|
|
|
Editör'den : "Cümleten tahrik oluyoruz" |
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Temirağa Demir Sevmek; bir davranış biçimidir... |
|
Sevmek, öyle serkeş hayatlar değildir...
En küçük virajda duvarlara çarpıp sonra yolda hata bulmak da değildir...
Her gece ağlayıp her sabah aynı uyanmak da değildir...
Çelişkilerin kendi içindeki girdapları değildir...
Ne istediğini bilmemek, bahane üretmek, haddini bilmemek hiç değildir...
Fütursuzca kıyaslamak, sevdiğinle boy ölçüşmek, tartılara çıkmak, okka hesabı yapmak değildir...
Sevmek durmadan "Seni seviyorum" demek değildir...
O cümlenin ağırlığını taşıyabilmek, omzundaki yükün hassasiyetini bilmektir...
Karşındakini incitecek okjienden bile uzak durmaktır...
Pervasızlık olmamalıdır...
Bir istismara gebe bırakılan günler içersinde "Sevgi" bulunan hiç bir ölçünün herhangi bir hecesi olamaz...
İnce bir çizgidir...
Ağlamakla, gülmek gibi sırtında ağır ve taşınması kudret gerektiren bir küfe ile dolaşmak ve o küfenin içindekileri hiç bir aramada onlarca işkenceye maruz kalsan da,
göstermemektir...
Bekleyebilmektir...
Kafanı duvarlara vurabilmektir...
Aldığın nefesin hesabını yapmaktır...
Miilete kulak asmamaktır...
Ama tüm milleti düşünerek hareket etmektir...
Hatta vatanı, vatanları, dünyayı, dünyaları...
Yaygara değildir...
Gargara değildir...
Angarya değildir...
Sevmek tek taş yüzük, şahitler, memur, başkasından alınan yetki ile kıyılan aşklarda değildir...
Hepsi detaydır hepsi...
Gevrekler, kansızlar, incikler, boncuklar, kutucuklar, insancıklar, kancıklar...
Yok bunlar...
Sevmek nedir biliyor musunuz?
Adam gibi durmaktır...
Her ortamda, her koşulda, her şart içinde, her mevsimde...
Sevmek rüzgar değildir, gördüğün koca yeryüzüdür...
Eline aldığın ve kokusu olan topraktır...
Ve sevmek kendi hayatında yaptığın dirayetli bir devrimdir...
Unutma, devrimlerde koca sistem değişir...
Bunların hepsini göze almaktır, ya da gözünü oyup atmaktır...
14 Şubat, 15 Şubat, 16 Şubat, 33 Aralık, 78 Mayıs, 52 Temmuz hangisiyse sizin için tarih, hepsidir sevmek…
Ya da hiç biri…
Tarihle alakasızdır
Sevmek bir davranış biçimidir…
Temirağa Demir temiragademir@temiragademir.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Serkan Engin Ödül Düzleminde Şiir Erkini Yıkmanın Anatomisi |
|
Ödüllendirmek, üst konumundaki biri ya da birilerinin, ast konumundaki biri ya da birilerine övgü lütuf etmesidir. Yani her şeyden önce iki birey arasında hiyerarşi kurar ki hiyerarşi insani değildir, dolayısıyla ödüllendirmek ve ödül beklemek de insani bir eylem değildir.
Sahibinden daha doğrusu kendisini sahibi olarak gören insandan ona uygun eylem sergilediği için bir köpeğin "ödül" beklemesi, kendi yapısı açısından anlaşılabilir bir durumdur, oysa insani eylemin temel ölçütü, herkese göz hizasında bakıp kalp hizasında sevebilmek, yani kimseyi üst ya da ast saymamak, herkesi kendiyle eşit düzlemde görüp buna göre hareket etmektir. Oysa ödül beklediğiniz zaman, otomatikman ödül veren özneleri üst, kendinizi ast konumuna getirirsiniz, kendinizi eşitlik çizgisinin altına, ödül veren özneleri de çizginin üstüne çekersiniz, yani fırlatılan topu sahibine getirdiği için ödül olarak kuru mama bekleyen köpekten farkınız kalmaz.
Bu açıdan ele alındığında, tek tek şiirlere ya da şiir dosyaları veya şiir kitaplarına verilen ödüllerin hem ödül talep eden hem de ödül verenler açısından, insanın insana üstünlüğünün olamayacağı, aralarında hiyerarşi kurulmaması gerektiği temelindeki insani öze aykırılığı ortaya çıkar.
Ödül veren özneler, "sunan" taraf olduğu, ödül talep edenlerle aralarında kurulan hiyerarşik yapıda "üst" konumunda oldukları için bir erk gücü elde ederler. Tıpkı istediği eylemi yapan köpeğe kuru mama "sunan" ve ödül talep eden köpeğe karşı "üst" konumunda bulunan "sahip" insanın durumundaki gibi. Dolayısıyla bir şiir ödülü almayı talep edenler, ödül verenlere, bu talepleriyle bir erk alanı sağlar ve bu alana tabi olurlar. Politik bağlamda da erki yaratan, gene kendi başlarında bir politik erk bulunmasını talep edenlerdir zaten. Ancak toplumdaki bireyler erkperestliği aşmaya başladıkça, sınıfsız bir dünya kurulması yönünde adımlar atılabilir.
Ödül talep edenlerin varlığıyla, ödül verenlerin şiir erki oluşur, oysa şiir muhalif duran/durması gereken ve şiir erki başta olmak üzere her türlü erke muhalif tavır sergilemesi gereken bir olgudur. Ancak bu şekilde sanatın eleştirme, sorgulama ve toplumsal devingenliğe katkı işlevi gerçekleştirilebilir. Şiir erkine tabi olmak, pekâlâ politik erke tabi olmayı da getirir ki şair özne, politik erki elinde bulunduranlar, kendi ideolojik algısında olsa dahi toplumun muhalif sesi olmak adına, sanatın ve dolayısıyla şiirin eleştirme/sorgulama/toplumsal devingenliğe katkı işlevi açısından politik erkten uzak durmalıdır. Dolayısıyla şiir ödülü sunan ya da talep eden şairler, en baştan sanatın ve şiirin temel yapısına, asli işlevine, birincil niteliğine aykırı hareket ederler.
Yani şiir ödülü vermek ya da almak her iki taraf için de hem insani öze hem de sanatın ve şiirin temel niteliğine aykırı bir eylemdir.
Buraya kadarki şiir ödülü irdelemesi, idealize edilmiş, yani kendi içinde tutarlı ve kendi koyduğu çizgiler dahilinde ödül veren ödül mekanizmaları baz alınarak yapılmıştır. Yani, şiir ödülü sunan tarafın, kendi ilkelerini ortaya koyup bu ilkelere uygun olarak ödül talep ederek şiirlerini gönderenlerin eserlerini, şiir sanatının günümüzdeki nesnel ölçütleri, şiir ödülü şartnamesinin içeriği ve eğer varsa adına ödül verilen şairin poetik algısına paralellik temelinde değerlendirdiği varsayılmaktadır. Oysaki pratikte durumun böyle olmadığı, şiirle az çok ilintisi bulunan herkes tarafından bilinmektedir. Geçmişten bugüne, şiir ödüllerinin verilmesinde yaşanan pek çok olumsuzluğun varlığı sürekli gündeme gelmiştir. Ödüllerin verilmesinde şeyh-mürit, baba-oğul, ahbap çavuş hatta sevgili-metres ilişkilerinin belirleyici olduğu ya da para ödülü olan kimi ödüllerin ekonomik destek amaçlı olarak durumu kötü olan ve elbette "tanıdık, eş-dost" şaire verildiği ya da sosyalist bir şair adına konmuş bir ödülün post-modernist bir şaire verilmesi gibi ödülün kendisini hiçleyen eylemler sıkça ve sürekli yaşanmaktadır. Yani şiir ödülü talep edenlerin şiir ödülü verenlere sağladığı şiir erki, ödül veren özneler tarafından kendi çıkar ve keyfiyetlerine göre kötüye kullanılmakta ve idealize edilmiş ödül mekanizmasından daha kötü bir tablo ortaya çıkmaktadır. Böylece insani özden iyice uzaklaşılan, şiirin küçük kirli çıkarlara alet edildiği ve şiir erkinin gücüyle, şiirin ve şairlerin yönlendirilmeye çalışıldığı bir durum var olmaktadır. Özellikle ödül veren öznelerin (jüri üyelerinin) çoğunun her sene aynı ödülün jüri üyesi olmaları, hatta bazı şairlerin pek çok farklı ödülün jüri ekibinde yer almaları, edindikleri şiir erkiyle, kendi egolarını beslemek amacıyla mürit edinebilmelerini sağlamakta ve özellikle genç şairlerin, jürinin poetik algısına uygun şiirler yazmaları yönünde yönlendirilmesi sonucunu da doğurmaktadır. Böylece jüridekiler, kendi şiir algılarına ivme kazandırma yetisi elde etmektedirler, elbette şiir erkini var eden ve besleyen ödül talep ediciler sayesinde.
Sanat eserinin bir başka eserle "yarıştırılması" ise bir başka ve çok yönlü, derinlikli bir tartışma konusu. Ontolojik bağlamda her sanat eserin biricikliği ve bir başka eser ile niteliksel açıdan kıyaslanmasının sakat bir tavır olmasına vurgu yapan Cengiz Gündoğdu'nun şiir yarışmaları/ödülleri ile ilgili yazıları ve İonna Kuçuradi'nin "değer" kavramı ve "bir sanat eserinin değerlendirilmesi" ile ilgili yazıları, bu konuda açımlayıcı ve tartışma alanını genişletici olacaktır.
İdealize edilmiş bir şiir "yarışmasında", yani kendi paradigması içinde referans aldığı politik ve poetik düzlemde, jüri üyelerinin, şiirin nesnel ölçütlerine göre yarışmaya katılan ya da aday gösterilen şiirleri değerlendirmesi ise elbette değerlendiren öznelerin öznel algılarından bağımsız olamaz, çünkü hiçbir nesnel amaçlı değerlendirme, öznel algıdan bağımsız değildir. Burada "nesnel ölçütler" derken, o sanat disiplinin diyalektik gereği tarihsel değişim/dönüşüm sürecinde geçirdiği aşamalar sonucu bugün geldiği konumu ile ortaya çıkan niteliksel özelliklerine vurgu yapılmakla birlikte, bu ölçütler pozitif bilimlerdeki gibi sayısal veriler ve ölçümlerle somutlanabilir olmadığından, jüri üyelerinin öznel algılarına dayalı yorumlarının eserin değerlendirilmesine etkisi yadsınamaz.
Bir şiir ile bir başka şiiri niteliksel olarak kıyaslamak, temelde bir atı diğeri ile hız üzerinden kıyaslamak ile aynı düzlemde, kapitalist ekonominin rekabetçi algısına koşuttur. Kaldı ki at yarışında, hız üzerinden iki atın kıyaslanmasının yarışı izleyenlerin öznel algısından bağımsız nesnel bir sonucu vardır, yani atlardan biri ötekini geçer ve izleyici öznelerden bağımsız olarak kıyaslama kendi sonucunu doğurur. Sanat eserinin "yarıştırılmasında" ise, idealize edilmiş bir yarışmada dahi, eserleri değerlendirenlerin öznel algısı kıyas mekanizmasına dâhil olacağı, hatta ağır basacağı için kıyaslamanın kendi nesnel sonucunu doğurmasından söz edilemez. Cengiz Gündoğdu'nun "Sanatta Star Sistemi" yazısında (Varlık Dergisi, Temmuz 1984) belirttiği gibi, kendi yapısı gereği sürekli kâr marjını arttırmayı hedefleyen kapitalizmin, mal olarak gördüğü sanat eserlerini "piyasada" palazlandırmak için ödül kavramını da araç olarak kullandığı, bilinen bir durumdur ki bunun "çok satan" roman türü düzlemindeki etkileri yıllardır görülmektedir. Şiir bugün "satan" bir yazınsal tür değil, dolayısıyla kapitalizm için kâr unsuru olarak roman kadar iştah açıcı değil. Bugün sadece yayınevlerinin (ne acıdır ki "solcu" geçinen kimi yayınevleri de dahil) şair üzerinden kâr elde ettiği, kitabın maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr eklenip şairden alınarak şiir kitaplarının basıldığı bir "şiir kitabı piyasası" var ki bu da bir başka derinlikli bir tartışma konusu elbette. Bugün "satmayan" hatta "hiç satmayan " yazınsal tür olan şiir, ilerde roman gibi "satan" bir tür haline gelirse, hiç şüphesiz kapitalizm, romanda olduğu gibi şiirde de ödül mekanizmasını, satışları arttırmak ve böylece yüksek kâr elde etmek için kullanacak, "piyasada çok satması muhtemel" şiir kitaplarına ödül verilmesi, belirleyici unsur olmaya başlayacak ve yazılan şiirlerin niteliği de bu ödüllere tabi şiir yazanlar tarafından "piyasaya" göre belirlenecektir. Bugün "rekabetçi" mantaliteyle kurulan ödül mekanizmasını reddetmeyen şairler de o koşullarda, şiiri "piyasa için üretilen meta" konumuna getiren tavra koşut davranacaklardır.
Mevcut durumun değişmesinin ilk adımı olarak, tüm şairlerin önce insan olarak kendi öz benliklerine ve şiire saygı gereği şiir ödülü kavramını toptan reddetmesi, böylece kendilerinin ödül talep eden olarak "ast", ödül verenlerin de "üst" konumuna gelmesine, böylelikle aralarında insan onuruna aykırı olarak bir hiyerarşik yapı kurulmasına, bu sayede bir şiir erki mekanizmasının kurulmasına ve bunun, erki elinde bulunduranlar tarafından kişisel çıkar ve amaçlarına yönelik olarak kullanılmasına, şiirin poetik ve politik düzlemde muhalif tavrına aykırı şekilde yönlendirilmesine, sanat eserinin kapitalist ekonomi anlayışına koşut "rekabetçi" algıyla "yarıştırılmasına" itiraz etmeleri gerekmektedir.
Özcesi, ödül düzleminde şiir erkinin yıkılması, şiire ve insan onuruna saygı gereğidir.
Serkan Engin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Necla Karataş SERİ KATİLİN AŞKI |
|
Gökyüzünde dolunay vardı. Karanlık bir caddenin içine doğru kıvrılan yolda yalnız başıma yürüyordum.
Ansızın tok bir erkek sesi duydum.
"Dur!"
Dönmemle birlikte eli silahlı, iri yarı, genç bir adamla burun buruna geldim.
Yüreğim hop etmesine rağmen korktuğumu anlamasını istemedim. Sesimi mümkün olduğunca sakinleştirerek;
"Sen de kimsin?" dedim.
"Kes sesini! Elimde susturucu var. Sakın ola bağırmayasın. Şimdi düş önüme!"
Öfkem korkumu bastırmış gibiydi.
"Sen kim oluyorsun da beni tehdit ediyorsun ha?! Senden korktuğumu mu sanıyorsun?.."
"Ölmek istemiyorsan, yürü!" diye yineledi talimatını.
Ben önde o arkada yürüdük. Tenha bir köprüye geldik. Köprünün ortasına gelmiştik ki, bizden biraz uzakta yürüyen genç bir adama rastladık.Yanımdaki şarjöre mermi sürdü.
Silahı bana doğrultacak sandım ama yanılmıştım. Silahı adama doğrulttu tam tetiği çekecekti ki önüne geçtim. Göz göze gelmiştik. Bakışlarında bir gizem, yüzünde bir saf bir duruluk vardı.
Potansiyel bir katil saf olabilir miydi? Yine yanılıyor olma ihtimalim çok yüksekti.
Bütün cesaretimi toplayıp sordum:
"Bu adamı tanıyor musunuz?"
"Hayır!"
"Peki niye sana zarar vermeyen bir adamı öldürmek istiyorsun?"
"Erkek olduğu için!"
"Yani hemcinsin olduğu için!"
"………….."
Tüylerim diken diken olmuştu. İlk defa böyle tehlikeli bir adamla karşılaşmıştım. Gazetelerin üçüncü sayfasından fırlamış gibiydi.
Köprüyü geçtikten sonra ellerimi bağlayıp ağaçların arasına doğru neredeyse sürükledi beni.
Patika yolu geçince çalıların arkasındaki arabasının olduğu yere gelmiş olduk.
Kapıyı açıp beni şoför mahallinin yanındaki koltuğa oturttu.
Ne kadar gittik bilmiyorum. Ormanın içinde ince bir yolda ilerliyorduk. Yumurta sarısını anımsatan güneş, iki tepenin arkasından göründü. Baştan başa ağaçlarla örtülü, ıssız bir ormana gelmiştik. Ormanın içinde şırıl şırıl akan bir dere vardı. Etraf bembeyaz papatyalarla doluydu.
Yanımdaki adını bilmediğim eli silahlı adam tekrar bana döndü.
"Hadi, in arabadan…Burada sana erkekleri nasıl öldüreceğini öğreteceğim."
"Sen psikopat mısın?!"
"Bilmem içimdeki şeytan akıllı durmadığına göre…."
"Peşimden gel!" diyerek dönüp yürüdü.
Bildiğim bütün küfürleri arkasından savurdum. Aldırmıyordu. Ama yine de sinirlendiği belliydi.
"Sen insan değilsin!" diye bağırdım.
"Yeter artık, kes sessini!" diye bağırdı. Sonra dönüp kulübeye girdi. Bir süre sonra elinde bir çay tepsisiyle dışarı çıktı.
Belli etmesem de korkuyordum. Tepsideki çaya dokunmadım
Tekrar kulübeye girip çıktı, elinde bir urgan vardı. Sıkıca elimi, ayaklarımı bağladı.
Bu adam beni öldürürse cesedimi bulmazlar diye düşünmeye başlamıştım.
Hemen ilerideki derenin kıyısında oltasını suya atarak balık beklemeye başladı.
Salak o küçücük suda nasıl balık tutacak diye düşünüyordum ama çok geçmeden iki tombul balık yakaladı.
Ağacın dibine oturarak balıkları itinayla temizledi. Daha sonra küçük bir ateş yaktı. Izgara yaptığı balıkları tabaklara koydu.
Ellerimi ayaklarımı çözüp balık tabaklarından birini bana uzattı.
"Adın ne?"
"Aygül!"
"Benim adım da Mert!"
Balık tabağına uzandım. Onu kızdırmak bir işe yaramayacak gibi görünüyordu. Üstelik kaçma fırsatı yakalarsam aç olmamalıydım.
Hava iyice kararmıştı.
"İçeri geç. Gece dışarısı tehlikeli olabilir."
"Senden daha büyük tehlikeler de var diyorsun."
"İstersen dışarıda kal."
O kulübeye girip kapıyı örttü. Kaçabilirdim ama uzaklardan kurt ulumaları geliyordu. Biraz önce beni tehdit eden silahlı adamdan kaçmak yerine yanına gitmek istiyordum.
Birden kulübenin ışığı söndü. Her taraf zifiri karanlıktı. Kurt ulumaları gittikçe artıyordu.
Bir manyağın elinden kurtulmak mümkün olabilirdi ama, aç bir kutru hiç bir şey ikna edemez diye düşündüm. Yavaşça kulübeye doğru yaklaştım. Mert içeride pencerenin hemen önünde elinde bir şeyler okuyor gibiydi.
İçeri girdim. İki tane tek kişilik somya vardı. Birinde o oturuyordu.Ötekine ben oturdum.
Sabaha karşı dayanamadım, göz kapaklarım indi.
Kuş sesleri ve arı vızıltılarıyla uyandım. Güneş tam tepemdeydi. Mert içeride görünmüyordu. Yattığım yerde doğrulup pencereden baktım.
Mert derede elini yüzünü yıkıyordu.
"Ne o kurtlar sizinle tanışamadılar mı?"
"Ne demek istiyorsunuz?"
"Eee rahat uyudun mu bari?"
"Eli silahlı birinin yanında ne kadar rahat uyunabilirse."
Yanıt vermeden yanıma gelip, ellerimi, ayaklarımı çözdü.
Su kenarına doğru yürüdüm. Beni durdurmadı. Suyun yüzüne vuran ışık huzmesinde yüzüme baktım. Elimi yüzümü yıkayıp geri döndüm.
Kulübenin içindeki küçük rafta birkaç tane kitap vardı. Duvarda da mavi gözlü bir kadının resmedildiği yağlı boya bir tablo. Resmin üstünde "Seni çook özledim!"diyen bir yazı asılmıştı. Kim bu kadın diye düşünürken birden Mert'in çığlığını duydum. Kulübenin önünde, yerde kıvranıyordu. Tam bu sırada onu bırakıp kaçabilirdim ama nedense içimden kaçmak gelmedi.
Güçlükle nefes alıyordu. Biraz toparlanınca sürünerek arabaya gitti.
Bana,"Direksiyona geç!" dedi.
Acı çekiyordu ama nedenini anlayamıyordum. Hastaneye geldiğimizde yarı baygındı. Yoğun bakıma alırken; "Eşiniz kalp krizi geçirmiş" dediler.
Beni niye kaçırmıştı, nasıl böyle ikimiz birden hastaneye gelmiştik aklım almıyordu. Bırakıp gidecekken yoğun bakımdan çıkmasını, benimle konuşmasını istiyordum. Yanından ayırmadığı silahı kulübede kalmıştı, üstelik hastaydı. Artık bana zarar veremezdi ama bir ömür boyu merakta kalmaya niyetim yoktu.
Odaya aldıklarında soğukkanlı görünmeye çalışarak yanına girdim.
"Sen daha gitmedin mi?"
"Sana hoşça kal demek için bekledim."
"Manyak olan benim. Mantıklı ol!"
"Ha, anormal olduğunu kabul ediyorsun."
Şaşkınlıkla yüzüme baktı.
"Niye kabul etmeyeyim ki?"
"Öyleyse bu anormalliğin nedenini de biliyor olmalısın."
"Bundan sana ne?"
"Hayatını borçlu olduğun birine karşı biraz daha nezaketli olabilirsin."
"Anormal insanlar hayatlarını borçlu oldukları insanları sevmezler belki."
"Uzatma, anlat."
Gözlerini benden kaçırdı. O an bakışlarında çocuksu bir masumiyet sezdim. O masumiyet anı cesaretimi artırdı. Kolunu tutup hafifçe sarstım.
"Kimsin sen?"
"Ben… Ben bir seri katilim."
"Seri katil mi?"
"Evet seri katilim."
"Beni öldürmek için mi kaçırdın."
"Evet. Hayır. Aslında seni yanlışlıkla kaçırdım."
"Yanlışlıkla mı?"
"Yani ben sadece erkekleri öldüren bir seri katilim. Bir kadını kaçırmamalıydım."
"Beni erkeğe mi benzettin."
"Yok… Senden hoşlandım galiba. Yani anlık bir şeydi."
"Peki erkekleri neden öldürüyorsun?"
"Uzun hikâye."
"İyi ben de uzun hikâyeleri severim zaten."
"Annemi babamı eve giren iki erekek hırsız hiç acımdan öldürdü. Polis onları bulamadı. Annem babamdan sonra hiç mutlu olamadım."
"Ve erkekleri öldürmeye mi karar verdin."
"Evet!"
"Aman Allahım. Bu güne kadar kaç kişiyi öldürdün?"
"Henüz siftah yapamadan seninle tanıştım."
"Hani seri katildin."
"Evet seri katil olarak işe başladım. Ama işe henüz başlayamadım."
"Sahiden manyaksın sen."
Tam kalkacakken hemşire yemek tepsisi ile içeri girdi. Biraz daha kalıp yemek yemesine yardım etmeye karar verdim.
"Seri katil olmaya karar veren ilk vukuatında kurbanından yardım isteyen sevimli cani. Çizgi film kahramanı gibisin."
İkimiz birden gülmeye başladık. Ellerimi tutup, dudaklarına götürdü.
Necla Karataş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÖYKÜDEN TİYATROYA
İstanbul'da istanbul'u yaşamayan insanlar var mıdır?
Durup, hayatın nabzını tutmak ister gibi Galata Kulesi'nden İstanbul'u izlemeyen?
Kentin içinde kaybolup, kaybolup tekrar yollarını bulmayan?
İstanbul'un deniz, gökyüzü, tarih olduğunu bilmeyen?
Doğuyla batının sentezlendiği, masalsı bir dünya da gerçeği aramayan?
Yoksulluğu ve yoksunlukları barındıran yudum yudum yaşanası şehir!
Kültür Başkenti İstanbul...
Ben de yazılanları okudum, yazdım, yazdıklarımı yaşamaya çalıştım. Dolaştım Beyoğlu'nun arka sokaklarında, yıpranmışlıklara, unutulmuşluklara baktım. Hala tadilatı bitmemiş olan Galata Mevlevihanesine uğradım.
Yaşamaya çalıştım bir günü İstanbul'u soluyarak.
Sergi salonlarının renklerine takıldım bir ara; sonra kendi mi Fransız Kültür Merkezi'nde buldum, öykünmeli bir etkinliğin içinde.
Burada PEN 2011 Dünya Öykü Günü Kutlaması vardı. Adnan Özyaçıner'in bildirisiyle öykünün evrenselliğinden, birleştiriciliğinden bahsedildi; "Aslında hepimiz bir öyküyüzdür" dedi yazar.
Sonra da öykülerden kısa bölümle sunuldu diyaloglar halinde.
İçeride az ama anlamlı bir kalabalık vardı. Kimi görüşleriyle katılıyordu tartışmaya, kimisi de sadece sessizliğiyle.
En son bölümde, genç kuşaklardan iki kişinin katılmasıyla tartışma daha da güzelleşmişti. Sine Ergün ve Yusuf Turhallı'nın görüşlerinin alındığı bu bölümde, eski öykücülerle yeni öykücüler karşılaştırıldı. Eski dönemlerdeki birliğin artık olmadığının, dostlukların köreldiğinin, bunun oluşmasında da teknolojinin, olmusuz yönde etkili olduğunun altı çizildi.
Aslında bu tespit çok doğruydu. Artık eski sohbettler, arkadaş buluşmaları, pekiştirici tamamlamalar kalmamıştı. Çınaraltı sohbetleri ya da Edip Cansever'in bahsettiği eski birliktelikler de yoktu artık. Herşey yapaylaşmış ve sanala dönmüştü.
Gençliğin okumaması, neden okumadığı, dergi okuyucalarının sayısının azalması vb. benzer şeyler tartışıldı.
Zaten ortamdaki, genç sayısının azlığı da, edebiyata olan eğilimin ne kadar azaldığının bir göstergesiydi.
Yaklaşık iki saaat kadar süren etkinlik bence çok faydalı oldu. İki edebiyat kuşağının buluşmasını sağladığı gibi bundan sonra yapılması gerekenler hakkında da bilgi verdi bize...
Bu etkinlikten sonra Binali ile Temir'e gittim. Murathan Murgan'ın Cenk Hikayeleri adlı kitabında yer alan oyun tek kelimeyle mükemmeldi. Oyunun mükemmel olmasında; dramatik yoğunluk, çatışan güçlü figürlerin varlığı ve oyuncuların başarısı etkiliydi. Özellikle Haldun Ergüvenç'in anlatıcı olarak Müşfik Kenter'i anımsatması, oyunun havasını daha da felsefi kılmıştı.
Oyuncular kendi rollerini taşıyabiliyorlardı. Kılık kıyafet tasarımı olarak da gayet başarılıydı.
Bazılarının sıkıldığını hissetiğim bu oyunda, gizemli bir ağırlık vardı. Güçlü ile güçsüz, iyi ile kötü, intikam ve merhamet, acıma ve kin hep çatışma halindeydi. Bu da oyunu daha güçlü bir hale sokuyordu.
Hayat felsefesi olmayan, derinliğine düşünemeyen, düşünmekten kaçıp, sadece etkinlik olsun, gülelim biraz diyenler içinse sıkıcı.
Bence diğer içi boş, fos, içeriyi olmayan oyunlara göre daha anlamlı ve düşündürücüydü.
Kısacası belli bir kesime hitap eden, anlaşılması içinse bir alt yapı gerektiren, bir Orhan Pamuk kitabıydı.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Semih Bulgur ET |
|
Ergenliğe yeni girilen zamanlar… Çocuk masumluğu ve o çağların azgınlığı bir birine karışmıştır. Arkadaşların gazıyla veya şeytanın girdabına kapılıp, şu üç film birden oynatılan sinemaya gidilir. Birçok genç erkek için oralarda başlıyor, şeytanla ve vicdan azabıyla tanışma.
Öğreniyorsun ki kız ve erkek ilişkisi sadece bir ceylan bakışı, iki yüreğin dörtnala atışı veya pamuk ellere dokunduğunda, başka bir gezegen yüzeyinde yürüme hissi değilmiş. Erkeğin ve kadının, o eski sinema perdelerinde, birbirlerine ettikleri, akıl alır gibi değildir…
Bir gün, masum ve hisli bir lise öğrencisi olarak, malum sinemanın önünden geçerken, gözüme bir film afişi takılmıştı. Afiş doğal olarak son derece samimi ve çıplak bir kalabalıktan ibaretti. O yaşların heyecanlarına rağmen, dikkatimi çeken çıplaklık değil, filmin ismi olmuştu.
Filmin adı 'ET'… Afişin karşısında dakikalarca dona kalıp, üşüyerek ve düşünerek beklemiştim. İnsanlar o hayvanca sahnelere, benim ağzıma bile sürmediğim canlı parçasının adını nasıl koyarlardı? Yoksa aşkın bir parçası mıydı et?
Gerçek hayat, yiyemediğim et gibi bir hazımsızlık yapmıştı bünyemde. Oysa ben, vejetaryen midemi, düşlerle ve romantik rüyalarla doldururdum. Kafam karışmış, o kadar iğrenç, aşağılık, vahşi ve tuhaf hissetmiştim ki kendimi, oraya bir daha asla gitmedim.
İste böyle masum tanışırdık cinsellikle, çıplaklıkla veya hormonlu romantizmle. Tabi bunlar eskide kaldı şimdi çok küçük yaşlarda hızlı ve ahlaksızca tüketiliyor sevgi, aşk ve guven. Daha 13`lü yaşlarda yatak odalarında oynanıyor doktorculuk ve uyuşturucu ilkokullara kadar girmis.
Şimdi bakiyorum da heryer soğuk hava deposu sanki her yer et... Televizyonda hangi kanalı açsam bir kadın sömürüsü… Yahu kıçı başı açık kadınlar olmadan bir klip cekilemez mi?
Kadin çalışıyor kazanıyor, üretiyor, sivri topuklar üzerinde dimdik duruyor. Kadınların yüzyılını yaşarken bu kadar teşhirciliğe neden alet oluyorlar? Tabii bunu keyif aldıkları için yapanlar da var.
Birde marifet sayiliyor, en sexy sanatçıyı seçiyor dünya, sapıklıkta en önde giden en aykırı, en müptelası en çok reytingi alıyor.
Eeee tabii halk bunlari izliyor yapacak bir şey yok. Bu ulke de halkını izliyor elleri kollari bagli, bakalim daha neler yapacak.
Peki, muhafazakar çoğunluk nerede? Saçının tek bir kılını bile saklayıp, üniversite girişlerinde bekleyenleri sömürenler nerede? Onların büyük bir çoğunluğu varoşlarda uyumakta, kalan kısımsa rant ve ihale peşinde.
Tabii uyuşturucu ve ahlaksızlık batağındaki gençliğin sorunları çabuk oy getirmez!
Her insan ayrı bir dünya ve herkes kendi dünyasında istediğini yaşasın ama ahlaksızlığın yaygınlaşması ve cahilliğin saygınlaşması hiç hayırlı olmayacak.
Galiba ben büyüyorum, yaşananları ve yaşanmayanları biriktirerek...
Oysa ben, ne güzel bir çocuktum.
Semih Bulgur www.semihbulgur.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
HAYAT DEDİĞİN BİR ANLIK
Hayat dediğin bir anlık…
Her bir an da bir adım…
Her bir adım da sona doğru…
Su misali serpermiş içime damlalar. Gözlerim hayatı siler olmuş yavaş yavaş. Cümleler boğazımda düğümlenmiş. Hüzün dolu caddeler, yol gösteren ışıklar ve ben, salına salına yürür olmuşum kimsesiz kaldırımlarda. Gözlerim anlatır olmuş içimi dudaklarımdan önce…
Beni girdabında boğup boğup durgun denizlere çıkaran, yine de ölmediğimi fark ettiren yer sahil kenarı… Yine seninleyim. Martılar yine yelkenlisiyle yarışıyor. Renk cümbüşüne boğulmuş gözleri gökyüzünün. Kaç saattir ağzıma alamadığım simidimi martılarla paylaşır olmuşum. Ve bir dostluğa özlemim oluşmuş içimde. Ellerim titriyor, gözlerim doluyor. İçimi boşaltsam denizin ruhu var mıydı? Dinler miydi beni, konuşur muydu benimle? Başımı omzuna yaslasam, anlatır mıydı bana tükenmeyen hikâyesini… Yazar mıydı hasreti şiirlere. Haykırır mıydı sevdasını? İçime almakta dert ettiğim nefes bir bardak dolusu su misali fışkırır oldu yüreğimden sızarcasına. Yine de gönlümü besleyen bir şeyler vardı. Evet… Bunun adı umut olmalıydı… İnsanın içini yakan kimi zaman acı hatıralardır. Kimi zaman da umutlarının kırılması… Gönlü besleyen de odur, umut... Taşıyorum taşacağım, dert ortağım. Taşamazsam eğer boğulacağım. Daha fazla zifiri karanlığa mahkûm kalmak lanetli bir şey geliyor beynime. Düşünceler kilitlenip kalıyor aniden. Ağzımdan cümle akmıyor ki akarsa sel olacak bilinmiyor…
Hayat denen masalda herkes almış bir rol. Çoğu unutmuş özünü. Başkası olma derdine düşmüş. Kendini, önündeki engeli kaldıramayacak kadar erken pes edici bir güçsüzlüğe yenildiğini sindirecek kadar aciz kılar olmuş. Kimisi aşka harap etmiş yıllarını, kimisi dalına tutunma derdinde hayatın. Sitemli duygular hiçbir zaman eksik kalmamış. Hayatı kötüler, değer kıymet nedir bilemez olmuşuz. En ufak şeyleri göremeyecek kadar kör.
Ağaçta kalmış bir tek yaprak gibiyiz kimi zaman. Yalnız, çaresiz kılıyoruz anı. Böylece umutlar da tükeniyor. Kısacası bitmişiz. Yeniden doğmak elimizdeyken…
Umutları çok çabuk kırabiliyoruz da yeşertemiyoruz o kadar hızlı. Hasarı için zaman gerekli olmuş. Bunun içinde sabır… Yaptığım hatalar kadar ağır vurdu hayat. Tüm gücüm kayboldu. Direniş için bir dal bırakmadı. Fırtına sessizliğini bozdu.
Bin derde bir dert daha. Oysa ne hevesle başlamıştım bir diğer güne bir merhabayla. Bu kez de yıkıldım kaldım tek başıma. Hayat hesabını kes de ben de bileyim gideyim yoluma... Kalbime veriyorum suçları çoğu an ama o da bende saklı. Kaderime isyan yağdırıyorum yanlış olduğunu bile bile, onu da şikâyet edebileceğim ne bir yer var ne bir kimse. Hayata soruyorum neden böylesin diye yanıtı veren yok. Gökyüzü sessiz… Neye güvenim var da adım atıyorum yarına var mı ki garantim… O da yok oysa… Yok!
Nuray Şahin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam 21. Yüzyılın Küresel Tezgâhları (4) |
|
Önceki üç yazımda dünyanın bir tür küresel tezgâh ile karşı karşıya olduğu görüşünü savunmuş; 2075 yılına kadarki aşamaların makro şifrelerini kırmaya çalışmıştım. Şimdi sıra, "küresel tezgâhtarlar" tarafından kurgulanmış bu yüzyıla değgin plânların son evresini çözümlemeye geldi...
5-) Dördüncü Aşama/Dördüncü Çeyrek (2075-2100):
Sayın Başkan,
Bu çeyrekte hedeflenen üç asal gayemiz var: biri 7 kıtayı birleştirmek, diğeri dünyada sadece 4 büyük dinin varlığını sağlayıp korumak ve üçüncüsü Beyaz Saray'ı Dünya Devleti'nin Yönetim Merkezi ilan etmek. Bu amaçla, bu çeyreğe giriş 2077 yılında başlayacaktır; çünkü Hicri Takvim'e göre bu tarih Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç edişinin tam 16 yüzyıl sonrasına rastgelmektedir. Bu yıldönümü tarihteki en görkemli kutlamalar zincirine sahne olmalı, Mekke'den başlayan ve Vaşington'da sona eren bir Hicret Yolculuğu başlatılmalıdır. Küresel bir Dünya İmparatorluğu oluşturma stratejimizin bu evresinde, yerküre üzerindeki siyasal, ekonomik ve askerî durumlar özetle aşağıdaki gibi olacaktır:
5-a) Yeryüzü 7 siyasal kıtaya bölünmüş; her kıtada bir adet Birleşik Devletler Topluluğu (Continental Commonwealth) bulunuyor olacaktır. Bu BDT'lerin her birinin bir başkanı ve çok sayıda yardımcısı olacaktır. Bunların başkanlığındaki siyasal hükümetler ise 2025-2075 yılları arasında yetiştirdiğimiz 40-50 yaş aralığındaki yerel siyasetçiler tarafından kurulmuş olacaktır. 2075'teki kıta birleşmeleri ise tüm dünyayı tehdit eden ortak bir uzay düşmanı yaratılarak sağlanacaktır.
5-b) Adı ABDT (Amerika Birleşik Devletler Topluluğu) olarak değiştirilmiş olan ABD bu son çeyreğe dünyanın bütün denizlerini, okyanuslarını ve hava sahanlığını kontrolü altına almış olarak girecektir. 7 BDT'nin başkan ve eşbaşkanlarının göreve başlayabilmeleri için bir ön koşul ilkesi oluşturulacak ve bu yöneticiler ABDT Senatosu'nun güvenilirlik testinden geçmiş olanlar arasından seçilebilecektir. Ayrıca; dünyadaki tüm binalar "Piko Teknoloji" yardımıyla yapılmış materyallerden inşa edilmiş akıllı binalarla değiştirilmiş ve 9 şiddetindeki depremlere ve güçlü patlamalara karşı dayanıklı olacaktır.
5-c) ABD ve diğer 5 BDT'nin ekonomileri ABD şirketleri ve finans kurumları tarafından yönetiliyor olacak; 7'nci kıtanın ekonomi yönetimi ise -strateji gereği Wall Street'e kayıtlı olmayan- bazı büyük küresel sermaye sahiplerine bırakılmış olacaktır. Böylece, ABD'den gizlenen sistem dışı sermayenin hem o kıtaya akışı sağlanmış olacak, hem de 2090'lı yıllarda oradan ayrılarak, Wall Street Borsası'na entegre olmasının yolu döşenmiş olacaktır.
5-d) Tüm kıtalardaki devletlere, şirketlere, ailelere ve bireylere ait olan her türlü bilgi (çözülmüş genetik şifrelerin haritaları, varsa değiştirilmiş genetik şifre bilgileri, beyinlerdeki bilgilerin dijital ortama dökülmüş biçimleri ve tüm günlük faaliyetlerinin dökümleri) Microsoft şirketi tarafından toplanıyor ve saklanıyor olacaktır. Bu bilgiler sadece Harvard-MIT eşbaşkanları, Birleştirilmiş Pentagon-CIA Komuta Kademesi ve Beyaz Saray'daki Oval Ofis yetkililerinin erişim ve kullanımına açık olacaktır.
5-e) Bu stratejiler yürütülürken ABD'nin eksen ülke olduğu inancı sürekli olarak ön plânda tutulacaktır; çünkü Amerikan vatandaşlarının kendilerini ABD'ye ait ve özel hissetmelerini sürdürmeleri hayatî önem taşımaktadır. Bunu gerçekleştirmek için Hollywood yıldızları, medya çalışanları, yazarlar, akademisyenler ve bilginlerden oluşan birkaç misyoner gruba geniş olanaklar sağlanmalıdır. Bu grup -dinsel ve mezhepsel ayrıştırma süreci bitmiş, birleştirme evresine girilmiş olacağı için- dinsel konular yerine Amerikalıların çok sevdiği ve hayal güçlerini tetikleyen uzaydaki diğer yaşam türleri hakkında mitler oluşturmalı, bunların her yerde konuşulup tartışılması sürecini yönetmelidir.
5-f) Bu mitler oluştuktan sonra biz dünyalılar ile komşu galaksideki bizden üstün canlılar arasında uzay savaşları başlayacağı duygusu yaratılarak, kıtalar arasındaki işbirliği, kardeşlik ve dünyasal ortak kader temaları işlenmelidir. Herkes oluşturulacak o korku atmosferi içine girmişken; dünya vatandaşlığı pasaportlarının dağıtılması evresine girilmelidir. Gerisi karşılıklı medya üzerinde yürütülecek tartışmalarla ve Piko teknolojinin yardımıyla sonuca ulaştırılabilir.
5-g) Daha ilk çeyrekte başlatmış olacağımız çok kültürlülüğün zararları temalı tartışmalar bu yıla kadar meyvelerini vermiş, kıtaların ortak bir kültürü oluşmuş olacaktır. Bu son çeyrekte kıtalar arasındaki kozmetik kültür farklılıklarının silinmesi misyonu ise Marksist retorik aracılığı ile yürütülecektir. Kıtaların ve dünya halklarının kardeşliği teması ateşlendirilecek ve 7 kıtaya ait siyasal haritalar, "Tek Millet, Tek Devlet, Tek Dil, Tek Din" sloganları eşliğinde meydanlarda yakılacaktır. Tüm toplu yakma protestolarına çağın medya organlarınca yaygın olarak yer verilecektir.
5-h) Anglosakson, İsrailoğulları ve ancak 2050'den sonra belirlenmiş olacak bir üçüncü ırkın kültürel ve genetik yapılarının korunması amacıyla uygulayacağımız "iç savaşlar ve göçler" stratejisi doğrultusunda kıtalar arasında kültürel farklılıklar azaltılmış; ama genetik farklılıklar çoğaltılmış olacaktır.
5-i) Dünya nüfusunun 10 milyar olacağı 2095 yılında, insan sayısını sabitlemek amacıyla hem medikal hem elektromanyetik araçlar devreye sokularak, "bir ölüm-bir doğum" evresine girilecek; kurulacak olan "One World, Too Many People" STK'sı sayesinde doğum kontrollerine karşı çıkacak kuruluş ve bireylerin propagandaları etkisizleştirilecektir.
5-j) Çok gizli tuttuğumuz ve tutulması gereken bir proje olan SETI "Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırmaları" aracılığı ile uzaydaki diğer yaşam formlarından alınacak bazı mesajların yanıltıcı olup olmadıkları sorunu ise ancak 2110 yılından sonra çözümlenebilecektir. Bu tarihin öne alınması yeni dünya devletinin, gezegenimizin ve tüm dünyasal yaşam formlarının hayatta kalması bakımından büyük önem arz etmektedir... (Bu çeyreğe değgin tüm belgeler ekteki 15 sayılı e-kitap klasöründedir.)
5-k) Mevcut 7 kıtanın birleşip ABD liderliğinde bir dünya devleti kurmasından sonra, 22'nci yüzyılda ortaya çıkarılmasını düşündüğümüz "çatışma-üretim-kâr" paradigmasını kırmak için verilecek mücadelelere tartışma platformu sağlanacaktır. O yüzyılda bazı bölünmeler veya savaşlar gerekiyorsa, bu tartışmaların yaratacağı kapıdan girilerek, 22. yüzyılının makro plânı hazırlanmış olacaktır.
5-l) Nikola Tesla'nın bulduğu kablosuz enerji transferi çalışmaları NASA ve Pentagon tarafından yarım yüzyıl boyunca kullanıldı; iklimler değiştirilebildi, insan ve hayvan beyinlerinin sinyalizasyon yapıları bozulabildi. Bu son çeyrekte, insan zihnindeki bilgiler önceden programlanmış yeni bilgilerle değiştirilebilecektir. Bunun yaratacağı geniş olanaklar 22'nci yüzyıldaki stratejiler için kullanılmalıdır.
5-m) 2100 yılı kutlamalarının yapılacağı 31 Aralık 2099 günü Tek Dünya Devleti'nin imza töreni başkent Lahey veya Brüksel'de imzalanacak; 7 kıtanın 7 lideri ve önde gelen kanaat önderleri dünyaya tanıtılarak, dünya parlamentosu seçimlerine katılacak adaylar olarak lanse edileceklerdir.
Günün sözü: "Küresel, liberal, etnik, köken, millî, dinî, mezhep, inanç, özgürlük, esaret, yeni, süper... Bu sözcükler zihinleri iğfal eden modern emperyalizmin kavramlarıdır; temkinle yaklaşılmalı, söyleyenlerin iç-dış bağlantıları kontrol edilmelidir."
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ACI BİR ÖYKÜ GİZLİ
Kaç gece eskidi pencere önünde ölümleri unutarak
Kaç gece sevişti maviliklerde sesinde türkülerle
Kaç gece intizar etti bir güle gonca iken gül dalında
Ve getirdiler sana ölümü som bir hatırada
Ve sen yok olurken terleyen günlerin içinde
Ve yok olurken hayatlar kızılca kıyameti düşen ardımıza
Dün bir ölüm kalmıştı akıllarda ve bir ölü hep o duvar diplerinde
Dün sokaklarındaydın çatlamış dudağın kurumuş dilinle
Dün dalında gül kurudu ve duvar diplerinden topladılar ölülerimizi
Biz karanlığı aydınlığa telli duvaklı gelin verirken
Biz ellerimizde nasırlarımızla ve kadınlarımız ellerinde kınalarıyla
Biz fesleğen renginde türkülere hasret iken yani biz iyi değilken
Duvar diplerinden sundular ölümleri toprağı ve sessizliği
Duvar diplerinde filizlendi acılarımız kan ve tütün kokularımız
Duvarlar hep tuğla dizili hep bir acı öykü gizli
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Balığı sadece tavada ya da tabakta değil, bazen denizde bazen oltanın ucunda görmeyi tercih edenlerin ortak buluşma platformu http://www.baliktutkunlari.com/ Ben de balık tutkunuyum diyorsanız buyurun forum sitesine. Hazırlayan ve yönetenlerin ellerine ve emeğine sağlık diyorum.
Bu web sitesi, canlı bir sistemdir. İnsanların duyguları, düşünceleri, fikirleri ile yaşayan bir sistem. Eğer siz de bu yazıyı okuyorsanız bu sistemden enerji alıyorsunuz demektir. Enerjinizi eklemek isterseniz üye olabilirsiniz. Forumlarda tartışabilir, günlük ekleyebilir, kitaplara sayfa ekleyebilir, anket hazırlayabilirsiniz. Diyor giriş sayfasındaki açıklamada http://www.sonsuz.us Bir deneyin bakalım siz de enerji alabilecek misiniz?
Güzel web sayfası denildiğinde, örnek gösterebileceğim bir site http://www.dogoskinz.com/ Ne yaptıkları ve ne sattıklarıyla değil daha çok web site tasarımlarıyla ilgimi çektiler. Web admin arkadaşın ellerine sağlık.
Paylaşım sitelerinin büyük bir çoğunluğu teker teker yasaklanıyor. Hala yasaklanmamış bir web sayfası arıyorsanız http://www.heroturko.org sitesini tavsiye ediyorum. Oyunlar, filmler, imajlar, fontlar, mobil uygulamalar ve daha fazlasını bulabileceğiniz bu siteyi kaçırmayın derim.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|