|
|
|
Editör'den : II.Mahmut dönemi!.. |
Merhabalar,
Hafta başından beri olan biteni hazmetmeye çalışıyorum. Zaman zaman duyduğum infiali kelimelere dökmeye mecalim kalmadı. Böyle durumlarda bayıldığım bir huyuma sarılıyorum. Ben balık hafızalıyım. Hani saniyelerle değilse bile, üç beş dakika içinde neye kızdığımı, kime sinirlendiğimi unutabiliyorum. O üç beş dakika içinde ise yaptıklarım bir muamma. Bir rivayete göre bağırmakla ciyaklamak arasında salınıyorum. Ama olsun, beş bilemedin on dakika sonra, kalp atışlarım normale dönmeye başlıyor, omuzlarımda duran şeytanlar inlerine kaçışıyor. Yoksa, Recebime, Ertuğruluma, Bülentime, yağdan vıcık vıcık olmuş şakşakçılara, biat etmiş kapı kullarına nasıl dayanırım, değil mi?
Al işte, "Haşmetlu padişahım heykele ucube demez." diye alt cidarlarını yırtan dönmüş bakanımın düştüğü duruma bir bakın. Delikanlı padişahın taa Katar'dan "Ulen ben o heykele ucube dedim." diye bağıracağını nasıl kestirsin. Haydi bakalım şimdi ayıkla çuvalla pirincin taşını. Yukarı tükürse koltuk, aşağı tükürse vekillik. Bu kazı nasıl çevirsek te altını kızartmasak diye kara kara düşünüyor şimdi garibim. Azıcık, bir lokmacık izan, toplu iğne başı kadar izzetinefis olsa, basar istifayı çeker gider. Ama sıkar. Beş ay sonra seçim, yoksun kalması muhtemel ikbal var. Zor senin işin dostum zor.
Türlü alicengiz oyunlarıyla, AB'ye uyum, gençleri alkolden koruma bahsinden açıklanmaya çalışılsa da, memleketimizde II.Mahmut dönemi fiilen başlamıştır. Kurallara uyulduğu takdirde, almak, satmak, içmek yasak değilmiş. Ama alana da satana da illallah dedirten kurallarla bu iş nasıl olacak, onu Allah bilir. Bu hazretlere dayanma ilacı olarak piyasalara sunulan rakı yerine artık aspirin ve şerbet içeceğiz anlaşılan. Bunu hazmetmekte güçlük çekenler Feysbuk'a kapağı attılar. 1 gün içinde 8 bini üyeyi geçtiler. Kordon'dan Çankaya'ya Rakı Tokuşturma Zinciri'ne katılmak için burayı tıklayın, gidip kaydolun.
...
Kahve Molası'nın sunucusunu yeniledim ve hat kapasitesini artırdım. Makinanın ayağa kalkması sırasında bazı linkler çalışmayabilir kusura bakmayın. Fırsattan istifade, zor açılan giriş sayfasının yerine de bir yenisini koydum. Aman yanlış yere geldim diye düşünmeyin. Kahve Molası bir tek burada verilir unutmayın. Haydi hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ZAMAN MEKAN, PATATES - SOĞAN 5 |
|
Saat tam on bir de Hürriyet Mahallesinin iki kafadarı aylardır sözcüklerle sürdürdükleri sidik yarışını gerçekte test etmeye karar verdiler. Hülagi'nin arabası Ferdi'nin arabasını koyun postu gibi peşinden sürükleyebilir mi? Kahvedeki müşterilerin bu gereksiz çekişmeden artık anası ağlamıştı. Kahve sakinlerinin en yaşlılarından biri, "Yeter be, Halep orda ise arşın burada…" deyince günlerdir süren bu anlamsız çekişmeyi test etmek kaçınılmaz olmuştu. Ertesi gün herkesin gözü önünde, hatta kahvenin önündeki sokakta arabaların kıç kıça bağlanmasına karar verildi. İki uyanık hemen ortalıktan toz olup sanayiye koşturmuşlardı. Hülagi doğan görünümlü kartal arabasının yağını ve bujilerini değiştirtti. Hatta karbüratörünü temizletti. Depoya otuz beş liralık benzin koydurttu. Çünkü tüp arabayı çekişten düşürüyordu. Ferdi de aynı marka arabasının kabak lastiklerini bir arkadaşından ödünç alarak takviye etti. Kız gibi olarak tanımladığı arabasının zaten başka bir bakıma ihtiyacı da yoktu.
Saat tam on bir de mahallenin bütün aylakları, meslek lisesindeki dersleri kırmış öğrenciler, civar semtteki seyyar satıcılar caddeye üşüştüler. Dün öğleden beri fısıltı gazetesi hiç durmadan canla başla çalışmış, yarışmayı yedi mahalle öteye çoktan duyurmuştu. Arşın Halep teorisini ortaya atan yaşlı adam hakem tayin edildi. Arabalar arka şasilerinden sağlam bir halatla birbirine bağlandı. İki arabanın arasındaki boşlukta eşit mesafeye kiremit ile bir çizgi çizildi. Arabalar çalıştırıldı. Motorların ısınması için birkaç dakika izin verildi. Boş viteste gaza basıldı. Karbüratörler kükredi, egzozlar mahalleyi dumana boğdu. Yaşlı hakem üç, iki, bir geri sayımını yapıp mendilini aşağıya indirdi. Yorgun otomobillerin egzoz dumanın ile lastik dumanı sokağı doldurdu. Yollar mart kedileri gibi ağlayıp inlemeye başladı. Bakkal Cevat; "Salak bunlar. İkisinin de diferansiyeli dağılır, millete eğlence çıkmış" dedi. Kendi sesi sokağın gürültüsünden kendi kulaklarına bile zor ulaştı. Arabalar bütün gürültüsüne rağmen birbirlerini sürükleyemediler. Biraz ileri biraz geri kapışıp durdular. Beş dakika geçti geçmedi Hülagi'nin arabası su kaynattı. Radyatör panjurundan dumanlar çıkmaya başladı. Araya giren yaşlı hakem yarışmayı bitirdi. Tam olarak kimse galip gelememişti. Ferdi kazanmaya daha yakın kalmıştı. Çünkü onun arabası hala rekabet edebilecek durumdaydı. Öteki mücadele dışı kalmıştı.
Gün ortasında saat tam on iki de kapalı çarşıda genç bir oğlan dalgın dalgın gezen kadının çantasını kaptığı gibi kalabalığın içinde gözden kaybolmuştu. Esnafı bir yana bırak kadın bile ne olduğunu anlamamıştı. Çarşıdan çıkıp Cumhuriyet Caddesine inen kapkaççı birkaç saniye içinde gözden kaybolmuştu. Kapalı çarşıda bu tür olaylar neredeyse hiç olmazdı. Çünkü upuzun çarşıyı boydan boya insan seli içinde koşarak geçmek, gözden kaybolmak kolay değildi. Daha önce buna benzer girişimde bulunanlar çarşı esnafı tarafından kıskıvrak yakalanıvermişti. Kadın önünde durduğu kuyumcuya girip hemen polisi aradı. Ve hemen arkasından da kocasının işyerini… On veya en fazla on beş dakika içersinde, kapalı çarşıya önce kadının kocasın, ardından da polisler damladı. Atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmişti. Gelseler ne olacaktı? Kuyumcu Orhan buna tepki gösterdi. "Polisler neden lazım olduklarında ya hiç ortalıkta yokturlar. Ya da iş işten geçtikten sonra gelirler," dedi. Polis memuru kaşlarını çattı. Bir şeyler söyleyecekti ama son anda vazgeçti. Şimdi tartışmanın hiç zamanı değildi. Memurlar kadına çantasında bulunanları sordular. Çantasının rengini ve şeklini tarif ettirdiler. Çantada Yüz elli lira para, cep telefonu, ince bir altın künye, kredi kartları, nüfus cüzdanı, sürücü belgesi vardı. Kadının kocası Ali Karadeniz çantada hırsızla beraber giden cep telefonunu aradı. Birkaç kez çaldıktan sonra cep telefonu bir erkek tarafından açıldı.
- Alo…" dedi. Alooo… Ne istiyorsun?
- Ben Ali Karadeniz, Leyla hanım yok mu?
- Sittir git oğlum işine. Ben hırsızım. Sen de çantasını çarptığım salak kadının kocasısın. Anlamadım mı sanki zurna?" dedi.
- Tamam, eyvallah, yemedin. Bak birader, Çantanın içinden ne istiyorsan al. Kimlikler bize geri ver. Onlar senin işine nasılsa yaramaz.
- Bana uyar, çantayı Şehreküstü tren istasyonunun girişindeki çöpe tenekesine atacağım. İster alın ister almayın."dedikten sonra telefon kapandı.
Karı koca önde, polis arkada koşa koşa gidip çöp tenekesindeki çantayı aldılar. Polis çantayı, kadını ve kocasını karakola götürdü. Parmak izi için gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra içini açtılar. Cep telefonu, cüzdandaki paralar, altın künye gitmişti. Kredi kartlarına ve kimliklere dokunulmamış olmasından dolayı sevindiler. Çantası çalınan kadın ve kocasının ifade verip karakoldan çıkması akşamı buldu.
Gün ortasında saat tam on iki de Teleferik semti üzerine Uludağ'a tırmanan çelik halatların gölgesi parkın yukarısına tırmanın yolu kalın iki çizgiyle bıçak kesiyordu. Sarhoş Hamdi birkaç gündür rakıyı bırakmış ayık geziyordu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu EVET; TÜRK BEŞLERİ |
|
Klasik Batı Müziğini seversiniz ya da sevmezsiniz. O sizin bileceğiniz iş. Çünkü müzik zevki de kişiden kişiye göre değişir. Kendi payıma Türk Sanat Müziğine de türkülere de Klasik Batı Müziğine baktığım gözle bakarım. Bir eser, bende güzel duyular uyandırabiliyor, bana yaşama sevinci veriyorsa, onu tekrar tekrar dinlemek istiyorsam, o müzik benim için iyidir. Ama bir kez bile dinlemeye tahammül edemediğim bir eser için aynı şeyi nasıl söyleyebilirim?
Geçenlerde bir televizyon kanalında Türkiye'nin en iyi tarihçilerinden biri olarak kabul ettiğim Murat Bardakçı'nın Türk Klasik Müziğinin Türk Beşleri olarak bilinen bestecileri için "Türk Leşleri" dediğini okuyunca şaşırdım. Onu böylesine düzeysiz bir söz söylemeye iten ne olabilir diye uzun süre düşündüm. Öyle ya, kendileri Wikileaks'i Balıkesir kestanesi olarak anlatan sokaktaki vatandaş değil ki? O, Türk musiki tarihini araştırmış, tambur çalan biridir.
Bugün dünyada Türk Beşleri olarak bilinen Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar ve Necil Kazım Akses Türk müziğine yeni ufuklar açmaları düşüncesiyle Atatürk tarafından eğitim için yurtdışına gönderilmişler, oralarda aldıkları eğitimlerin sonunda yurda dönerek genellikle geleneksel halk ve sanat müziklerimizden esinlenerek besteler yapmışlardır.
Murat Bardakçı bir yazısında: "Kültür seviyesinin artmasıyla beraber karmaşık teknikler ile yapılmış eserlere olan ilgi de artar; ama bu durumda bile temel kıstas sadece ve sadece 'zevk' ve 'beğeni'dir." diyor. Salt müzik için değil, tüm sanatlar için geçerli olan böyle bir saptamayı yapan kişinin Türk müziğinin az ya da çok iyi ya da kötü ufkunu açan bestecilerini toptan yargılayıp aşağılamasını anlamak olanaksızdır.
Bizler, öğretmen okullarında onların eserlerini dinleyerek klasik müziği tanıdık. Öğretmenlerimiz bize doğrudan Brahms'ı, Çaykovski'yi dinletselerdi, müzik zevkimiz belki türkülerle, şarkılarla sınırlı kalacaktı.
Bardakçı, bir başka yazısında bu bestecilerimizin neden dünya çapında eserler vermediklerini soruyor. Şaşırmamak olanaksız Ben Belçika'da Hollanda'da hangi klasik müzik icracısıyla karşılaştıysam bana Türk Beşleri'nden,özellikle Ahmet Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin'den övgüyle söz etmişlerdir.
Bardakçı'nın bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini araştırırken gözüme NewYork Metropolitan Operası Sanatçısı Burak Bilgili'nin: "Klasik Batı Müziğine saldıranların, Osmanlı kafasında olduğunu görebilirsiniz. Atatürk, hilafeti kaldırdığı zaman, hilafeti savunanların torunları, şimdi Atatürk'ün yaptıklarından öç almaya çalışıyorlar. Atatürk'ün yapmış olduğu bütün yenilikler eleştiriliyor." değerlendirmesi ilişti.
Doğrusu, son zamanlarda Atatürk'e ve onun eserlerine saldırmak altın borsasına yatırım yapmak gibi bir şey. Ama ben yine de kurtuluş savaşının önemli isimlerinden Çorum Mutasarrıfı Ali Cemal Bardakçı'nın torunu Murat Bardakçı'nın bu sözü , böyle bir yıpratma amacıyla söyleyeceğine yoramadım.
Bir ara bu, bir dil sürçmesi olabilir mi, diye düşündüm. Dilciler iyi bilir; dilimizde birbirine benzeyen ünsüzler, birbirlerinin yerine kullanılabilir: Şemsiye> şemşiye … gibi. Ama dilimizde b'nin l'leşmesi de y'leşmesi de yoktur. Bu bakımdan "beş"e "leş" diyenlerin, "bardakçı"ya "yardakçı" denmesini doğal karşılaması gerekir.
Sözü uzatmak gereksiz. Gelin biz, sözü Ahmet Adnan Saygun'a bırakalım. Böylece hem 8 Ocak 1991'de aramızdan ayrılan İzmir'in büyük bestecisini saygıyla analım, hem de ölülerin ardından söz söylemeyi marifet sayan bir tarihçiyi, ölülerin yaşayan diliyle yanıtlayalım:
"Müzik eserle var olur, lafla olmaz. İyi kötü konuşmakla ortaya çıkmaz, bunu eser kendi gösterir. Sanat eserle olur, sözle değil. Söz dedikodudan başka bir şey değildir."
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun Dilerim ölüm anın da hatıran karanlığı yener! |
|
Dilerim ölüm anın da hatıran karanlığı yener! Andre Gide
Ah o delici bakan gözlerinin şaşkın cumartesileri,
Bu da geçti!
Yün ören kadın olamayan ben
Ve sen, hep şarabını içen adam
Herhangi bir evin herhangi odasındaki herhangi bir masa
Masanın üzerindeki el! Sonrası;
Sonrası her şeyin aynılaşması nedense,
Sonrası, gidilmiş ve gidilecek tüm yolların grileşmesi gözünde durup dururken.
Ah o durağan, parlamayı es geçmiş gözlerinin şaşkın cumartesileri,
Bu da geçti!
Bir fotoğrafta mıhlanıp kalışımız var başka da bir şey yok geriye bizden kalan
Kentin kırık aynalarında kırılgan görüntülerimiz var
Birde gitmekle gidilemeyen yerlerimiz.
Sonrası; dem.
Ah o kahverengiye çalan gözlerinin kapanışı ve şehrinin saat kulesi,
Bu da geçti!
Mesela neden hatırlamıyorum o an saatin kaçı gösterdiğini? Sanırım geceydi.
Bir eksik bir fazla'nın fark etmediği günlerdi
O vakit Bir elmayı kaygısız ve sorgusuz hiç çekinmeden dişlemekti her şey,
O vakit her şey biraz çocuktu, herkes de her şey çoktu!
Fırtınadan habersiz ve çekingen, sessizce anlardık birbirimizi.
Belirsiz hayallerle binlerce kadehi içerdik Ve Her ne varsa acıtan geçip giderdi.
Sonrası; Dehr.
Sonra; yaşadıkça ruhumuzda açılan delikleri yamaladık,
Makyajla kapattık ağlamaktan kızarmış gözlerimizi Ya da artık ağlayamayan gözlerimizin morluklarını.
Durup düşünecek, tartacak, özleyecek, beş dk. Bırakmadık kendimize.
Meşgul ederek kapattık ruhumuzun deliklerini ve buna "sosyal" olmak diyerek kandırdık kendimizi.
Kariyerle unvanla yeni yeni yaşanmışlıklarla kapattık tüm ruh eksikliğimizi.
Hatırlamamaya
Unutmaya ayarlanmış beyinlerimizde, tamamlayamadığımız bir eksikle
- ama hep bir eksikle -
Dönüp durduk kendi etrafımızda.
Hep masalsı olana özendik durduk ve hep onu istedik tanrıdan, Sıra yaşamaya gelince
Ne Ferhat gibi deldik dağları ne de Yusuf olabildik.
(umarım hatırlanırsın sevgili umarım )Dilerim ölüm anın da hatıran karanlığı yener! A. Gide
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan HYPAİPA YA DA DANSA VEDA |
|
Bir kağıt üzerine yazı yazmayalı bir hayli zaman olmuştu. Hele mektup, mektup yazmayı unutalı yıllar oldu, diye geçirdi içinden.
Hızlı bir değişim yaşanıyordu. Ancak değişimi yaşayanlar bunu ne denli ifade edebiliyordu, o da meçhule atılan bir taş gibiydi. Bu teknolojik ve sosyal değişime karşın değişmeyen ya da geliştirilemeyen şeyse giderek sayıları artan okumaz yazmaz bir kitlenin varlığıydı. Bu olumsuz duruma aldırış etmeyenler de galiba her ay yüzlerce kitabı piyasaya sürenlerdi. Bu çelişkiye yanıt bulamayanlar arasındayım ben de!
Neden mi? Satış rakamlarına bakıldığında ülke nüfusunun belki de yüzde birini bile bulmayan kitap okuru ile ülkemizin kültürel yaşamının nasıl biçimlendiği ortada. Seçimlere damgasını vuran seçmen kitlesinin eğitim düzeyinin düşük olması bir yana seçtiklerinin niteliği ve yaptıkları da bu savımızı doğrular nitelikte. Bu sosyolojik olgunun nasıl değişebileceği düşünürlerin sürekli kafa yorduğu yaşamsal bir konu olmayı sürdürüyor.
Böyle bir çıkmaz sokağa nasıl saptığını açıklayamadı kendine. Kimbilir düşün yaşamının doğal bir uzantısıydı. Yazmayı düşündüğü konu ise "dansa veda"ydı oysa.
Dans, yaşamın vücut diliyle bir anlatımı olduğuna göre o dilin yazıya yansıması nasıl olabilirdi? Bunu nasıl anlatabilirdi? Böyle bir yazı nasıl bir girişle başlamalıydı? Sorular peş peşe beynine hücum ediyordu. Sözcüklerin ak kağıdın üzerine dökülmeye başlamasıyla sorunu aşacağını deneyimleriyle bilse de, her yeni yazı konusu gündeme geldiği benzer sıkıntıyı yaşamaktaydı. Yazının vücut dili elle kucaklaşan kalemdi. Kalemin ince, kıvrak bir dansı başlatması da yine kıvrak bir müziğin ritmine bağlıydı. Gerisi kendiliğinden gelecekti.
O, mitolojik çağda rakkaseleriyle ünlü bir kentin insanıydı: Adı Hypaipa! Şimdilerde toprağın derinliklerinde sürdürdüğü derin uykusundan günün birinde uyandırılmayı bekleyen sürprizler kenti. Hypaipa da gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen diğer kentler gibi bir hüzün yumağıydı onun için. Hypaipa üzerine kurduğu nice düşlerin bir gün gerçekleşebilmesi de düşlerin en büyüğü değil miydi?
Önemli bir dinsel merkez ve Lidya uygarlığının başkenti Sard'ı liman kenti Efes'e bağlayan yol üzerinde konuşlanan Hypaipa'da olağanüstü figürleriyle raks sanatını zirveye taşıyan rakkaselerin günümüze taşınmasıyla ortaya ne görkemli bir sahne gösterisi çıkardı!
Hypaipa'nın tarih sahnesinden çekilmesine yol açan ne tür olaylar yaşanmıştı? İlk akla gelen, K. Menderes havzasında güçlü bir fay hattı olduğu, tarihte de çok şiddetli depremlerin yaşandığı bilinmekte. O günkü yapı malzeme ve gereçleriyle inşa edilen yapıların güçlü bir depremle kolayca yıkıldığı bilinen bir gerçek. Bir başka olasılık da, yöreyi her zaman tehdit eden düşman akınlarıyla kentin tüm varlıklarının yağmalanması sonucu halkın bir başka yere göç etmesiyle tarih sahnesinden silinmesi. Her iki olasılık da Hypaipa için geçerli olabilir. Bu olasılıklardan hangisinin doğru olduğunu ortaya koyacak bir tarihsel bulgu ancak bir arkeolojik kazıyla elde edilebilir. Peki, böylesi bir kurtarma kazısına yetecek bir kültür bütçesi var mı ülkemizde? Elbette, hayır. Yakınımızdaki başta Selçuk'ta Efes, Torbalı'da Metrepolis ve Salihli'de Sard kazı çalışmaları yurtdışı kaynaklar ve yabancı bilim adamları ve arkeologlar eliyle yürütülmekteydi. Metrepolis kazı çalışmaları Prof. Recep Meriç başkanlığında bir Türk arkeolojik ekibiyle sürdürülüyor olmasını da önemsiyorum.
Yaşadığımız coğrafyadaki tarihsel değerlerin izine Efes ve Sard kazılarında ortaya çıkan belgelerle bir nebze olsun rastlanır diye düşünüyorum. Bu düşüncemin ipuçlarını ortaya koyacak bilimsel yayınlar ne durumda, bunu söyleyebilecek iki isim var: Birincisi, Prof. Dr. Veli Sevin, diğeri Yrd. Doç Dr. Zeynep Altınoluk. Zeynep Hanımdan bu konuda aldığım en son bilgi, Hypaipa üzerine Avustralya'da bilimsel bir sunum yaptığı. O bilimsel doküman henüz elimde olmadığı için konu üzerinde daha fazla bir şey söylemeyi yersiz buluyorum.
Dansa veda, derken konu geldi dayandı Hypaipa'ya… Ne garip değil mi? Dansın tarihini yazanlar acaba Hypaipalı rakkaselerden haberleri var mıydı? Raksın tarihini ilk insanla başlatan antropologların, "İlk sanat, Paleolitik devir öncesi yarı-insanının iki odunu birbirine vurarak veya sadece ellerini çırparak meydana getirdiği garip ritme bedenini uydurarak sallandığı, sıçradığı bir müzik ve dans karışı olabilir"(1) görüşünün akla yatkınlığının yanında rakkaselerin de ilk öncüsü kabul edilmeli. Antropolog Wells'e göre, "Bütün toplumların, çoğu karmaşık ve hünerli hareketler gerektiren dansları vardır." (2) dansın sayılamayacak yararları arasında yoğun iş yaşamının yol açtığı stresten insanları uzaklaştırdığını da söyleyebiliriz.
Dans kültürü, bizi birbirimizi bağlayan en önemli bağlardan biri. Bunu son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar ve kareografilerle ortaya konan etkileyici dans gösterilerinden anlıyoruz. Ancak özel kuruluşlar ve devlet eliyle yapılanları yeterli bulmuyorum.
Kültüre ülke bütçesinden ayrılan komik payla dünyanın en gelişmiş on ekonomisinden biri olmaya aday bu ülkenin yöneticilerinin hayatında dansın bir yeri var mı, ne dersiniz?
Dipnotlar
1. İnsan ve Dünyası, Calvin Wells, Çeviri Erzen Onur, s. 147, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1972, İstanbul.
2. a.g.y., s.146.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı DOST ÖĞÜDÜ |
|
Düşünün ki önünüzde bir dolap var. Bu dolapta 4 bölüm var. Her bölümde kutular. Bu kutuların içinde sevginiz ve nefretiniz var.
En üst bölümdeki kutularda 'en çok sevdiklerinizi' saklıyorsunuz.
İkinci bölümde 'Seviyorum ama fazla da güvenmiyorum' dediklerinizi.
Üçüncü bölümde 'herkes gibi biri benim için dediklerinizi.
En altta da 'nefret ediyorum veya kesinlikle güvenmiyorum' diye adlandırdıklarınız...
Asıl sorgu şimdi başlıyor. Siz hiç en üst bölüm'e koyduğunuz birisini, bir tek söz yüzünden, en alt bölümdeki kutulara kattınız mı?
Değerinden fazla değer verdiniz mi birine? Ya nefret ediyorum dediğiniz birini zaman ile sevdiniz mi? Siz hiç yanıldınız mı? Utandınız mı o bir zamanlar arkasından attığınız kişinin şuanda en yakın dostunuz olduğu için? Hiç itiraf ettiniz mi 'seni hiç sevmezdim' diye?
Ya da hiç kızdınız mı 'ne de çok güvenirdim sana' diye.
İnsan hiç 'bir söz' ile en sevdiğini en nefret ettiği kişilerin arasına katabilirimi? Doğru mu? Bir zamanlar göklere çıkarttığınızı yerin dibine atmak olur mu? Yakışır mı size? Oysaki bir zamanlar aranızdan su sızmazdı. Yeri gelir ekmeği bile paylaşırdınız, kaldı ki düşünceleriniz, duygularınız. Bu kadar çok şeyi paylaştığın birini tanımamazlıktan gelebilir misin?
Sizlere bir tavsiye…
Hiç bir zaman ilk gördüğünüz birini 'sevmedim' diyerek, dolabınızdaki en alt bölümdeki kutulara atmayın. Zaman tanıyın,sabredin.. Gerekirse kutulara kaldırmayın, dolabın önünde bekletin. Zamanı geldiğinde o kişi zaten dolabında bir bölümü kendi seçecektir. Aynı şekilde, ilk gördüğünüz birine 'sanki 10 yıldır tanıyorum' diyerek, en üst bölüm'e kaldırıp, yere göğe sığdırmayın. Arkadaşlık, dostluk ve en önemlisi sevgi zaman ister. Senin haberin olmadan o dolabında kendine yer bulacaktır. Yeter ki siz sabredin ve dolabınızı geniş tutun..
Dolabınızın en üst bölümündeki kutuları ASLA atmayın. Değerli bir hazine gibi saklayın. En alt kattakileri de her hafta çöp'e boşaltın. Göreceksiniz, gün gelecek dolabınız sadece 'SEVDİKLERİNİZ' ile dolacaktır. İşte o zaman gerçek mutluluğu bulacaksınızdır.
Bu dolap herkeste vardır.
O sizin sevginizi barındırdığınız KALBİNİZDİR.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Nar-ı Aşk -1
Bıçkın Osman meyhanenin kapısını omzu ile iterek içeri girdi. O geldiği vakit, ahali cümbüşe başlamış, iki şişe şarap devirmişti. Yirmi masalık meyhane yeni gelen denizcileri ağırlıyordu bu gece. Mey kadehleri dolup dolup boşalıyor; ud, tanbur ve defin sesi ile dert kuyuları dolup dolup taşıyordu. Bıçkın Osman`ın gözüne arka masaların birinde tanıdık bir sima ilişti: Yandım Selim. Bu lakabı ona Bıçkın Osman takmıştı. Başı iki elinin arasında, dirsekleri masaya dayalı bir öne bir geriye sallanıp duruyor, çalan defin ağır ritmine uyuyordu. O kadar kendi içine dalmıştı ki Bıçkın Osman`ın "Sellaammun Aleyküüüm Beyleerr!" narası ile anca kendine gelebildi. Bir an göz göze geldiler. Selim onu uzaktan incelemeye başladı. Önü açılmış beyaz gömleğinin üzerine siyah deri yeleğini, altına tiril tiril siyah kumaş pantolonunu giymişti. Ceketini parmağının ucuna asmış omzundan sırtına sallandırmıştı. Saçları yana yatık, bir perçemi racon gereği önüne düşmüştü. Selim, onun bu kadar gamsız olmasına gıpta ile bakardı her zaman.
Bıçkın Osman sağ eli bağrında, boynu yana eğik çevresindekilere:
"Eyyyvallllahhh!" diyerek Selim`in masasına yöneldi.
Tabureyi çekip oturdu.
"Ne zamandan beri Allah`ın selamını almıyorsun Yandım Selim?" dedi tek kaşı kalkık. Selim, iç çekerek:
"Aleyküm Selam Osman" dedi.
Bıçkın Osman ile Selim yine aynı meyhanede bundan yedi ay önce tanışmışlardı. Bıçkın Osman, onu, ney ve def ile her gün kederlenirken sessizce izlemiş, merakına yenilerek yanı başında bitmişti. O günden sonra da her gün masasına gider kah konuşur, kah sessizce otururdu. Aslında ilgisini çeken Selim`in bu derece aşka düşmesiydi. Nasıl bir şeydi acaba deli divane olmak? Nar-ı aşk ile kavrulmak? Bıçkın Osman`ın da yavukluları olmuştu ama biçare olduğu görülmemişti.
"Bilirim bağrın yanar, bilirim zifiri karanlıktasın. Ondandır ki sana bir kıyak yapmaya karar verdim Yandım Osman. Derdinden seni azledecek tek şey yine başka bir dilberdir. Sonu tükenmedi ya avrat kısmının! Gel de gör neler yaratmış Ya`Rab! Gel ki şenlensin gönlün, dinsin ateşi."
Selim bir iki karşı koyacak kelam ettiyse de Bıçkın Osman tesbihini masaya vurdu; "Karar verilmiştir!" ve çakmak çakmak bakarak ayağa fırladı.
Şehrin en ünlü külhanbeyinin yine onun kadar ünlü oğluna karşı gelmek kimin haddine. Haşaa! Bu gönlündekine ihanet bile olsa da gidecekti peşinden. Sonunun ne olacağını bilmeden…
Bıçkın Osman önde, Selim arkada meyhaneden çıktılar. Tek tük ve birbirinden çok uzak fenerlerle aydınlatılmış, geceyle ıssızlaşan dar sokaklardan yürümeye koyuldular. Uzaktan gece bekçilerinin düdükleri duyuluyordu. Ne akşamın bu vakti nereye gidildiğine dair bir fikri vardı Selim`in ne de sormaya mecali. Girdikleri bir sokağın köşesinde durdu Osman. Çığlık gibi bir ıslık geceyi ikiye böldü. Ahşap yapının cumbalı kısmının perdesi aralandı. İşareti alan delikanlı kapıda belirdi. İnce bıyıklarının ardında çapkın gülüşler atıyordu. Civardan üç delikanlı daha toparlandı. Osman'ın maiyetinde derlenen grup şimdi Karaköy'den Beyoğlu'na çıkan tepeyi sessizce arşınlıyordu.
Selim birden arkasını döndü ve geldikleri meyhaneyi aradı gözleri. İçinde öyle yakıcı bir sızı vardı ki, sanki gönlüne dağlanmış bu derde ancak o meyhanedeki nağmeler merhem olabilirdi. Gözleri, meyhaneden birkaç sokak aşağıdaki denize kaydı önce. Dolunayın ışığında çırılçıplak yatan İstanbul'un o güzel kadın silüetine bakakaldı bir an. Gemilerde asılı fenerlerin yansıyan ışıkları gerdanında dizili boncukları andırıyordu.
Osman durmuş bu gönlü aşka isyankar adamı inceliyordu.
"Nasıl bir dilber ola ki?" diye meraklanıyordu.
Koskocaman İstanbul'un en güzel avratlarını görmüş, en zilli olanlarının tadına bakmış ama bu derece sevdaya itenini duymamıştı. Ahu gözleri sürmeli, katran zülüfleri ay parçası yüzüne dökülmüş; incecik beyaz ipek nikapının altından gelincik dudakları görünen bir dilber hayal etti. İçinin kıpır kıpır olması, ayaklarının titremesi hayra mı alametti?
"Hayali bile yetti be gavurun," dedi yüksek sesle "yürüyün şimdi."
Bıçkın Osman iki katlı cumbalı bir evin önünde durdu. Evin dışarıdan görünmesini engellemek için bahçenin çevresi servi ağaçları ile kaplanmıştı. Yine de ikinci katın pencerelerinden yayılan hülyalı mum ışıklarına engel olamamışlardı.
Ünlü kolbaşı Afet Fatma`nın meşkhanesiydi burası. Ahu dilber iken çengilik yapmış, nice canları aşk ateşi ile kavurmuş ve hatta başka bir söylenceye göre de hislerine karşılık bulamayan birkaç delikanlı kendini asmıştı. Yaşlanıp feri sönmeye başlayınca hususi meşkhanesini kurmuş, gündüzleri musiki ve raks dersleri, akşamları da eğlenceler düzenler olmuştu. Kolbaşılığını yaptığı kızlar güzellikleri kadar yetenekleri ile de dilden dile dolanıyorlardı.
Bıçkın Osman`ın babası zamanında Afet Fatma`nın daimi müşterilerindendi. Onun raksına ve şarkılarına tekrar tekrar nail olan ender insanlardandı. Şimdi de oğlu onun meşkhanesinden çıkmaz olmuştu. Ama Fatma için değil, çengisi Fettan Efsun için.
Osman birkaç kere çıngırağın ipini salladı. Avluda koşar adım ayak sesleri duyuldu. Kısa boylu çıtı pıtı bir genç kız kapıyı açtı ve kenara çekildi. Ardından Fatma belirdi. Hoş beş edip içeri buyurdu. Kapıyı açan genç kız, eve girmeden önce adet olduğu üzere erkeklere ibrikle su tuttu ve el havlularını uzattı. Fatma, Osman'ın kararını öğrenmek için yanı başlarında bekliyordu. Sokakta yürümekte kullandıkları fener titrek ışığıyla sönmeye yüz tuttuğunu haber veriyordu. Osman feneri eline aldı ve söndürdü. Bunun anlamı o geceyi orada geçirecekleriydi. Gıcırdayan tahta basamaklardan üst kata çıktılar.
Merdivenler uzun, ince bir odaya çıktarttı onları. Odanın sağ tarafında pencere yoktu. Misafirlere anında servis yapmak için boy boy bardakların ve çeşit çeşit tabakların bulunduğu bir büfe karşı duvara yaslanmıştı. Yere de nargileler sıra sıra dizilmişti. Yanında küçük bir divan, belli ki servis yapacak olan kızın oturması için kondurulmuştu. Beyler odanın sol tarafına yollandılar. Orada karşılıklı divanlar ve ortalarında konumlandırılmış cumbalı kısım bulunuyordu. Divanların sırt kısmı çiçek desenli yastıklardan, oturak kısmı da bordo renkle kaplanmış minderlerden oluşuyordu. Yerin tahta tabanına, gül ve bülbül desenli bordo ve lacivert renklerde kilimler atılmıştı.
Osman'ın yeri belliydi. Oturacağı yere koyun postu serildi. Arkadaşları yanına oturmaya davrandılarsa da onları bir el hareketi ile durdurdu.
"Yandım Selim! Gel otur bakalım şöyle. Hayatında hovardalık yapmamış babayiğitin aramızda yeri yoktur ama sen gönlünün karasına öyle bir dalmışsın ki seni mazur görmek gerek. İşte sana zevküsefa alemi. Dal içine, unut gerisini!"
Beyler yerlerine yerleştikten sonra önlerine nargileler ve sinilerle mezeler geldi. Osman her zaman yanında kendi ağızlığını taşırdı. Lüleyi marpuça yerleştirdi. Deriye sarılmış tömbeki ve fındık ateşi özenle nargilelerin üzerine konuldu. Şimdi herkes Bıçkın Osman'ın nargilesini tüttürmesini ve başlayın emrini vermesini bekliyordu. Nargilenin fokurdayan sesi eşliğinde fındık ateşinin korlarına baktı bir süre ve sonra başıyla bir onaylama yaptı.
Selim ilk kez gidiyordu çengi izlemeye. Aslında Bıçkın Osman ile bırak bir gece alem yapmayı, tanışmak için bile delikanlılar canlarını verirlerdi. Ona nasip olmuş bu vaziyet için hoşnut olmak yerine rahatsızlığını gösterircesine yüzünü buruşturmuş, ünlü külhanbeyinin onun için yapmak istediği şeyden tiksinmişti. Osman'ın yanına oturamadığı için içten içe sinirlenen kabadayılardan biri Selim'i kolundan tuttuğu gibi divana savurdu. Herkes bir ağızdan gülmeye başladı. Selim o lahza anladı ki onlara uymaktan başka bir seçeneği yoktu.
Devamı Var
Seda Han
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Herkes Gibi Biri
Bugün sen yağıyorsun, ben sırılsıklam
İçimde bir neşe, dört duvar, yalın ayak
Koşturuyor güneşe, göğsümü yararak
Eskileri eskittim gönlümün mahzeninde
Hepsi yıllanmış şarap oldu, tatları mayhoş
Ben hep seni beklemişim biraz çakır,
biraz sarhoş
Aşk mıydı, sevgi miydi
İşte her neyse
Islık sesi gibi bir kurşun
Serseri mi serseri
Fırtınaydı, yangındı, mermiydi o
İşte, herkes gibi biriydi o
Semih BULGUR
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Geniş bir tencereye üç parmak yüksekliğinde su doldurup kaynatın. 6 yumurtayı birer birer kepçenin içine kırın. Dağılmamalarına dikkat ederek kaynayan suya aktarın. 2-3 dakika sonra pişen yumurtaları kevgirle sudan alıp servis tabağına yerleştirin. Üzerine sanmsaklı yoğurt ve tereyağında kızdırılmış kırmızıbiber gezdirip servis yapın. Bu Çılbır tarifi ve birçok yemek tarifi için http://www.nepisirsem.com/ afiyet olsun.
http://tr.giveawayoftheday.com/ Giveaway of the day projesi takipçilerine her gün bir bedava yazılım veriyor. Hem de herhangi bir kısıtlama olmadan! Düzenli olarak takip edildiğinde mutlaka işinize yarayacak bir program bulabilirsiniz. Download için gerekli bağlantı sitede önceden kararlaştırılmış olan indirme süresi boyunca aktif kalıyor. Bu sitede hem programın açıklamaları, hem de hakkındaki yorum ve incelemeler de yer alıyor. Yani beğenip beğenmediğiniz konusunda yorum yapabiliyorsunuz.
Matematik sever misiniz? Ben ne severim, ne de sevmem. İhtiyacımı giderecek kadar bilgi sahibi olmak yeterli diye bakmışımdır. Ama bu konuyu gayet iyi bilen ve bilgilerini paylaşanlar bir web sayfası kurmuşlar http://www.cebirsel.com/ . Geçenlerde oğluma ders çalıştırmak için bilgilerimi tazeleme amaçlı rastladığım bu web sayfasının çok faydasını gördüm. Site sahiplerine bu vesileyle teşekkür ediyorum. İhtiyacınız olduğunda danışmanız gereken bir bilgi kaynağı olarak sık kullanılanlar listesine ekleyebilirsiniz.
Mutfakta olmayı sevenlere özel bir web sayfası http://www.mutfaktayiz.biz/ . Aslında reklam amaçlı hazırlanmış bir web sayfası ama, kullanım ve sunum şekli hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak istedim. Ayrıca "bir bilene sor" başlığı altında dayanışmayı teşvik eden bir çalışma bölümü var. Bu bölüm web sayfasına ayrı bir değer katmış. Hazırlayan ekibin ellerine sağlık.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|