|
|
|
Editör'den : "Atma Şerafettin, din kardeşiyiz" |
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SAAT ON ALTI |
|
Saat tam on altı da kanaryasını balkona çıkarırdı. Çayından küçük küçük yudumlar alıp sigarasından bir nefes çekerdi. Her gün saat tam on altı da saksıda durmadan boy atan sardunyasını sulardı. Her gün o saatte süt beyaz boyanmış saçları boynunun üzerinden dümdüz, yusyuvarlak kesilmiş kadın apartmanın arkasındaki sokaktan çıkıp otobüs durağına geçerdi. Ve adam hep o kadının gece bir barda konsomatris olarak gece çalışan biri olduğunu düşünürdü. Sonra çayının ikinci bardağını doldurur kanaryasının küçük beyaz küvette banyo yapışını keyifle izlerdi. Tüylerini kurutmak için çırpınan kuşa ötsün diye ıslık çalardı. Kuş bu sese kocaman bir cik ile karşılık verirdi. Küçücük gövdesini kafesin güneş alan tellerine yapıştırarak kurutmaya çalışırdı.
Rizeli Hüseyin Bey'in de eskiden bir muhabbet kuşu vardı. Çocuklar büyüyüp evden uzaklara gidince bu küçük mavi renkli kuş orta yaşlı karı kocanın tek eğlencesi olmuştu. Bütün gün kafesin kapısı açık durur, kuş evin içinde dilediğince gezip tozardı. Akşamları televizyonda haberlere bakan Hüseyin Bey'in omzuna konar, saçlarını didiklerdi. Neşesi yerindeyse sahibine "Canım," derdi. Bütün gün kuşun bu kelimeyi söylemesi için karı, koca türlü cambazlıklar yaparlardı. Mavi muhabbet kuşu canım deyince gülüşürler ve acayip sevinirlerdi. Hüseyin Bey iş arkadaşlarına söz açıldığında kuşundan söz ederdi. Muhabbet kuşundan söz ederken mutluluktan başı göğe erer, gözlerinin içi gülerdi. Müdür yardımcısı Mustafa Bey adamın kuştan söz ederken neden bu kadar mutlu olduğuna şaşıp kalırdı."Alt tarafı bir kuş işte," derdi. "Çocuk gibi sevinecek ne var? Uçar da, öter de, mıçar da. Kuş işte…"
Onu her gördüğü yerde "Hüseyin Abi kuş nasıl," diye sorardı. Makaraya alındığını anlamayan Hüseyin Bey yine her zamanki gibi mutlulukla onu anlatmaya başlardı. Mustafa Bey'in sorduğu ile Hüseyin Bey'in anlattığı kuş aynı değildi. Hüseyin Bey dışında herkes kuşun öteki anlamını biliyordu. Bir tek o makarayı anlayamıyordu. Hüseyin Abi kuş nasıl.? Ha ha ha…
"Kuş birkaç gündür hasta," dedi Hüseyin Abi. "Artık ötmüyor. Ölecek mi ne? Bütün gün kafesinde uyukluyor. Ablan ilaç verdi ama fayda etmedi. Bazen eline alıyor. Seviyor, okşuyor ama nafile. Öt diyor. Cılız bir cik. Hepsi o kadar. Sonra yeniden kafesine koyuyor. Kuş çok hasta… Ölecek mi ne? Mustafa Bey'in odasındakiler gülmekten yerlere yatıyor. Ha ha ha…
-Doktora götürün be abi . Veterinere yani. Ölmesin sakın…
Saat tam on altıda dolaptan birkaç dilim kabak tatlısı aldı. Üzerine biraz dövülmüş ceviz serpti. Mutfak masasına geçerken tatlının bal rengi şerbeti kabakların arasından sızarak tabağın dibini kapladı. Tarçın kokulu tatlı ağzında dağılırken gözlerini yumdu. Saat tam on altıda bütün duyularını kabak tatlısına kilitlemiş adamın telefonu çaldı. Masadan kalkıp salona geçti. Bilgisayar masası üzerindeki telefonu açtı.
- Alo, dedi adam, Alo buyurun. Kimi aramıştınız?
- Başkomiser Orhan Çekiç. Karakolundan arıyorum.
- Buyurun efendim.
- Beyefendi oğlunuz bir olaya karışmış. Karakola kadar gelebilir misiniz?
- Elbette efendim, adınız ne demiştiniz?
- Başkomser Orhan Çekiç efendim.
Adamın oğlu otuz yaşındaydı. Sakin, etliye, sütlüye bulaşmaz biriydi. Adam şaşırdı. Ne olayı
acaba diye düşündü. Aklı kabak tatlısındaydı. Ayakkabılarını giymeden evvel mutfağa daldı. Ağzına bir dilim kabak tatlısı attı. Kapıdan yel gibi çıkıp yürümeye başladı. Sokakta yürürken ağzında hala kabak tatlısı vardı.
Adam telaşla evine çok yakın olan Nilüfer Karakolu'na gitti. Başkomser Orhan ÇEKİÇ'i sordu. O karakolda böyle biri yoktu. Sonra diğer karakollardaki görevliler arandı. Kocaman Bursa'da Başkomser Orhan Çekiç adında tek bir görevli bile yoktu. Bir yanlışlık olduğu belliydi. Adamın aklına birden oğlunu aramak geldi. Telaşla elini paltosunun cebine attı. Cep telefonu cebinde değildi. Evden telaşla çıkarken cep telefonunu yanına alıp almadığını anımsamıyordu. Acaba aldım da yolda mı düşürdüm diye düşündü. Karakoldan ayrılıp evine döndü. Cep telefonu salondaki sehpanın üzerinde duruyordu. Oğlu ile görüşünce rahat bir nefes aldı. Oğlu fabrikada mühendisti. Vardiyası saat on dokuz da bitecekti.
Emekliler derneğinin bahçesinde oturan Tapucu Süleyman ve arkadaşları kendi aralarında gülüp konuşuyorlardı. Bu gün piyango Sıhhiyeci Dursun'a çıkmıştı. Ama suç tapucunun değildi. Onlar hep birlikte Mübaşir Kazım'ın aklına uymuşlardı. Adamcağız iyi ki kalpten gitmemişti. Sadece kabak tatlısı yarım kalmıştı.
Saat tam on altıda tren zil sesi çalarak Nilüfer İstasyonunda durdu. Hayat kocaman bir şakadan ibaretti. Güldürenler istemeden mizahın o günkü figüranları olmuştu. Hava yavaştan serinlemeye başladı. Balkondaki adam kanaryasını içeri aldı. Sıhhiyeci Dursun kabak tatlısını dolaba kaldırdı. Bütün iştahı kaybolup gitmişti.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BİRLİKTE AYAĞA KALKMAK |
|
Herkesin yaşamında garip, anlaşılmaz rastlantılar vardır. Bu rastlantılardan biriydi bu pazartesi gün yaşadığım.
Kaç zamandır yarım bıraktığım Funda Kalaycıoğlu'nun "Karya Kraliçesi" romanını, otobüste okurum, diye yanıma almıştım. İzmir dönüşü kaldığım yerden okumaya başladım. Romanın Makedonyalı İskender'in, Miletos'u kanlı bir savaş sonunda işgal ettiği bölümü okurken otobüsün Söke Ovasını geride bırakmakta olduğunu fark ettim, ilginç bir rastlantı, dedim kendi kendime.
İskender, Euromos ( Ayaklı) yakınlarına kamp kurduğunda, ben, Bafa dolaylarındaydım. Dağların ardında Alinda ( Karpuzlu) vardı. Kraliçe Ada'nın bir gece, İskender'in ünlü atı Bucephalus'la bile sarp Latmos Dağlarını aşarak buralara gelemeyeceğini bilsem de heyecanlandım.
Otobüsüm Yokuşbaşı'na gelirken kendimi bir an yakılmış yıkılmış Bodrum'a girecekmişim gibi hissettim. Çünkü İskender, Halikarnas'ı fethetmiş, Memnon ve Orontobates de şehri ateşe vererek iç kaleye çekilmişti. Kraliçe Ada da kardeşi Piksodaros'un sürgün ettiği Alinda'dan dönmüş, hâlâ dumanlar tüten başkentini bir tepeden seyrediyordu. Kitabı kapattım, çantama koydum. Çok şükür, Bodrum iki erkenci bahar mavisinin arasından gülümsüyordu.
Koşar adım sahile attım kendimi. Bir romanı, olayların geçtiği çevreden geçerken okumanın birebir çakışmasını yorumlamaya çalışırken, bir yandan da Makedonyalı İskender, Kraliçe Ada'yı yar gibi mi sevmişti, ana gibi mi? Bir gece Baltacı Mehmet'in çadırına giren (tarihsel gerçeklik) Çariçe Katerina, ile İskender'in çadırına giren(roman gerçekliği) Kraliçe Ada'yı aynı algıyla mı yargılayacaktık, sorularına yanıt arıyordum.
İçimi ısıtan Bodrum güneşini bırakıp da kapalı bir mekâna tıkılmak istemedim. Yol üstü kahvelerinden birine oturdum. Kahvemi yudumlarken kitabı yeniden açtım. Gözüme Platon'un:
"İktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı olmayanlara verilmelidir." sözü ilişti.
Kraliçe Ada'nın Karia'yı işgale gelen İskender'e başkentinin sırlarını fısıldamasının haklı bir gerekçesini aradım:
"Aşk" dedim, olmadı.
"Ulusunu savaşın yıkımından korumak " dedim, sarmadı.
"Ülkesini Perslerin işgalinden korumak" dedim, aklıma yatmadı.
"İktidar uğruna" dedi iç sesim.
Bugün meydanlara dökülen milyonlara rağmen "halkın yararı için" iktidarı bırakmak istemediklerini söyleyenlerin, siyaseti kendi iktidarları için düzenleyenlerin Kraliçe Ada'dan bir farkını da göremedim.
Sonra Aristoteles'in:
"Her insan öfkelenir, bu kolaydır; fakat tam adamına, tam ölçüsünde, tam zamanında, tam yerinde ve tam usulünde öfkelenmek, ne herkesin kudretindedir ne de kolaydır." sözünü okudum.
Hangi devlet yöneticisi, çiftçisine "Ananı da al git!" diyebilir?
Hangi iktidar sahibi, sanayicisine "tarafsız olan bertaraf olur." diye gözdağı verebilir?
Hangi diline hakim devlet yöneticisi, bir halkı "ülkemizden beslenenler " diyerek aşağılayabilir, diye sordum kendi kendime.
Güneş, kalenin burçlarına, yelkenlilerin serenlerine de veda ediyordu. Kalaycıoğlu'nun Sokrates'ten aldığı "Kimse beceremeyeceği ticarete atılmaz; ama herkes ticaretlerin en zoru olan 'hükümet' işine gözünü bile kırpmadan girmek ister." sözünü kahvemin son yudumuna karıştırdım. Siyasette bir adım öne çıkabilmek için sağa sola omuz atanları, öfkelerine tutsak olanları, kendi istikballeri için, halkına en derin acıları yaşatanları unuttum bir an.
Önümüzdeki pazar,"Sevgililer günü"ydü. Not defterimi çıkardım ve "BİRLİKTE AYAĞA KALKMAK" diye başladım yazmaya:
"Kar yağmıştır geceden. Dallar yükünü almıştır iyice. Ova bayır kar. Bir de güneş açmıştır. Baktığın an gözünü kar alır. Ya geri döneceksin ya tutunacaksın ona. Oysa onun gözünü de almıştır kar. İşte şimdi, ikiniz de gereklisiniz birbirinize. Sıkı mı sıkı tutunarak birbirinize yürürsünüz. Böylece düşme olasılığınız azalır. Ancak bir süre sonra yorulursunuz, adımlarınız uyumunu yitirir. Çok sürmez bu sallanmalar. Düşersiniz. İkiniz de savrulursunuz karlarda. Bir yerleriniz incinmiş de olabilir. İşte o an gözleriniz ilişir birbirine. Ya elinizi uzatır; kaldırırsınız birbirinizi ya da ikinizin de birbirinizi düşürdüğünüzü bile bile, niye düşürdün beni, diye söylenirsiniz.
O an her şeyin başladığı andır. Eğer elinizi uzatmışsanız, birbirinize tutunarak ayağa kalmayı öğrenmişsinizdir. Artık daha sıkı sarılırsınız birbirinize. Aklınız aklı olur, yüreği yüreğiniz. Adımlarınız daha uyumludur, Gözleriniz daha keskin… Kolay kolay düşmezsiniz bir daha; düşseniz de aldırmazsınız. Çünkü en güzel deneyiminiz hazırdır: Birlikte ayağa kalkmak.
Sevgili olmak böyle bir şeydir; dostluk da arkadaşlık da… Hatta ulus olmak da…
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan KOBİ'lere İş Tüyoları |
|
Türk ticaret hayatında adından sıkça söz ettiren kavram KOBİ! Yani Küçük ve orta ölçekli ticari işletmeler.
Ticaretin atardamarı da denebilecek bu tür işletmeler ekonomik güçsüzlükleri nedeniyle işletme ve finans sorunlarının çözümünde kendilerine profesyonel destek bulmakta zorlanıyorlar. Birçoğu aile işletmesi olan bu işyerlerinin "ceo"ları var, ne de ARGE bölümü. Küçük esnaflara verdiği kredilerle tanıdığımız HALKBANK bu alandaki açığı gidermek üzere Türker Baş'ın "KOBİ'ler İçin Gerilla Stratejileri" adlı kitabının basımını üstlenmiş.
Kitabın adı her ne kadar radikal bir söylem içerse de, bana, holdinglerle küçük şirketler arasındaki ticari anlatan dinamik şirket/hantal şirket kavramını çağrıştırdı.
Ülkemiz son yıllarda dışa açılmanın hemen her boyutunu yaşıyor. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel dış ilişkiler giderek derinleşmekte ve önem kazanmakta. Ama sıradan insanın hayatında bunların hangisi daha önemli derseniz, yanıtı, "Çin malı istemezük!" yanıtında aranabilir. İyi de peki, o beğenmediğimiz Çin malı ürünlerle nasıl baş edeceğiz? Bu yaman sorunun yanıtını herkes gibi ben de merak ediyordum.
Çin'in küresel ekonomide kendini göstermeye başladığı yıllar bizim de dışa açılma yıllarımıza denk düştü denebilir. Yerli üretimin hem Batıya hem de Çin ve diğer Uzakdoğu ülkeler üretimine karşı başarılı olması sadece koruma kalkanıyla olmayacağı da biliniyordu. Bu durumda yerli küçük üreticinin küçük bir atölyede üç beş işçiyle başladığı ticari hayatta küresel bir marka olması ancak işini geliştirmesi ve mali yapısını güçlendirmesiyle olasıydı.
Türker Baş, kitabında örnek verdiği firmaları biri dışında tümünü yerlilerden seçmiş. Bunlar arasında öyleleri var ki, gerçekten parmak ısırtacak ticari başarılara imza atmışlar. Onlardan ikisine burada kısaca yer vermekte yarar var.
Vesa Tekstil, ısırgan otlu kumaş üretiyor. Doğrusu bu ya, ben de bu kitapta okuduğum ana kadar ısırgan otundan kumaş üretildiğinden haberim yoktu!
Vemus Endüstriyel Elektronik şirketi de Türkiye'de olmayan cihaz ve sistemleri üretmeye koyulmuş. Peki sonuç? İş hayatına bir evin çatı katında başlayan şirket, kısa zamanda büyüyerek 500 metrekarelik bir fabrikaya dönüşmüş. Ve bugün dünyanın sayılı üreticileri arasına girmiş.
Türker Baş, başarının bir sırrını da "Mal ve hizmette müşteri için anlam taşıyan bir farklılık yarat ve müşterinin bunu algılamasını sağla. Bunu gerçekleştirdikten sonra fiyatını arttır." sözüyle dile getiriyor.
Etkinliği Türk şirketlerinde kanıtlanmış stratejiler alt başlığını taşıyan kitabın önsözünde Baş, ["Biz bu işi kitaplarda yazılanlara göre yürütmeye kalksaydık çoktan iflas ederdik." Bu söz yaklaşık beş yıl önce yer aldığım bir eğitime katılan tecrübeli bir tekstilciye ait. Daha sonra bu tekstilcinin gerçekten iflas ettiğini duydum. Ancak nedenini bilmiyorum. Belki eğitim sonrasında "kitaplarda yazılanları" uygulamaya karar vermiştir.] derken, piyasada hemen her gün bir yenisini gördüğümüz özellikle Amerikan kaynaklı iş başarı öykülerini anlatan kitaplara gönderme yapmakta ve "Bu kitaplar genellikle Amerikan şirketleri için hazırlanmış reçeteleri içerirler. Kitabı yazanların sizlerden, sizin sorunlarınızdan haberleri dahi yoktur." diyerek kitabına örnek olarak neden yabancı şirketleri almadığını açıklıyor.
Kitabı okuduğumda yazara hak verdim ve çok yerinde bir düşünce olduğunu anladım. Çünkü yazarın sözünü ettiği ve yabancı başarı öyküleri anlatan kitaplardan bazılarını okumuştum. O başarı öyküleri, olayın yaşandığı ülkenin insanına aitti ve bize benzeme olasılığı da pek azdı. O nedenle, Türker Baş'ın kaleme aldığı yapıtı bu yönüyle de önemsediğimin altını çizmeliyim.
Kitabın ana konu başlıklarına gelince: Farklılaşma, Müşteriyi Anlamak, Uzmanlaşmak, İnovasyon, Müşteri İlişkileri ve İletişim Planı.
Kitabı özellikle girişimci bir ruha sahip her yaştaki insanların severek okuyacaklarını umuyorum. Kitabın, dilinin akıcılığı yanında okuyucuyu teşvik edici olduğu söylenebilir.
Konuya ilgi duyanların kitabı edinmek için yapacakları tek şey, bir Halkbank şubesine uğrayarak, -eğer ellerinde kaldıysa- ücretsiz edinmeleri.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KADIKÖY'DE BİR GÜN
Kadıköy'deyim. Balıkçıların arasından geçiyorum. Etraf marullarla, rokalarla süslenmiş, yemyeşil. Roka bir lira. Hamsi beş lira.
Balıklar spotların altında parlıyor. Islak pullarıyla denizden yeni çıkmış.
Yıkanmış işkembeler takılıyor gözüme, çamaşır suyuyla yıkanmış gibi. Çorba olmayı bekiyorlar.
Kellelerin derisi yüzülmüş, sadece gözeri var, bembeyaz kafanın içinde, bana bakan. Bu halleriyle çok ürkütücüler.
Kokoreççinin önünden geçiyorum, domates, soğan kokuları.
Kapı önünde; "balık ekmek" diye bağıran garsonlar, tavada kızarmış midyeler...
Sokağın bitişinde bir dilenci var; "yola gideceğim madurum!" diye yazan, yanında da valizi.
Başka bir kadın ayağını uzatmış; "açım!" yazıyor önünde ki kağıtta.
İstiklal'de de görüyorum bu insanları, kiminin elinde Selpak mendil, kiminin çakmak.
Kimisi de elinde ki flütle, kemanla sanat icra etmeye çalışıyor. Onlara saygım daha bir başka.
Hele geçen yıl, Kızılderililer Korosu vardı ki, hayran kaldım. Galata da durmuş, cd lerini reklam etmeye çalışıyorlardı. Dilenmeden, sanatlarını icra ederek.
Karşı taraftan minübüsler geçiyor sarı renkli. Bostancı, Kadıköy yazan. Bir tanesinin önünde Pendik'e gider yazıyor. E sini sonradan kendi kalemiyle ayırmış.
Mavi şapkalı, beyaz sapkalı salaş minübüsler ve onların önünü süsleyen hapishane işi, boncuklu kuşlar, kırık aynalar, nazar boncukları, "rahmetli de sollardı" veya "babam sağ olsun" yazıları.
İstanbul'unun doğayen renkleriydi bunlar ama olumlu ama olumsuz...
Siyahı, Beyazı, Rus'u, Kızılderili'siyle çok renkli bir çeşniydi istanbul; yaşanılası.
Sokakta ki eski binaların, eğri asılmış çamaşırların resmini çekerek Bahariye'ye kadar uzandım.
Burası hep cezbetmiştir beni. Bankta oturup insanalara bakmak, kırmızı tramvayın ansızın çalan zili, alışveriş telaşında ki insanların avare ama amaçsız gezişi...
Bazen insan amaçsız olmayı da özlüyor. Hep bir iş telaşı, bir yerlere yetişmenin hengavesi. Ara sıra oturmalı insan, ama Bahariye de ama İstiklal de. İzlemeli yurdum insanının renklerini.
Sahaflara uğruyorum. Kitap kokularını özledim kaç zamandır. Sinemanın önünde ki çocuk bana bakıyor sandı ki bilet alacağım.
Ben tiyatroyu sinemadan daha sıcak buluyorum. Oyuncular da ki elektrik, size aynen yansıyor, mutlu oluyorsunuz. Sanki oyuncu bir akrabanız oluyor oyunu bitiminde. Ama sinema da aynı ahrenk, sıcaklık yok. Ya da bana öyle geliyor, bilemiyorum.
Geçen hafta "Tarla Kuşuydu Julıet'te" gittip mesela. Yönetmenliğini Engin Alkan'ın yaptığı oyun tek kelimeyle mükemmeldi.
Saat üç de, tam saatinde başladı, sanırım iki saat kadar da sürdü. Engin Alkan Lorenzo ve Romeo rolünün hakkını fazlasıyla verdi. Aynı şeklide Sevinç Erbudak da Juliet ve Nurse rolünün hakkını. Müzikal bir oyun olmasının neşesi ile hem güldüm, hem düşündüm. En son "Lüküs Hayat"ta bu kadar mutlu olduğumu hatırlıyorum. O oyunda, bu oyunla aynı sikletteydi. Güncellenmesi ve müziğiyle tam yüz puan denen türden.
Tarla Kuşuydu Julıet'ten bahsedip de Engin Alkan'ı övmeden geçemiyeceğim. Çünkü vicdamın buna elvermiyor. Başarılı, başarı olduğu kadar da akıllı bir adam Engin Alkan. Daha önce hiç bir diziyi izlememe ragmen "7 Numarayı" izliyordum. Gerek o dönem öğrenci olmamdan, gerekse onun başarılı oyunculuğunda etkilenmemden dolayı olacak ki; her hafta muhakkak izler, kendi öğrenciliğimle kıyaslardım.
0radaki espirileri, hem matrak, hem de bir o kadar da akılcıydı. Şimdi ki şovmen kılıklı insanların yaptığı gibi, belden aşağı saçmalıklar değil.
Zaten bu yüzden olacak ki "7 Numara" Nasrettin Hoca Mizah Büyük Ödülü'nü" almıştır.
Bu arada Türk Tiyatrosu'nun başarısının, sinemadaki başarıssıyla doğru orantılı gitmediğini belirtmek istiyorum, ne kadar acı da olsa.
Orhan Pamuk'un bütün kitaplarını okudum, okudukça da mutlu oldum. Hele Nobel alması beni daha da mutlu etti.
Sonra onun "Bir Yudum İnsan" programında ki; Türk filmlerini eleştirmesi beni biraz kızdırdı. "Bunlar film yapmayı bilmiyor, bu yüzden benim kitaplarımı film yapmalarını istemiyorum, kitabımı mavfetmelerinden korkuyorum" ibaresi beni epey düşündürdü. Hatta bunu üzerine bir çok filmi izledim. Süt, Bal, Yumurta, Pandoranın Kutusu, Üç Maymun. Sonra da; "Apokalipto,Matriks vb." sonra dedim; "bu adam haklı, gerçekten sinema olarak çok gerideyiz."
Sahafların tozlu rafları arasında dolaştım, eski dergilerin, kasetlerin tozunu aldım. Dışarıda bırakılmış, atılmayı bekleyen gazeteleri karıştırdım, eski Ses Dergisi'nin eki olan Serpil Çakmaklı'nın resmine baktım.
Hep böyle bir dükkanım olsun istiyorum. Kitapların tozları arasında oturmak, onları karıştırmak, ne kadar çok ilham verir kim bilir bana?
Bahariye'nin bitişiğinde Moda kucak açar size, oturmuş mahalle sakinleri, temiz sokaklarıyla.
Moda'nın sokaklarında avare avare dolaşarak Dr. Esat Işık Cad. No: 66 geldim. Bu adres Saint Joseph Fransız Lisesi'nin adresiydi. Burada fotoğraf sergisi vardı. Ben de hem eski binalara olan ilgimden, hem de fotoğraf sanatına olan ilgimden dolayı bu kapıyı çaldım. Yeşil bir kapının ardına saklanmış, yemyeşil bahçe içinde, güzel bir yerdi burası. Bahçenin temizliği ve mistik havası karşısında, kendimi Büyük Adada ki kilise de hissettim. Orada da aynı hislere kapılmıştım. Dini mekanlar hep bana gizemli gelmiştir oldum olası.
Bahçede ki heykelciğin resmini çektikten sonra, idare binasının kapısını açtım. Burada görevli sekreter vardı. Onun yönledirmesiyle sergi salonunu buldum. Ahmet Sel, Murat Germen, Sergen Şehitoğlu'nun koalisyonluğunda oluşan sergi harikaydı. Hele onların anılarını paylaştıkları bölüm var ya sormayın. Özlemleri arasında, "yatakhanenin soğukluğu, disiplini, bezelye yemeği, o dönemden kalan dostukları" vardı.
Sergi salonundan çıktıktan sonra, koridorlardar dolaştım. Buranın okul olması, benim doğal olarak daha da ilgimi çekti. Sınıfları tek tek gezdim, hepsinde projökter, harita, Atatürk Köşesi vardı ve tertemizdi.
Alt koridor da dünden bugüne Saint Joseph Fransız Lisesi dedirtecek cinsten fotograflar vardı. Uzun bir odaya dizilmiş, eski karyolalı yataklar, beyaz yatak çarşafları, eski mustuklar.
Banyoda hiç perde yoktu, herhalde herkes aynı alanda banyo yapıyordu. Yemekhanenin, eski uzun boyunlu, silindir su şişeleri, eski kütüphane, eski kilise tarzı sıralar, sıraların ardında ki haçlar. daha neler neler.
Nereden nereye? diyesi geliyor insanın. Bunlara baktıkça, hem güldüm hem düşündüm.
Acaba eskiden, daha mı anlayışlıymış insanlar, aynı odada yatıyorlar, aynı yerde banyo yapıyorlarmış.
Şimdi olsa; "ayak sesinden uyanıyorum, horultusuna dayanamıyorum," diye feryat ederler.
Sanırım eski insanlar daha anlayışlı, paylaşmayı seven, dost canlısıymış. Bu resimlerden o anlaşılıyor.
Saint Joseph Fransız Lisesi'ni güzellikler içinde bırakarak, Moda'ya doğru iniyorum, çünkü bu hafta Barış Manço'nun Moda 81300 adresinde etkinlikler var.
Barış Manço Vapuru'yla yapılan Kanlıca'da ki kabir ziyaretinin ardından çeşitli arkadaşlarının anılarının, paylaşımıyla etkinlik devam ediyordu. Bugün de Ayşeğül Aldinç'in programı vardı.
81300 adresinde güvenlik karşılıyor sizi, bahçeye dikilmiş elinde; 7'den 77'ye yazan çocuklarla beraber. Bahçede domates, biber, patlıcanlar.
Aşağı katı, etkinlik salonu olarak, cam duvarlarla çevirmişlerdi. Ayşegül Aldinç sağ köşede, arkadan Barış Manço'nun Dönence'sinin müziği geliyor.
Onun sanatçı kişiliğinden bahsediliyor, yaptıklarından, Kavak Yelleri'nden, çocuklara kattıklarından. Herkes bir şeyler söylüyor, konu açıldıkça açılıyor. Kimi; "Onun yerini kimse dolduramadı" diyor, kimi, "Büyük adam, torunuma ıspanağı onunla sevdirebildim."
Zeki Müren'le ortak noktaları konuşuluyor, ikisinin de aynı çizgide olmasından, kayıplarının bize çok şey kaybettirdiğinden.
Ayşegül Aldinç ondan aldığı parçalardan bir kaç tanesininden kısa bölümler söyledi, sadece ona verdiği parçadan bahsederken.
İnsan keşke yaşasaydı da, bu kalabalığı görseydi demekten vazgeçemiyor.
Sonra evin bütün katlarını tek tek geziyorum. Onun eşyalarına, bol taşlı yüzüklerine bakıyorum. Her kat ayrı ayrı döşenmiş. Salon, Yemek Odası, Yatak Odası, Adam Olacak Çocuk Odası vb. benim en çok sevdiğimse; "Adam Olacak Çocuk Odası ile Şövalye Odası" oldu. Çünkü Adam Olacak Çocuk odasında; Çocuklar, Şövalye Odası'nda ise piyanosuyla, onun bol yüzüklü parmakları vardı. Şövalye Odası'nın duvarlarıysa tam bir harikaydı. İnsana ilham verecek cinsten, sıvasız taşlardan.
Dere Boyu Kavaklar, Dağlar Dağlar, Geçti Dost Kervanı, İşte Hendek, Kol Düğmeleri, diyen Barış Manço'ya öldü diyenlere şöyle sesleniyorum;
"BİR İNSAN, EN SON NE ZAMAN BAHSEDİLMEKTEN VAZGEÇİLİRSE, O ZAMAN ÖLMÜŞ SAYILIR"
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı Adalet |
|
Bir memlekette hukuk olursa politikacıları elinde alet
O yerde ayağa düşer adalet...
****
Politika ve atalet musallatsa şayet
Sadece ağızlarda sakızdır adalet!
****
Vatandaşlara değil de yandaşlara hizmet ediyorsa adalet
Bu rezalete göz yumanların başına gelir her türlü felaket.
****
Bir partinin adında adalet sözünün olması adalet dağıtacağını kanıtlamaz
Adaleti mallanacağını, onu kendi çıkarları için kullanacağını gösterebilir
Bunu iyi bil de, ona göre davran, gaflet uykusuna dalma; aman dikkat et!
****
Adalet uyumazsa vatandaş rahat uyur.
****
Eğer herkese eşit uygulanırsa yasa
Yoksullar bayram eder, zalimler bürünür yasa.
***
Adaletin simgesi terazidir ama kimi politikacılar onu istedikleri gibi at oynatacakları bir arazi sanıyorlar ve "nerde adalet?" diye sorulunca hemen arazi oluyorlar
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder LASTİĞİN KRALI |
|
Tarımın ilkel yöntemlerle yapıldığı yıllardı. Tarlalar hala öküz çiftleriyle, beygir çiftleriyle sürülüp ekiliyor, harmanlar düvenle kovuluyordu.
Bu arada köye traktörle gelip gidenler oluyor; beyinlere yavaş yavaş bir traktör hevesi de girmeye başlıyordu. Çok geçmedi, köyün zenginlerinden Ali amca, bir traktör almağa karar verdi. İlçeye gitti, galeriden bir traktör beğendi; Massey Ferguson. Ama sürmesini bilmiyor. Köyde, traktör kullanmayı bilen de taş çatlasa bir iki kişi çıkar. Traktörün alımında, kontrolünde yardım etsin, kendisine şoförlük öğretsin diye, bu işten anlayan Kavruk Mehmet'i yövmiyeci tuttu.
Birlikte tuttular ilçenin yolunu. Ali amca Kavruk'u traktörü beğendiği galeriye götürdü. Traktörün sağına soluna bakarken Mehmet'i uyardı durdu; "Aman ha, bak ha. Bir hata olmasın ha!" diye diye. Traktör birinciel olduğundan, çok endişe etmedi Kavruk Mehmet.
Traktörü aldılar; motorunun açılması için gerekli dendiğinden, akşama kadar sağda solda gezdiler. Akşamüstü köy meydanına geldiklerinde, Mehmet "Çok yoruldum" dedi, evine gitti. Ali amca sürmesini bilmese de, koltuğuna oturdu, görüntüyü kurtarmaya çalışıyordu. Köye ilk kez traktör geliyor, çoğu da ilk kez görüyordu. Başına toplandılar, didik didik incelemeye başladılar. Herkes hayran hayran yepyeni traktörü seyrederken birinin laf edeceği tuttu:
- Ali emmi be. Beni bunun lastikleri fısık gibi geldi. Neden eyi bakmadınız?
Ali amca lastiğine fısık dedirtir mi? Bir azar savurdu, neresi fısıkmış, diye. Ama, bir kez "Fısık" dendi ya artık, bütün köylü fısığını düzgününü incelemeye başladı. Bu arada biri daha fısıklığı tespit etmiş olacak, durumu onayladı:
- Fısık fısık, töbosun fısık.
Daha bir başkası sağ gözünü kapatıp, işaret parmağını sol gözünün önüne getirdi; lastiklere dikkatli dikkatli baktı. Kendinden son derece emin:
- Tamam işte, fısık. Düzgündü de biz mi fıstık. Hatta arka teker de az bi yılık gibi geldi bene.
…
Ali amca "Haydi ordan, sensin yılık!" diyecek oldu, dağılan okul çocuklardan biri:
- Fısık işte ya emmi. Tekerin üstünde bile fısık yazıyo, deyiverdi.
Ali amca bu kadar lafı duyunca şüpheye düştü. Aşağıya indi baktı; bir şey anlayamadı. Okuldan çıkan başka çocuklara baktırdı; okuttu. Sonuç değişmiyordu: Fısık da fısık.
Bu arada, kalabalıktan biri daha bilgiçlik taslamaya başladı:
- Bu lastikle üretimden arızalı. Bunla gullanılırsa gazaya sebep olu. Ustası gullanılmasın, deye üstüne açık açık fısık yazmış. Görmeyomusunuz?
Deneyimlerine dayanarak uyarılarda bulunmayı da ihmal etmedi:
- Lastiğin patlağı yırtığı yoldu bırakı. Emme, fısığı canından ede. Aman haa!
…
Ali amcanın aklına gelenler geldi. Kalabalığa son kez baktı; "Yok yok bal gibi düzgün. Hiç bir fısığı, yılığı yok" desinler, diye. Demediler.
Tek ses kendisiyle aynı adı taşıyan torunu Ali'den geldi:
- Dede, bunun nesdikleri gebeş. Minmen ben bunun depesine.
Torununun da bu sözlerinden sonra eli kolu tutmaz oldu yaşlı adamın. O sinirle, soluğu Kavruk Mehmet'in kapısında aldı. Seyir çıktı ya, köylü de peşinden. Bu başladı bağırmaya:
- Mehmet çık dışara! Gara ciğerinden yanasıca çık! Hata gurşunlara gelesice çık!
Mehmet yarı giyinik kendini dışarı attı. Elini ağzını sile sile:
- Ne oldu?
Ali amca suçlu gördüğü Mehmet'i neredeyse boğacaktı. Köylüler tuttu, elinden bir kaza çıkmasın diye. Ama ağzını kapamak mümkün müydü?
- Be ciğerinden ataş alası. Ben sana bak demedim mi? Aman dikkat demedim mi? Gitti, binlikler gitti! İrezilliği cabası.
Her ne kadar Mehmet, fısık yılık laflarına karşı çıksa da "Olmaz öyle şey" diye ısrar etse de köylüler geri adım atmadılar, "Fısık fısık, bal gibi fısık. Hem de yılık" diye direndiler.
…
Hep birlikte traktörün başına kadar yüründü. Mehmet tekerlere tek tek baktı. O da parmağını gözünün hizasına getirip iyice ölçtü. Döndü bir daha ölçtü. Sağından solundan tüm lastikleri eliyle karışladı, karşılaştırdı. Tam bir saat lastikler üzerinde çalışma yaptı. Sonunda beklenen bilimsel açıklama geldi:
- Fısık! Gerçekten fısık yahu. Nasıl da anlayamamışım?
Traktörün çevresindeki kalabalıktan bir uğultu koptu o an , "Yaaa, biz demedik mi? Fısık işte!", "Arka lastikler de yılık duruyor", "Hem de gebeş", "Canın datlı değil mi?", "Üstünde de yazıp durur", "Kör müydünüz?" gibi lakırdılar birbiriyle yarıştı.
…
Ali amca ile yövmiyeli şoförü kavruk Mehmet sabahı zor ettiler. İlçeye vardıklarında gün yeni ışımıştı. Galeri açılana kadar beklediler. Ali amca burnundan soluyordu, hemen galericiye çıkıştı:
- Al da, dedi traktörünü, gör maharetini. Yepyeni traktörün lastikleri fısık çıktı.
Ardından Mehmet destek verdi:
- Hem fısık, hem yılık hem de gebeş. Hem üstüne de yazmışlar.
Ali amca sinirden krizler geçirmeye, kendini yerden yere atmaya başladı:
- Ben insan içine nasıl çıkcam. Gosgoca Ali efe fısık lasdik almış demezlemi? Ben insan içine nasıl çıkacam? Nasıl çıkacam, nasıl?
Öyle ya, köyyeri bu, herkes herkesi bilir. Şimdi bu adam insanların yüzüne nasıl bakacak? İnsan içine nasıl çıkacak? Sorun en çok insan içine çıkmada düğümleniyordu.
İnsan içine nasıl çıkacak? Çıkma da çıkma. Sızlanmalardan galericinin beynine "çııkmaaaa!" uğultuları inlemeye başladı. Galerici çalışanlara bir bağırdı:
- Beceriksizler. Siz adam olmayacak mısınız? Getirin bakayım şu çıkmalardan bir takım. Takın, takın da adam insan içine çıkabilsin.
Bir çırpıda, yepyeni lastikler sökülüp, yerine kabaklaşmış çıkmalar takıldı.
Ali amca ile Kavruk Memet, utkun birer komutan edasıyla birbirlerine bakıp gülümsediler. Galerici ile adamları, bu mutluluğa sinsi tebessümlerle eşlik ettiler.
…
Dönüşte köylü yine traktörün başına toplandı, inceledi, puanını verdi:
- Gözün aydın Ali emmi. Fısığı yılığı galmamış. Şimdi bulmuşun lastiğin kıralını!
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
MEZAPOTAMYANIN NEMRUTLARI VE MISIRIN FİRAVUNLARINDAN POSTMODERN BATILI YENİ SAHİPLERİN KISMI DEMOKRASİ VAADEDEN YENİ ORTADOĞU DÜZENİNE
Beş sınıflı ancak iki derslikli 'Tülücüler İlkokulu'nda iki derslik arasındaki girişinde 'müdür' yazan küçük odadan kırmızı yazılı Cumhuriyet gazetesi okuyan öğretmenin zaman zaman çıkarıp sınıfa astığı Türkiye ve dünya haritalarında bir üst sınıfta aşık olduğum kızla uzun teneffüslerde öğretmenden öğrendiğimiz şehir bulmaca oynardık.
Öğrencilik hayatım boyunca yoksunluk kaynaklı zorunlu ders kitaplarım dışında hiçbir zaman atlasım olmadı. Çocukluğumda bize sorulan bilmecelerde de geçen atlasın kelime anlamını bile çok sonraları öğrendim. Ancak ortaokul ve lise öğretimimde pek görmediğim ama 'Tülücüler İlkokulu'nda çeşit çeşit gördüğüm haritaları adeta hafızama kazıdım. Bugün bile Türkiye haritasını tüm ayrıntılarıyla ezbere çizerim.
Birden üçe kadar üç sınıf birlikte okuduğumuz şirin ilkokulun karatahtasında asılı Dünya haritasında Asya ve Afrika'daki Müslüman ülkelerin düz çizgiler halindeki sınırları o zamandan dikkatimi çekmişti. Sınır çizgileri çok belirgin olarak cetvelle çizilmiş gibi düzdü.
12 Eylül'le başladığım liseden Atatürkçülük ruhuyla geçtiğim üniversite ortamında bazı gerçekleri farklı şekillerde işitiyor, merakla okuyor ve bir oyun olarak ilkokulda hep baktığım o dünya haritasını yavaş yavaş okumaya başlıyordum.
Evet, Rönesans ve reform sonrası dünyayı yönetmeye başlayan Batı maalesef bu yönetimine devam ediyor. Bunun içindir ki koca bir imparatorluk kısa sürede çatırdayıp yıkılıyor. Onun geride bıraktığı topraklar üzerinde Batılılar yöneticilerini ve sınırlarını cetvelle çizip belirledikleri hatta isimlerini bile kendileri koydukları küçük küçük devletçikler kurdular. Adları cumhuriyet olmakla birlikte monarşik yada totaliter rejimlerdi bunlar. Saddam benzeri küçük operasyonlarla bunlar değişmeden bu güne kadar geldiler. Bu rejimlerin en belirgin özellikleri ise dine özelliklede siyasal İslam'a karşıt yaklaşımlarıydı. Zira Batılı efendiler temeli dine ve din birliğine dayalı Selçuklu ve özellikle Osmanlılardan çok çekmişti. Gücünü dini değerlerden alacak bir devlet yeniden bir Osmanlıyı tetikleyebilirdi. Bunun için cetvelle çizilmiş rejimler hep ama hep buna karşı reflekslerini geliştirdiler. Zira efendileri onlardan bunu istiyordu.
"Sap döner keser döner gün olur hesap döner" halk ifadesiyle zaman geldi hesap değişti. Batılı sahiplerin yönetim ekseni ABD'ye kaydı. Halka fazla özgürlük tanımayan rejimler hem bir açıdan değiştirilemeyecek kadar kökleşip gerektiğinde efendilerinin dediklerini yapmayacak bir konuma gelirken bilişim teknolojisinin artık sınır ve rejim tanımadığı günümüzde halkların 'Batılı Sahip'lere bağlanıp daha rahat yönetilebilmesi için bir miktar demokrasi gerekiyordu. Hem batı kültürünün hamulesinde yoğrulan siyasal İslam artık yumuşatılmıştı. Güce ulaşsalar bile Osmanlı gibi dünyayı ele geçirme ve yönetme hedefleri olmayacaktı. Üstelik dindar yöneticiler firavunların mirasını devam ettiren mevcutlardan daha çok bağlılardı 'Batılı Sahip'lerine. Nasıl mı anladılar? Zira bazı yerel ve bölgesel uygulamalar yaptılar. Yeni 'Batılı Sahip'ler kendinden başka güç istiyor ancak bir efendi olarak kendine bağlı olmayı şart koşuyorlar. Güçlü olsun, hatta bölgesel güce ulaşsın Mısır'ı Mezopotamya'yı yönetsin amma illaki batılı yeni sahiplerine bağlı kalsın.
Postmodern yeni 'Batılı Sahip'lerin dedelerinin cetvelle çizip belirlediği Tunus, Mısır gibi ülkelerde halk ayaklanması diye bize servis yapılan olaylar çağdaş batılı sahiplerin yeni bir sınır ve rejim belirleme müdahalesidir. Hiç beklemeyin ne Nemrut ve Firavunlar tamamen gidecek nede halk ayaklanması tam bir demokrasiye kavuşacak.
İşte size iki derslikli bir ilkokuldaki haritaları zihnine nakşederek bakış açısını geliştiren öğrencinin yetişkin olarak Ortadoğu haritasıyla ilgili bir yorumu.
Ha burada yirminci yüzyılın dahi yazarı George Orwell'ı hatırlatayım. Hazır Mısır'daki olaylar gündemdeyken onun 'hayvan çiftliği' ve '1984' adlı eserlerini okumanın tam zamanı. İnanın hem gülecek hem düşüneceksiniz.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Al Jazeera TV |
|
Sattı..
Satacak...
Satıyor....
derken Cine5 TV resmen El-Cezire'nin olmuş. Al Jazeera'nin neredeyse 41 kere maşallah dedirtecek rakama ( 40,5 milyon dolar ) sunduğu teklifi de; Tuttuğunu Milyondolarlara Satan Finansçılar ( TMSF ) uygun bulmuşlardır. Rezil Televizyonların Ümüğünü Kesenler ( RTÜK ) tarafından da onay verilirse nur topu gibi bir TV kanalı daha yayın hayatına başlayacakmış.
Logo dönüşümü de kolay oldu, bu da benden kıyak olsun.. Gelelim yayın akışına ve programlara :
05:00 - 06:00 İbadet-ül Dem
Sunan : Seyid Bin Zemzem
06:00 - 07:00 Sabah Şerifleriniz Hayrola
Sunan : El-Hamdullah Molla
07:00 - 08:00 Neşriyat-ül Tefrika'ya Umumi Nazar
Sunan : Muttalip Bin Abdar
08:00 - 09:00 Ab-ı Vaziyet Ne Ola Acep ? ( Hava Durumu )
Sunan : Hüsn-ü Necep
09:00 - 10:00 Name-ül Bahr-ı Handan
Sunan : Feyzullah Candan
10:00 - 11:00 Takiyye-ül Fevkalbeşer Vallahi
Sunan : Ver Külah-ı Al-Takke-i
11:00 - 12:00 Öğle Şerifleriniz Hayrola
Sunan : Molla Bin Molla
12:00 - 13:00 İbadet-ül Dem-i Sahn
Sunan : El-Seyid Bin Molla
13:00 - 14:00 Feysbuk mu Tivitır mı Ne Yapsak Ne Etsek ? ( Magazin )
Sunan : Hınc-el Azam-ı Mübarek
14:00 - 15:00 Muazzam Sallamalar
Konuklar : Bilinen Dallamalar
15:00 - 16:00 İstişare-ül Çadır-ı Muazzama
Canlı Yayın : Ne Çıkarsa Bahtınıza Velakin-i Ama
17:00 - 18:00 Hemişe-i Biat
Sunan : Mukaddesat-ül Maneviyat
18:00 - 19:00 Akşam Şerifleriniz Hayrola
Sunan : El-Seyfullah Bin Molla
20:00 - 21:00 Ruşen-ül Debdebe
Katılımcılar : Naz-lı Şakşaka, Darbe-ül Mağdura, Taraf-ı Biat
21:00 - 22:00 Saltanat-ı Muhteşem ( Dizi )
Oyuncular : Devşirme-ül Caroline, %100 Hürrem
22:00 - 23:00 Vesvese-ül Hayırlara Vesile
Sunan : Seyid Bin Silsile
23:00 - 24:00 Hab-ı Dem Vakti Acülane Yallah
Sunan : Fesüpanallah
...ahad mıda rib ved adnuloy ( iğilriB parA ) BA ;ısacasıK
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Doğduğumda anladım
Aslında herşey o kadar basitki
bir filozof olmaya gerek yok, yokluğu anlamak için.
Ne hacet ki bebekleri ağlatmaya?
Kan revan içinde, en fani acılardan boşalıyor
dökülen her gözyaşı, bir sonrakinın habercisiydi aslında...
Söyleyin! İnsan evladına nasıl kıyıyor?
Oysa... Doğduğumda anlamıştım zaten,
rüyalardan kaçıp yatak odalarına saklanan kızılları
ve çığlıklarla cağrılan leylekleri
nur topu gibi ahları ve faillerini.
Oysa... Doğduğumda anlamıştım zaten,
her aşkın bir foseptik çukuruna atılacağını
her gülün bir gün solacağını
aslında çoktan anlamıştım ben,
yetim ve öksüz kalacağımı
kaldırımlarda sallanan vücutları
ve ardlarından dökülen suları, boşa dökenleri...
Karanfillerinde yalan olduklarını biliyorduk aslında
ama her ayinde yakılan kınalar
kınanacaktı elbet musalla düğün salonunda.
Defettiğimiz her insan ayağımıza gelecek
azad olduğunu sanan her köpek
kaybolduğunu düşünecekte
bilmedikleri adresteydi aslında hayalleri...
Yıkılan her ümidin aslında hep yıkık olduğunu
yenik bir dudaktan çıkan,
bir kraln sözleriymiş yanılgısını
bir hayat kadar insan duyacak
ve unutacaktı
oysa... Doğduğumda anlamıştım,
birgün biteceğini,
zaten ben sevmedimki seni, içimden geldi...
Çevremedeki bütün kadınlar, ölenden ayrılıyorlar birer birer...
Uyuşuk bir beden ve yüzünü gıdıklayan eller.
Yastıklarına sor yaslandıklarını
arkamdan yaslara sarılsanda, ruhum duymaz.
Bikaç çığlık ağla rahatlasın ellerin
bir daha tutamayacaksın çünkü arkamdan
bi rekât daha aldat için için gülerken.
bi kac sükut bekle
veda niyetinde okkalı küfürler
ve kısılan göz kapakları olsun sana.
herkes bir gün sevmeyecek nasılsa...
Bilirsin...
Alfabe senle başlıyordu benim için,
şimdi morsa döndük...
Şimdi sen, Bunca aşktan sonra,
seni terketmeyecegimi mi sanıyorsun.
Yanılmıyorsun...
mahşere kadar, iki elim göğüsünde olacak.
Oysa... Doğduğumda anlamıştım zaten
siz neden anlamadınız, onu anlayamadım.
Bir doktor ömür biçince mi anlarsınız?
ahdınız olan her faniliği fiillendirirsiniz
her Ay başka bir sıfatla ağızlarda gezerdiniz oysa.
Siz değil miydiniz ?
Beş dakikalık lale devrini feth etmek isteyen.
İste aramızdaki fark ; sizin kadar olamadım,
oysa ben... Doğduğumda anlamıştım, bir gün öleceğimi...
Tamda otuzunda doğmuşum Ayın
birgün daha sabredemedim,
senle olmak için...
Ali Sercan Biberoğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Balığı sadece tavada ya da tabakta değil, bazen denizde bazen oltanın ucunda görmeyi tercih edenlerin ortak buluşma platformu http://www.baliktutkunlari.com/ Ben de balık tutkunuyum diyorsanız buyurun forum sitesine. Hazırlayan ve yönetenlerin ellerine ve emeğine sağlık diyorum.
Bu web sitesi, canlı bir sistemdir. İnsanların duyguları, düşünceleri, fikirleri ile yaşayan bir sistem. Eğer siz de bu yazıyı okuyorsanız bu sistemden enerji alıyorsunuz demektir. Enerjinizi eklemek isterseniz üye olabilirsiniz. Forumlarda tartışabilir, günlük ekleyebilir, kitaplara sayfa ekleyebilir, anket hazırlayabilirsiniz. Diyor giriş sayfasındaki açıklamada http://www.sonsuz.us Bir deneyin bakalım siz de enerji alabilecek misiniz?
Güzel web sayfası denildiğinde, örnek gösterebileceğim bir site http://www.dogoskinz.com/ Ne yaptıkları ve ne sattıklarıyla değil daha çok web site tasarımlarıyla ilgimi çektiler. Web admin arkadaşın ellerine sağlık.
Paylaşım sitelerinin büyük bir çoğunluğu teker teker yasaklanıyor. Hala yasaklanmamış bir web sayfası arıyorsanız http://www.heroturko.org sitesini tavsiye ediyorum. Oyunlar, filmler, imajlar, fontlar, mobil uygulamalar ve daha fazlasını bulabileceğiniz bu siteyi kaçırmayın derim.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|