|
|
|
Editör'den :"İleri demokrasi, özgür basın" |
Epeydir yazamıyorum. Türlü nedenleri var. Sağolsunlar, bundan endişe duyan, "Birşey mi oldu?" diye epostayla hatırımı soranlarınız bile oldu. Benim tembelliğimin tek nedeni, hepinizin malumu, işin "duygusal" boyutu. Ekmek için tırmalamaktan, hak hukuk demokrasi için konuşmaya vakit maalesef kalmadı.
Bugün karar verdim yazacağım diye. Bir saati aşkın süredir de hangi birinden başlamalıyım diye sağıma soluma bakıp oflayıp pofluyorum. Gündem hakkında fikir beyan etmek için, kıçına nişadır sürülmüş yazıcı olmak gereken zamanlarda yaşıyoruz. Günde üç öğün konu değişiyor. On gün evvel, Meclise yürüyüp isteklerini vekillere sunmak isteyen işçilerin bertaraf edilmesini izlerken ve bu konuyu "Türkiye'deki çarpık demokrasi anlayışı" diye konuşup tartışmaya hazırlanırken, aynı gün Ankara'da patlayan tüplerle yok olup giden onlarca canı konuşmak durumunda kaldık. Demem o ki, gündemi sadece siyaset belirlemiyor, bazen başka başka kuvvetler de duruma el koyabiliyor. Renkli bir ülke burası, sıkılmaya vakit yok.
Tutuklanan askerler konusuyla baba tarafından akrabayım. Bundan dolayı tarafsız olmam zor. Bu konuda tek birşey söyleyebilirim. O tutukladıkları, özellikle üst rütbeli askerlerin, onları tutuklama kararı verenlerden çok daha birikimli, deneyimli ve iyi yetişmiş olduğunu gayet iyi biliyorum. Yaptılar dediklerinden pek çoğunun cahil ellerden çıktığı aşikar olduğu için, yapılanları askere hakaret olarak algılıyorum. Erinden generaline yüzseksen kişi bir arada darbe planlayacak kadar cahil ve cesursa bu ordu, vay ona güvenenin haline. O takdirde, kağıttan değil pamuk helvadan bile olamaz demektir ki, buna da inananların aklından şüphe ederim.
Açık söylüyorum, ben artık Tayyip Bey ve şürekasını eleştirmekten vaz geçtim. Çünkü bir anlamı olmadığına karar verdim. Öylesine cüretkar, öylesine çılgın bir hezeyan içersindeler ki, basın özgürlüğünün ABD'den bile ileri olduğunu iddia edecek kadar ileri giden bakanlar var artık memleketimizde. Aynı saatlerde sırf muhalif yayın yapıyor diye üç gazeteci hakim önünde tutuklanmayı bekliyor, kimin umurunda. Ya da, CHP'nin açıkladığı "Aile Sigortası"na karşı çıkmak için, CHP'nin 4.1 milyar lira diye söylediği ayni yardımın aslında 15 milyar olduğunu, bunun da üzerine CHP'nin asla çıkamayacağını itiraf edecek kadar şaşkın vekiller çıkıyor ekrana artık. Veya, "Dekolte giyen tecavüzü hakeder." diyebilecek kadar kendinden geçmiş, utanılacak, öğretim görevlileri var bu memlekette. Hatta, tasallut edeni hadım edelim diyen insan hakları savunucusu kadın vekillerimiz bile türedi. Haklı da, gittimiz yer orası zaten. Tecavüz edenin cinsel organını, hırsızlık edenin elini keselim, adam öldüreni de Taksim'de vinçle asalım. Buna da "İleri demokrasi" diyelim. Haydi kalın sağlıcakla, kalabiliyorsanız.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan DEMOKRASİ TIKIRINDA |
|
Uykunun bedenlerimizi terk etmeye alışık olmadığı kadar erken bir saatte sokaktaydım. Henüz ekmekler bile bakkallara dağıtılmamıştı. Yürürken bedenimdeki uyuşukluğun etkisi ile sendeliyordum. Akşamdan değil, uykudan kalmaydım. Karşımdan gelen at arabası üstünde iki kişi vardı. Fatih sultan Mehmet Bulvarının görkemli tabelasına inat sefaletin resmigeçidi gibiydiler. Orta yaşlı bir kadın ve yeni yetme bir delikanlı… Yeni yetme oğlanın yanakları kıpkırmızıydı. Arada sırada titreyen parmaklarının arasında duran sigaradan bir fırt alıyordu. Kadın bir şeyler anlatıyordu. Oğlanın kucağındaki radyonun sesi kadının konuşmalarını bastırıyordu. Sabahın bu kör saatinde "manolyam güzel kuşum." Bir de yorgun atın nal sesleri. Beş, altı ayrı yolu birbirine kalın halatlar gibi kıvrımlanarak bağlayan kocaman bulvar bomboştu. Kadın ve oğlan İkisi de kendi rengini çoktan unutmuş, kirden simsiyah olmuş giysilere sarmalanmışlardı. Sabah demir gibi soğuktu. Yollar boş olmasına rağmen trafik lambaları sırayla yanıp sönüyordu. Işıkların rengine hiç aldırmadan bulvardan Kara Fatma Meydanı'na doğru geçip gittiler. Gözden kaybolduklarında bile nalların asfalt üzerinde çıkardığı demir sesi hala kulağıma ulaşıyordu.
Biraz sonra trenler çalışmaya başlayacaktı. İstasyonun merdivenlerinde soluk ve yorgun lambaların çiğ sarı ışıkları yansıyordu. Turnikelerin önünde bir aşağı, bir yukarı dolaşıp duran güvenlik görevlisi neredeyse ayakta uyuyacaktı. Çukura kaçmış gözleriyle beton duvarlardaki afişlere bakıyordu. Kocaman afişte "Alış verişinizi bizden yapın Roma'ya gidin." yazıyordu. "Ananızı da alıp gidin," yazmadığı için afişin eksik olduğunu düşündüm. Ülkemde yaşamak her geçen gün zorlaşıyordu. Hem yoksulluk, hem işsizlik hem de milli gelirimiz birbiriyle yarışırcasına artıyordu. Bu işte bir terslik vardı. İleri demokrasi iyice azıp kudurmuştu. Artık muhalif gazetecileri, askerleri tutuklamakla yetinmiyordu. Öğrencileri yargılayıp, internet sitelerini basıyorlardı. Böyle giderse ileri demokrasi özgürlük isteyen bütün çocuklarını yiyebilirdi. Televizyonlar, gazeteler, radyolar hatta sokaktaki insanlar bile hükümet aleyhinde cümleler kurarken çok dikkat ediyorlardı. Kime sorsanız "Benim de telefonum dinleniyor," diyordu. Savcılar emir veriyor, polisler sabaha karşı evleri basıyordu. Uyku sersemi insanlar boş gözlerle evlerinde arama yapan polislere bakıyordu. Kimin evi basılsa çuvallar dolusu yasadışı belge bulunuyordu. Ve o zaman evlerinde arama yapılanlar örgüt üyesi olduklarının farkına varıyordu. Bölücü ve yıkıcı bir örgüt sinsice bütün evlere girmiş, hepimizi teslim almıştı. Kim kurmuştu bu örgütü? Bizi kim üye yapmıştı? Farkında bile olmadığımız o örgütle az kalsın darbe yapacaktık. Şükürler olsun ülkemizin savcıları her zaman tetikte ve uyanıktı. Onlar bu sinsi planın çoktan farkına varmışlardı. Demokrasimizi bizden, bizim gibi sinsi ve yıkıcı düşmanlardan koruyorlardı.
Saat altıyı beş, on dakika geçerken Tren istasyona geldi. Bütün vagonları, bütün mavi plastik oturakları bomboştu. Kocaman vagonun içindeki üç kişi birbirlerinden hayli uzakta oturuyorlardı. Yolculardan ikisi uyuyordu, öteki yolcu ile ben de boş gözlerle hızla geçen tel örgülere bakıyorduk. Trendeki panolarda tango gösterisi afişleri vardı. Her şeye rağmen dansı ve müziği tutkuyla seven insanlar vardı. Afişin üzerindeki resimde erkek bir kadının beline sarılmıştı. Kadın azıcık geriye doğru bükülmüş ve her ikisi de yerden havaya yükselir gibi resmedilmişti. Kısacası erkek ve kadın aşkın elinde pervane olmuşlardı. Yapılacak iş yoktu. Afişin her tarafını inceledim. En küçük yazılarına kadar hepsini okudum.
Sabahın o saatinde Fırıldak Meydanındaki otobüs durakları yeni yeni hareketlenmeye başlıyordu. Gazcılar caddesinin girişindeki çorbacıya gittim. Tavuksuyu çorbamı kaşıklarken masama yaşlıca bir adam gelip oturdu. Tıraşsız yüzü yorgun ve umutsuz görünüyordu. Gözlerinin bütün ışıltısı sönmüştü. Yine de arada sırada gülebiliyordu. Oturmadan önce köylü görüntüsüne rağmen beni günaydın diyerek selamladı. Ben onun selamın aleyküm demesine hazırlıklıydım. "Günaydın, hoş geldin," diyerek cevapladım Oturdu, sıcak çorbayı kaşıklarken kocaman kocaman ekmek lokmalarını ağzına tıkıştırıyordu. Çorbayı yarısına kadar kaşıkladıktan sonra içine ekmek doğradı. Kâsenin dibindeki tavuk parçacıkları ile onları iyice harmanladı. Bana baktı. "Ekmek doğramazsan tok tutmaz,"dedi. "Haklısın," deyip gülümsedim.
- Neden bu kadar erkencisin. Sen emekli değil misin?
- Emekliyim, ama çalışıyorum.
- Bırak artık başkaları çalışsın. Sen yat, dinlen…
- Keşke, nerde bende o şans.
- Yaş kaç oldu?
- Yetmiş dört, dedi. Gülümsedi. Kocaman gülen ağzında sadece birkaç diş kalmıştı.
Kimseye dokunmaya gelmiyor şu kocaman kentte. Herkesin yaralı bir öyküsü var. Eşini kaybetmiş sekiz sene önce. Neyse ki gelinler hayırlı çıkmışlar. Üstünü başını yıkayıp önüne sıcak yemek koyuyorlarmış. En iyisi de kimsenin yaşlı diye hor görmemesiymiş. Kendini bu bakımdan şanslı sayıyordu. "Şimdiki gençler yaşlıları istemiyor. Sanki yaşlanmayı biz istedik,"diyordu. Neden mi çalışıyormuş hala? Oğlanın atölyesi varmış krizden önce. Tekstil üzerine… Her şey göz açıp kapayıncaya kadar tepetaklak oluvermiş. Torunları kıyamam ki. İlla da torunlar… İşini sakın sormayın. Küçük bir tabakhanede çalışıyormuş. Alışkın olmayan kapıdan bile burnunu bile sokamaz demişti.
Ülkemde her şey tıkırında gidiyordu. Her yeni günde yeni darbeciler türüyordu. Uyanık polisler onları yakalayıp demokrasimizin içinden ayıklıyordu. Pirinç tepsisindeki minik çakıl taşları gibi. Her geçen gün milli gelirimiz artıyordu. Yoksulluk ve işsizlik de ona inat…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu MISIR'I NASIL YERSİNİZ? |
|
- Efendim siz mısırı nasıl seversiniz?
- Közleme.
- Ya siz?
- Haşlama.
Kimi mısırın ununu sever, kimi nişastasını. Amerikalılar da GDO'usuyla oynadıkları mısır şurubunu ihraç etmekte sınır tanımazlar. Bizler de bu maddeyi saf şeker niyetine yutar, sindirmeye çalışırız.
Guardian gazetesinin İstanbul eski muhabiri Robert Tait, Mısır'a demokratik model olarak gösterilen Türkiye'nin otoriter bir devlet olarak görülmesinin de mümkün olduğunu ifade etmiş.
Haberi okur okumaz, işte, dedim bu! Batı, yüzyıllardır bizi, işine nasıl geliyorsa öyle gördü, öyle değerlendirdi. Bizi de öyle olduğumuza inandırdı. Siz demokrat değilsiniz, dediler; haklısınız dedik. Siz tüm Müslümanlara örnek ülkesiniz dediler, bu halimizle mi diye sormak gereğini bile hissetmedik.
Kimse kusura bakmasın ben, Türkiye'de yıllardır yapılanları "demokratikleşme" olarak alkışlayanların, bir gecede çark eden yazılar yazmalarını başka türlü değerlendiremiyorum.
Hüsnü Mübarek, Mısır'ı halk seçtiği için 30 yıl yönetti. 7 Eylül 2005'te yapılan son başkanlık seçimlerinde Mübarek, geçerli oyların %88.62'sını almış. Rakipleri Ayman Nur % 7.3' ünü, Numan Gomaa da % 2.8' ini alabilmiş.
Mısır'da da partiler var. Onlar da seçimlere giriyor. Son seçimlerde de Hüsnü Mübarek'in Millî Demokratik Partisi geçerli oyların %81'ini alabilmiş. Eminim ki Batılı gözlemciler, seçimleri izlemiş, adayların eşit koşullarda yarıştığı, seçimlerde hile hurda yapılmadığı(!) doğrultusunda da raporlar yazmışlardır. Hal böyleyken Mısır halkı üç ay içinde ne olmuştur da birden sevgili liderlerini iktidardan uzaklaştırmak için sokaklara dökülmüştür?
Yanıt, Tunus'taki İslamcı Nahda hareketinin lideri Raşid Gannuşi'nin şu saptamaları olabilir mi?
"Şu an geldiğimiz nokta İletişim devrimidir. İletişim araçlarının kürselleşmesi, halkların ortak bir akılda buluşmasına sebep oluyor. Artık fikirler ve haberler hızlı biçimde tüm dünya ile paylaşılabiliyor. (..) Çünkü internet, tüm insanlığı ortak bir ağda buluşturuyor. Yani uydurma tarihler, internet ve uydularla yok olup gidiyor. Halklar artık resmi ideolojileri ciddi manada sorgular hale geldi..." (Timeturk, Bülent Şahin Erdeğer)
Yoksa, bu ülkelerde seçimlerin oligarkların iktidarlarına meşruiyet kazandırma aracı olarak kullanıldığını gayet iyi bilen güçler, bu açığın kullanılma zamanının geldiğini mi düşünmüşlerdir.
Mısır'daki ayaklanmanın daha başında Türkiye'den yükselen "Halkın sesine kulak ver!" uyarısını son derece anlamlıdır. Hele bu uyarı, %47 oyla elde etiği gücü, ülkenin yargısını, medyasını, ordusunu kendi istekleri ve çıkarları doğrultusunda biçimlendirmede tartışılmaz dayanak olarak gören birinden, halkın %81'inin oylarıyla iktidara gelen birine yapılmışsa daha da anlamlıdır.
Mısır'a Türkiye modeli önerenlere sormak gerekir: Hangi Türkiye modeli?
Cumhuriyet mitingleri düzenleyenleri Silivri'de yargılayan, hak arayan işçileri coplayan, öğrencileri biber gazıyla, tekmeyle yumrukla susturan, işadamlarına "tarafsız olan bertaraf olur" zılgıtı çeken, muhalif köşe yazarlarını gazete patronlarına şikayet eden; cumhurbaşkanını, meclis başkanını, milletvekillerini, bakanları tek adamın belirlediği model mi; yoksa seçilmişleri darbeyle devrildiği model mi?
Askerin darbe yaparak iktidara el koyması kötü; halkın 3 ay önce %81'nin oy verdiği iktidarı askere teslim etmesi iyi!.. Kabul edilebilir bir şey mi bu? Demokrasilerde kim tarafından, hangi gerekçeyle yapılırsa yapılsın hiçbir darbe meşru değildir. Ancak iktidarlarını, demokrasinin niteliklerini geliştirmek için değil de kendilerini sağlama almak amacıyla kullananların, eninde sonunda benzer bir yolla iktidardan uzaklaşacaklarını söylemek için de bilge olmaya da gerek yoktur.
Nuray Mert son yazılarının birinde "Ben sadece halkları, zulme karşı isyan eden insanları, hevâ ve heveslerimizin oyuncağı olarak görmeyi reddediyorum. Dahası, bu yollarla, siyasetin içinin boşaltılmasına, bir de bunun devrimcilik, demokratlık diye yutturulmaya çalışılmasına itiraz ediyorum; itiraz etmemiz gerektiğini düşünüyorum." diyor. Ben de itiraz ediyorum.
Ben şu kadar oy aldım, medyayı ele geçirir, yargıyı istediğim gibi düzenler, demokrasinin kurallarını da istediğim gibi kurarım diyenlerin Mısır'dan, Tunus'tan almaları gereken en önemli ders, her ne pahasına olursa olsun, iktidarların demokrasinin tüm kurallarını hayata geçirmesi gerektiğidir.
Mısır'ı haşlanmış mı, közlenmiş mi yiyeceklerdir, bekleyip göreceğiz. Ancak bize yutturulmaya çalışılan şurubun GDO'lu olduğunu anlamak için beklemeye gerek yok. Türk halkı, seçimle işbaşına getirdiklerini devirerek yerlerine üç beş generali oturtacak kadar saf değildir. İktidar sahiplerinin bunu anlamaları için kendilerinden önce ülkeyi yöneten partilerin bir kısmının tabelasının bile kalmadığını fark etmeleri yeterlidir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan ANINDALIK |
|
Haberleri izlemeye merakla biriyseniz, kendinize ara sıra şu soruyu sorar mısınız? "Hangi konu beni daha yakından ilgilendiriyor?"
Eskiden olsa bu soruya gerek duymayacağınızdan eminim. Neden mi? Bu, yaşadığımız çağla ilgili bir olgu. Bunu Amin Maalouf "anındalık" olarak niteliyor. Devamında da "Başka dönemlerde gerçekleşmesi on yıllar alan önemli değişimlerin, şimdi birkaç yıl, kimi zaman birkaç ay içinde olup bitmesi" olarak açıklıyor. Bunu sağlayan etken olarak internet yani dünyayı küresel bir köye dönüştüren uluslararası bilgi ağını gösteriyor.
Şimdi düşünüyorum da bu sistemin yaratıcılarından Bill Gates de bunu "ışık hızında düşünmek" olarak yorumluyordu. İster anındalık ister ışık hızıyla düşünme densin şurası bir gerçek ki, hiçbir şey kötü ya da iyi, yaşandığı yer ve kişilerle sınırlı kalmıyor. Ulusal sınırları kolayca aşıp bir dünya sorunu olabiliyor.
Etkileme gücü tartışılmaz boyutlara ulaşan bu bilgi paylaşımını olumlu yönden baktığımızda, yaşanan ya da yaşanabilecek olan herhangi bir kötülüğün önüne geçebileceğini görebiliriz. Konuya ters yönden baktığımızda, bilgi işlemcilerin hemen her konuyu ters yüz edebildiği, ak'ın kara, karanın ak'a dönüştürüldüğü de gün gibi ortada. Buna bilgi kirliliği de deniyor.
Türkiye'ye bu pencereden baktığımızda yaşadığımız birçok olayın ardında bu tür etkilerin izlerine rastlamak olası.
Geçenlerde bir yetkilinin üzerinde hemen herkesin fikir yürüttüğü, vesayet altına alınmak istenen yargının işleyişi ile ilgili sözleri beni dehşete düşürdü. Kısaca UYAP adı verilen Ulusal Yargı Ağı, tüm savcı ve yargıçların kararlarının şifre sahibi kişilerce anında izlenebildiği bir internet portali. Bu portal üzerinde ülkenin herhangi bir kentinde herhangi bir yargıcın herhangi bir kişi hakkında verdiği arama emri anında görülmekte ve kötü niyetli biri tarafından çok rahat bir şekilde arama yapılacak kişi ya da kişilere ulaştırılabilmektedir. Bu sayede arama yapılıncaya kadar geçen sürede arama yapılacak mahalde belgeler karartılmakta ya da yok edilebilmektedir.
Bir başka örneği Milli Eğitim Bakanlığı'ndan verelim. 2006-2007 yıllarına gelinceye kadar ülkemizdeki her tür okulda öğrenci, öğretmen ve öğrenci velilerine ait bilgiler okula ait özel bilgisayar programlarında tutuluyordu. Mevcut yönetmelikler gereği de bu bilgilerin doğru işlenmesi ve saklanmasından birinci derecede okul yönetimi sorumluydu. Örneğin bir öğrenciye sahte diploma düzenleyen her kim ise o gerektiğinde evrakta sahtecilik suçuyla pekâlâ mahkemelerde yargılanabiliyordu.
Peki, şimdi ne oldu? Milli Eğitim Bakanlığı internet üzerinden kurduğu sistemle tüm okul, dershane, sürücü kursu bilgilerini denetim altında bulundurmakta, okul ve diğer kurumlar da bu sistem üzerinden öğrencilerine karne vb. belgeleri düzenlemektedir. Sistemin kontrolü okulun elinden çıkmış, tamamen Ankara'daki bilgi işlemin eline geçmiştir. Bugün MEB. emekli öğretmenlerine dahi çeşitli vesilelerle kutlama mesajları çekebiliyorsa bu tamamen bilgi işlem sayesindedir. Ancak böyle bir sistemin amacı ne kadar iyi olduğu iddia edilse de barındırdığı tehlikeler nedeniyle farklı amaçlarla kullanılmayacağını kimse iddia edemez. Birçok olumsuz örneği bugüne kadar gördük görmeye de devam edeceğiz. Çok yakınlarda İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü'nün veli bilgilerini bazı bankalarla paylaşması nedeniyle birçok okul müdürüne yargı yoluyla mahkûm olduğu ve ağır para cezalarına çarptırıldığı bilinmektedir.
Her ne amaçla olursa olsun kişisel bilgilerin o kişilerin yazılı izni olmadan başka birinin eline geçmesi durumunda o bilgiyi sızdıran kişinin suçlu olduğu ortada.
Günümüzdeki bu inanılmaz hızlı bilgi akışı bizler için beraberinde seçme zorunluluğu getiriyor. Hemen her gün internetten birden çok gazetede haber ve yorumlar okuyabiliyor, karşılaştırma şansı bulabiliyor. Ancak birçok kişi farklı görüşe sahip grup ya da kişilerin ne düşündüğünü öğrenip onlardan ortak bir sentez çıkarma yerine kulağa hoş gelen düşüncelerle yetiniyor. Bu özellikle aidiyet sorunu yaşayanlarda daha da belirgin bir durum. Reis ya da şef adı her ne olursa olsun bir cemaat içinde kendine yer edinmiş kişi o cemaatin çıkardığı yayın organından başka birine pek itibar etmiyor. Bu durumda fikri bir gelişmeden nasıl söz edilebilir ki? Oysa her görüşün yanlışları olduğu kadar doğruları da var. Karşılaştırmalı okunmadığında doğru ile yanlışı nasıl bulabiliriz ki?
İçinde yaşamakta olduğumuz çağı doğru yorumlayabilmek için bence bilişim çağının gelişim çizgisini izleyerek gelinen noktada ve bundan sonra daha ne tür ataklar yapılabilirliğine bakılarak kendimize doğru bir yön, rota çizmeliyiz. Çağı doğru okumayı öğrenmeden, ona yön vermeye kalkanlar karanlıkta yol almaktadırlar.
Bir diğer sorumluluğumuz, olaylara geniş bir pencereden bakmayı sağlayan bilgi teknolojilerinin iyi bir kullanıcısı olmamızdır. Aksi durumda, bilgi kirliliği içinde ne siyasal ne de sosyal olayları doğru yorumlayabiliriz.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 5 |
|
Uzun zamandır beklediğimiz çok önemli misafirlerimize kapıyı açtım. Karşımda duran iki kadın, bana gülümsedi ve "merhaba" dedi. Onları çatı katına çıkarırken şaşkınlıktan olacak, ayağım merdivenlerde tökezledi ama hemen kendimi toparladım ve gıcır gıcır parlayan deri koltuklara oturmaları için buyur ettim. Ofis, değerli misafirlerin dedikodusunu yapmaya başladı hemen. Çünkü, herkes küçük bir şok yaşamıştı; misafirler, padişah kızı, süslü kokona gibi beklenirken gayet normal kıyafetler içindeydiler. Abartarak hazırlıklar yapan canım patronumun hayal kırıklığı, suratından belliydi. Her şeye rağmen klasik müzik eşliğinde sohbetler yapıldı, pahallı kurabiyeler kemirildi, çaylar höpürdetilerek içildi ve ardından yüksek rakamlı bir sözleşme imzalandı. Birkaç saat sonra misafirler kıkırdayarak patronla birlikte merdivenden indiler. Kapıda son konuşmalarını yaparlarken çaycı kadın kulağıma fısıldadı:"çorabına bak."dedi. Esmer küt saçlı olan kadının etek altına giydiği siyah çorabına dikkatlice baktım. Ayakkabısına yakın yerde koca bir delik vardı ve gelişigüzel dikilmişti. Bize komik gelen bu kadının yırtık çorabı değildi; komik olan, patronumuzun misafirleri sultan zannedip hayallerinin suya düşmesiydi. Ofistekiler günlerce hayali sultan misafirlerin ve patronun dedikodusunu yaptı.
Canım patronum şunu anlamalıydı, gerçek insanlık, gerçek başarı dıştan görünmez. Bir insanın kıymetini bilmek için onu anlamak gerekir. Onu dinlemek, onunla konuşmak gerekir. Dışa bakmadan içi görmek gerekir. Burada Mevlana'nın meşhur sözünü söylemek lazım:
"Ne insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, ne elbiseler gördüm içinde insan yok." Ama eski paşanın şımarık kızı olarak dünyaya gelen ve beyaz pamuklar içinde büyüyen patronum, kendisinden başkalarına küçük gözle bakmayı felsefe edinmişti. Sadece o güzeldi, sadece o akıllıydı, sadece o okumuştu, sadece o yükseklerdeydi. Ya biz? Biz onun işlerini yapan birer köleydik onun gözünde. Aslında, insanlara kötü davranmasının sonucu ilahi güç ona ders veriyordu. Malzeme deposunda yangın çıkıyor, ofise hırsız giriyor, yıllarca birlikte çalışıp güvendiği kişi onu arkasından vuruyor, muhasebecisi hesabından para araklıyordu. Bütün bunların başına gelmesine rağmen ilahi gücün ders veren kuvvetini anlamayıp kötülüklere devam ediyordu.
Soğuk geçen bir kışın karlı bir cumartesi gününde benim işe gelmem için emir verdi. Benden başka hiç kimse ofiste olmayacaktı. Sabah erkenden evden çıktım. Yolları kapayan karla mücadele eden arabaları gördüğümde biran eve geri dönecek oldum ama patronumun yaygarasından korktuğum için şansımı denemeye karar verdim. Zor da olsa otobüs durağına gittim. Yarım saat kadar beklediğim otobüsü gördüğümde ofise kadar rahatlıkla gideceğim için sevindim. İşyerinin kapısını açtığımda beni odanın karanlığı ve soğuk havası karşıladı. Bütün ışıkları yaktım ve patronumu beklemeye başladım. Öğlene yakın kocası ile geldi. Kendisinden iki kat uzun olan kocası, iyi bir adama benziyordu. Patronumun sürekli konuşup bir şeyler anlatması bence adamı boğuyordu. Bakışları öyle donuktu ki belki de karısını dinlemeyip bambaşka düşünceler içerisindeydi? Böyle karlı bir havada, sırf zengin arkadaşlarına hediye edilecek süslü mumları seçmek için evden çıktığına küfür ediyordu belki de? Neyse ki çok fazla kalmadan ofisten ayrıldılar. Onlar gittikten hemen sonra ofisi kilitledim. Afralı tafralı arabalarına binerlerken, ben kimsenin geçmeyip üzerinde kar biriken kaldırımda yürüdüm. Yanımdan geçerlerken kendimi kötü hissettim. Hava çok soğuktu, üşüyordum, ayaklarım buz tutmuştu. Ne olurdu da beni durağa kadar götürüverselerdi? Ama onlar zengindi, patrondu ve arka koltuklarına personeli alarak arabalarını pisletemezlerdi. Bu nasıl bir proletarya anlayışıydı? Alacakaranlığın çöktüğü dar sokakta kendimi küçücük hissettim. Gözlerim ıslandı ve tam o anda patronum olacak kadına lanetler okudum. Evet, hayat buydu, bunu kabul ediyordum. Güçlü zayıfı eziyordu. Hayatın vazgeçilmez kuralıydı belki de bu? Neden ben de şanslı olanlardan değildim? Omuzlarıma çöken ağırlık, adımlarımı daha da yavaşlattı, zorlukla durağa kadar yürüdüm.
Küçük hissedilmek bir yana artık bana yeterli gelmeyen işlerle, bu şirkette mutsuz olmaya başladım. Öğrenmek istiyordum, daha fazla çalışmak ve daha fazla görmek. Burada bunları yapmam imkansızdı. İşten ayrılmaya karar verdim ve bu kararıma en fazla üzülen arkadaşım Meral oldu. O benim yakın dostumdu. Beni sevmişti ve hayatı hakkında tüm sırlarını bana anlatmıştı. Şirket dedikodularını da ondan öğreniyordum. İşten ayrıldıktan sonra tek görüştüğüm kişi o oldu. Bir gün beni arayıp evleneceğini söyledi ve bana davetiye gönderdi. Nikahına kesin olarak gitmeliydim. Düğün gününde hazırlandım ve onu beyazlar içinde mutlu göreceğim Şişli evlendirme dairesine gittim. Hem de bir saat öncesinden. Zaman daraldıkça tanıdık yüzler görmek için kapı yanında beklesem de kimseyi göremedim. Görevliye sordum, listesine baktı ve Meral diye isim göremedi. Çantamdan davetiyeyi çıkardım ve büyük bir şaşkınlık yaşadım. Nikah yeri Beşiktaş evlendirme dairesiydi. Yaptığım yanlışlığı fark edene kadar zaman geçti ve benim şaşkınlık içinde kendime kızdığım sırada arkadaşım "evet"i dedi. Dikkatsizliğime kızgınlığım bir yana, kendimden utandım, arkadaşıma ne söyleyeceğimi düşündüm durdum. Onu gerçekten gelinliklerle görmek istemiştim. Öyle üzüldüm ki yeşil çimenlere kendimi atıp ağlamak istedim. Şimdi ne desem, bana inanmazdı. Mesaj çekerek, özür diledim, durumumu yazdım. Bu mesajdan sonra onu arama cesaretini bulamadım. O da beni aramadı. Cevap da yazmadı. Biliyordum ki bana kızgındı ve yaptığım aptalca yanlışlığa inanmamıştı, yani yanlış nikah salonuna gittiğime. İyi bir dosttu ve onu kaybettiğim için çok üzgünüm. Belki de bir gün cesaretimi toplayıp onu arayabilirim.
İstanbul'un büyük otellerinden birinde düğün organizasyonu işi için imza attık. Patronum, düğünde çalışacak işçileri genelde dışarıdan getirtirdi, fakat bütçe kısıtlamasından bu sefer ofisteki personelini kullanma kararı aldı. Bu kişilerden biri de bendim. Bunu öğrendiğimde canım çok sıkıldı. Benim görevim belliydi. Nasıl olur da ofis dışında sabahtan akşama kadar amelelik yapacak ve bunun karşılığında bir lira bile almayacaktım? Ne yazık ki buna karşı çıkan sadece bendim, diğer herkes patronumun kölesi olmuştu. Hafta sonunda işlerim olduğunu söylesem de patronumun yaygarasından kurtulamadım. Son çare olarak da istifa mektubumu yazıp, bir karınca hikayemi daha bitirdim.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BEYOĞLU'NDA FRİDA
Beyoğlu farklı kimliklerin bir arada yaşadığı derin, çok renkli, ebru desenli bir mozaiktir.
Ne kadar anlatılmaya kalkınsa da, kendisini anlatmanıza izin vermez Beyoğlu.
Ben de bu gizemi bildiğim için, her hafta sonu inerim, eski sokaklarına.
İstiklal Caddesi'nde oturup, insanları izlemek, bir bardak çay içmek Galata Kulesi'nde, sonra arka sokaklarının mistik kokusunu içime çekmek.
Birçok medeniyetin izini sürer bu sokaklar. Attığınız her adımda, alır götürür sizi çok eski günlere; Kapı önünde bekleşen kediler, balkonda kurumayı bekleyen rengârenk çamaşırlar...
İzlerken soğrulması gereken bir mekândır Beyoğlu.
Bu hafta sonu, sabahın erken saati olmasına aldırmaksızın, tuttum yine yolumu...
Vakit, erken olmasına rağmen, doldurmuştu insanlar İstiklal'in yolunu. Sağıma soluma baktım, mağazaların noel ışıklarına, hoş geldin 2011 yazılarına, piyango satan kadınlara...
İzledim şehrin canlanışını...
Sonra; Galatasaray Müzesi'ne gidip İstanbul fotoğraflarına baktım. Her bir karesi, farklı bakış açısıyla çekilmiş olan ilginç resimleri inceledim.
Buradan çıkınca, Pera Müzesi'ne gitmekti planım. Çünkü Frida&Diego'nun resimleri vardı burada.
Frida Kahlo'yu, Bütün Dünya Dergisi sayesinde tanıdım.
Hayat hikâyesi epey ilginç gelmişti bana. Tam dramatik bir Türk Film'i. Her şey bu kadar mı olur? Bu kadar mı ters gider denecek türden.
İlk başta pek ciddiye almadığım bu sanatçının, bütün eserlerini internetten indirdim ve günlerce inceledim. Evet! haklıydılar. Bu kadın tam anlamıyla bir sanatçıydı. Hakkı yenilemez bir ressamdı.
Özellikle "doğumum" eseri tek kelimeyle muhteşemdi.
Geçen hafta etkinlikler; "www.istanbul.net.tr" adresinde Frida'yı görünce "tamam!" dedim, kar da yağsa, yağmurda yağsa kesin gitmem lazım.
İşte şimdi Pera Müzesi'nin önündeyim. O, dahi kadının portelerini birazdan göreceğim. Hemen asansörün 3 kat düğmesine bastım Ve işte onun eserleri...
Meksika'lı Frida Kahlo ile eşi Diego Rivera'nın eserleri. Hepsini tek tek inceliyorum. Hatta bir tanesiyle yan yana resim çektiriyorum.
Hep kendini anlatıyor Frida, beyninin içinde ki Diegoyu'da unutmadan. Aslında, resimlerinde ne kadar tek gibi görünse de, beynindekileri de çizmiş, dolaylı da olsa.
Hayatında ki yoğunluk, karmaşa yansımış bütün resimlerine.
Salonun sol tarafında, slâyt olarak, gösteriliyor hayatı. Doğumu, Diyego ile tanışması, geçirdiği trafik kazası ve ardından gelen felaketler...
Bu kadar tersliğe rağmen Frida, ne o renkli takılarından vazgeçiyor, ne ilginç saç stillerinden, ne de hayata neşe ile bakmaktan.
Ve ilginç gelen bir şey daha; Diyego'nun onu aldatmasına rağmen, tekrar onunla beraber olması, onun gibi bir adama katlanabilmesi.
Sanırım bu aşktan da öte, bir tutku.
Friday'ı, Diego ile beraber 3. katta bırakıp, Rus ressamların çalışmalarını izlemek için, 5. kata çıkıyorum. Çarlık Rusya'sından eserlerin sergilendiği bu bölümde, hangi temalar yok ki; Avcılık, ölüm, evlenme, askere gidiş, burlaklar, noel falı vb. birçok tema, dönemin gerçekçiliği ile birlikte öyle güzel anlatılmış ki.
Fakir olan halkla, zengin toprak ağaları arasından ki fark, çarpıcı biçimde dile getirilmiş. Bu dönemde kadın işçiliği, çocuk işçiliği, yoksulluk, fakirler evi gibi gerçekler hiç eksiksiz, bütün çıplaklığı ile sergilenmiş.
Kendimizden de çok şey bulabileceğimiz, bazı gerçekler hala, günümüzde de mevcut. Bunlar neler mi? gelir dengesizliği, fakirlik, kapitalizmin dişlileri arasında sıkışmışlık...
Tabloların hepsi saatlerce incelenmesi gereken, detaylı çalışılmış, gerçekle birebir uyuşan çok profesyonel çalışmalardı. Hele avla ilgili olan bir tablo var ki, tek kelimeyle harika. Adamın av olayını anlatışı, karşıdakinin onu nasıl hayretle izlediği. İyi bir gözlem ve usta bir fırça işi. İnsan bu kadar yapabilir ancak dedirten cinsten.
Resimlerin hepsini inceledikten sonra, bir Dostoyevski, Tolstoy ya da Gogol kitabı okumuş gibi oluyorsunuz. Rus Edebiyatının bütün tadı damağınızda.
Pera, Pera! Diye tutturup, sabahın köründe yola çıktığım Frida yolculuğum, Rus Edebiyatı ile son buldu.
Şimdi tekrar gidip, aynı resimlere bakmak ister misin? diye sorsalar; Hiç düşünmeden "evet" derim.
"Çünkü gitmeye de, görmeye de değer!"
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Furya Kuryesi |
|
Eskiden; "Bak Postacı geliyooor, selam veriyooor" dediğimiz kişilere günümüzde furyaya ( olağandan çok fazla bulunma durumu ) dönüşen posta hizmetleri ve adrese teslim edenlere artık "Kurye" diyoruz. "Kurye Furyası" aldı başını gidiyor. Neredeyse bir selamı bile kurye kanalıyla gönderecek kadar furya oldu insanoğlunda. Özellikle bankalar ve özellikle bankalara ait kredi kartı furyasının teslimatı mutlaka kurye tarafından yapılıyor. Hal böyle olunca da; "Kart elinize geçmişti, geçmemişti, nereden bileceğiz, hani bunun ispatı ?" gibi sorular da sanırım pıtırcık gibi doğan ( furya ) kurye şirketlerini çeşitli önlemler almak zorunda hissettirmişler ki teslimat sırasında sormadıkları soru kalmıyor. Öyle ya; "Vallahi de, billahi de teslim ettim" demek yetmiyor banka için.
- İyi günler efendim, bir kuryeniz var galiba...
- Aman da aman, kim göndermiş acaba ?
- Kusura bakmayın, söyleyemeyeceğiz.. Bir banka diyeyim...
- Kredi kartı göndermiştir öyleyse ben de peşin peşin söyleyeyim...
- Olabilir efendim, kimlik lütfen..
- Yaz bakalım adı Eften, soyadı Püften..
- Nüfus cüzdanı veya ehliyet demek istemiştim kimlik derken..
Tam "Lem, sen bana bankanın kimliğini verdin mi ki ?" diyecek iken :
DLİİİİNG...
- Mesaj geldi cebinize, isterseniz ben okuyayım size...
"Sn. Feşmekan, şu anda teslim almak üzere olduğunuz Zart Bank kredi kartı ile 3 seferde yapacağınız 100 TL ve üzeri alıverişlerde ücretsiz 10 kurye hakkınız olacaktır..."
- İyi günler efendim, falanca yerden bir kuryeniz var. Muhtemelen kredi kartı gönderilmiş, teslimat için kimlik bilgilerinizi rica ediyorum...
- Aferim, bak şimdi bu başlangıç daha iyi oldu diyorum...
- Bir de telefonunuzu söyler misiniz ?
- Yok ki, söyleyemem...
- Nasıl yani ?
- Yani; evimizin telefonu yok ! Bakma öyle "Bu devirde falan gibi" gözlerle, aslında size çalışıyoruz. Bize bir haber iletmek isteyen ya eskiden olduğu gibi çocuğu gönderip; "Bir maniniz yoksa babamgiller size bu akşam gelmek istiyor" diye sorduruyor ya da siz kurye şirketini kullanıyor fena mı ?
DLOOONG...
- Maşallah, şakır şakır faaliyet halinde görüldünüz, cep telefonunuzdan feysbuk gibi yine mesajla dürtüldünüz...
"Sn. Feşmekan.. Ev telefonunuz 0.216 filan falan.. Annenizin göbek adı Nalan.. Söyleyin de ev telefonunuzu elindeki forma yazıversin gariban... Arıza çıkarmanın ne alemi var ?"
- Bu formun her tarafını doldurmak zorunda mısın kurye furyası kardeşim ?
- Öyle istiyorlar Ağabey, bütün bilgileri şu forma işleyecekmişim...
- "Fişleyecekmişim" desen daha iyi olmaz mı ? Buzdolabının seri numarasını vereyim istersen telefon yerine.. Çamaşır veya Bulaşık Makinası da olabilir, hıı.. ne dersin ?
- Ağabey, daha bir sürü yere gideceğim. Ver şu telefon numarasını, Allah ne muradın varsa versin...
DLİİİİNG DLOOONG...
- Pes doğrusu, bunca mesajı ben almıyorum, baksana Ağabey baksana...
"Sn. Feşmekan, hiç yakıştıramadık sizin gibi bir insana bu durumu... Cık cık cık..! Teessüf ederiz yani..."
- Bak kaç tane mesaj geldi Ağabey cep telefonuna, uğraştırma, onun numarasını söyle bari ?
- Benim cep telefonum olduğunu nereden biliyorsun, ya komşudan ödünç aldım ise ? Ne demişler; "Komşu komşunun külüne, artık soba kalmadıysa cep teline muhtaçtır.."
- Kesin kovacaklar beni bu şirketten, ah be Ağabey'ciğim, ne olur versen ya şu telefonlardan birini...
- Böyle formlar icat etmesinler kardeşim.. Madem adetleri böyle dallama, yaz bakalım cep telefonumu ama son rakamı sallama.. Nasılsa kontrol etmek için beni arayacak kontür mecali göremiyorum senin suratında...
DÜRÜLÜ de DÜRÜLÜ, DÜRÜLÜÜÜ...
FÜRÜLÜ de FÜRÜLÜ, FÜRÜLÜÜÜ...
- Bu kez telefonun çalıyor, açsana Ağabey açsana...
"Layyyn, Sn. Feşmekan dallaması ..! Benim cep telefonumu neden veriyorsun elaleme ? Senin yüzünden 8 kişiyi aradım o feşmekan sen misin diye.. Bak bir kurye sonucu ben gelirsem adresine ağzını burnunu..!"
- Yahu, kardeşim gak guk..! Bir yanlış anlama var, yani kem küm...
- Bu numaranın üstünü çizeyim, doğru numarayı verirsin artık değil mi efendim ?
- İnadına vermeyeceğim, dur bakayım hangi bankaymış şu.. Hah, bekle internetten bakacağım şunların müşteri hizmetleri telefonu neymiş diye. Tamam, yaz bakalım, 444 ... Anlasınlar bakalım el mi yaman, yoksa neymiş benim numaram... He heee..! Şimdi kendi kendilerini ararlar müşteri diye..
- Tamam, yazdım Ağabey.. Bir de şurayı imzalarsan, ben gidebilirim artık..!
Çaktım imzayı, kurtuldum kurye furyasından.. Sanki zafer kazanmışçasına yaktım bir sigara, mutfaktan uzattım başımı, izliyorum kuryenin tepeden gözünü, kaşını.. İçimden; "Yürrrüüü, göreyim ense traşını..!" dediğimi hisseder gibi başını kaldırdı furyacı kuryesi. Sonra; sırıtık bir yüz ifadesiyle sol elini yumruk yaptı ve sağ eliyle de üstüne "Şrrrrak..!" diye bir el hareketi :
- Apartman girişindeki camlı panoda tüm dairelere ait irtibat telefonları yazılıydı.. Ben bilgileri formun üzerinde güncelledim, sen hiç merak etme Ağabey..!
DLİİİİNG DLOOONG...
- Hay çenesi büzülesi telefon, başlayacağım şimdi gelmişinden geçmişinden.. Söküp tavanda sallandıracağım seni hem Puk'undan hem Pin'inden, o da olmazsa Sim'inden...
"Sn. Feşmekan, Zart Bank'ın yolladığı kredi kartı furyasından bir zarf, binbir zahmetle de olsa sevgili kuryemiz tarafından size teslim edilmiştir. Bu günlerde keçi gribi furyasından sizin de nasibinizi aldığınızı bildiğimizden maalesef sizi öpemiyoruz. Ama biliyoruz ki Zart Bank; cep telefonunuza zart zurt yollayacağı mesajlarla bu hususu itinayla yerine getirecektir..."
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KARINCALAR
Sanki hiç dinlenemeyecekmiş gibi geliyordu.
Beyninin içinde binlerce karınca sürekli oradan oraya kaçışıp duruyordu. Nereden çıkmıştı bunca karınca bir anda, bilemedi. Çıldırmış gibiydiler, karıncaların bu kadar hızlı hareket edebildiklerine hiç tanık olmamıştı.
Annesi çok kızdığında gözden kaybolmak adına kapının önüne çıkar, eşiğe oturur ve karıncaları seyrederdi, elindeki incecik bir bitkinin gövdesiyle dürter, hedefini çoktan belirlemiş bu küçük yaratıklara kendince destek olurdu. Üstlerine basıp öldürmekten korktuğundan terliklerini bile giymezdi. Yanlışlıkla basıp öldürdüğü bir karınca için kendince bir tören bile düzenlemişti. Bir süre sonra yemek masasının üzerindeki tüm kırıntıları toplayıp yuvalarının önüne koyarak yardım etmeye dahi başlamıştı. Çocuk aklıyla, verdiği bu kırıntılar sayesinde karıncaların büyüyeceğini düşünürdü. Bir köpek yerine karınca sahibi olmayı hayal ederdi. Herkesten farklı olmak isterdi de ondan karıncaya tasma takmak, hayallerini süslerdi. Yıllar içinde annesinin öfke nöbetlerinin frekansı artmaya başlamıştı. Bunun doğal bir sonucu olarak kapı önünde daha fazla zaman geçirir olmuştu. Önceleri acıyordu bu küçük hayvanlara ama annesinin nöbetlerinin frekansının ve şiddetinin artışı ile o da karıncalara karşı acımasızlaşmıştı. Bitki sapıyla değil sopalarla dürtmeye başlamıştı artık. Haksız da değildi, o kadar yem veriyordu onlara... Karşılığında karıncalar hala onları doyuranın kendisi olduğunu anlamıyor, sevinçlerini göstermiyorlardı, yanına bile gelmiyor tam tersine o gelince çil yavrusu gibi dağılıyorlardı. Üstelik büyüme konusunda da en ufak bir gayretleri yoktu.
Kırıntıları yuvalarının önüne koymuyor, sağa sola saçıyordu ki toplamaları ve saklamaları kolay olmasın. Bir süre sonra bu da yetmedi, bunu yaparken bir de kırıntıyı almak üzere olan karıncayı ittirip kaktırmaya başladı. Bunun da yetmediği noktada karıncaları ezmeye başladı. Hiç aklına gelmemişti ama çok küçükten beri incelediği ve kendince gözettiği bu minik canlıları ezmek üzmemişti onu, umursamazlığına şaşırmadı bile. Ergenlik çağı çoktan geçmişti, yıllardır sessiz bir ilişkileri vardı karıncalarla. Emek vermişti onlara, tuhaf bir şekilde bugün onları öldürmekten sıkıntı duymuyordu. Buna şaşırmıyordu bile. Evden ayrılma vakti geldiğinde artık karıncaları da, verdiği emeği de çoktan unutmuştu. Hatta nice zaman vardı ki aklına bile gelmiyorlardı. Gözlerini kıstı iyice, yaşı ilerlemişti ve artık eskisi kadar iyi görmüyordu gözleri, üstelik karıncalar hala çok küçüklerdi. Binlerce binlerce karınca aynı yöne doğru ilerliyordu, hepsinin sırtında bir ölü karınca vardı ve şimdiye kadar hiç olmadıkları kadar hızlıydılar. Ölü karıncalar yığınından bir ölüyü alıp bir düzlüğe götürüp yan yana diziyorlardı. Kurşuna dizilmiş Yahudiler gibi sıralıyorlardı ölü bedenleri.
Umarsızlığını gözüne sokarcasına…. Yılların intikamını alırcasına…
Hiç durmayacakmışçasına, hiç bitmeyecekmişçesine üşüşüyorlardı. O kadar kararlı, seri ve yoğundular ki….
Anladı….
Süregelecekti yorgunluğu… Uykusunda da uyanıklığında da, ölü karıncalar eşlik edecekti.
Banu Aksoylu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam 21. Yüzyılın Küresel Tezgâhları (3) |
|
Önceki iki yazımda , dünyanın bir tür küresel tezgâh ile karşı karşıya olduğu görüşünü savunmuş; 2050 yılına kadarki evreleri açımlamıştım. Şimdi sıra, "küresel tezgâhtarlar"ın kurgulayıp paketledikleri yüzyıllık plânlarının üçüncü evresini açmaya geldi...
ABD'nin önde gelen düşünürlerinden ve Pentagon danışmanlarından George Friedman, Gelecek 100 Yıl "The Next 100 Years" adlı kitabında şöyle diyor: "Avrupa kıtası 500 yıl boyunca dünyaya hâkim oldu; Amerika da dünyayı en az beş yüzyıl idare etmelidir. Bunu söylerken illa da ABD demek istemiyor, Kuzey Amerika Kıtası'ndan söz ediyorum; çünkü güneyimizdeki Meksika hızla gelişen ekonomisi ve hem kendi sınırları içinde hem ABD vatandaşı olmuş nüfusuyla bir dünya devi olmaya adaydır. Onlarla ileride bir savaşa girişmek istemiyorsak, birleşmeliyiz."
"Türkiye hızla gelişmekte olan bir ülke; 2023'te dünyanın en büyük 10'uncu ekonomisi olmaya aday... Bununla kalmayıp doğal etki alanı olan Kuzey Afrika ve Ortadoğu ile Doğu Karadeniz kıyılarında nüfuz sahibi olacak. Osmanlı coğrafyasındaki hiçbir ülke Türkiye'ye danışmadan adım atamayacak, kendi başlarına politika üretemeyecek. ABD'nin bugünkü ve geleceğe yönelik stratejilerinde Türkiye ve Türkiye'de başlatılacak olan "Dinler Arası Diyalog" faktörü önemli bir yer tutacaktır, tutmalıdır."
4-) Üçüncü Aşama/Üçüncü Çeyrek (2050-2075): ABD bu çeyreğe dünyanın bütün denizlerini ve okyanuslarını kontrol ediyor olarak girecek. Ayrıca tüm ülkelerin en az beşte dördünün küreselleşmiş ekonomileri ABD şirketlerince yönetiliyor olacak. Siyasal iktidarları da 2003-2050 yılları arasındaki dönemde kendimizin yetiştirmiş olacağı 40-50 yaş aralığındaki yerel siyasetçiler tarafından kurulmuş olacaktır.
4-a) Avrupa kıtası 500 yıl dünya hâkimiyetini elinde tuttu; ama 2050'den sonra bu küresel gücünü tamamen yitirmiş; sözünü sadece kendi kıtasında geçirebilir duruma sıkışmış olmalıdır. Avrupa'daki değişmez stratejik ortağımız Birleşik Kırallık'tır; o kıtanın siyasal lideri olarak, Birleşik Avrupa Devleti'nin kuruluşuna öncülük etmeli, en geç 2075 yılında Brüksel veya Lahey'de kurulacak Avrupa Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilmelidir. .
4-b) Avrupa'nın siyasal gücü kendi mecrasına çekilirken, Ortadoğu ve Kuzey Afrika toprakları ile birlikte Doğu Karadeniz'e kıyısı olan ülkeler kendi tarihsel yapısına geri dönecek ve Türkiye İslâm Cumhuriyeti liderliğinde Osmanlı Milletler Topluluğu olarak, yeni bir yapılanma kazanmış olacaktır. Böylece bu çeyrekte hem tüm Müslümanlar bir Halife başkanlığında birleşirken; ekonomik ve siyasal bir güç olarak dünya sahnesinde önemli bir rol oynadıkları duygusuna ve özgüvenine kapılacaklardır.
Bu yapılanma her türlü elektronik araçlar kullanılarak, olduğundan daha güçlü gösterilecek; dünyadaki tüm müslümanların bu bölgeye göçmeleri teşvik edilecektir. Böylece en geç 2075 yılına kadar, 2 milyar müslümanın benimsemiş olacağını öngördüğümüz "tek devlet, tek bayrak, tek din" ideali gerçekleşmiş olacaktır. Bu topluluğa Büyük İran İslam Cumhuriyeti ve 2050 öncesi İran liderliğinde kurulmuş olan diğer Şii Devletler Birliği de dâhil olacaklardır. (Bu stratejinin detayları ve eğitim programlarında İngilizce, Arapça, Türkçe ve Farsça öğretilmesi ile ilgili program ana başlıkları ek belge-11'dedir.)
4-c) Dünya nüfusunun sabitlenmesi önemlidir. Bu yolla hem artan kalori ve enerji açığının daha da büyümesi engellenecek, hem de bölgesel ve kıtasal demografik yapıya göre oluşturduğumuz stratejimizdeki sapmaların standart dışı olmaması sağlanacaktır. Fosil yakıtlara olan gereksinim ve bağımlılık tamamen bitecektir. Yakıt yerine, uzayda ve dünyadaki 5 büyük çölde (Afrika, Arabistan, Afganistan, Nevada, Avustralya) oluşturulacak Piko teknoloji ürünü Güneş santrallerinde üretilecek depolanabilir enerji kullanılıyor olacaktır. Böylece bu teknolojiyi üreten ve satan holdingler ABD'de olacağı için, ülkemiz Solar-OPEC'in ihracat lideri olacaktır. (NASA'ya hazırlattığımız konuya ilişkin detaylı rapor ek belge-12'dedir.)
4-d) Bu çeyrekte tüm yazılı-görsel-işitsel sistemlerin ve eğitim programlarının referans göstereceği tek kaynak ülke ABD olacaktır. ABD tek süper güç olduğunu tüm dünyaya tartışmasız biçimde kabul ettirmiş olmalıdır. (Çin, Japonya, Rusya, Türkiye, Avrupa, ABD ve Meksika arasında çıkabilecek olası savaşların önlenmesi veya kazanılması için geliştirdiğimiz stratejiler ek belge-13tedir.)
4-e) En geç 2075 yılına kadar, dünyadaki siyasal harita sadece 7 farklı rengi yansıtmalı; 7 kıta'nın her birinde birer milletler topluluğu kurulmuş olmalıdır. Böylece ABD'nin oluşturacağı küresel yönetim kurulu altındaki Dünya Âdemoğulları Devleti hedefine yönelik stratejilerin son çeyrekte kolaylıkla uygulanmalarının yolu açılmış olmalıdır. (Kıta Milletleri için geliştirdiğimiz detaylı plânlar/stratejiler ek belge-14'tedir.)
Dip not: Dördüncü ve son çeyrek açılımı gelecek yazımda...
Son söz: 1990-91 yılında ABD'nin 10 yaşındaki CNN haber televizyonu aracılığı ile Birinci Körfez Savaşı'nı, yani ABD uçaklarının Bağdat'taki köprüleri ve Saddam Hüseyin'in silah depolarını nokta atış yetenekli savaş uçaklarından yollanan güdümlü füzeleriyle vuruluşlarını naklen izliyorduk çekirdek çıtlatarak. Şimdi, 20 yıl sonra, Kahire'nin Tahrir Meydanı'ında zavallı Mısırlıların birbirlerini öldürmelerini kahrolarak naklen izliyoruz meydanda kurulmuş o tiyatro sahnesinde. Emperyalizmin o zamanki amacı Ortadoğu petrollerine sahip olmaktı; şimdikiyse "Genişletilmiş Ortadoğu"nun canına kanına...
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ACEMİLİĞİNDE
Bir kuşun öfkesini
Gördün mü
Bir karıncanın
Telâşını
Gözden kaybolan katarların
Sessizliğini
Duydun mu
Ben hepsini yaşadım
Acemiliğinde aşkın
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Balığı sadece tavada ya da tabakta değil, bazen denizde bazen oltanın ucunda görmeyi tercih edenlerin ortak buluşma platformu http://www.baliktutkunlari.com/ Ben de balık tutkunuyum diyorsanız buyurun forum sitesine. Hazırlayan ve yönetenlerin ellerine ve emeğine sağlık diyorum.
Bu web sitesi, canlı bir sistemdir. İnsanların duyguları, düşünceleri, fikirleri ile yaşayan bir sistem. Eğer siz de bu yazıyı okuyorsanız bu sistemden enerji alıyorsunuz demektir. Enerjinizi eklemek isterseniz üye olabilirsiniz. Forumlarda tartışabilir, günlük ekleyebilir, kitaplara sayfa ekleyebilir, anket hazırlayabilirsiniz. Diyor giriş sayfasındaki açıklamada http://www.sonsuz.us Bir deneyin bakalım siz de enerji alabilecek misiniz?
Güzel web sayfası denildiğinde, örnek gösterebileceğim bir site http://www.dogoskinz.com/ Ne yaptıkları ve ne sattıklarıyla değil daha çok web site tasarımlarıyla ilgimi çektiler. Web admin arkadaşın ellerine sağlık.
Paylaşım sitelerinin büyük bir çoğunluğu teker teker yasaklanıyor. Hala yasaklanmamış bir web sayfası arıyorsanız http://www.heroturko.org sitesini tavsiye ediyorum. Oyunlar, filmler, imajlar, fontlar, mobil uygulamalar ve daha fazlasını bulabileceğiniz bu siteyi kaçırmayın derim.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|