skandalları ) gibi Kayseri sallandı,
Üç çocukluluk, dört eşlilik derken iki dillilik de pullanıp allandı...
ÜstelikHerİkisideBedava.com
Sizler için derledim yılın başına denk gelsin diye bu almanak,
Asıl ihtiyacımız belki de birbirimizi biraz daha fazla anlamak...
DahaNeDiyeyim.com
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan ONDÖRDÜNDE BİR ÇOCUK |
|
Baharın daha ilk günleri...
Toprak ve hava ısınınca, rengârenk kır çiçekleri kendi yaşam çemberini oluşturuyorlar. Hem tazecik gözü okşayan güzellikleriyle, hem de mis gibi doğal kokularıyla, insana yaşama ve güzelliğine dair ılık bir tebessüm gönderiyorlar...
Ama doğadan ve yaşamdan herkes aynı tadı almıyor olmalı…
Henüz rengini bile gösterememiş tomurcuklar, daha çiçek bile olamadan, hoyrat ve dikkatsiz ayakların altında eziliveriyorlar...
Aynen gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde okunduğu, daha genç bile olamadan yok olup giden çocuklar gibi. Hoyrat ayaklar bu kez, toplumsal baskı, eğitimsizlik, dedikodu ve cehalet olarak küçücük çocukları eziyorlar, yok ediyorlar. Birey olmanın sorumluluğunu göremeden, kurtuluşu başka yollarda arıyor bu küçücük ham bedenler.
Kiminde görsel basından öğrendiği; çarpık, saygısız ve sansürsüz ilişkiler, kiminde de geri dönülemez yol, yani ölümler…
Küçük D….' de, o acımasız ayakların ezdiği tomurcuklardandı. Küçük, tertemiz, yeni sürmüş tombul papatya gibiydi oysa. Kocaman ama boş kafalar daha önce de küçük D….'nin, ulu çınar olmuş dedesini de devirmişlerdi. Çırpınışları, yakarışları daha önce de yaşamışlar, ama hiç ders almamışlardı. Başkalarını kandırma derdinde olan ham kafalar, zamanla artık kendilerini bile inandırıyorlar yalanlarına.
Çay köprüyü böldüğünde, her çırpınışın altındaki önceki yanlışlar hafızalarda yankılanıyorsa, ne değişir ki, yaşanılası insanca günlere değişim adına…
Nafile artık diz dövmeler, yakarışlar, ağıtlar…
Boşuna gazetelere sızlanmalar, suç bastırma çabaları…
Hiç bir şey, kaybolan soy onurunu, saygınlığını, güvenini, en önemlisi küçük D….'yi geriye getirmez...
Ve o kocaman boş kafalar tüm bunlardan gene ders almayacaklar, gene çiçekler ezilip, ulu çınarlar devrilecek, geriye anlamsız ağıtlar ve çırpınışlar kalacak.
Ne yazık ki, yanan bu ateş sadece kendilerini değil, çevrelerini de yakıp kavuruyor, yerle bir ediyor...
Ödemişli edebiyatçı, Ömer Akşahan'ın "olabilseydim" adlı şiirinden bir alıntı ile bitirelim bu acı yazıyı...
bir çocuk olabilseydim,
kırlarda deli gibi yuvarlanan
tombul al yanaklı, yalınayak
beş taşımla yarınlar satın alırdım.
ah, bir de kendim olabilseydim,
geceye inat tüm mumları yakardım...
Özkan AKGÜN
Not 1: Bu yazı, dört yıl önce bir bahar günü sonsuzluğa uçan küçük D…. ve ebeveynlerine ithaf olunur. Ö. Akgün
Not 2: Değerli dostum aynı zamanda dava arkadaşım sayın Akgün'ün yazısını sizlerle paylaşmaktan onur duyuyorum. Ö. Akşahan
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ayıkla pirincin taşını
Liseden mezun olduktan sonra bir gün arkadaşım aradı. Çalışmak istiyorsam ofisine gelip görüşeyim diye. Kitap şirketinde patron sekreterliği yapıyordu. Nasıl bulduysa o işi hep merak ettim. Benim de bu teklif karşısında eteklerim tutuştu. Alışmışız öğrencilikte yan gelip yatmaya. Hay Allah ne yapçam şimdi? Bir yandan çalışmak istiyorum bir yandan evde miskinlenmek. Üniversiteye gitmek için de para lazım, evde para yok, nerden bulucam, yan gelip yatarak kazanamam tabii. "Mecburen mecburiyetten" şarkısını söyleyerek gittim verdiği adrese. Taksimin göbeğinde eski bir binanın önünde durdum. İçeri girdim, ağır bir koku. Yemek mi desem, rutubet mi anlamadım. Bina boşluğunda demir parmaklıklı asansör. Hangi tarihten kalma acaba? Kıvrımlı merdivenlerde ağzıma şakıdı şakıdı doladığım sakızı çıkarmak aklıma geldi. Zile bastıktan sonra kapıya çıkan kız beni içeri aldı. Arkadaşımın adını söyledim, hemen yanıma çağırdılar. Onunla üçbeş laf edemeden elime bir form verdiler. Adres falan ıvır zıvır doldurmaya başladım. Sonra beni patronun odasına aldılar, orda arkadaşımdan ayrıldım. Gözüme dağınık gelen odada, kadın büyük siyah bir koltuğa oturmuş sanırsın ki kraliçelerin anası. On-oniki yıl önceydi bu, kadın botoks mu yaptırmış ne, elmacık kemikleri çıkık çıkık. Biraz dilinin ucundan konuşuyordu. Kültürlü, aklı başında birine benziyordu, konuştukça ısındım kadına. "Hemen başla" dedi. "Hı, mı, şey, ık, mık" gözlerimi bir tavana diktim sonra da aşağıya. Eve gidip napçam sanki? "Tamam" dedim. Dedim de bir heyecan bastı beni, bir sıcak ter bir soğuk alnımın ortasında. İş hayatına bir yerden başlayacağız artık. Patron beni diğerleri ile tanıştırdı, çaycı ve yemekçi kadın da dahil. Sonra beni kapının yanındaki boş masaya oturttular. Çalan telefonları açıp diğerlerine bağlayacakmışım. Dahili hatların listesi önümde, abidik kubidik isimleri okuyup durdum bir müddet. Öğlen saati çabucak geliverdi. Yemek kokusu ofisi sarmıştı zaten, benim karnım da gırıl gırıl. Sarışın bir kız geldi yanıma. "Yemek içerde, benimle gel" dedi. Arkasından gittim, küçücük bir mutfaktan eline demir tabldotunu alan masasına oturup yemek yiyordu. Binanın eski olmasından odalar küçüktü ve masalar yan yana sıkıştırılmıştı. Bu garip ayrıntıya çok fazla takılmadım. Ben tabldotumu alıp gideyim masama, zıkkımlanayım ne varsa diye düşündüm. Allahtan yemek seçen biri değilim. Benim yerimde öyle biri olsaydı, onun vay haline. Tabldotumu alarak kapı yanındaki masama gidip oturdum. Biraz ondan biraz bundan derken telefonlar da susmayınca karnım doyuverdi. Yemeklerin yarısı tabldotta kaldı. Öğleden sonra ve özellikle akşama doğru kapı açılmaları sıklaştı. Giren çıkan belli değil, yolcu hanı mıdır, ayak yolumudur anlamadım. Bir de benimle konuşmaları, her gelenin soru sorması, ilk günden beni çileden çıkardı: "Aaaaa sen yeni misin? Adın ne?" Bunları cevaplamaktan bıktım. Bant kaydı gibi hep aynı şeyleri söylüyordum. Akşam saat altı olunca bir "oh" çektim. Evimi daha ilk günden özlemiştim.
Sonraki gün biraz daha rahattım. Bu şirket orta halli olmasından kasılınacak bir yer değildi. Öyle büyük firmaların kokoş personelleri gibi de giyinmeye gerek yoktu. Giysilerin düzgün olsun temiz olsun yeter. İçerdeki odalardan birinde çalışan bir kız, lastiklenmiş bir tutam kağıt koydu önüme. Bunlar taksitle satılan kitapların posta çekleriymiş. Hepsinin altışar rakamlı numaraları var. Bunları sıraya dizecekmişim. Bana çocuk oyuncağı geldi. "Bu da iş mi?" dedim içimden. Anam, sırala sırala bitmiyor. Arkası da geliyor, kız getirdikçe getiriyor posta çeklerini. "Ay sıkıntı bastı". Bir ara patroniçe geldi, hal hatırımı sorarak odasına girdi. Kocası olan patronumuz da binanın dördüncü katında ayrıca satıcılarla ilgileniyordu. Arkadaşım da orda onun sekreterliğini yapıyordu. Bir ara yanıma geldi canım arkadaşım da şu posta çeklerinden başımı kaldırabildim. İkinci gün daha fazla sohbet ettiğim kişi, çaycı kadındı. Bu kadının cinliğini kıvrak konuşmalarından anladım. İşlerini bitirdikten sonra yanıma gelip gözlerini patlatarak benimle sohbete başladı. Ay "git be kadın, posta çeklerini sıralamam gerek" diyecem, diyemiyorum. Nereli olduğumdan başladı, kendi hayat hikâyesiyle devam etti. Orda not alsaydım kesin bir roman çıkardı hayatından. Aaaaa, sıkar beni bu kadar muhabbet, boğuldum ama napayıp, sıktım dişimi. Sonuçta çaycılarla da iyi anlaşmak gerek. Çaylak olmasına çaylağım ama şu çaycı ve temizlikçi kadınların bazen ne denli tehlikeli olduklarını ablamın iş hikayelerinden iyi biliyordum. Ne çok uzak kalacaksın ne de çok yakın. Uzak durdun mu tabldotuna az yemek koyarlar, sana gıcık olurlarsa hele ne çay ne de kahve getirirler, getirseler bile temizliğinden korkulur, adamı şüpheci paranoyasına sokuverirler. Çok iyi oldun mu da ofisin en iyi kalpli meleği yapıverirler seni, yemeği bol kepçeden koyar, sık sık içeceğini sorar, sonra da elini veren kolunu bacağını kaptırır misali bütün yaptığı bu iyiliğin karşılığını bir gün isteyiverir. Kullanmadığın giysilerden tut da borç para alır, kendini acındırıp konuşarak bayram bahşişi bile koparıverir. Ama bir gün olur ki bir tersliğine gelir çaycıyla bozuşursan ofis bir anda cennet iken cehennem olur. Bir bakarsın, geçenlerde gelip dedikodusunu yaptığı personelle sıkı fıkı olmuş sana sırtını çeviriverir. Ofiste senin dedikodunu yapmaya başlar. Hayatının sırlarını o zamana kadar ona anlatmadıysan şanslısındır. Ama durum tam tersiyse o zaman haydi buyur ayıkla pirincin taşını.
Pınar Ardan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Temirağa Demir KURBAN… |
|
Bıçaklar çekildi...
Bilendi...
Dayandı gırtlağına...
İki zorba, yıktık yere...
Ellerini bağladık...
Ayaklarını bağladık...
Bir tek gözleri açık kaldı...
Sen tekmeledin...
Gözüne parmağını soktun...
Bulandı gözleri...
Oturdun ağladın...
Ama yeniden tekme attın...
Yumdu gözlerini...
Tüm ağırlığımız ile çöktük üstüne...
Sesi çıkacaktı ki kapadık ağzını ellerimizle...
Biz bir "Aşk"ı Kurban ettik, günah olduğu halde...
İhtiraslarımızla...
Dinde, kitapta yeri olmayan lüzumsuz tavırlarımızla...
Allah'ın kabul etmeyeceğini bildiğimiz ve Sol omzumuzdaki meleğin ne yazacağından emin olduğumuz halde...
Kurban ettik bu aşkı bir bayram arifesinde...
Kanını içimize akıttık...
Hadi Mübarek olsun öyleyse...
Bakalım nereye koyacaksın bunca cefayı...
Yüz derisini yüz binlerce kere bedenimin...
Bağışla kirpiklerine...
Ya da sar tenine ısıtsın...
Çabuk üşürsün bilirim...
Şad olmaz ruhu...
Ruhsuz, gecikmiş, palampoşt günler bekliyor şimdi...
Kurban ettik kocaman bir "Aşk" ı...
Sevaplardan uzak...
Günaha beledik saçlarımızı...
Yüz derisini yüz bin kere, yırtık pırtık olmuş şekillerini dik hadi ellerinle...
Ama yapamazsın, yine üşenirsin, yine inanmadığın cümleler savurursun...
Kan süreceksen alnına sok parmağını gırtlağıma...
Neyse inanıyorsan eğer inanmalıysan ya da yoksa başka bir devran...
Hadi Mübarek ola...!!!
Temirağa Demir temiragademir@temiragademir.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Ampul Vicdanları Aydınlatabilir mi?
Vicdan ahlâki açıdan, insanın doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt etmesini sağlayan içsel bir sestir. Kişiyi yanlış ve kötü bir eylem yaptığında uyarır, hatta kınar; yapılan hareket iyi ve doğru ise takdir eder.
Erdemli insanlar yaptıkları bir haksızlık sonucunda yıllarca vicdan azabı çekebileceklerini bilirler. Vicdan azabı, kişiyi rahatsız eder. O nedenle kişi yanlışını düzelterek vicdanen rahatlamaya çalışır. Bu bazen mümkün olur, ama bazen de yanlış düzeltilemediği için ömür boyu acı çektirir.
**
Ampul ise hepimizin bildiği gibi bir aydınlatma aracıdır. Karanlıkta görmek istediklerinizi size gösterir.
Son yıllarda bu aydınlatma aracı çok sık kullanılır oldu.
Bazıları ampullerini yakarak bütün Türkiye'yi aydınlattıklarını zannediyorlar.
Onların ampullerinin aydınlattığı Türkiye'ye bir bakalım:
-Lüks arabalar caddelerde dolaşıyor.
-Boğazdaki pahalı lokantalarda, eğlence yerlerinde boş masa bulamıyorsunuz.
-Şaşalı açılışlarda devlet büyükleri kurdelalar kesiyor.
-Havai fişekler yerli yersiz patlatılıyor.
-Tatil yerleri hınca hınç dolu.
-Milyon dolarla ifade edilen rezidance'lar daha temeli atılmışken müşteri buluyor ve satılıyor.
-Havuzlu villa artık ihtiyaç olarak kabul ediliyor.
-Yurtdışına uçakla gitmek için haftalar öncesinden yer ayırtmak gerekiyor.
-Lüks mal satan mağazalar ve AVM'ler giderek çoğalıyor.
-Televizyon kanallarında vur patlasın, çal oynasın programları en çok rayting alıyor.
Bir de ampulün aydınlatmadığı "öteki Türkiye'ye" bakalım:
-Emekli ve memurlar açlık sınırında yaşamaya çalıyor.
-Milyonlarca insan bir öğün bile yemek bulamıyor.
-İşsiz babalar çocukları fark etmesin diye sabahleyin işe gidermiş gibi evden çıkıyorlar, bütün gün iş arıyorlar; akşam eli boş dönüyorlar.
-Anneler birkaç torba kömür, bir koli gıda maddesi veya üç-beş lira yardım alabilmek için vakıfların, belediyelerin ya da yardım kuruluşlarının önünde sabahtan akşama kadar kuyrukta bekliyorlar. Yardım dağıtılıken ortaya çıkan izdiham nedeniyle bir çoğu eziliyor, ayakları kırılıyor; ama onlar bu tehlikeyi de göze alıyor; yeter ki bir şeyler verilsin…
-Kırk milyon kişinin bankalara borcu var.
-İcra takibine uğrayanların tam sayısını bilen yok.
-Esnaf, işsiz hatta iflas etmiş işyeri sahibi birçok insan son çare olarak intiharı görüyor.
-Güneydoğu'da ayaklanma provaları yapılıyor. Küçücük çocuklar geleceğin militanları olarak yetiştirilmek üzere polisle çatıştırılıyor. Polis kendilerine taş atan çocukları ve ailelerini anonslarla uyarıyor; bazen şeker ve top dağıtıyor. İlk başta şeker ve top dağıtma caydırıcı olurken, şimdilerde çocukları artık bu uygulama da kandıramıyor. Güneydoğu'da oldukça yumuşak davranan polis, nedense üniversite öğrencilerine aynı hoşgörüyü göstermiyor ve bu gençlere copla cevap verebiliyor.
-Bölücü söylemler meclis çatısı altında bile dillendiriliyor.
**
Saymakla bitmez. Ama daha fazla iç karartmadan burada keselim.
Zaten bunların hepsini herkes biliyor; ama "bilmiyormuş" gibi yapıyor. Üç maymunu oynamak moda oldu ya…
Bilim adamları, sosyal bilimciler, eski bürokratlar, sivil toplum örgütleri, eli kalem tutanlar, siyasi partiler, ağzı biraz laf yapanlar ve hepsinden önemlisi vicdanı olanlar; susmayın, toplumsal tabakalar arasındaki her geçen gün biraz daha açılan uçurumu görün ve ampulün aydınlatmadığı öteki Türkiye'nin ışığı da siz olun!
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Özcan Sungurçetin TESELLİ |
|
Bütün olumsuzlukların onu bulduğu pek söylenemezdi tabii ki; ama eğer güzel bir insan olarak doğmuş olsa idi, bu tecrit edilmişçesine herkesten uzak, münzevi yaşamı tercih etmeyeceği de muhakkaktı.
Gürbüz ve güzel akranları arasında, itile kakıla büyümüş olması, kaderin kendisine uygun gördüğü bu çirkinliği ile acımasızca kendisini dışlayan toplumdan, herhangi bir ilgi, bir yakınlık bekleyemeyeceğini çoktan öğretmişti ona. Ona uygun görülen bu rolü tevekkülle kabullenmiş, ufak tefek zavallı fizyonomisinin verdiği çekingenlikle, toplumdan kaçan, içine kapanık bir adam olup çıkmıştı.
Bilgisayar programcısı olarak gönderildiği bu merkez, bir dağın zirvesine yakın bir alanda kurulmuş bulunuyordu. Bu merkez, bir zamanlar dünya bilgisayar ağının, önemli merkezlerinden biri idi. Zamanla, bilgisayar programlanmasında, insan eliyle yapılabilecek pek bir şey kalmadığı için, birlikte çalıştığı herkes çekip gittiği halde, o, yıllar evvel yollandığı bu merkezde, hâlâ bir şeyler yapmaya uğraşan tek kişi olarak kalmıştı.
'Bil' adını verdiği, bu muazzam bilgisayar ağının da kendisinin de unutulduğuna inanmaya başlamıştı. Bu unutulmuşluğun verdiği bir intikam duygusuyla olacak, Bil'in de yardımı ile ürettikleri, kimsenin fark edemediği, muzip programlarla, Dünya ile dalgasını geçer, şaşkın kalabalıkların, çaresiz çırpınışlarını kıs kıs gülerek, adeta zevkle izlerdi. Bazen, dünya savunma programlarına girer, askeri programlardaki hayati bir ayrıntıya getirdiği küçük bir değişiklikle bütün harekâtın birbirine girmesini sağlardı. Sonra da Bil'in kocaman ekranında, omuzu kalabalık generallerin çaresizliklerini, zevkle seyrederdi.
Ama en gurur duyduğu programı, bilgisayarlar tarafından yönetilen banka hesaplarına yüklediği ve kimsenin hesabında belirgin bir eksilmeye neden olmadığı için de bu güne kadar kimse tarafından fark edilemeyen bir programdı. Bütün dünya banka hesaplarında, sayısal verilerde fark edilme imkânı olmayan, çok küçük küsuratları, kendi adına açılmış gizli bir hesaba nakleden bu program sayesinde, zamanla, pek de kullanamadığı, inanılmaz bir servetin sahibi olmuştu.
Bir zamanlar, nasıl olduysa, onu olduğu gibi kabul ettiğini sandığı, kendisi gibi toplum dışı, yalnız bir kadınla evlenmişti. Kızının doğumundan sonra da kadın, ani bir kararla çekip gitmişti. Bu gidişin sebebini bir türlü anlayamamıştı.
Karısı gidince, kızıyla baş başa kalıvermişti. Bu sevimli bebek, onun hayatının tek gerçek mutluluğu olmuştu. Bundan dolayı da karısının çekip giderek onları baş başa bırakmasından memnun olduğu bile söylenebilirdi. Bu sevimli küçük kızla uğraşmak, onun yavaş yavaş büyüyüp serpilmesini görmek, ona öylesine doyumsuz, unutulmaz bir mutluluk vermişti ki.
Onun çirkin görüntüsünden etkilenmeyen, onu olduğu gibi kabul edip seven tek kişi sadece kızı olmuştu. Ancak o da, ilk eğitimini tamamladıktan sonra, yanından ayrılıp uzak bir kentte, üniversiteye gitmek zorunda kalmıştı. Daha o zamanlar, aralarındaki yakınlığın yavaş yavaş eridiğini, kaybolmaya başladığını fark etmişti. Ama asıl ondan sonra, mesleki eğitimini tamamlayıp çalışma hayatına atıldığı zaman, artık eski yakınlıklarının tamamen ortadan kalktığı, neredeyse birbirlerine yabancılaştıkları belli olmuştu.
Öğrenimi boyunca yaşadığı büyük şehirlerin canlı hayatı, gençliğinin verdiği cinsel heyecanlarla birleşince, babasıyla yaşadıkları, ıssız dağ başındaki hayatın, hiç de çekici bir yanının olmadığını öğretmişti kıza. Adeta, farkına bile varılmadan, babasıyla olan iletişimi gittikçe seyrekleşmiş, tatillerini bile, doğanın da çağrısına uyarak, genç erkek arkadaşları ile geçirir olmuştu. Adam, bunun bir bitiş olduğunu kabullenememiş, çeşitli mazeretler ardında, anlamazdan gelmeğe çalışmıştı. Ama bir zaman sonra, artık zoraki olduğu intibaı veren arayışların da kesilmesi ile gerçeği kabullenmek zorunda kalmıştı.
Onun büyüyüp olgunlaştığını, kendi yaşamını kurmaya uğraşan genç bir kadın oluşunu izlemek, ona, özlemini bile bastıran bir gurur veriyordu. Önemli olan onun mutluluğu idi. Gerçi, zaman zaman, içinden gelen bencilce düşüncelerle, yanında olmasını, ondan hiç ayrılmamış olmayı istiyordu tabii. Ama artık, bunun mümkün olmadığını da biliyor ve içini kaplayan garip bir buruklukla, bu durumu kabullenip sineye çekmeye mecbur kalıyordu.
Çok seyrek de olsa, kızı, kendince önemli olan bazı olayları ona da bildiriyordu. Şimdilerde, beraber çalıştıkları bir gençle birlikte olduğunu da bu sayede öğrenebilmişti. Hatta bir ara yanına da gelmişler, birkaç saatliğine de olsa misafiri olmuşlardı. Onlar gidince de, 'keşke hiç gelmeselerdi' diye düşünmüştü. Nedense, kızının artık tamamen bir başka erkeğe ait olduğunu gözleri ile görmek, onun içinde derin bir yara açmış gibiydi. Ve galiba oğlanı da çok kıskanmıştı. Hâlâ da kıskanmaya devam ediyor, hatta kızına sahip olan bu adama karşı, önleyemediği bir nefret bile duyuyordu.
Yaşlılığın, doğal kayıplarına, yaşamlarının tek gayesi olarak kabul ettikleri, evlatlarının da katıldığını fark etmeğe başlayan bütün ana babalar gibi, son yaşam ümitlerinin de, hayal kırıklıklarının oluşturduğu koca bir denizin karanlık dalgaları arasında, kaybolup gittiğini görmenin verdiği çaresizlikle kıvranıp duruyordu.
Tek tesellisi, bulunduğu münzevi çalışma şartlarındaki yegâne arkadaşı olan Bil idi. Dünyayı saran muazzam bilgisayar ağının merkez yürütme organı olarak geliştirilmiş olan bu harika biyonik bilgisayar, onun bu münzevi hayatındaki tek arkadaşı idi. Onun, kendisinden başka kimsenin fark edemediği, kendine özgü, gerçek bir benliği, bir kişiliği olduğundan da emindi. Aralarında gizemli bir iletişim olduğuna inanır, bütün sırları paylaştığı eski bir dostu olarak kabul ederdi onu.
Şimdilerde ise, Bil ile aralarında varlığından emin olduğu, ruhi iletişimi, organik bir bütünlüğe dönüştürmesini ümit ettiği, yeni bir programa kaptırmıştı kendisini. Uzun süredir, kendi beyninin yayınladığı, çok küçük elektro manyetik dalgaların toplamasını sağlayan bir program geliştirmişti. Böylece kendi bilinç ve bilinçaltı devamlı olarak, taranıp duruyor ve belleğindeki bütün doğal ve sonradan kazanılan bilgi ve anılar, Bil'in belleğindeki, protein hücrelerinden oluşan zincirlere kaydediliyordu. Bunu, ruhunu bilgisayara aktarmak olarak kabul ediyordu o. Bunun neye yarayacağı, nasıl kullanılacağı hususunda pek sağlam bir kanısı olmamasına rağmen, en azından bilincinin, ona göre de ruhunun, bu harika bilgisayarda sonsuza dek yaşayabileceğini tahmin ediyordu.
Bu dağ başında, 'Bil' dediği bu bilgisayardan başka kimse ile iletişimi olmadan, yapayalnız tükettiği günlerden birinde, kızının beraber yaşadığı delikanlı, ansızın çıkageldi.
Adamın parça pürçük anlattıklarından anlayabildiği kadarıyla:
'Bir kıyı kentinde, kızı ile birlikte oturuyorlarmış. Mutluymuşlar. Kızı ona 'sevgi ve selâmlarını' göndermiş. Çoktan ölüp gitmiş olan dünya denizlerde, yeniden bir hayat oluşturabilmekle ilgili çok önemli bir proje üzerinde çalışıyorlarmış. Üzerinde çalıştıkları projenin önemi ve aksatılmaması zorunluluğu, çok sıkı bir çalışma içinde olan kızını beraber getirmesini imkânsızlaştırmışmış. Belki ilerde bir gün, işler kolaylanınca, kızının da gelip onu görmesi mümkün olabilirmiş.'
Adamcağız, uzun zaman sonra, bir haber alabilmiş olmanın sevinciyle, kızının gelememe ya da gelmemesi üzerinde fazla durmadı.
Genç adamın, üzerinde çalıştıkları proje ile ilgili bilgisayarlardaki gizli bilgileri öğrenmek istediği, bunu da ondan başka kimseden elde edilemeyeceğini bildiği için, buraya gelmek zorunda kaldığı anlaşılıyordu.
Yaşlı programcı, oğlanın isteğini hemen Bil'e iletti ve bu konu ile ilgili açık, gizli, mevcut bütün bilgileri toplayıp kendisine iletmesini istedi.
Ancak, ulaşılan bilgiler gerçekten şaşırtıcı idi. Ortada, bu konu ile ilgili çalışır bir proje filân kalmamıştı. Dünya denizlerinin, temizlenip yaşam oluşabilecek bir hayatiyete kavuşması ile ilgili bütün çalışmalar, başarı ümidinin olmadığı kesinleştiğinden beri askıya alınmıştı. Kızı ve ekibinin, çalışmalarına devam etmelerine izin verilmesindeki tek sebep, bu konudaki heyecanlarının, toplumda meydana getirdiği olumlu havanın kaybolmamasını sağlamaktan ibaretmiş. Esasen, insan gücüne pek ihtiyaç kalmayan bu devirde, istihdam olanağı sağlayan, buna benzer nafile projelerin devamının, toplum hayatına oldukça faydası olmaktaymış. Böylece, iyi yetiştirilmiş elemanların boş kalmalarının oluşturacağı olumsuzlukları da önlemeye yönelik siyasi bir yaklaşımmış bu.
Meğerse onların üzerinde çalıştığı proje de böyle nafile çalışmalardan biri imiş. Aslında projede çalışanlar da böyle bir ihtimal olasılığından şüphelenmeye başlamış olmalıydılar ki, gerçeği öğrenebilmesi için, bu herifi buralara kadar yollamak gereği duymuşlardı. İyi ama kızı neden gelmemişti ki? Bari gelirken kızını da beraber getirseydi ya...
Genç adam, Bil'in ulaştırdığı bilgileri öğrenince, büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına uğramıştı. Yemek boyunca suratını asıp durmuş, içkiyi de biraz fazla kaçırmaya başlamıştı. Doğrusu ya, oğlanın çalışmalarının bir boka yaramadığını öğrenmesini sağlamakla, Bil'in, bu oğlandan, bir nevi intikam almasına yardım ettiğini düşündükçe ağzı kulaklarına varıyordu. Oğlanın umutsuz hali, onu garip bir şekilde memnun ediyor gibi idi.
İğneleyici bir ses tonuyla sitem etmekten de kendini alamadı:
- Bak, kızımı da beraber getirmemen için bir sebep de yokmuş ortada. Siz zaten, önemli bir şeyler yaptığınızı sanarak, boşu boşuna uğraşıp duruyormuşsunuz oralarda.
Oğlanın onu pek de umursamadığı belli idi. Orada öylece asık suratla otururken, yaşlı babanın kızıyla ilgili sorularına, cevap bile vermeye gerek görmeden, adamı duymazdan gelmeye devam ediyordu.
Adam, kızı ile ilgili bir şeyler daha öğrenebilmek için yanıp tutuşuyordu. Çaresizce, ama içinde gittikçe kabaran bir öfke ile onu sinir eden bu pervasızlığına içerlemekten başka bir şey yapamıyordu. Bu yakışıklı adama, elinde olmayan bir gıpta ile bakıp duruyordu. Gerçekten boylu poslu yakışıklı bir adamdı şu oğlan. Acaba kendisi de onun kadar yakışıklı olsa idi, yaşamı bu şekilde mi olurdu? Hayatını bir kadınla paylaşma zevkini, kısa bir müddet için de olsa, o da yaşamıştı; ama o zaman bile kendisinin sevildiğinden de pek emin olamamıştı. Kadın çıkıp gidince, bunu bir daha denemeye teşebbüs bile etmemişti. Bazı mutlulukları tattıktan sonra kaybetmek, o mutluluğu hiç yaşamamış olmaktan daha hüzün verici ve yıkıcı olabiliyordu.
Genç adam, sanki o orada değilmişçesine, onu umursamadan, sorularını bile cevaplamaya gerek görmeden, kendi kendine bir hayli içmişti. Sonra da olduğu yerde sızıp kalmıştı.
Adamcağız bu duruma öylesine içerlemişti ki, oğlanın oracıkta ölüvermesini bile dileyecek bir hale gelmişti. Bütün benliğini kaplayan çaresizlik, yerini büyük bir hiddete bırakmıştı.
Nasıl ve nedenini kendisi de pek bilmeden, ani bir kararla, derin bir uykuya dalmış olan oğlanı sırtladığı gibi Bil'in yanına götürdü. Uzun zamandan beri, kendi belleğini Bil'e aktarmak için kullandığı yere oğlanı yatırdı. Kendi bilincini Bil'e aktarmak için kullandığı programda yapılacak ufak değişikliklerle, adamın beynini yıkayıp belleğini sildikten sonra, kendi belleğini ona aktara bileceğini ümit ediyordu. Bil'in hafızasına yerleştirdiği, kendi bilincini oluşturan kayıtları, daha doğrusu kendi belleğini, oğlana aktarmak ve onun yerine geçmek için programda yapılması gereken değişiklikleri süratle tamamlayabilmek için büyük bir süratle çalışmaya başladı. Delice bir çırpınışla Bile yüklediği çalışmaları, ancak sabaha karşı tamamlanabilmişti. O zaman, arzu ettiği neticeye ulaşabilmiş olma ümidiyle:
- Haydi bakalım Bil! Dedi. Şu adamdan kurtulma zamanımız geldi. Sil şunun belleğini de yerine benim belleğimi yükle. Bakalım ne olacak?
Bil çalışmaya başlayınca o, bir kenara çekilip olanları izlemeğe başladı. Bil'in, evvela oğlanın hafızasını tamamen silip boşaltmasını, boşalan yere kendi bilinç ve hafızasını yerleştirişini, garip bir ümit ve bekleyiş içinde, seyretmeğe başladı. Acaba gerçekten, bu çirkin görüntülü yaşlı vücudundan kurtulup şu genç adamın vücuduna transfer olabilecek mi idi?
İşlem oldukça uzun sürmüştü. Genç adam, yavaş yavaş kendine gelmeğe başladığı zaman, o hâlâ, Bil'in elde edebildiği sonuç
tan pek de emin olamadan, olacakları bekliyordu.
Genç adam, uyandıktan sonra uzun zaman yerinden kıpırdamadan öylece kaldı. Uzun uzun kendisini dinlediği anlaşılıyordu. Bütün benliğinde hissettiği değişikliğin yarattığı farklılıkları, kendi kendini yoklayarak anlamaya çalışıyordu. Yavaşça doğrulup etrafı inceledi. Fal taşı gibi açılan iri siyah gözleri Bil'in üzerine takılıp kaldı. "Bil!" diye mırıldandı:
- Başardık galiba…
Ani bir sıçrayışla yerinden fırlayıp banyoya seğirtti. Orada, uzun müddet aynanın karşısında dondu kaldı. Aynada gördüğü şu yakışıklı gencin kendisi olduğuna inanamıyordu bir türlü.
Sonra sevinçli bir telaş içinde geri geldi:
- Biiil! Diye bir çığlık attı. Becerdik bunu. Oğlanın vücudundayım artık. Biliyor musun, hiç ağrım sızım da kalmadı. Bir mucize bu. Gözlüğüm yok ama mükemmel görebiliyorum. Gençleştim artık. Hem de yakışıklı bir genç adam olarak yeniden doğdum sanki...
Öylesine sevinmiş, öylesine kendinden geçmişti ki, ortalık yerde zıplayıp dans etmeğe başlamıştı. Bir köşeye sinmiş, garip bir hüzün içinde kendisini seyreden ihtiyar adamı neden sonra fark edebildi. Şaşkın bakışlarla, kendisi olduğundan emin olduğu, bu yaşlı adama bakakaldı.
Çekinerek, hatta biraz da ürkerek yanına yaklaştı, ona dokundu. Evet, bu o idi, ta kendisi idi. Ama nasıl oluyor da iki vücutta birden yaşayabiliyordu ki? Durumu anlar gibi olunca:
- İyi ama, diye mırıldandı. Ben sensem, sen kimsin?
- Hiç, diye cevap verdi yaşlısı. Aslında, sen ben oldun ama ben, ben olarak kaldım gene.
Genci biraz duraksadı:
- Evet, ama bu doğal değil mi? Benim sen olmam, senin ortadan silinip gitmeni gerektirmiyor ki. Bana aşılanan bilincin sadece.
- Ben, bir an için, ruhumun da sana geçeceğini ümit etmiştim.
- Evet, geçmiş işte. Bütün mazim, anılarım ve sırlarımla senim artık ben de. İstediğimiz de bu değil mi idi?
- Pek değil. Olamayacağını tahmin ediyordum ama belki de ben, ben olarak, senin sahip olduğun o vücutta yaşamıma devam edebileceğimi ümit etmiştim galiba.
- İyi ya işte! Ben, aslında senim ve bu vücut içinde seni yaşıyorum gerçekten. Bunda, olumsuz bulduğun taraf ne? Ben, senim artık işte ya!
- Senin için bu doğru olabilir; ama benim için değişen bir şey yok ki. Sen, şimdi o vücut içindeki kişinin ben olduğumu iddia ediyorsun. Bu gerçekten doğru olabilir. Ama bu benim, ben olarak kalmamdaki gerçeği de değiştirmiyor. Ben, eskiden kimsem gene aynı kişiyim. O yaşlı, ölümü bekleyen, yalnız adamım gene ben. Benim için değişen bir şey yok ki...
- Neden ki? Zaten senin ruhunu taşıyorum artık, bu vücutta. Daha çok, kızımı düşünerek yaptım bu değişikliği. İyi ki de yapmışım. Artık o yorucu çalışmaların da gereksiz olduğunu öğrenmiş olduğumuza göre, sahip olduğum büyük servetin de yardımı ile ona şahane bir yaşam sağlayabilirim artık. Bütün isteklerim ve arzularımın gerçekleşmesi mümkün artık. En çok onu düşünüp onun için endişelenmiyor muydum? Artık endişelenecek bir durum kalmadı ortada. Ona mutlu etme ve şahane bir hayat yaşatma şansı yakaladım nihayet. Hem bundan sonra, artık ben de onun yanında olacağım.
- Evet, bundan eminim. Tek tesellim de bu olacak galiba. Ama benim için pek de olumlu bir teselli sayılmaz bu, değil mi?
- Başka ne bekliyordun ki? Senin de yaşamaya devam etmenden daha doğal ne olabilir. Hem bak, artık senin ruhun, bende de yaşamaya devam ediyor. Sen öldükten sonra da, en azından benim de ölümüme kadar devam edecek bu.
- Haklısın, ben öldüğüm zaman, kişiliğim sende yaşamaya devam edecek kuşkusuz. Evet, kişiliğim, benliğim sana transfer oldu, ama ben şimdiye kadar neysem gene oyum. Benim için değişen bir şey yok ki. Hatta ben öldükten sonra da, vücudumu meydana getiren elementler başka canlılarda yaşamlarını sürdürmeğe devam edecekler elbet. Ama bunun benimle, şu anda karşında duran şu zavallı ihtiyarla ne ilişkisi olabilir ki? Benim, haberim bile olmayacak bu olacaklardan. Öyleyse bu, beni neden ilgilendirsin ki? Gerçek kişiliği oluşturanın, ruh ve beden birlikteliği olduğu, ne kadar iyi anlaşılıyor, değil mi? Bir şekilde ayrılmaları sağladığı andan itibaren, kişilik de yok olup gidiyor, gördüğün gibi. Bilincin ne olursa olsun, bedenin kime ait olursa olsun, şu andaki birliktelikleri ile yepyeni bir kişilik oluşturdular sende. Artık sen ne bensin, ne de vücuduna girdiğin adamsın. Yepyeni bir kişilik, bambaşka bir adamsın sen artık. Böylece seninle, benim gerçek kimliğim arasında hiçbir ilişki kalmadı. Senin yaşamında meydana gelecek olayların da benimle hiçbir ilgisi olmayacak. Belki biraz zorlama sibernetik bir örnek olacak ama düşünelim bakalım: Ana kucağında nazlanan bebekliğimizin, sokaklarda koşuşturan çocukluğumuzun, şu anda olanlardan etkilenmesi mümkün mü? Bu, aynı vücut içindeki gelişme sürecinde bile böyle olduğuna göre, bambaşka bir zaman ve mekân boyutunda, yepyeni oluşumlar içindeki ruhlarımızın başına geleceklerden, halen içinde bulunduğumuz bu vücutların ve benliğimizin haberinin bile olmayacağı ortada değil mi? Bazılarının inandığı gibi, ruh Nirvana'ya ulaşıncaya kadar, başka başka yaşam biçimleri içinde dolaşıp dursun istediği kadar. Eğer varsa, ahrette de orada oluşacak benliğime, şimdi senin benliğine olduğu gibi, neler olacağı umurumda bile değil, artık benim. Bundan bana ne ki?.. Bunlar olup biterken, bu yaşlı bedenle birlikte ben de yok olup gitmiş olacağım nasıl olsa... Şu anda, beni alâkadar eden yegâne şey, burada, içinde bulunduğum yaşamın gerçeklerinden ibaret. Geleceğe ilişkin olumlu tek bir ümidim bile kalmadı artık benim. Beni teselli edebilecek olumlu, yeni bir gelişmenin de olamayacağını kabul etmeliyim. -Kafam karıştı şimdi, dedi, genci. Eğer ben, bu yeni kimliğimle uyanmadan evvel sen, ölüp gitse idin yahut da herhangi bir şekilde ortadan kaybolsa idin, bu vücuda transfer olanın, gerçek ben olduğumdan ve ölümsüzlüğü yakaladığımdan öylesine de emin olacaktım ki...
Varlığından emin olmak, gerçekten yaşadığını hissetmek istercesine yerinden fırladı. Telaşla kalkarken dizi masanın köşesine çarptı. Acısını ta içinde hissetti.
Onun acı ile kıvranışını seyreden yaşlısı:
- Gördün mü bak! Benim ruhumu taşıdığını sanıyorsun ama deminki sevincin gibi, acın da beni hiç etkilemedi. İnanıldığı gibi, ahrette de, tıpkı şimdi senin olduğun gibi, benim ruhumu taşıyacak bir başka ben oluşacak olursa, onun acı ve zevklerinin de beni etkilemeyeceği, hatta haberimin bile olmayacağı çok açık değil mi?
Genci gülümsedi:
- Sahi yahu, dedi. Şimdi sen hatırlattın. Eğer gerçekten varsa, Ahrette benim halim ne olacak. Vücuduna el koyduğum bu adamın geçmişteki günahlarından mı sorumlu olacağım, yoksa bilincini aldığım senin günahlarından mı? İyi de sizin cezalarınızı ben çekecek olursam, siz hiçbir şeyden sorumlu olmayacak mısınız?
- Hadi canım sen de. Herkes kendi günahından sorumludur tabii ki. Ama hâlâ anlayamıyor musun? Eğer öyle bir şey gerçekleşecek olsa bile, oradaki kişi de sen olmayacaksın artık ki.
- Ama eğer böyle olsaydı bile ben gene de kârlı çıkacaktım. Bu durum karşısında, ne de olsa herkesten yıllarca sonra günah işlemeğe başlayacağıma göre. Hatta senin ruhunu, bir başkasının da bedenini taşımakta olduğumu düşünecek olursak; bu durumda, benim kendime ait bir ruhum olmadığı gibi, ceza uygulanacak, kendime ait bir bedenim de olmayacak desene. İyi de benim bundan sonraki günahlarımı kim ödeyecek ki?
- Olmaz öyle şey. Herkes kendi günahının da sevabının da sahibidir. Birisine ait günahı başka birisine ödetmek cezalandırmaktan öte olsa olsa intikam olur. Ancak eğer varsa, ahretteki ben veya sen de şimdiki kimliğimizden bambaşka birileri olacağız. Farkında mısın bilmem; ben olduğumu iddia ediyorsun ama konuşmalarındaki alaycı havadan, sesindeki mutluluktan anladığım kadarıyla, benim karakterimden oldukça değişik bir karaktere sahip olmuş gibisin.
- Değil mi? Karakteri oluşturan etken, sadece yaradılıştan kaynaklanmıyormuş demek ki. Fizyonomik yapının da bunda önemli bir rolü olduğu ortada. Bak, bundan sonra senin sürdüğün hayatı devam ettirmeyeceğim kesin. Vücudunu çaldığım gencin hayatını da devam ettirmem imkânsız; en azından kafa yapım ve mali olanaklarım farklı. Yepyeni, değişik bir hayatımın olacağı muhakkak. İnanılmaz bir şey ama şimdi ben, kavuştuğum bu yepyeni kimlik içinde, ikinizden de avantajlı bir konumdayım. Bu durumda ikinizden farklı bir yaşam sürecimin olacağı da kesin. Kızımın bile yaşamının değişmesine sebep olacak bu. Hayat ne garip değil mi? Yaşam şekli, o kadar farklı etkenlerle değişebiliyor ki; galiba kader dedikleri olguyu oluşturan da bu farklı etkenler. O zaman felsefi anlamda bir kaderden bahsetmek de imkânsız olmalı.
- Sahi kızımın durumu ne olacak şimdi?
- Nasıl yani?
- O, artık senin de kızın sayılır?
- Eee???
- Yani, artık onunla, eskisi gibi, bir kadın erkek ilişkisine giremezsin ki.
- Neden ki? Kafam ve bilincim seninki olabilir, ama bu vücudun seninle bir ilgisi yok ki?
- Ama kafanın içinde, bilincinde ve anılarında, onun kendi kızın olduğundan emin değil misin?
- Haydi, canım sen de. Bilincim seninki ile aynı olsa da, bu vücudun seninle bir ilgisi yok ki. Senin vücudun değil bu. Vücudumda bir değişiklik olmadığına göre, en azından vücut olarak bir yabancısıyım onun. Ve bu durumun devamında da bir engel görmüyorum ben. Doğrusunu istersen onu yeniden başka bir erkeğe kaptırmaya da hiç niyetim yok artık benim. Hem ona, babasının bilincini devraldığımı da söylemem gerekmiyor herhalde...
- Ama sendeki değişikliği fark edecektir o.
- Onu kolayca halledebilirim ben. Üzerinde çalıştığımız projenin bir aldatmaca olduğunu öğrenince, kızının mutluluğuna katkıda bulunmak için, senin ikimize büyük bir servet bağışladığını ve kendimize yeni bir hayat kurmamızı öğütlediğini anlatacağım ona. Bunun için de kızın her zaman minnettar kalacak sana. İnan ki seni hiç unutmayacağız artık. Hatta bütün önemli günlerde bir e-kart atıp seni gelişmelerden haberdar etmeyi de ihmal etmeyeceğimizden emin olabilirsin. Kızının, gerçekten çok mutlu bir yaşama kavuştuğundan da emin olabilirsin artık. Bunun seni ne kadar memnun edeceğini biliyorum. Bu bile yetmeli sana.
Genç adam, oradan ayrılırken:
- Haydi, bana müsaade, dedi. Kızım beni bekliyordur şimdi. Biliyorsun ne kadar özlediğimi onu. Gidince ararım seni. Bizi merak etme artık sen.
Genci, büyük bir özlem ve helecanla, sevgili kızının yanına koşarken; yaşlısı, melül mahzun ardından bakakaldı.
Ruhun ölümsüz devamlılığı gerçek olsa bile, bu ruhu, kısa bir süre için, emaneten taşımış olan zavallı ölümlü insanlar için, yaşamın bittiği andan itibaren, her şeyin sona ereceğini, ahrette bile olsa bir ölümsüzlük tesellisi bulma olanağının da kalmadığını, kabullenmek zorundaydı.
Ama gerçek bu ise, bütün dinlerin, ölümden sonraki ahret inancındaki ölümsüzlük muştusu, boş bir aldatmacadan ibaret olmuyor mu idi?
Özcan Sungurçetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ZİHİNSEL SANCI
hissetmek zor,
hatırlamak da.
çünkü hislerim sürüklemişti beni
ağaç yapraklarının buğulandırdığı ormanlara.
ve hislerim
duvak arkasında saklanmış
bakıyordu sana bir gelin gibi.
hislerim, benim hislerim;
bir erkeğin hisleri,
kırık bir ayna ya da
suyun yansıması;
bir anı!
yani tarihin;
tarihimin, varlığımın ta kendisi
hatırlanmıyor,
hissedilmiyor neredeyse.
neredeyse var olmamış gibi
etrafımdaki bütün bu canlı&cansız kalabalık.
sadece,
hatırlamak istiyorum,
hissetmek istiyorum.
umarsız gözlerim kapanıyor,
ve yalnızca seni hayal ediyor
et ve kemik olmayan ben.
murathan
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Geniş bir tencereye üç parmak yüksekliğinde su doldurup kaynatın. 6 yumurtayı birer birer kepçenin içine kırın. Dağılmamalarına dikkat ederek kaynayan suya aktarın. 2-3 dakika sonra pişen yumurtaları kevgirle sudan alıp servis tabağına yerleştirin. Üzerine sanmsaklı yoğurt ve tereyağında kızdırılmış kırmızıbiber gezdirip servis yapın. Bu Çılbır tarifi ve birçok yemek tarifi için http://www.nepisirsem.com/ afiyet olsun.
http://tr.giveawayoftheday.com/ Giveaway of the day projesi takipçilerine her gün bir bedava yazılım veriyor. Hem de herhangi bir kısıtlama olmadan! Düzenli olarak takip edildiğinde mutlaka işinize yarayacak bir program bulabilirsiniz. Download için gerekli bağlantı sitede önceden kararlaştırılmış olan indirme süresi boyunca aktif kalıyor. Bu sitede hem programın açıklamaları, hem de hakkındaki yorum ve incelemeler de yer alıyor. Yani beğenip beğenmediğiniz konusunda yorum yapabiliyorsunuz.
Matematik sever misiniz? Ben ne severim, ne de sevmem. İhtiyacımı giderecek kadar bilgi sahibi olmak yeterli diye bakmışımdır. Ama bu konuyu gayet iyi bilen ve bilgilerini paylaşanlar bir web sayfası kurmuşlar http://www.cebirsel.com/ . Geçenlerde oğluma ders çalıştırmak için bilgilerimi tazeleme amaçlı rastladığım bu web sayfasının çok faydasını gördüm. Site sahiplerine bu vesileyle teşekkür ediyorum. İhtiyacınız olduğunda danışmanız gereken bir bilgi kaynağı olarak sık kullanılanlar listesine ekleyebilirsiniz.
Mutfakta olmayı sevenlere özel bir web sayfası http://www.mutfaktayiz.biz/ . Aslında reklam amaçlı hazırlanmış bir web sayfası ama, kullanım ve sunum şekli hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak istedim. Ayrıca "bir bilene sor" başlığı altında dayanışmayı teşvik eden bir çalışma bölümü var. Bu bölüm web sayfasına ayrı bir değer katmış. Hazırlayan ekibin ellerine sağlık.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|