|
|
|
Editör'den : "Faturayı bize çıkarmayın." |
Merhabalar,
Başlık işin özeti aslında. Padişahımızın köşeye sıkıştığı bir anda ağzından kaçıveren bu söz, hem bir itiraf hem de çaresizliğin, ipin ucunu kaçırmanın velhasıl teslimiyetin ifadesi. "Faturayı bize çıkarmayın." diyor, neden diyor? Çünkü ortada hesabı ödenecek bir durum var ve haşmetli efendimiz bunun bedelinin ağır olacağının farkında.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Seçime üç ay kala hangi iktidar bu menem bir belayla anılmak ister ki? Bana kalırsa, hükümet şu aralar, gizli kapılar ardında "Ne ettik biz?"'i tartışıyor. Kuyuyu kazdırdıkları amelelere "DUR" demeyi unuttukları için büyüyen çukura teker teker düşüp, bir daha da çıkamayacak olmanın endişesiyle yaşıyorlar.
Olağanüstü yetkili mahkeme ve savcılarla donanmış memleketimde demokrasiden, bağımsız yargıdan bahseden aymazlar hala kol geziyor. Üstümüze çöken korku imparatorluğundan nemalanan insan müsveddeleri bir gazeteciye "Siz temiz yüzlüsünüz sizi almazlar." diye garanti verebiliyor. Ya da tutuklattığı gazetecilerin durumuna duyulan infialden aklanmaya çalışan olağanüstü özel savcı, "Biz onları yazıp çizdiklerinden almadık, ne halt yediklerini bilseniz bizi alkışlarsınız." diye özetlenebilecek bir savunma metniyle açıklama yayınlıyor. Aynı açıklamada, bu konuda yazanları, konuşanları titizlikle(!?) izlediklerini, gereğini(!?) yapacaklarını söylemeyi de ihmal etmiyor. Haydi bakalım sıkıysa yazın düşündüklerinizi. Yakındır, Nedim Şener'in bilgisayarında kimyasal silah, Ahmet Şık'ın evinde doğalgaz rezervi bulunabilir. Şener'i kimyasal silahı üretip USB'den sıkıp çıkarttığı virüsleri su kaynaklarına atarak halkı zehirlemeye çalışmaktan, Şık'ı ise doğalgazı saklayarak memleketi zarara uğratmaktan mahkum edebilirler. Kusura bakmayın ben buna komedi diyemiyorum, bu olsa olsa aşağılık bir komplodur.
Okuyan, dinleyen, araştıran, yorumlayan herkesin bu konuda bir fikri var. Çoğunluk ta benzer görüşü paylaşıyor. Ama açıkça telaffuz edilmeyen, varlığı inkar edilen bir olgu var ortada. O hep sözü edilen "Derin devlet" artık yalnız değil. 1.derin'i bertaraf etmeyi şiar edinmiş bir 2.derin'le karşı karşıyayız. Ne olduğunu, kimler olduğunu pekala biliyor ama korkudan söyleyemiyoruz. Asker devleti, polis devlet haline getiren de, polisle yargıyı aynı kapta eriten de bu ikinci derin işte. Haydi adını da verelim FFÖ (Feto Fetih Örgütü). Yıllar önce oturduğu sedirden "Hiçbirşey birdenbire olmayacak, azar azar zerkedeceğiz, ruhları bile duymayacak." diye ağlaya zırlaya seslenen imamın müridleri, yıllar süren çalışmayla ele geçirdikleri asker, polis ve yargı eliyle damardan tuzlama yapıyor, yiyen yiyor, yemeyen derdine yanıyor. Bunu kabul etmeden, neden nasıl niçin sorularının cevabını vermek maalesef mümkün değil. İçiniz rahatsa mesele yok ama rahatsızsanız susma zamanı hiç değil, sakın unutmayın.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü tüm kadınlarımıza kutlu olsun. "Kadına şiddet uygulayan erkek değildir." Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Mehmet Önder YANKESİCİ |
|
Çocukluğumda yankesici sözcüğüne takılmıştım bir ara. Nasıl kesiyor? Niye dik
kesmiyor da yan kesiyor? Soruma hiç bir zaman doyurucu bir yanıt alamamıştım. Bu kişilerin jiletle cepleri yanlamasına kesip paraları çaldıklarını, bu sebeple yan kesici dendiğini düşünmüştüm hep.
O otobüs yolculuğunu yaptığım güne kadar hiç yankesici görmemiştim. Ya da ben öyle sanıyordum. Görmüşümdür de, sanatını icra etmeye kalkışmadığından farkına varmamışımdır. Şimdi, karşımda kalaklı kulaklı bir adam oturuyor, yankesici mi, halkın hali pürmelalini görmek için tebdili kıyafet etmiş önemli bir devlet adamı mı nereden anlaşılacak.
Hani görmedim,dedim ya, her şeyin bir ilki varmış. Komşu Safiye Teyze'nin
"Yavrum yolunun üstünde, şu parayı satıcıya veriver" deyişiyle yaşayacakmışım o ilki.
Yapacağım iş de çocuk oyuncağı; Hatay Montrö otobüsünden inip, Konak
Bornova otobüsüne binmeden önce köşedeki beyaz eşyacıya parayı verivermek. Taş
çatlasa bir buçuk dakikalık bir iş.
…
Sabahleyin durak kalabalık. Bakınırken Yeşilyurt yönünden ayaktası olmayan bir otobüs göründü. Çok beklememenin sevinci ile bindim. Otobüs bir anda tıklım tıklım oldu. İki elimle de bir yerlere tutundum. Mezarlıkbaşı'ndan yokuş aşağı ineceğiz. Bu inişte, şoförün her fren sıkışında yolcular birbirlerinin üstüne yığılırlar.
Bir ara, üçüncü bir elin pantolon cebime girdiğini farkettim. Sağ elimle o yabancı eli kavradım. Ayakta daha zor durur hale gelsem de, paralar önemli. Şimdi, Safiye Teyze'nin paraları adamın avucunda, adamın eli de benim avucumda. Elini çekmeye çalışıyor; sıkıca kavradım, bırakmıyorum. Ama birbirimizden de ayrılamıyoruz. Sabah trafiğinde birbirimize kenetlenmiş halde aşağıya doğru ilerliyoruz. Ayrılmamız olanaklı görünmüyor. Ne o parayı bırakabiliyor, ne de ben onun elini.
Sürekli inen binen oluyor. Yanımızdan gelip geçene, bir bütün halinde bir sağa bir sola kıvrılıp yol veriyoruz. Önde de bir amca var, her fren sıkılışta ikili darbe yiyip dönüyor; iki kişilik homurdanıyor.
Biz yankesiciyle neredeyse bir bütünüz. Hani derler ya, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan böyle bir zamanda, diye; biz bunu tam anlamıyla başarmış durumdayız.
…
Ne yapmalı ne etmeli? Şoföre "Çek karakola" desem yararı olur. Ama saatler sürer. İşe geç kalırım. Dün de trafik sıkışıklığından işe geç kalmıştım, bugün de gecikirsem kesin işime son verilir. İlk gecikmede bile şef "Vali bey makamını onurlandıralı epey oldu …" gibi gereksiz bilgiler vermişti.
Başka bir çözüm bulmalıyım. İşi geciktirmeyecek bir yöntem…
Adamın gözüne şöyle kırk beş derecelik bir açıyla baktım; kararlı. Hiç öyle rica minnet, yalvarma, sızlanma kabul edecek birine benzemiyor.
Kendi kendime kızıyorum. "İyilik etmek sana mı kalmış? Gitsin kendisi yatırsın. Ya da başkasıyla göndersin!"
Benim iki aylığımdan fazla para, ne denli tasarruf etsem bir yılda ödeyemem. Bir de Safiye Teyze duyarsa; ki duyar elbet. En azından alacaklı söyler. Artık önüne gelene "Yidi namussuz paramı. Garılara mı yidirdi, gumara mı gitti? Gittiii. Yidi ahlaksız paramı" diye anlatır da anlatır. Herkes beni konuşur artık. Kim inanır o taraklarda bezimiz olmadığına?
…
Bir yandan da düşünüyorum, acaba yankesiciye kırışmayı teklif etsem kabul eder mi?
Sonra dikilirim satıcının karşısına "Arkadaş durum böyleyken böyle. Kalan yarısının gecikmesini de hesapla, altı ayda ödeyeceğim" derim. Belki kabul eder. Tabii Safiye Teyze'ye söylememek koşuluyla.
Haydi satıcı ile anlaştık. Ya yankesici! O kabul eder mi, paranın yarısını geri vermeyi? Adam o kadar çalışmış çabalamış; gül gibi melsem sahibi olmuş, icra ediyor.
Durduk yerde kazancının yarısını niye bağışlasın?
Ama bir çare bulmalıyım. Biz bir yandan birlik ve bütünlük içinde salınmaya, eğilip bükülüp gelene geçene yol vermeye, öndeki amcaya çarpıp olağan azarımızı işitmeye devam ediyoruz; öte yandan da o parayı, ben de onun elini bırakmamaktaki kararlılığımızı sürdürüyoruz. Aklımdan yarım yamalak kırk türlü kurtuluş yöntemi gelip geçiyor. Ne yapsam acaba? Üstelik çözüm garantisi de yok diye düşünürken, aklıma değişik bir yöntem geldi. Yankesici benden oldukça genç abisi, ustası olacak yaştayım. Kulağına eğildim, usulca:
- Allah seni kahretsin, rezil!
Hiç beklemiyormuş. O ana kadar renk vermeyen adam, yüzünü sertleştirdi. O da fısıltıyla:
- Ne oluyor be!
Ben artık işe başladım ya kendimden emin sürdürüyorum:
- Ben seni, gelsin beni soysun diye mi yetiştirdim? Eline ekmek verdik edepsizin. Yazıklar olsun!
Plan işe mi yarıyordu ne? Adamın yüzü değişti. Sanki başka biri oldu. Bir yandan sımsıkı kavradığı paraları bırakırken, bir yandan da özürler dilemeye başladı.
- Kusura bakma abi. Kalabalıkta bir an seçemedim abi…
Kaç büyük ustadan meslek öğrendi, feyz aldıysa, karıştırdı. Ben de cabadan ustalar listesine katılmış oldum.
…
Ayrılırken elimi öpmek istedi. Vermedim tabi. Elimde Safiye Teyze'nin paraları, sımsıkı kavramışım. "Ben usta mutsa tanımam, aldım gittim!" deyiverir. Dinleyin artık Safiye teyzeyi: "Garılara mı yidirdin, gumarda mı üttürdün uğursuz!" diye diye…
Boynu bükük yankesici de zaten ilk durakta inip, gözden yitti.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam Zihin Kontrol Tezgâhları (7) |
|
Kara Delikler'in mucidi Stephan Hawking çok ilerlemiş bir MS hastası. 1980'lerde hastalığı öylesine ağırlaştı ki konuşamaz ve ellerini kullanamaz oldu; ama düşündüklerini söyleyebilmesi çok önemliydi. O sıra Londra'da yaşıyordum ve Hawking'in durumunu yakından takip etmeye çalışıyordum. Bir gün şöyle bir haber geçti BBC1 televizyonu: "Hawking'in Cambridge Üniversitesi'deki mesai arkadaşları ve öğrencileri ünlü astrofizikçinin düşüncelerini algılayan bir bilgisayar programı geliştirdiler; düşündüğü her şey artık bilgisayar ekranına yazılı cümleler biçiminde aktarılıyor!"
Hawking'in yeni evren modelleri ve kara deliklerle ilgili düşünceleri ilgimi çektiği için bu habere epeyce sevinmiştim. Sonraları öğrendim ki, o zihin okuma sistemi ta 1950'lerin başında zaten varmış; fakat halka açıklanmamış, çünkü sistem insanların düşüncelerini manipüle etmek için hem CIA hem de KGB tarafından gizlice kullanılıyormuş. Hawking için yapılan tek yeni şey düşüncelerin ürettiği ateşleme sinyallerini dijital/sayısal biçime dönüştürüp bilgisayar ekranına aktarmaktan ibaretmiş!
Londra Üniversitesi'nin başarılı fakültelerinden biri olan King's College'in Matematik Profesörü John G. Taylor ise, zaten 40 yıl önce Zihnin Gelecekteki Biçimleri "The Shape of Minds to Come" adlı bir kitap yazmış da haberim yokmuş. Bay Taylor kitabında şöyle diyor: "Zihin üzerine yapılan çalışmalardan çıkan yeni anlayışlar sayesinde insanların duygularını, seçimlerini, davranışlarını veya zekâlarını kontrol etmede çok etkili yöntemler geliştirildi. Bizler şu anda birçok zihinsel faaliyeti hemen hemen bütünüyle, fiziksel araçlarla ve elektromanyetik dalgalarla kontrol edebiliyoruz!"
Yukarıdaki soğukkanlı ifade bir bilim insanının açıklaması; fakat iş orada kalmamış ki!.. New York Times Gazetesi'nin 16 Temmuz 1977 tarihli sayısında şöyle bir haber yayınlanmıştı: "ABD, tüm insanlığı esir edebilecek görünmez silahlar geliştiriyor." Keza, Arizonalı gazeteci Walter Boward -1978 yılında- Zihin Kontrol Harekâtı adıyla yayınladığı kitabında, ABD'deki derin devlete karşı ciddî suçlamalarda bulunuyor, şöyle diyordu: "CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, ultrasonik mikrodalgalar ve alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi, davranış değişiklikleri terapisi gibi deneylerdir."
Peki, teknoloji bu denli hızla ve sürekli geliştirildiğine göre; bir insanda -uzaktan kumandayla veya radarlı odaklanmayla elektromanyetik dalgalar biçiminde uyarılar göndererek- farklı bilinç hâlleri oluşturabilir, kişiye istediğimiz şeyleri söyletebilir veya yaptırabilir miyiz acaba? Evet, kesinlikle yaptırabiliriz. Psikotronik silahlar 320 kilometre mesafeden insan üzerinde etki oluşturabilir, hatta metabolizmamızı etkileyerek ölüme yol açabilirler! (Canlı bomba olarak adlandırılan intihar eylemcileri acaba bu teknolojinin kurbanları mı?!)
Dalga sözcüğünü duyunca durup düşünmek gerekir: mikrodalga fırın kullanıyoruz; ama nasıl çalıştığını kaçımız biliyoruz? Bu dalgalar nasıl üretiliyor ve örneğin koskoca bir tavuğu nasıl oluyor da ateşsiz, ısısız, alevsiz bir ortamda 20 dakikada pişirebiliyor? Çok basit... Tavuğu oluşturan molekülleri titreştirip ısı yaratmakla.
1971'de "duru görü" üzerine çalışmalara başlandığında, ayrıca insanın klasik 5 fiziksel duyusuna yansımayan bilgiyi organize edebilmek için ek algılayıcılara sahip olup olmadığı araştırılıyordu. Bu alanda pek çok yeni şeyler bulundu; uzmanlara göre insanın tam 17 farklı duyusu keşfedilmişti! Bu duyulara değgin deneylerde -tüm yasalar ve etik değerler hiçe sayılarak- pek çok proje art arda hayata geçirdi ve zavallı insanlar birer kobay olarak kullanıldılar.
Günümüzde ise insanların zihnine çeşitli araçlarla (gazete, kitap, radyo, internet, televizyon, cep telefonu, IPhone) ulaşma olanağı sınırsız ve hatta kontrolsüz bir biçimde hâlâ süregidiyor! Konuyu derinlemesine açımlayan Mustafa Hencütekin'in çevirdiği Dr. Armen Victorian'ın ufuk açıcı kitabını buradan indirip okumanızı öneriyorum.
Şu kavramlara bakar mısınız: Günlük Zihin Kontrol Yöntemleri, Uzaktan Beyin Kontrolü, Elektronik zihin kontrolü, Psiko-akustik Projektör, Bilinç Değiştirme Yöntemleri, Sessiz Bilinçaltı Mesajları, Lobotomi, Davranış Manipülasyonu, Soru Yasaklama, EEG Klonlama, İnfra-ses Radyasyonu, Slogan Düşünce Ürettirme, 25'inci Kare Yöntemi, Kontrollü Paranoya,Teknomaji/teknik büyü, LCD Ekran Hipnozu, Psikomaji/ruhsal büyü, Radyo-Hipnotik Kontrol, Zihin Okuyan IPhone, Psi-Tech/Psikoteknoloji, MKULTRA .
Yukarıdaki projelerden MKULTRA'nın ne olduğunu bilmek, bu konuda neden korku duyulması gerektiğini yeterince açıklıyor. MKULTRA projesinde sadece farmakololojik veya elektromanyetik uyuşturucular üzerinde çalışılmıyor; ayrıca genetikçilerin bulduğu beynin ön lobundaki tanrı bölgesi "god spot" bulgularından elde edilen bilgiler ışığında, dinî cemaatler üzerinde mikrodalga deneyleri, psikocerrahi yöntemleri ve psikolojik şartlamalar gibi pek çok araştırma yapılıyordu.
MKULTURA kapsamında tamamı örtülü ödeneklerden finanse edilen 180'in üzerinde alt proje vardı. 1945-1970 yıllarındaki deneylerin yapıldığı yerler arasında 44 üniversite, 15 bilim vakfı, 12 hastane, 3 cezaevi ve birkaç ilaç şirketi bulunuyordu.(Daha fazla bilgi için, ayrıca Rus Prof. Vassiliyev'in bilinç kontrol çalışmalarını şuradan okuyabilirsiniz.)
Günün sorusu: ABD Ordusu'nun Irak'ı işgali sırasında Iraklı askerlere karşı, "Uzaktan Mikrodalga Beyin Kontrolü Silâhları'nı kullandığı bilgisi "Discovery Kanalı" tarafından belgesel olarak gösterildi; ama bu konu her dedikoduya balıklama atlayan bizim basının ilgisini neden çekmedi acaba?!. Sahi yüz binlerce asker tek kurşun atmadan nasıl oldu da üniforma çıkarıp meydanı kuzu kuzu ABD askerlerine bıraktı?
Günün sözü: "Öyle anlaşılıyor ki, günümüz insanının kaderini psikologlar, psikiyatrlar, nörologlar, nörobiyologlar, biyokimyacılar ve kuantum fizikçileri çiziyorlar."
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Basit ama zor
Tek bir kişidir araması gereken. Ama bir tek o aramaz zamanında. Etrafındaki önemli önemsiz her insanın aklına gelir senin hatırını sormak ama bir tek o hatırlamaz. Bir tek kişi ne çok şey değiştirir hayatımızda ama hiç bir zaman bilmesine izin vermeyiz bu kadar çok şeyi değiştirdiğini. Hiç bir şey yokmuş gibi davranırız karşısında her şey yolundaymış izlenimi veririz. Bizi yıkamaz bölemez parçalayamaz. Demirden yapılmış gibi dururuz karşısında. O yüzden hiç bir yerde iki kadehten fazlasını içemeyiz onun yanında. O güvenli duruşumuz dağılıverir karşısında. Yelkenlerimiz suya iner, hani biraz daha zorlasa hepsi benim hatam diyeceğiz nerdeyse. Oysa ikimiz de biliriz, bu gecenin bir de sabahı var. Rüyadan uyandığımızda masal kahramanımızın bir uydurma olduğunu ve onun aslında hiç var olamayacağını defalarca söyleriz yüzüne. Bu konuşmalar onu acıtmak için mi yapılır, yoksa kendi yaramızı kanata kanata iyileştirebileceğimize inandığımız için mi bir türlü fark edemeyiz.
Bilerek ve isteyerek aynı kazayı yapmaya razı oluruz, yaralarımız derinleşir, kangrene döner yüreğimizin en narin yerleri. Artık parça parça koparmaktan, söküp atmaktan başka çare yoktur belki. Ama hala olmayacak yerlerde olmayacak dudaklardan dökülür onun sözleri. Aynı onun gibi konuşan birileri, hatta konuşurken onun gibi vurgular yapan birileri mutlaka çıkar. Sanki onun gölgesi gezinir yüzünde. İnanasınız gelir karşınızdaki yabancıya. Ona söyleyemediklerinizi, sizi tanımak için kalbi çarpan bu insana söylersiniz. İyi kötü ne varsa öyle tanıtırsınız kendinizi. Sık sık genellemeler yapar, bir zaman sonra da çok sıkıcı olursunuz. Sonunda o da gider, sonra bir başkası, sonra yine bir başkası… Ama tüm suçlu hep en baştadır, o gitti ya herkes onun yüzünden gidiyordur artık. O hiç kırmasaydı kalbinizi güneş belki başka doğardı her sabah, belki öten kuşun sesinden şüphelenmezdiniz. Belki aynaya her baktığınızda yüzünüz bir başka aydınlanırdı. Peki ya şimdi zamanı geri alabilsek, durdurabilir miydik tüm yaşananları? Doğru zamanda doğru yerde olabilir miydik? Bir hatanın iki hayatı alt üst etmesine engel olur muyduk? Yoksa sadece izler miydik olanları, olacakları?
Çok önceleri birine "birkaç saat önce seni arasaydım ona gitmez miydin? Doğru zamanda yanında olsaydım bir şey değişir miydi?" demiştim. Sanki bir yokluğun adını sorar gibi sormuştum bunları. Cevap benim sonsuz acımı yaşatmaya yeterdi. "Değişmezdi." Kendime acıdığım için mi sormuştum bu soruyu yoksa çaresiz bir çırpınışla ihtimaller mi arıyordum. Hiçbir şeyin sonucu değiştirmeyeceğini bile bile isimsiz, uzun cümlelerden oluşan bir hikaye mi yazıyordum kendime. Bunu o gün anlama şansım yoktu, insan bazı duyguları kendine yakıştıramıyor. O yüzden onları yok sayarak yaşıyor bazen. Sonra bir an bir yerde gözündeki perdenin rengi değişiyor o acımasız gerçek çarpıyor yüzümüze. Herkes gibi olduğunu anlıyorsun, üzüldün, kırıldın ve toparlanmak istiyorsun. Aslında her şey bu kadar basit. Bu duygulara yeni anlamlar yükleyerek onlara farklı benzetmeler yaparak acını derinleştirdin. Ama bu; aslında hiçbir işe yaramadı.
Doğru zamanı beklerken mi kaybettik sevdiklerimizi, yoksa onlar bizim verdiğimiz değeri hiç göremediler mi bilmiyoruz. Ama her birimiz bir yerlerde parçalar bıraktık, bizi bir zaman önce anladığına inandığımız, sevdiğine inandığımız, güldürdüğüne inandığımız birilerinde bir şeylerimizi bıraktık. Bazen duvarlarda sesimiz kaldı, bazen bir kolye, bazen sözcüklerimiz… Biz kendi acımızın derinliğini kazanırken, bizden kalanlarda onların derinliğinin bir parçası olacaktır.
Ezgi Yekbun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
DÜŞ
Büyük bir düş müydü diye düşündü genç kadın. Uzun zamandan beri ilk kez korktuğunu hissetti. Yorulmuş, sıkılmıştı bir şeylerden, kafasını kaldırıp karşı caddeden gelen Fransızca şarkıyı dinledi bir süre. Bulunduğu şehri sevememişti bir türlü, insanlarını anlamıştı ama kabul edemiyordu bireyselliği böylesine öldüren baskılarını, hoşgörüsüz hayatlarını. Üzülüyordu, "Ben anlıyorum sizleri, isteklerinizi, beklentilerinizi. Anlıyorum ki hayatınızı kazanmaktan başka derdiniz yok fakat yeter mi hayat için bu istek. Kanınız size de bana fısıldadığı gibi bir şeyler fısıldamıyor mu?" Gerçekten yorulmuştu, karşı caddeden gelen müzik değişmişti, İspanyolca bir vals çalıyordu artık. Elindeki kahvesini bitirdiğini fark etti, kim bilir kaç dakikadır bitmiş fincanı havada bekletiyordu acaba. Bu aralar fazla durgunlaşmış, kendi içine dönmüştü, ümitleri yok oluyordu birer birer. Her yeni gün biraz daha savaş verir olmuştu ve gücünün nereye kadar onu götüreceğini merak etmeye başlamıştı. Kafasını kaldırıp müziğin geldiği yöne, küçük kitap evine çevirdi. Camdan uzaklara dalan bakışlarıyla karşılaştı kitapçının. Kitapçı onun ikinci eviydi, beyaz saçlı, orta boylu dükkân sahibi dört gün önce hayata gözlerini yumarken, yerine Antalya'daki oğlunu bırakmıştı. Onun kasabaya gelişini tüm mahalleli incelemiş, günlerce hakkında konuşulmuş, mavi gözlerini kimden aldığı merak edilmişti. Öyle ya, neden maviydi ki babası esmerken.
Kadın yaşlı kitapçının cenazesinden beri hiç gitmediğini fark etti ikinci evine. Ne kadar da özlemişti kitap kokusunu, rafların ahşap yüzeylerinde gezerken elinin hissettiği serinliği… Bir anda gelen garson düşüncelerini dağıttı kadının. "Hayır." dedi, "bir bardak daha istemiyorum, hesabı getirin siz."
"Yeni bir şeyler gelmiştir belki." Deyip yürüdü karşı caddeye. Ahşap kapıyı yavaşça açtı, içeri doğru yürüdü. Sandalyesinden uzaklara dalan genç adamın kalkıp yanına geleceğini sandı önce, ama beklediği gibi olmayınca sevindi, "Değişmeyecek buranın düzeni, diğer aptal kitapçılara benzemeyecek, esnaf olmayacak buranın sahibi, kitapçı olacak." Dedi, içi rahatlamıştı. Biraz ilerleyip hep yaptığı gibi duvardaki Nikelanjelo tablosunu seyretti, Tanrı'nın aşağı uzanan eli nasıl da lütuf gibi duruyordu ama insan figürü o kadar da aciz görünmüyordu sanki. Günün bu vakti öylesine uzanmıştı sanki göğe. Gülümsedi kendi kendine, aklından Tanrı ile ilgili böyle şeyler söylememeliydi. Küçüklüğünden beri Tanrı'dan korkmamıştı sadece ona sevgi duymuştu bazen de ona kızmış, neden kendisini bu kadar yalnız bıraktığı için sorgulamıştı. "ne harika değil mi?"dedi sakin bir ses, kadın arkasına döndüğünde sandalyede oturan kitapçının yanında doğrulmuş güçlü vücudunu, esmer tenini gördü. Yanında duran bu genç adamın tabloya bakışındaki gülümseyişi, kendisine bildik bir his hatırlattı, kendine ait bir şeyler vardı bu adamda. "Evet" dedi birkaç saniye sonra kadın, "harika gerçekten, son bir yıldır her hafta sonu buraya gelişimde bakmama rağmen, hala her bakışımda yeni şeyler keşfediyor, yeni hislere kapılıyorum." "Haklısınız." Dedi adam, "Bir yıl önce kitap okuma alışkanlığınız yok muydu yoksa?" "Hayır, ben bir yıldır bu -içinden aptal demek geçmesine karşın kendini tuttu- şehirdeyim." "Kaybolmuş koca bir yıl…" Sessizlik oldu birkaç saniye, kadın evet demek istedi önce ama durdu, "Neden?" dedi cevabı bildiği halde, "Siz de buradasınız artık değil mi?" Başını tablodan ayırıp kadına çevirdi, nasıl da derin bir mavilikti bu gözler. Kadın gözlerini tekrar tabloya çevirdi, adam sakince ekledi, "Kalıcı değilim, babamın burada ölmüş olması benim de hayatımı burada sonlandıracağım anlamına gelmez değil mi?" Haklıydı, hayat hiçbir saniyesi kaybedilemeyecek kadar değerli bir hazineydi. Kadın içinden geçen duygunun kıskançlık olduğunu fark edemedi, gitmek için bu kadar çabalarken iyice saplanıyordu kasabaya, bataklığa düşen bir yaprak gibi giderek aşağıya kayıyordu. "Belki ben de giderim, birkaç kuruma başvurdum, Ankara'da, geçici olarak buradayım." Bir rövanş almış gibiydi, gidecekti, her ne kadar bazen ümitlerini kaybedip tükendiğini hissetse de en derinlerden inanıyordu, buraya ait değildi ve gidecekti. Mesele sadece zamanla ilgiliydi, sabretmeliydi hepsi bu. "Güzel" diye karşılık verdi adam ama sesindeki aşağılama hissediliyordu. "peki ya kabul edilmezseniz küçük hanım, bir ihtimalden söz ediyorsunuz sanki? Eğer olumsuz sonuç alırsanız sizi istediğiniz kadar uzağa götürecek bir cesareti de yüreğiniz de barındırıyor musunuz?" Bu ne cüret diye geçirdi içinden kadın, onun inandığı değerlere nasıl olurda böyle basit olasılıklar gözüyle bakabilirdi bu yabancı, kendini ne sanıyordu sanki. Sakinleşmeye çalıştı, öyle ya kızdığını yansıtmamalıydı karşısındakine, hep saklardı duygularını dışarıya karşı, hep gardını almış olarak yaşardı, belki de duygularının dışarıya akan coşkun seller olarak istediği karşılığı alamamasından korkuyordu kim bilir, belki de yargılanmak… Evet, nasıl da acı bir şeydi fikirleri, istekleri, düşleri için yargılanmak, etiketlenmek, alay edilmek belki de… "Sözünü ettiğim şeyler basit olasılıklar değil benim yaşam idealim bayım," dedi sakince. "Eğer gerçekleşmezlerse bütün gücümü toplar ve hayattan vazgeçmeden önce son bir kontra atağa geçerim, işte ondan sonrası meçhul." "Lütfen," dedi adam aynı soğukkanlılıkla, sesinde bir mahcubiyet olmadığı gibi, yanlış anlaşılmanın verdiği geri çekilmişlikten çok, yanlış anlaşıldığına kızan bir ima vardı. "düşlerinize saygılıyım elbet, fakat hayatın sonsuz sayıda olasılıktan oluştuğuna inanan Adam faver'in kitaplarını satıyorum, sizse hayatınızdan tek sıra halinde geçip giden ve nerede ne zaman duracağı önceden belirlenmiş okul bandosu gibi bahsediyordunuz. Hayatınızı, değil birkaç yıl öteyi birkaç saniye sonrasını bile öngöremeyeceğinizi düşünüyorum." Kadının kızgınlığı silinmişti, haklı belki de diye düşündü ama kendisinin hayatı olasılıklara bırakılamayacak kadar zor ve planlanması gereken bir savaştı. "Haklı olabilirsiniz" dedi ve ekledi, "fakat bu beklentiler olmadan buradaki birkaç saniyeye katlanamayabilirim, belki de karanlık bir dehlizde kendimi bulurum ve belki de çözümü hayatıma son vermek diye düşünmeye başlarım. Ama düşlerim, hayattan beklentilerim benim kalp damarlarım onlar olmazsa, kalbimin atmayacağını hissediyorum." Çok etkileyici diye düşündü adam, bu kasabaya geleli bir haftaya yaklaşıyordu ancak bu kadar uzun süre konuşabildiği tek kişi bu kadındı. Üstelik güzel yüzünün ve yeşil gözlerinin ardında soğukkanlı bir hüzün, başkalarına karşı kilitlenerek koruma altına alınmış duygusallık, kolay incinebilen bir ruh görüyordu, karşısında sıradan olmayan fakat insanlara karşı fazla uzak bir kadın vardı.
"Kahve?"
"lütfen," yanıt almamış oluşu onu ikna ettiği anlamına geliyordu, bu kadını gururlandırmıştı.
"buraya bu kadar sık gelmenize üzüldüm, kitapçınızla vedalaşmanız gerekebilir bu yakınlarda."
Kadın gerçekten içinden bir şeylerin parçalandığını, ayak diremek istediğini, engel olmak istediğini hissetti. Bu hissin tanıdık geldiğini biliyordu, en son üniversiteden ayrılırken böyle bir hisse kapılmıştı. Geri dönmek zor gelmiş, o binaların arasında sanki bir parçasını bırakmıştı. Nasıl da ağlamıştı son akşam, güneşin batışıyla birleştirdiği veda yürüyüşü sırasında, ilk kez bu kadar güçlü bir hisle bir erkeğe bağlanışına mı, onu bir daha görmeyeceğine mi, yoksa o adamın evli oluşuna mı o kadar ağlamıştı bilemedi bir an. Bu düşüncelerden sıyrılıp adama yanıt verdi,
"Böyle olsun istemezdim aslında, burası benim sığınağımdı ve artık savunmasız kalacağım. Bir kitapçıdan fazlasıydı benim için, üzüldüm. Öte yandan sevindim, siz burada yaşamak zorunda kalmadan ait olduğunuz yere döneceksiniz."
"Sizce herkesin ait olduğu bir yer var mıdır, belki de aidiyet duygusunun kendisi yanlış, olamaz mı, illa ki geldiğim yere döndüğümü de nereden çıkardınız, farklı bir yere, bilmediğim bir yere doğru gidecek olamaz mıyım?" Cümleler hafif bir muzipliğin ama daha çok sevimliliğin yansıdığı bir gülümseyişle birlikte adamın ağzından dökülürken, kadın karşısındaki insanı ilk kez anlamaya çalışacak kadar önemsemiş ama bu farklılığı hissedemeyecek kadar da adamın etkisi altında kalmıştı.
"Elbet olabilir, benim ki sıradan bir tahmin, ilk akla gelenlerden. Belki de bir gezginsinizdir kim bilir, hayat sizin için uzun bir seyahattir ve içinizde bir yerlerde hala bulamadığınız bir şeyleri arıyorsunuzdur. Ama ben sonu belli olmayan seyahatleri insanın kendi içine doğru yapması gerektiğini düşünüyorum. Ama her şeye rağmen bilhassa lise yıllarımda ve takip eden dönemlerde, çevremdeki genç bayanların aksine, evlilik ve gelinlik değil dünya seyahatleri düşlerdim. Sınırsız özgürlük ve yalnız kendi tercihlerinize göre şekillenen bir hayat, sizin ki böyle mi?"
"Bakın yine hayatı kendi tercihlerinize göre şekillendiriverdiniz, hayır, nereye gideceğini bilmeden gitmekten bahsediyorum. Sonunu kestirmeye çalışmadan, uzun vadeli plan yaparak değil."
"Size her şeyi planlı biri olarak görünüyorum galiba."
"Örneğin, terliklerinizi her gece yatağınızın aynı tarafına ve aynı yönde mi koyarsınız" Bu soru kadını gülümsetmişti.
"Hayır, aksine her sabah terliklerimi ararım." Bu kez gülümseme sırası adamdaydı.
"Yanlış anlamayın, eleştirmek, bilhassa yargılamak, yapmaktan en çok korktuğum şeylerdir. Sadece hayatın birilerinin kontrolüne bırakılacak kadar değersiz olduğunu düşünmüyorum. Tanrı, eğer varsa, neden kendi bile kontrol etmediği dünyayı bizlere bıraksın, eğer tüm hayatımı planlar yaparak şekillendirebiliyorsam varın siz düşünün, ne güçlü ne harika bir varlığım ben! Yok, hayır, bence insanoğlu bu kadar üstün ve harika değil. Bakın şu dünyanın haline, şu karmaşıklığa, şu kaybolmuşluğa, neden birkaç planla halledemiyoruz?"
"Yine haklılık payınız var kuşkusuz, kaderci misiniz diye sorardım ama ben de etiketleme karşıtıyım. Her şeye rağmen tüm kontrolü bırakacak kadar sonsuz güven hissini de duyduğum söylenemez. Ya aslında gizli bir düzen, Tanrı eli falan hikâyeyse ve ben fırsatları değerlendirme şansımı kaçırırsam, ya her şey için çok geç olursa?" Bu özel bir açıklamaydı ve kadın aslında bunu kimseye yapmazdı, fazla mı açıldım acaba diye düşünürken yanıt gecikmedi.
"Bahse girerim şu anda bile kafanızın içinde hesaplar yapıyor belki de kurduğunuz her cümleyi tekrar kafanızdan geçirip yargılıyorsunuz." Sessizliği bozan kadın olmuştu ve şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
"Doğrusu yaptığınız işi merak ettim, muhtemeldir ki pek çok insanla muhatapsınız. İnsanlar üzerine tahlil yapmak eğlenceli olmalı, bir dönem Freud okumuştum ve bilinçaltını çözmeye çalışmak gerçekten keyifliydi."
"Evet, Freud bence de bir defa, benim işime gelince, işim falan yok benim. Antalya'da küçük bir kasabadaydım ve şimdi de buradayım." İşte şimdi gerçekten hissettiği şey kıskançlıktı, Antalya onun gitmek istediği şehirlerden biriydi, küçük bir sahil kasabasında yaşamak da öyle. Sonra biraz düşününce lise yıllarından beri düşlediği şeyin İzmir'de psikoloji okumak olduğunu hatırladı, bu çok eski bir bilgiydi ve kafasının içinde nasıl olup da bunca zaman kaybolmadığını merak etti. Artık İzmir onun için kirlenmişti çünkü kardeşi oraya gitmiş ve pek de güzel olmayan işlere karışmış, ailesi tarafından bu harika şehir lanetlenmişti. Artık ailesi ölmeden oraya gidemezdi. Ailesinin ölümü… Bu günlerde bunu ne kadar sık düşünmeye başlamıştı, giderek kötü kalpli mi oluyordu acaba?
"Güzel bir hayat." Derin bir iç çekmişti bu cümleyi kurarken. Adam yüzündeki gülümsemeyle, yere inmiş olan kadının bakışlarını yakaladı. Davetkâr mıydı bu bakışlar yoksa acıma mı doluydu, kadın aklına gelen düşünceleri bir anda dağıttı, yanıtladı.
"Benim de düşlerimde böyle güzel bir hayat var işte. Belki bir gün anlatırım ama saat ilerledi bir hayli. Gitmeliyim." Bu cümleyi ayakta kurmuştu, adam elini uzattı, "Lütfen yine gelin, bu kasabada konuşabilmek büyük yetenek." İki tarafta gülümsemişti bu kez, el sıkışıldı ve kadın sakince yürüyüp karşı sokaktan yürümeye başladı. Yine o dalgın ve sakin halini aldı, gülümsemesi kaybolmuştu. Adam dükkânın camından kadını bir süre seyrettikten sonra aynı sandalyesine oturdu, gülümsememesi ise devam ediyordu.
Yatağa uzanan genç kadın, uykuya dalmadan önceki iki saatini bu kez genç adamı düşünerek geçirmişti, söylediklerini düşündü, verdiği yanıtlar içtendi ama kalbinin etrafında hala yüksek duvarlar vardı. İnsanlara güvenmek istemediğini, tek sebebin bu olduğunu tekrarladı içinden. Fakat ne kadar inkâr etse de, kalbinin içinde boş yer olmadığını da hissediyordu. Yanlışlığını ve ya doğruluğunu tartışmayı bırakmıştı kendi içinde, hiçbir duygusuna yabancı değildi, insana ait olan her şey tanıdıktı, tıpkı K. Marks gibi. Ama bu hissi ona ilerideki yaşantısı için duvar mı olmalıydı? Bir zamanlar bir başkasıyla evlensem bile kalbimdekiler değişmeyecek diye itiraf etmişti kendine ama bu itiraf bile aslında ürkütücüydü. Hayattan bekledikleri, düşleri onu tuhaf bir duruma sokmuştu. Kendisinin de fark ettiğinde çok geç olan bu hisler, onu bulunduğu yere yabancılaştırmış, etrafındaki olaylara ve insanlara duyarsızlaştırmıştı. Bu duyarsızlık onun kalbinin kırılmasına engel oluyordu. Tüm bunları düşünürken uykuya dalmıştı, en azından her gece aklından geçen şehri terk etme, gelecek kaygıları yerini başka düşüncelere bırakmıştı, bu da iyi bir şeydi…
Sonraki birkaç gün yoğun geçmiş, genç kadın kitapçıyı düşünecek fırsat bulamamıştı. Ama ilk fırsatında da küçük bir ziyaret yapma fikrini gerçekleştirdi.
Öğleden sonranın yaydığı ağır ve sıcak hava, asfalt yolun üzerinde dalgalar halinde yayılıyordu. Genç kadın aynı yolu izleyerek, yavaşça karşı kaldırıma geçti, dükkanın kapısını araladı. Kitap kokusunu duyabiliyordu, ne güzel bir şeydi bu his. Gülümseyerek içeri yürüdü. Bu kez içerisi boş gibiydi, ne bir ses vardı ne de bir insan. Rafların arasında ilerlerken gözüne bir kitap ilişti; "sidarta". Lise yıllarında bir hocası ona bu kitabı vermiş, okumasını istemişti. O da iki günde bitirip iade etmişti ama neden bu kitap diye sormaktan da kendini alamamıştı hiç. Kitabın etrafına bakındı ama başka Hermann Hesse kitabı yoktu, uzanıp aldı. Herhangi bir sayfayı açtı ve okumaya başladı: "Ansızın yüreğinde gurur ateşi alevlendi. Artık Samana olmaktan çıkmıştı, bundan böyle dilenmek yakışmazdı kendisine. Pirinçli pastayı oradaki bir köpeğe verdi, kendisi yiyeceksiz kaldı. Ormanların dışında dünya içinde yaşamak basitmiş diye düşündü. Hiçbir güçlüğü yok. Henüz bir Samanayken her şey güçtü, her şey zahmetli, hatta umarsız. Oysa şimdi her şey çok kolay, Kamala'nın bana verdiği öpme dersi kadar kolay her şey. Gereksindiğim tek şey giysilerle para. Bunlar da ulaşılması kolay, yakın hedefler, bir kimseye uykuyu haram edecek şeyler değil." "Ne harika," diye düşündü genç kadın. "Aslında her şey bu kadar kolaysa ben neden bu kadar mutsuzum, bencillik mi ediyorum acaba? Beklemek zor mu geliyor, ama ya bu esnada geçen güzel fakat kayıp yılarım, bir daha yirmi üç olmayacağım ki…"
"Almaya karar verdiniz mi o kitabı?" Sesinden tanımıştı kadın, yavaşça başını ona doğru bakan maviliklere çevirdi. "Hayır, bu kitabı defalarca okudum ve geçen yıl bulup satın aldım. Sadece burada tekrar görünce hatırlamak istedim."
"Bence harika bir üslubu var. Fikirleri, hayatı algılayış biçimi çok cesur. Fakat sizin böyle bir kitabı beğenmenize şaşırdım, sizin Hesse değil de, ne bileyim, Dostoyevski falan okuduğunuzu düşünmüştüm." Yine eleştirmeye başladı, bir de yargılamaya karşı olduğundan dem vuruyor diye içinden geçirdikten sonra yanıtladı. "Tahlilleriniz pek tutmadı bu kez. Evet, Dostoyevski de severim ama doğu felsefesini, Osho'yu da, Jack London da okurum, son dönem realistlerini de, örneğin Mauve Bench i de. Bana kalırsa önce ruhunuzu eğitmeli, iç dünyanızı tanımalısınız. Ardından gerçek dünyaya dönmelisiniz. Ancak o zaman gerçek dünyadaki bu insanların davranışlarının altında yatan manevi dayanakları anlar, onları suçlamadan değerlendirebilirsiniz. İç dünyasıyla barışık olmayanlar, gerçek dünyayla ilişkilerinde sorunlardan kurtulamazlar."
"Fikirlerinize sonuna kadar katılıyorum bayan, fakat benim demek istediğim sizin bakış açınız. Söylemleriniz ve görüntünüzle pek de bohem bir havanız olduğu söylenemez. Aksine bana göre, hayatınızı planlama da ve bence onu mahvetmede üstünüze yok gibi." Biraz ileri mi gittim diye düşündü genç adam önce, tepkisini anlamak için kadının gözlerinin içine baktı, gördüğü şey tepkiden çok anlamaya çalışan, dinleyen bakışlardı. Bu ona cesaret verdi, devam etti.
"Böylesine özgün fikirleri duymayalı öyle çok zaman oldu ki. Özellikle de buraya geldiğimden beri… Fakat siz kendi farklılığınızı, kendi bakış açınızı bu kadar güzel inşa etmişken, nasıl oluyor da böylesine karamsar olabiliyorsunuz anlayamıyorum doğrusu. Bu düşünceleri değil üretmek, anlatınca bile kabullenemeyecek bunca insan yığını varken…"
"Karamsarlığımı nasıl gördünüz, genel de gülümsediğimi biliyordum oysaki."
"Çünkü fazlasıyla naziksiniz, fakat bence nezaketen gülümsemek, gülümsemeye karşı bir hakaret gibi. Mutsuzsanız ağlayın, içinizden geliyorsa kahkaha atın, ruhunuz ihtiyaç duyuyorsa gülümseyin. Bence en güzeli bu. Gerçekten hissetmediğiniz hiçbir şeyi yapmamak."
"Ya gerçekten hissettiğiniz şey, hissetmemeniz gereken bir şeyse?"
"Her zaman kaçış işe yaramayabilir. Ama bazen en doğrusudur, ardına bakmadan gitmek ve her şeyi anı olarak bırakmak. Fakat önemli nokta şu; acaba içinde bulunduğunuz an, dönüp gitme, vazgeçme anımı yoksa kalıp savaş verme anı mı? Önce bunu netleştirmelisiniz, çünkü dediğim gibi bazen dönüp gitmek kadar güzel bir tedavi yoktur." Genç kadın sessizleşip duyduklarını anlamaya çalışıyor, bir yandan da kendi durumunu test ediyordu. Hisleri gerçekten o kadar güçlü müydü, yoksa bir yalnızlık anında mı kendisini yakalamıştı? Gerçekten istediği şey bir aşk mıydı yoksa hiçbir zaman bağlanmayacak, özgürlüğünü bırakmayacak olduğundan mı bu tür ulaşılmaz hisler yaşıyordu, yaşadıklarını kendi mi çağırıyordu?
"Size katılıyorum. Ama bilirsiniz, bu tür tespitler pek kolay değil. İnsanın bilinçaltı çok gerilerde kalıyor, beyni kalbini kandırıyor, duygularsa zavallı birer araçlar sanki. Keşke insanın tüm etkilenmelerden uzak, her türlü kural ve gelenekten ayrı, geçmişin hiçbir izi üzerinde olmadan saf duygusunu hissetme şansı olsa. Sıfır etki, yalnızca var olan duyguyu bilsek."
"Freud'un deneyi gibi yani, hepimiz birer Hans mı olalım diyorsunuz?" Genç bayanın gülümsediğini gören kitapçı, eliyle dükkan camına bakan iki sandalyeyi işaret etti. Kadın evet anlamında başını eğip karşıdaki sandalyeye oturdu. Az sonra elinde iki fincan kahveyle dönen genç adam, doğru bir tespit yapmak üzereydi.
"Sidarta'yı ilk sizin almadığınıza bahse girerim, kim önerdi bu doğru kitabı size?" Genç kadın hocasını düşündü, acaba ona aşık mıydı, ya da o yaşlarda duyulan şeye aşk denir miydi, ya da aşk neye denirdi tam olarak? Acaba diye geçirdi içinden, bazı zamanlarda farklı davransaydım, birazcık farklı olsaydım sonuçlar nasıl olurdu, yine aynı şeyler yaşanır mıydı acaba?
"Kafanızdan geçenleri benimle de paylaşır mısınız?"
"Affedersiniz, tabi. Sadece yaptığınız şu doğru tahminler… Evet, ben almadım, lise yıllarında bir hocam vermişti." Cümlelerini arkadan gelen müzik kesti, Craig Armstrong piyanosuyla yine harikalar yaratıyordu, "Angelina"…
"Ama hocamın nasıl bir tahlil yaptığını pek bilemiyorum. Belki de fazla hırs veya kariyer peşinde göründüm, belki de hayatta başka güzellikler de var demek istedi, kendine fazla yüklenme, akışına bırak demek istedi, tam olarak bilemiyorum."
"Ne güzel tavsiyeler veriyorsunuz kendinize, neden uymuyorsunuz peki?"
"Sanırım beni eleştirmekten vazgeçmeyeceksiniz?"
"Siz de savunmaya geçmek yerine size ulaşmama izin verseniz?"
"Ulaşıyorsunuz aslında, söylediklerinizi fazlasıyla düşünüyorum. Pek çoğuna da hak veriyorum. Sadece değişmem gerektiğini kabul etmek istemiyorum, yanlış değil sadece eksik bazı algılamalarım var ve evet onları değiştirmek istiyorum."
"Bence algılama düzeyiniz sandığınızdan çok daha yüksek. Sadece deneyimlerinize ya da hislerinize pek güvenmiyor gibisiniz. Sanki cesaretiniz var da, uygulama noktasında kendinizi tutuyorsunuz. Yanlış anlamayın lütfen, özelinize girmek değil niyetim ama merak etmeden de duramıyorum. Neden, size engel olan, sizi durduran şey ne tam olarak?" Genç adamın bakışlarında gerçek bir iyi niyet öğrenme isteği vardı, kadınsa şaşırmıştı.
"Böyle bir niyet hissetmedim bile. Fakat anlayamadığım şey, beni durduran bir şey olduğu fikrine nereden kapıldınız? Yani eğer durdurulmasam ne yapacağımı düşünüyorsunuz?"
"Bence çok güçlü bir karakteriniz var, neden yaşamak istemediğiniz bir şehirde vakit kaybediyorsunuz? Neden tüm sahip olduklarınızı alıp -ki bunlar sizin içinizde olan kimsenin size veremeyeceği ve kimsenin de sizden alamayacağı değerleriniz, hayatı anlama ve yaşama biçiminizdir- olmak istediğiniz yere giden ilk otobüse atlamıyorsunuz? Tabi bu sadece bir örneklem, siz pekâlâ başka şeyler de ekleyebilirsiniz. Ne bileyim, bir roman yazmaya başlayın örneğin, ya da bir dans topluluğuna katılıp uluslar arası turnelere katılın ya da…" durdu, o an kadının yüzündeki ifadeden ve gözlerindeki ışıltıdan yola çıkarak; "evet ya da şu an kafanızdan geçen şeyi yapmak gibi." Dedi. Kadın bir an kafasından geçen Londra'da bir finans kuruluşunda stratejist olma hayalinden kurtulup, adama odaklandı. Genç adam birkaç saniyelik aradan sonra devam etti.
"Yok, ama siz şimdi yüksek kariyer hedefleri falan düşünmüşsünüzdür. Vazgeçtim o olmasın." Adam içten bir gülümsemeyle kadının gözlerinin içine baktı. Bu gözlere sonsuza dek bakmak ister miydi, şimdiye kadar içinde yarattıklarından vazgeçer miydi, peki ya sonra bunu yaptığı için pişmanlık duyarsa, ya yapmadığı için pişmanlık duyarsa? Kadının buraya, oldukları yere dönmesi, hayallerinden sıyrılması için vakit tanıdı. Sessiz geçen birkaç dakikadan sonra, bu kez söze başlayan kadındı.
"Garip, verdiğiniz örneklerin hiç biri bana yabancı değil. Bir dönem dans etmiştim, kitap yazmak değil ama okumak inanılmaz keyif verir bana. Ama bu kolay bir tahmin, burasının sığınağım olduğunu söylemiştim. Bir diğer örnek ise, şu bana ait olan, evet kariyerle ilgili. Ben ekonomi okudum ve bu mesleği kanımda hissediyorum. Bana bu kadar uygun başka bir iş düşünemiyorum bile ama…" Genç adam söze giriverdi;
"Hayır, ben bir iş bulmaktan değil hayatı yaşamaktan bahsediyorum. Örneklerimde size bir gelir düzeyi vaat etmedim. Şu, şehirden ayrılma fikrinizi hissettiğimde, peşinde koştuğunuz şeyin özgürlüğünüz olduğunu sanmıştım, sizi mutsuz eden durumun bu olduğunu düşünmüştüm. Özgürlük, bayan, en değerli varlığımdır benim ve sizin de buna yakın düşüncelerinizin olduğunu sanmıştım. Böylesi bir derin düşünce halinin odaklandığı şeyin bu olması ne yazık… Sanırım konuşmamız burada bitmiştir, size iyi günler dilerim." Adam hızla kalktığı sandalyesinden, dükkânın iç tarafına doğru yürüyüp gözden kayboldu. Genç kadın durumu anlayamadan yalnız kalıvermişti, yavaşça kalkıp içeriye baktı fakat geldiği anki gibiydi, ne bir ses ne de bir insan var gibi. Kapıya doğru yürüdü, çıkarken arkasına son kez baktı ama aynı sessizlikten başka onu uğurlayan kimse yoktu. Kapıdan çıkıp karşı caddeye geçti ve aynı sakin haliyle yürümeye başladı. Bütün olanları düşünmek için fırsatı, yine uyumadan önceki saatlerde bulmuştu. Bu da ne demekti şimdi, bir işten, bir gelirden bahsetmenin nesi yanlıştı? "Tabi," diye geçirdi içinden, "benim onun gibi bana miras bırakan bir ailem yok, acaba o bilir mi tırnaklarıyla kazımanın, hayatını mücadeleyle geçirmenin ne olduğunu, bir işi bile yok, onlar gibiler için dünya nasıl da kolay bir yer? Oysa benim savaşlarım hiç bitmedi, çoğundan da galip ayrıldım üstelik, hayat bana onlara olduğu gibi altın bir tabakta sunulmadı, ne bilirsiniz ki sizler hayat hakkında, mücadele hakkında? Zaten aristokratlara kalmıştı yaşamı sorgulayıp akıl vermek, nasıl da büyük bir kendini bilmezlik bunların ki?" Gece ve yorgunluk ağır basmış, ilerleyen saatler yerini cevapsız sorulardan alıp derin bir uykuya bırakmıştı…
Bu kez yaklaşık bir hafta olmuştu kitapçıya gitmeyeli. Bir yandan da içini kemiren bir şeyler vardı kadının, kitapçı bu yakınlarda kapanacaktı ve son konuşmalarının böyle olmasını istemiyordu. Birbirlerine kızgın olmayan iki arkadaş olarak ayrılmayı tercih ederdi ve bu tercih onu bu gün bir kez daha kitapçının olduğu caddeye götürdü. Yolun karşısına geçerken camdan içeriye bakmaya çalıştı, boş sandalye görünüyordu sadece. Dükkânın kapısında "kapalı" yazısı sallanıyordu, kapıyı açmaya çalıştı yazıya güvenmeyip, ama gerçekten kapalıydı. Sonraki birkaç gün aynı sahne tekrarlandı, kapı hep kapalıydı asılı duran yazı doğruyu söylemekteydi. Kadın geç kaldığını düşünerek, hüzünle ayrılıyordu kapıdan her seferinde.
İki hafta daha geçmiş ve sahne değişmemişti. Kadın gitmeyi bırakmıştı ama konuşulanlar kafasının içinde dolaşıp duruyordu.
Üçüncü haftanın sonunda, kadın kahvesini içtiği yerden karşı caddedeki kitapçıyı, daha önce hiç görmediği bir adamın açtığını gördü. Adamın açıp içeri girmesini bekledikten sonra, aynı yolu tekrar geçti, bu kez kafasında soru işaretleri vardı. Kapıyı araladı, aynı kitap kokusu doldurdu içini, özlemişti. Ama bir şeyi daha özlemişti, onu da görmek ümidiyle içeri doğru yürüdü. Az önce dükkanı açan genç geldi, "hoş geldiniz bayan," dedi. "yardımcı olabilir miyim?" Bu sorudan nefret eder ve genelde "hayır" diyerek terslerdi ki bir daha sormasınlar. Ama bu kez, evet, yardım fena olmazdı. En sevecen haliyle sordu; "İyi günler. Ben bu kitapçıya sık sık gelirim. En son geldiğimde bir kitap sipariş etmiştim, geldi mi diye soracaktım. Başka bir bey vardı ama, sanırım eski kitapçının oğluydu." Karşısındaki adam gülümsedi,
"Evet, anlıyorum, ama eski kitapçının yani babamın tek oğlu benim. Dün geldim, cenazesine yetişemedim. Burada olup onu son kez görmeyi öyle isterdim ki. Babamın bir arkadaşı olacak sorduğunuz kişi, çünkü dediğim gibi dün geldim ve ne babamın evinde ne de burada kimse yoktu. Ama isterseniz ben alayım siparişinizi, artık ben yaşatacağım burayı. Babamın anısına, burada öleceğim bende. Üstelik böyle zamanda, bu kadar eski kitapların olduğu bir kitapçı…" Kadın adamın söylediklerini duymamaya başladı, nasıl olur diyordu sürekli, o adam kimdi peki, neden böyle habersiz gitti, nereye gitti…
"Peki," kadın karşısındakinin sözünün bitmesini beklememişti. "yani tanımıyorsunuz sizden önceki beyi öylemi, peki ama bir not falan da yok muydu evinizde, ya da burada. Hiç iz yok mu yani?" Sesindeki ciddiyet ve sitem karşısındaki adamı harekete geçirmeye başlamıştı, "Üzgünüm bayan ama hayır, hiçbir yok. Siz söylemeseniz ben, burada biri olduğunu düşünmezdim bile."
Kadın gözlerinden akan şeye engel olamayacağını anladığı gibi dükkânın dışına attı kendini, öyle ya, bugüne kadar kimse ağladığını görmemişti ve bir yabancının karşısında ağlayacak değildi. "Ama ağlamak geliyor içimden," diye düşündü, "tutmamalıyım değil mi?" Gözyaşları hızlandı, yürüyemediği gibi dükkânın dış duvarına sırtını dayamış, bir eliyle yüzünü kaparken, neden bu hale geldiğini anlamaya çalışıyordu. İçeriden bir ses geldi, "bayan bir dakika, burada bir not var size sanırım." Kadın arkasına döndü, adamın elindeki kâğıdı alıp sonunda oturduğu kaldırımda okumaya koyuldu:
"Küçük hanıma,
Gitmeden önce son bir kez görmek isterdim sizi ama olmadı. Burada yeterince uzun kaldım, gitmeliyim. Nereye gideceğimi bilmediğimden, bu konuda bilgi veremeyeceğim. Ama sizi tanımak güzeldi. Ne var ki, içinizde kat ettiğiniz yolu, dış dünyanızda da gerçekleştirdiğiniz bir gün, kim bilir belki karşılaşırız. Söylediğim gibi, özgürlüğüm en değerli varlığımdır ve onun tehlikeye girdiğini hissetmeye başlamıştım sizinleyken ve karar verdim ki, en iyi tedaviyi uygulama zamanı gelmiştir. Çünkü bildiğiniz gibi insanın en büyük düşmanı kendisidir ve ben içimde bir yerlerde sizi duymayı ve gözlerinizi seyretmeyi sürekli hale getirmek istersem, kendimle vereceğim bir savaş başlatmış olurdum. Dileğim, bu kararımın doğruluğunu sizinde kanıksamanızdır. İçinizdeki cesaretinizin özgür kalması ve en yüksek duvarlarınızın yıkılması dileğiyle…
Kitapçı…"
Nuriye Şenel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
İşte Gün doğdu
Gün doğuyor
Altında vedalaştığımız aya uzanarak.
Ay kayboluyor
Gözlerini güneşe inat daha fazla kısarak.
Bu kavga sürüyor yıllardır ama,
Her sabah bir başka heyecan,
Bambaşka bir tutku vardır bulutlarda.
Ne güneşin kolları uzanır aya,
Ne de ayın gözleri kapanır güneşe.
İşte...
Gün doğdu.
Işık demetleri patlıyor saçlarımda.
Ve sen hala yoksun yanımda.
En azından birileri hala burada.
Onlar mı?...Yıldızlar.
Yıldızlar?(!)
Doğru ya...
Gün gelince kayboldu onlar da.
Kim bilir belki sen de geri gelirsin onlar gibi.
Gökyüzündeki kavganın şahidi,
Sayısız yıldız gibi...
Bu günün akşamına
Gelirsin geri değil mi...
Alp Bedir
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Muhteşem fikirlerinizi kullanarak para kazanmanın ve kazanılmış parayı yönetmenin, teorik yöntemlerini öğrenmek için http://www.parakazanmayollari.com Editör diyor ki: "Günümüzün TL milyonerleri paralarını piyangodan kazanmadılar, hepsinin de uyguladığı birkaç basit kural var sadece. Para elde edilebilecek bir yol seçmek, servet sahibi olmanın yüzyıllardır kanıtlanmış bir yolunu uygulamak ve kararlı/tutarlı olmak. Belki de aklınıza yatacak uygun bir metot vardır."
Bana deli diyorlar ama ben bilinçli bir motor tutkunuyum diyenlerin ortak buluşma noktası http://www.motordelisi.com/ Sayfada gezinirken en çok dikkatimi çeken ve gönülden desteklediğim çalışma "Sinan Sofuoğlu Hatıra Ormanı" projesi oldu. Ben bir motor tutkunu değilim ama bu arkadaşların duyarlı tavırları karşısında saygılarımı sunuyorum.
http://sokakorkestrasi.com/ "Sokak Sanatçıları, sanatçılar arasında dayanışmayı esas alan bir üretimi hedeflemektedir. Bu bağlamda sanatçılar arasında olduğu kadar sanat dalları arasında da kolektif bir tarzı egemen kılmaya çalışan Sokak Sanatçıları 'sanatın' her türünde disiplinler arası üretimlere öncelik verir. Sokak Sanatçıları 'sanatı' mümkün olduğu kadar aracı kurumlardan bağımsızlaştırarak doğrudan toplumla buluşturmanın yollarını araştırır. Bu açıdan sokağın özgürleştirici, paylaşımcı yanını değerlendirerek üretimlerini öncelikle sokakta sergiler…" Diyerek tanıtıyorlar kendilerini…
http://www.canliheykel.com 2008 yılında İzmir'de kurulan Sokak Sanatları Atölyesinin, resmi internet sitesidir. İncelemenizi özellikle tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|