|
|
|
Editör'den : Allah aksırtmasın!.. |
Merhabalar,
Bugün Amerika'yı yeniden keşfedip, söylenmişleri tekrarlamak yerine, günün anlam ve önemine binanen yazılmış hoş bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Gazetede okuyanlar kusura bakmasın ama çoğunuzun ilk defa göreceğine eminim. Kaleminize sağlık Sayın Dağıstanlı.
...
Aksırıncaya kadar
Neymiş toksik doz?
Tevfik Fikret yazdı, Başbakan zikretti:
“Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar”mış.
***
“Çakırıncaya kadar” için, ona tamam
Çakırıncaya kadar, yani Minimum Etkin Konsantrasyon (MEK)
Ama aksırıncaya kadar içmeyin,
Maksimum Tolere edilebilen Dozu (MTD) geçmeyin.
Ha bir de “Letal Doz” var: “Geberinceye kadar.”
***
Tıksırana kadar içmişseniz içkiyi
Dünkü VATAN’da okudunuz: Kahve ve aspirin
Aspirin 500 miligram, kahve hönkürünceye kadar.
***
İlaçla zehir arasındaki fark: DOZ!
Kavruluncaya kadar tuz koymayın yemeğe,
Spor bile sakıncalı “tıksırıncaya kadar.”
***
Sağlıklı diyet mi istiyorsunuz? Buyurun:
- Sebze meyve; tıkanıncaya kadar,
- Et, protein; doyuncaya kadar,
- Yağ; içindeki A, D, E, K vitaminleri emilinceye kadar,
- Karbonhidrat, hamur işi, tatlı; sadece nefsinizi köreltinceye kadar.
***
Pahalı sağlıklı yaşam tabletleri
Paranız bitinceye kadar,
“Karaciğerin tek dostu!” şarlatan ürünleri nereye kadar peki?
Kandırıldığınızı anlayıncaya kadar.
***
En basiti bildiğimiz çay mesela,
Demlenecek ama ne kadar?
15 dakikadan sonra suya geçen antioksidan tannen,
Yarım saat sonra zararlı tannik asite dönüşür,
Demek ki tavşan kanı gibi kızarıncaya ama siyahlaşmayıncaya kadar.
***
Bitkisel droglar? Ekstreler? Çaylar?
Yıllarca kafa yorduktan sonra Farmakognozistler
“Şu kadar gram bitkiyi şu kadar süre kaynatırsanız,
İçindeki şu işe yarayan şu etkin madde şu kadar geçer,
O da şu işe yarar” der ama zor gelir bize,
O zaman:
“Cezveden iki taşım taşırıncaya kadar!”
***
Sağlık “fiziken ve sosyal tam iyilik
halidir” ya,
Hoşgörü, tolerans ne kadar peki?
Kızdırıncaya kadar.
Dr. Seyfullah Dağıstanlı
...
Herkese iyi haftasonları. Aklınıza ve sağlığınıza mukayyet olun, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ZAMAN MEKAN, PATATES - SOĞAN 6 |
|
Hamdi'nin ayık gezmesi şaşılacak şey olmasına rağmen geçerli bir nedeni vardı. Karısı yine evi terk edip annesine gitmişti. Sarhoş Hamdi sütten çıkmış ak kaşık sayılmazdı ama karısı Ayten de bunu iyice huy edinmişti. Ne zaman kocasıyla kavga etse ertesi sabah hemen valizini toplayıp gidiyordu. Çocukların okullarından geri kaldıklarını hiç dert etmiyordu. Onlarca kez kavganın üzerinden biraz zaman geçince geri dönmüştü. Elbette Hamdi her defasında artık rakıyı bırakacağına tövbe billâh etmişti. Ama sözünde ancak birkaç gün durabilmişti. Öyle he deyince bırakılmıyordu ki bu meret. İçmediği akşamlar canı sıkılıyordu. Arkadaşlar olmadan, çilingir sofrası kurulmadan, rakı muhabbeti olmadan yaşam çok çekilmez oluyordu. Bunu bütün akşamcılar bilir. Sarhoş Hamdi bu defa karısını geri getirmek için değil, gidişini kutlamak için son bir kez içmiş ve içkiyi o akşam bırakmıştı. Ayten'i almaya da gitmeyecekti artık. "İsterse seksen sene anasında kalsın," demişti. O kapıya gidersem işte ondan olayım." Ayten her akşam eve gelir gelmez tantanaya başlamasa Hamdi niye içsin zaten? Evde bacaklarını uzatıp soba başında yatmaktan güzel ne vardır? Sırf kadının çenesinden kaçmak için akşamcı olmuştu o. Gençliğinde hiç içmezdi. Ekmek çarpsın, gözleri önüne aksın yalansa…
Gün ortasında saat tam on ikide bütün çalışanlar her zamanki gibi öğle yemeğine gittiler. Yüzlerce çalışandan sadece on kişi o saate küçük bir salonda toplandılar. Sendikanın iş yeri temsilcisini ve delegelerin seçimi yapılacaktı. O sendikadaki üyelerin çoğu yıllar içinde birer ikişer ayrılıp gitmişlerdi. Birbirlerine baktılar ve hayıflandılar. Çünkü onlar artık bu işyerindeki en küçük sendikaydılar. Hemen divanı oluşturdular. Adaylarını belirlediler. Katılımcılar çabucak isimlerini yazıp yoklama listesini imzaladılar. Adaylar belirlenip tahtaya yazıldı. Oy pusulalarına isimler yazılıp masaya bırakıldı. Oylar açılıp sayıldı. On beş dakika içinde bütün işlemler bitiverdi. Sonuçlar tutanağa yazıldı. Kimsenin ruhu bile duymadı. Diğer çalışanlar zamanla hükümet yanlısı sendikalara geçmişlerdi. Mademki bu kadar küçüktüler, sesleri de çıkmamalıydı. Zaten onlar da öyle yaptılar. Yaldızlı cümleler ile uzun teşekkür nutukları atılmadı.
Saat tam on üçte il sivil savunma ekipleri her yıl olduğu gibi şehrin göbeğindeki meydanda toplandılar. Meydanın ortasına bir kürsü ve sivil savunma flamaları dizdiler. Üzerine fosforlu şeritler dikilmiş, sarı giysili ve sarı kasklı adamlar meydandan geçenlerin dikkatini çekiyordu. Aylak insanlardan küçük bir kalabalık toplandı. Devlet büyüklerinin makam arabaları kaldırımın kıyısına tespih tanesi gibi dizildiler. Meydana açılan sokağın içinden kocaman nefesli sazlarını, davulları, zili yüklenmiş bando ekibi gelip kürsünün önüne dizildiğinde her şey tamam oldu. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı'nın ardından kürsüye kocaman bir devlet büyüğü geldi. Sivil savunmanın ne kadar gerekli, ne kadar vazgeçilmez, ne kadar önemli ne olduğunu bütün meydana anlattı. Onu dinledikten sonra Sivil Savunmanın ekmeğimden, suyumdan, anamdan hatta babamdan bile önde gelen bir konu olduğunu idrak ettim. Zavallı ben, zavallı cahilliğime üzüldüm. Oturup ağlasam yeriydi.
Her konuşmacı sözlerini bitirirken alkışlandı. Protokol sırasındaki yerine dönerken kravatlı adamlar tarafından tebrik edildi. "Çok güzel konuşmaydı. Ağzına sağlık," denildi. Konuşmalar bittikten sonra birden fişekler patladı. Meydan sisten bir örtü altına saklandı. İnsanlar korksun mu alkışlasınlar mı anlayamadılar. Sisler dağılırken bambaşka bir görüntüyle karşılaşıverdik. Bir sürü yaralı ortalığa saçılmış, ahşap bir kulübe gürül gürül yanıyordu. Şaşkınlığı geçen seyirciler bu yeni tiyatro sahnesini çılgınca alkışladılar. Bu sihir gibi, büyü gibi bir şeydi. Sürpriz yani, besbelli…
Birden sarı giysili, baretlerinde fenerler yanan adamlar cehennem hızıyla yaralılara saldırdılar. Onları karga tulumba sedyelere atıp bekleyen ambulanslara taşıdılar. İtfaiye görevlileri ahşap kulübeye beş ayrı noktadan tazyikli su sıktılar. Küçük alevler büyümeye fırsat bulamadan pıt diye söndü. Yangın söndürme sahnesi öylesine abartılıydı ki izleyiciler hiç tedirgin olmadan hatta biraz yaklaşarak olan biteni izlediler. Görüntünün gözlerimde kalan etkisini tam olarak tanımlamam gerekirse, kibrit çöpü alevini kocaman bir ırmakla boğmuşlardı. Ambulanslar ve itfaiye araçları çığlık çığlığa meydanda bir tur attıktan sonra tören sona erdi. Seyirciler olan biteni avuçları kızarıncaya kadar alkışladılar. Kravatlı adamlar resmi arabalarına binip gittiler. Birkaç dakika sonra belediye görevlileri kürsüyü alıp götürdüler. Birazı yanmış ahşap kulübeyi kaldırıp çöp kamyonuna attılar. Alanı silip süpürdüler. Su sıkıp yıkadılar. Bir saat içinde bütün kentin Sivil Savunma bilinci tavan yapıvermişti.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu MUHTEŞEM YÜZYIL! |
|
Her ulus kendi değerleri için tutuculuk yapar. Versailles Sarayı'nın duvarlarında Fransa tarihiyle ilgili bir sürü tablo vardır; ama Waterloo savaşıyla ilgili tek resme rastlayamazsınız. Bunun tek nedeni vardır : Napolyon'un o savaşı kaybetmiştir.
Kabul edelim ki bizler de kendi doğrularımız üzerine inanılmaz tutucu bir toplumuz. Üstelik bunu dışa karşı da değil, biz bize yapıyoruz. Osmanlıcı mıyız, Osmanlı konusunda burnumuzdan kıl aldırmıyoruz. Atatürkçü müyüz, bu kez aynı tavrı onun için geliştiriyoruz.
"Muhteşem Yüzyıl" dizisi yayınlanmaya başladığından bu yana kendimizi yeni bir tartışma alanı içinde buluverdik.
Kimileri "Muhteşem Yüzyıl"ın bir belgesel bile olmadığını aklına bile getirmedi. İktidar partisinden yükselen hoşnutsuzluk hemen etkisini gösterdi ve RTÜK devreye giriverdi.
Kanuni Sultan Süleyman, kimilerine göre muhteşemdir, kimilerine göre de Osmanlı'nın çöküşünün başlangıcı. Çünkü yakamızı bir türlü kurtaramadığımız kapitülasyonları başımıza saran odur. Yine Hürrem Sultan'ın etkisinde kalarak dirayetli Şehzade Mustafa'yı, Beyazıt'ı öldürterek tahtı 2. Selim'in almasına yol açan da odur.
Kanuni, aynı zamanda iyi bir şairdir. Muhibbi mahlasıyla çok güzel şiirler yazmıştır. Bugün bir vecize haline gelmiş olan:
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi"
dizeleri onun iktidar düşkünlerine bir nasihati gibidir.
"İstanbul'um, Karaman'ım, Anadolu toprağım
Bedehşan'ım ve Kıpçak'ım ve Bağdat'ım, Horasan'ım
Güzel Saçlım, yay kaşlım, gözü fitne sevgilim, hastayım.
Ölürsem; kanım boynuna, medet, ey Müslüman olmayanım
Kapında övücünüm, daima överim seni
Yüreğim gam, gözüm nem yüklü, Muhibbi'yim ve halim hoş"
dizelerinde seslendiği Hürrem Sultan'dır. O Hürrem Sultan ki, sarayın en dirayetli, en zeki şehzadesi Mustafa'nın öldürülmesinin baş sorumlusudur.
Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi, devrin birçok şairinin dizelerinde ağıt olmuştur. Taşlıcalı Yahya'nın şu dizeleri olayın vahametini özetler gibidir:
"Meded meded bu cihânun yıkıldı bir yanı
Ecel celâlileri aldı Mustafa Hân'ı,
Tutuldu mihr-i cemali bozuldu erkânı
Vebale koydular al ile Âl-i Osman'ı"
Stratonikeia'daki o ünlü aşkın kahramanlarından Kral Seleukos: " Kral asasının ne kadar ağır olduğunu bilen onu yolda bulsa, elini sürmez, geçer." der. Bu gerçek Kanuni için de gerçek olmalı.
Hürrem Sultan'ın Şehzade Mustafa'yı ortadan kaldırtmasının nedeni oğlu Şehzade Beyazıt'a saltanat yolunu açmaktır. Ancak Beyazıt, Lala Mustafa Paşa'nın kışkırtması sonucu, Kardeşi Selim (II.Selim)'le Konya'da savaşa tutuşur; ama savaşı kaybeder. İran'a kaçar. Bu olaydan dolayı babasına af dileyen mektuplar yazar, ama Lala Mustafa Paşa'nın adamları bunların padişaha ulaşmasını engeller. Babası gibi şair olan şehzadenin şu dizeleri "Muhteşem Yüzyıl"ın bir başka yüzünü aydınlatan bir ışık gibidir:
Ey seraser âleme Sultan Süleyman'ım baba
Tende canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezid'ine kıyar mısın benim canım baba,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.
Şehzadenin dileği babasının torunlarını babasız koymamasıdır.
Hak taâla, kim cihanın şahı etmiştir seni
Öldürüp ben kulunu, güldürme şahım düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni
Bigünahım, Hak bilür devletlü sultanım baba
Kanuni oğluna şöyle yanıt verir:
Ey zaman zaman isyan eden oğul,
Boynuna fermanımı asla takmayan oğul,
Ben kıyar mıydım sana ey Bayezid Han'ım oğul.
Günahsızım deme bari, tövbe et canım oğul.
Şehzade Beyazıt, 25 Eylül 1561'de artık tahtın tek varisi olarak kalan II. Selim tarafından öldürtülür. Ancak bu da yeterli olmaz. Şehzadenin tüm çocuklarının da öldürülmesi tahtın selameti için gerekli görülür.
Şehzadenin kundakta bir bebesi vardır. Bebeğin boğdurulması için Bursa'ya cellat gönderilir. Cellat içeri girer, bebek uyumaktadır, kıyamaz öldürmeye. Dışarıdaki yedek cellat bir süre bekler, sonunda kurallar gereği hem bebeği, hem de celladı öldürür.
Ne dersiniz, dizinin ilerleyen bölümlerinde sizce bu gerçeklikleri seyretme şansımız var mıdır? Sanıyorum buna, ne tarihin gerçekleriyle yüzleşelim diye diye Cumhuriyetin kurucularına veryansın edenler izin verir ne de diziyi çekenler cesaret edebilir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun Sırça köşkler |
|
Sırça köşkler inşa ediyor musun yine?
Üstüne flu ama devingen göz dalımları serpiştiriyor musun bir dokunuşla ağlamaya hazır.
Limon ve zeytinle bezenmiş tarçın kokularıyla dolduruyor musun dört bir yanı.
İnşa ettiğin her bir tuğla da geziniyor mu parmak izlerin?
Hani unutup hep uzaklara itelemeye çalıştığın ben,
Geçiyor muyum olur olmaz bir an da belli belirsiz gözlerinin içinden.
Sonra kayıp gidiyor muyum yarattığın boşluğa, Hani o ani gerçeğe dönmek zorunda oluşlarında.
Bir şarkı da, bir manzara da, can alıcı bir şiirin herhangi bir mısrasında dalıp gittiğin olur ya bazen
Ve hiç değişmeyen bir uzaklaşmaya düşersin ya boşluğun da,
Şimdi kime gösteriyorsun o derinliğini?
Kime gösteriyorsun yokluğumuzu bomboş bir sayfaya bakar gibi,
Yaşadıkça silinen bir sayfaya dönüşür gibi-Ki
Gece; dalgaları kıyıyı döven bir deniz kenarı ve biz.
Sen şimdi dönüp baktığın da geçmişe ara sıra
O çok renkli yaz aşkını hatırlayacak mısın mesela?
Yoksa Bu kımıltısız yaz uzaklığı dilsiz bir aşk mı armağan etti sana, Hep susmak zorunda kaldığın.
Biliyorum yaşıyorsun aslında o yazdan hiç aklından çıkmayan sahneleri- Ki
Kaleminin ucunda hiç tükenmek bilmeyen gözlerim var görüyorum!
Rüyalarıma giriyorsun bazen, Önce sarılıyor sonra bırakıyorsun yavaş!
Çok yavaş bir şekilde ve dağılıp yitiveriyor sırça köşkün tam da o an da.
Ya sen uyanıyorsun uykundan
Ya ben yok oluyorum
Avucunun içinde iki taş! Ve İnan sevgili inan, Bu benim lav'ım derdi bir volkan olsa.
Sen; dibindekini hiç aydınlatamayacak olan deniz fenerim
Ben Aynada kendimi izler gibi susuyorum.
Sen de bir mimarın yeni bitirdiği bir binayı seyretmesi gibi dışarıdan seyrediyorsun beni uzun uzun ,
Ama gururlanmadan.
O dalgınlığına sığan ne varsa öylece göğsüne iliştirdiğin, hissediyorum.
Sonra merak ediyorum o içten gibi görünen gülüşlerin gerçek mi?
Sanki gülüşlerin parlamaktan vazgeçmiş bir yıldızın gittikçe koyulaşan, derinleşip dışa vuran kuyusu.
Sonra ağlaMalarını anımsıyorum ve ağlayaN gözümün yaşını öpüşünü
Nasıl yansırsa buğulu cama adını yazmaya çalışan parmağım işte öyle bir şey aslında
Yani olsa olsa erguvan ihanetisin sevgili
Olsa olsa bir Cezayir menekşesi kırmızı
Olsa olsa saçımda buğulu yaz tülleri, uzaktan uzağa özlediğim bir yaz hali.
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan BİR MASAL GİBİ |
|
Eve gelir gelmez her zamanki gibi ilk yaptığı şey radyoyu açmak oldu. Sabitlediği kanalın çaldığı müzikleri dinlemek onun için günün stresini alan sihirli bir ilaçtı. Karısı, bu radyo seni afyonluyor haberin var mı, dese de, o, hiç duymazdan gelirdi, yılların getirdiği alışkanlıkla. Bazen yanıt vermek ister gibi yapar, ağzından sözlerin düşmesine ramak kala, yutkunur, gene patırtı çıkarma, deyip, kendi dünyasına hızla dalış yapardı.
Bu vurdumduymaz tavırlar kaç zamandır sürüp gidiyordu. Karşısına dur, yeter ya da çek git hayatımdan bu çekilmez vurdumduymaz edalarınla; bak, hiç görmez misin sana yıllardır ne uğruna katlandığını bilmeyen şu karına yazık değil mi, diyen iç sesine kulak ver, diyen o cılız sese aldırış etmiyordu.
Radyoda bir şarkı masallardan söz ediyordu. Masal da bir gerçekti sonunda. Her gün aynı sahneler, küçük mutluluklar, eski hatıralar, benim hiç olmamış zamanlar, ne zaman anlaşıldılar ki! Bir nehir gibi akıp giden zamanla sürüklenen onca anılar giderek ufala ufala varacağı o olağanüstü geçmesi beklenen ölüm deniziyle buluşmayacaklar mıydı? Yaşanan bir an her geçen gün kırpıla kırpıla küçülen çocuk yıldızlar gibi günün birinde un ufak olup belleğimizde izlerini yitirmeyecekler miydi?
Gün, sabahın ilk ışıklarıyla ona merhaba derken, hep umduğu beklediği bir sürprizi kapının ardında sunacakmış gibi güleryüzlüydü. Kalbinin küçük çarpıntıları da olmasa hayat ona her gün bir yetmişlik rakı kadar saf ve duru, sevecen güzellikler sunacaktı sunmasına ya, her geçen gün dozunu giderek artıran sağ uğultular; günlük güneşlik havada karamsar bulutların yoğunlaşmasıyla aniden yaklaşan bir fırtınanın habercileriydiler.
Böylesi günlerde kendi kabuğuna çekilen bir salyangoz oluyordu. Romatizmaları artmışçasına kıvrılıp yatağına sokuluyordu. Ne bir kadın sesi, ne bir müzik sesi; varsa yoksa beyninde fırdolayı dönüp duran kırık bir plak ki, umutsuzluk özleminden yeni çıkan bir plak gibi dönüp duran karamsar fikirler.
Çözümü çözümsüzlükte arayan aymaz aydınlardan biri oluyordu o anlarda. En kısa çözümün intihar olduğu yargısına varıyordu. Demek böyle bir anda geliyor insana o meş'um intihar muştusu. Ve bir anda bembeyaz bulutlara karışıp gidiyor insan. Sessizce, hiç acı çekmeksizin. Geride bıraktığı ne acı, ne keder, ne geçim kaygısı, ne kadın dırdırı. Çocuklar ne olacak derdi, çoktan uçup gitmiş…
Böylesi boğucu saatleri geride bırakıp, yeniden kafayı gün yüzüne uzattığı an; acının en yoğun olarak duyumsandığı andır onun için. Gene beceremedin der, kendine yuh çeker. Kalk da git şu kör aydınlığın içine hiç utanmadan. Değil mi ki gece boyu süren o karamsar evrenden, en son bıraktığın maskeni tak ve çık git kapıdan. Sokul ilk gelen hayvana, ondan özür dile, alacak mı dersin selamını acaba? Kaybettiğin bir eşyayı ararcasına eğ başını sokaklarda, sakla gecenin sırtına yüklediği o koskoca utancını.
Günaydın de, müdür sıfatlı birine. Geç otur masana, yak geceden kalma tütsünü, değiştirsin kabullendiğin tüm değerleri.
Hayat bir radyo değil ki, her girdiğinde yıkılıp gitmez karşında o hiç istemediğin gölgeler. Peşinsıra gelir, et kokusu almış köpekler, kediler gibi hayat peşinden. Bırakmaz ki seni senden? Heybende sakladığın bir parça hüznü at da duraklasınlar, sen de azıcık soluk al; sorunları yanınsıra bırak, onlar da soluk alabilsinler. Taşıyıp durduğun yetmez mi bunca yıl.
Ve usulca hiç sezdirmeden kalk, çocuğunu cami avlusuna bırakan bir kadın gibi çek git buralardan. Varsın ağlasın kalanlar, varsın lanetlesinler, isterlerse assınlar gölgeni darağacına. Git, umursama kalanları. Seni geleceğe taşıyacak belleğindeki anılarla git, hiç durma git…
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
DEMOKRASİ VURULDU…
Saat sabahı gösteriyor. Her tarafta sessizlik hakim. Şöminede yanan odun kokusu genzimi yakıyor. Barbara Stresiand'ın muhteşem sesinden odaya yayılan "memory" şarkısının melodileri denizin kıyıya vuran dalga sesleri ile birleşerek gecenin sessizliğinde güzel bir ritm oluşturuyor. Çok zaman elimdeki kitabı okuyor, bazen de gözlerimin dalgınlığına engel olamıyorum.
Birden evin içinde esen güçlü rüzgar zaman tüneline götürüyor beni. İçimdeki ses "unuttun " diyor.
Etrafımdaki sahte gülüşlere, sahte insanlara bakıyorum. Büyüdüğümü vuruyorlar yüzüme. Çocuklukta kalmaktı en güzeli… Saf duygular içinde bahar bahçemizde kardeşçe ve kaygısızca el ele oyunlar oynarken, büyüyüp çirkinleşmiş dünyanın ortasında kış ayazında olmayı kim ister ki! Kendi doğrularımda çocuk kalsaydım keşke.
Terörün ve darbelerin çocuğuyum ben. Deniz Gezmiş'li, Hüseyin İnan'lı dramların ortasından gelmişim. Teröre boyun eğmemiş yasak yayınların, el altından okuyucu bulduğu dönemlerde, Türkiye'nin geleceğinden endişe duyan gerçek vatanseverlerle tanışmışım. Hasan Mutlucan'ın davudi sesinde ilk kez dinlediğim "yine de şahlanıyor" türküsünün canımı yaktığı 80'li yılların askeri darbesinden geçip, zamanını hapishane yollarında geçiren gözü yaşlı annelerin gözyaşlarına eşlik etmişim. İlişki içinde olmadığı örgütlerin üyesi olmakla suçlanan 15 yaşındaki genç fidanların annelerinin gözlerindeki korkuyu görmüş, doğmayan çocukların birer birer nasıl öldürüldüklerine tanık olmuşum. Aydınları ya hapishanede, ya da hastanede gözleri dışarıyı seyrederken görmüşüm. Belki de bugünleri o günlerden görmüş kahrolmuşum. "Mesela yani" cümlesinin çok kullanıldığı dönemlerde sözde demokrasiye geçiş ortamıyla tanışmışım.
İnsanların duyarsızlığına öfkem öylesine kabarmış ki; damarlarımdaki kanımın delice yukarı doğru aktığı zamanlarda meydana inmiş, meydan okumuşum insanlara.
Bazen köylerde küfür olmuşum oh olsun diye, bazen de Adem'e elma uzatıp, kasabalarda ihanet olmuşum aşk olsun diye. Bir küçük günümü büyütüp saniyelerimi çoğaltmışım. Aklımın içinden arındırdığım kötülüklerin kurduğu tuzaklara yakalanmadan, zamanın nöbetini tutmuşum.
Güneşin beslediği güllerim, düş bahçemde varlıkları ile kendilerine yer edinmişler sohbet etmekteler menekşelerle. Zamanın bolca aydın cenazelerinde olmaktan muzdarip, boynunu bükmüş karanfiller.
Tıpkı hep doğruyu söyleyen yalancılar gibi.
Ağaçlarım yolumu kesmiş "boşalt içindeki sessiz çığlığı haykır dünyaya, sana kurulan pusuyu haykır insanlığa, güneşi durdur, sen özgür olana kadar ısıtmasın, dünyayı aydınlatmasın" diyorlar. Oysa ben aklımda ve kalbimde çakan şimşeklerle hüznü pişirmişim. Hüzünlü vedaların arkasından bakakalmışım. Acının eteğini çekiştirip, mutluluğa göz kırpmışım. Tıpkı ağaçlar gibi dimdik ve hep ayakta…
Zaman hep aleyhime işlese de, sevmeyi ve sevilmeyi unutmamışım. Sevdiklerime ayırdığım zamanlar birike birike bir ömür olmuş ömrümde… Umutlarla başlayıp, gerçeklerle biten ve birbirine benzeyen içi birbirinden farklı yılları devirmişim arka arkaya. Arada savrulup gittiğim kötü yılları saymazsak, yaşadıklarıma çizgiyi tutturduğum iyi yıllar da diyebiliriz. Bazen düştüğüm yerden başımı kaldırıp, "neyi kaçırıyorum acaba?" demenin arsızlığına düşmüşüm. Geçmişten, içimde tat yerine tortular kalmış.
Geriye dönüşsüz bir dünyadayız biliyorum. Yaşadıklarım herkesi olduğu gibi beni de şaşırtıyor, hatta ağlamaklı kılıyor. Hayatıma baş harfleri büyük kocaman notlar düşüyorum gençlik görsün diye.
Rüzgarım beni iyice yoldan çıkarmış kollarımdan çekiştirmekte. Bugünü güzel kılmanın en güzel yolu, İzmir'i turlamak olacak diyor. Yeni bir rüzgar esiyor, yosun kokan. Kordon boyunda günün doğumunu selamlarken kuşlar, kendimi buldum seyir teraslarından birinde. Gözlerimin ve sözlerimin üstüne düşen yağmur damlaları ile karşılaştım bugün. Yağmurun ardından güneşin parladığı yerde, kendime gölge yer ararken hırsız bakışları yakaladım düş bahçemde.
Hatıralarıma yaslanıp, anılarımı istiflerken "senin adresin bende hiç eskimese, sen o adresten ayrılmasan ve ben hep sana uğrasam" dedim ona. "Ben hep seninleyim, sen istedikçe" dedi. "Aklımız hep uzaklarda, beynimiz çağın ötesinde, varlığımız Ülkemizde olsa, karla güneşi buluşturup olmazı oldursak, düşlerimizi bulutlardan sarkıtsak yerlere" dedim. Gözlerime baktı, ellerimi tuttu sıkıca. "Biz bunun için buradayız" dedi muzipçe. "Kılıç kadar keskin, okyanuslar kadar derin."
Öyleyse etrafımdaki boşluklar neden canımı yakıyor? Neden küçükken kanayan dizlerimin yerine, şimdi yüreğim kanıyor. Sustu. Sabırlı ol dedi.
Hep eski görüntüleri çekip çıkarıyor gözlerim. Çokça yaşanmış hayal kırıklıklarım çekiştiriyor eteklerimden. "Eskiden kalma bir şeyler varsa içinde çıkar onları, besleme" diyor. Gözlerim ve yüreğim onlarla işbirliğinde. Dostça emanet ettiğim anılarımsa artık ihanette.
Hüzünlerimde bile mutluluk veren deniz kenarında bu kez anılarıma yer aradım, buldum rüzgarın yardımıyla. Kırgınlıklarımı ve yorgunluklarımı koydum karşıma. Tıpkı hayatıma koyduğum kocaman notlar gibi... Hesaplaştım. Yürüdüm, attığım her adımda dalgınlığıma teslim oldum. Yalnızlığımı gözlemledim. İçime baktım bir süre, dışarısı da içim gibi kalabalık. Nereye baksam kalabalığa çarpıyor başım. Herkes suskun.
"Başını kaldır, başının üstündeki güzelliklere bak" diyor içimdeki ses; göğün maviliğine, saksılardaki renk renk menekşelere, fesleğenlere bir de ılık ılık esen rüzgara bak diyor. Çevren aldatmasın seni, yakmasın yüreğini. Deprem bile sarsamaz birlikteliğimizi…
İkna ediyor beni.
Anlamlarım uçuşuyor anılarımın arasında ve ben yine dalgınca bakıyorum körfeze. Gözlerim uzakta, çok uzakta bir çift mavi göz arıyor derinlerde…
Şimdi saatleri durdurup, saniyeleri yok etme zamanı. Yüreğimin sancısını dindirme zamanı. En çılgın yaz aylarında, mesela deli temmuz'da; gelenek ve göreneklerin, şükran duygularının tabutlara konulduğu zamanlarda; Ne zaman Kordon sefası yapsam Mustafa Kemal'in Rum garsonla yaptığı o muhteşem konuşmanın hatırasını anımsarım. Ve ne zamanki vapur düdükleri çalar, martılar havalanır işte o zaman bir çift mavi göz belirir ufukta. Başımı kaldırır elimdeki kadehi ona doğru uzatıp "şerefe, sayende burada tek başıma rahatça oturup, kadınca sefa yapabiliyorum" derim minnetle.
Şimdilerde ne zaman Ülkemin sıcaklığına teslim olsam vurgun yiyorum mavi gözlü dev adam. Senin, gülerken bıraktığın halkın gülümsemesi lütuf olsun bugün Ülkesini satanlara.
Herkesin yüreğinde azarlanmış bir çocuk yatıyor şimdi. Etrafta gördüğüm mavi gözler, namludan çıkmamış bir mermi gibi bakıyor…
Hülya Türk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder HASTA ZİYARETİ |
|
Dayıoğlunun evine gidişimin asıl nedeni, artık iyice yaşlanan yengemi görmekti. Elinde büyüdük sayılır; mahalleye kadar gelip görmeden gitmek olmaz. Saime yengem; her şeyimizle ilgilenirdi. Nerelere oturtacağını bilemez, karnımızı doyurmadan dünyada bırakmazdı.
Yıllar nasıl da acımasız. Ev işlerini neredeyse askeri disiplinle yapan, her an her şeyi hazır olan kadın, şimdi hasta yatıyor. Nasıl sabrettiğine inanamıyor insan.
Çocukları, torunları da ona çekmiştir herhalde…
…
Kapıyı çaldım; torunlarından biri açtı. Çocuk, görmeyeli delikanlılık çağını dize getirmiş, zor tanıdım. "Hoş geldin amca" dedi, tereddütsüz. İnsan belli yaşlardan sonra çok değişmiyor. " Hoş bulduk" deyip girdim. Dayıoğlu Sacit, gelin, iki oğlan. Çocuklar birbirinin tıpkısı, ikiz gibiler; beni oturtacak yer aramaya başladılar. "Durun, önce bir yengemi göreyim" deyip aramaya koyuldum, uyardılar:
- Seni tanıyamaz. Söylediklerini de anlamaz.
Şöyle bir baktım, uyuyor, geri döndüm. Bizimkiler ayakta, benim en rahat koltuğu seçip oturmam için bekliyorlar.
Çok vaktim yok, koltuğun yanında bulunan sandalyeye iliştim. Yine hepsi birden:
- Olmaaz. Orada rahat edemezsin!
İçimden "Yahu!" dedim, "Rahat olup da ne olacak ?" Kıçın yarısını sandalyenin üçte birine iliştirip ağırlık merkezini sandalyenin herhangi bir güvenli noktasına yıktın mı, al sana rahat bir oturuş.
Yok, olmaz; tedirgin tedirgin bekliyorlar. Sacit "Halamın oğlu, kırk yılda bir evime gelmişsin. Bunu bana yapmayacaktın" der gibi anlamlı anlamlı yüzüme bakıyor. Oğlanlar da hazır kıta, gözleri babalarında. Sacit bir kaş göz hareketi yapsa, iki oğlan beni hoppala yapar gibi, uçurup en rahat bildikleri koltuğun içine fıydıracaklar.
Nitekim, Sacit bir ara "Ihım" gibi bir ses çıkardı. Ben ıhımın "ım" ını duyduğumda yumuşak bir koltuğun içine gömülmüştüm bile.
- Hah! dedi ardından Sacit. Şöyle rahat et halamın oğlu!
Sonra çocuklara nasıl bir kaş göz işareti daha yaptılarsa, biri, az önce üstüne ilişip sonra cebren ve hileyle koparıldığım sandalyeyi kaptı, ayaklarımı da çevik bir hareketle kaldırıp üstüne koyuverdi. Kan dolaşımını rahatlatmaya çalışıyorlarmış.
Dayıoğlu hiç boş durmuyor. Bir kaşı ile öteki oğlana talimat verirken karısına da uyarıda bulunup, ardından yakınıyor:
- Öğretemedim şunlara, öğretemedim!
O an küçük oğlan iki tane yastık kapmış, geldi. Sandalye sert, koltuk rahatsız olabilirmiş. Birini ayaklarımın altına, birini sırtıma yerleştirdi. Ardından da sorguya geçti:
- Amca rahat mısın?
Hiç rahat olmaz mıyım diyeceğim ki, gelin hanım:
- Mehmet abi, aç mısın? İçecek ne istersin?
- Tokum. Bir çay içeyim, dedim.
Sacit bu diyaloğu hiç mi hiç onaylamadı. Ahaliye şöyle bir ters baktı. Hizmet sektörü iş başında. Ben iki yeğenin kollarında cumburlop yemek masasına. Yemekler dizildi. Hani "Zenginler iki kaşıkla mı yiyor?" derler ya, ben resmen dört kaşıkla yiyorum. Arada bir "Bıraaak boğuluyorum" diye haykırıyorum. Bı'sını esgeçiyorlar, "Raaak" kısmını da
geğirdim sayıp sokuşturmayı sürdürüyorlar. Arada "Yarasııın!" nidaları. Yine dört koldan dört kaşık, arada salatalı çatal çeşitlemeleri ile hizmete devam ediyorlar.
Yoğun ilgi, hatta buna "İlgi işkencesi" de denebilir, geçtikten sonra yengemin sesi duyulmaya başladı.
- Geldiler mii?
Ne geldi mi? Bu kez de ben dayıoğlu'nun yüzüne baktım:
- Annem, dedi, altmış yetmiş yıl öncesinde yaşıyor. O geldi mi dediği şu: İşgal yıllarında, köye sık sık Yunan askerleri gelir, yiyecek içecek toplarmış, karnını zor doyuran bizimkilerden de bulduklarını alır giderlermiş. Aç kalırmış köylü.
- Vermeyeceeem!
Yengem bu kez de bir şeyleri vermiyor. Sacit alışık, çevirmen gibi ben sormadan anlatıyo. Yunan askerleri ne kadar beygir, eşek, katır varsa toplarmış yük taşımak için. Yengemin bindiği, midilli tipinde küçük bir eşeği varmış. Yengem ağlayınca eşeğini almamışlar. Bir gün alacaklar, diye hep korku içinde yaşamış.
- İndiler mi?
Gündüz Yunan askeri gelir hayvan haşat, yiyecek içecek ne varsa toplarmış ya, gece de rahat yokmuş. Hava kararır kararmaz, bu kez çeteler düze iner, onlar toplarmış ne var ne yok. Bir de erkeksiz ev görmeyegörsünmüş namussuzlar.
- Ayırdınız mı?
Bunda da Yunan askerini, çeteleri savuşturacak kadar yiyecek bırakın, aç kalmayalım kendimize de ayırın demek. Ayrılan, yiyecek içecek. Bir süre sessizlikten sonra bu kez; "Memeeet!" diye bağırdı.
Buna hepsi şaşırdı. Tabii ben de. Ardından yine aynı ses:
- Memeeet!
Bu kez beni ağırdığından emin olup, yanına gittim.
- Geçmiş olsun yenge. Ben Mehmet.
- Ben de Ahmet demedim oğlum. Nasılsın iyi misin?
- İyiyim.
- Bunlar misafir kıymeti bilmez. Aç mısın, tok musun? Seni rahat ettirebildiler mi?
…
Dedim ya, yengem çok misafirseverdi. Kimseyi doyurmadan bırakmazdı. Ama yengemin bu kez sorduğu soru ilginçti.
- Mehmedim, Mustafa nasıl?
Hay Allah; o da kim? Babamın adı da Mustafa ama, dayımla arası açık diye yengem onu hiç sevmezdi. Sormazdı da.
- Hangi Mustafa yenge?
- Hangisi olacak! Mustafa Kemal…
- İyi, çok iyi.
- Onun izinden hiç ayrılma. Hep yanında ol!
- Hep yanındayım yenge.
- Aferin. Sen çocukluğundan belliydin. Zıpırlık bilmezdin.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ANKARA
Ankara'ya kar düştüğünde
Sararır sokaklar
Seni hatırlar gözlerim
Seni arar
Ve seni özlerim
Sana dair ne varsa
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Geniş bir tencereye üç parmak yüksekliğinde su doldurup kaynatın. 6 yumurtayı birer birer kepçenin içine kırın. Dağılmamalarına dikkat ederek kaynayan suya aktarın. 2-3 dakika sonra pişen yumurtaları kevgirle sudan alıp servis tabağına yerleştirin. Üzerine sanmsaklı yoğurt ve tereyağında kızdırılmış kırmızıbiber gezdirip servis yapın. Bu Çılbır tarifi ve birçok yemek tarifi için http://www.nepisirsem.com/ afiyet olsun.
http://tr.giveawayoftheday.com/ Giveaway of the day projesi takipçilerine her gün bir bedava yazılım veriyor. Hem de herhangi bir kısıtlama olmadan! Düzenli olarak takip edildiğinde mutlaka işinize yarayacak bir program bulabilirsiniz. Download için gerekli bağlantı sitede önceden kararlaştırılmış olan indirme süresi boyunca aktif kalıyor. Bu sitede hem programın açıklamaları, hem de hakkındaki yorum ve incelemeler de yer alıyor. Yani beğenip beğenmediğiniz konusunda yorum yapabiliyorsunuz.
Matematik sever misiniz? Ben ne severim, ne de sevmem. İhtiyacımı giderecek kadar bilgi sahibi olmak yeterli diye bakmışımdır. Ama bu konuyu gayet iyi bilen ve bilgilerini paylaşanlar bir web sayfası kurmuşlar http://www.cebirsel.com/ . Geçenlerde oğluma ders çalıştırmak için bilgilerimi tazeleme amaçlı rastladığım bu web sayfasının çok faydasını gördüm. Site sahiplerine bu vesileyle teşekkür ediyorum. İhtiyacınız olduğunda danışmanız gereken bir bilgi kaynağı olarak sık kullanılanlar listesine ekleyebilirsiniz.
Mutfakta olmayı sevenlere özel bir web sayfası http://www.mutfaktayiz.biz/ . Aslında reklam amaçlı hazırlanmış bir web sayfası ama, kullanım ve sunum şekli hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak istedim. Ayrıca "bir bilene sor" başlığı altında dayanışmayı teşvik eden bir çalışma bölümü var. Bu bölüm web sayfasına ayrı bir değer katmış. Hazırlayan ekibin ellerine sağlık.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|