|
|
|
Editör'den : Ya Sabır!.. |
Merhabalar,
Bu sefer "hayvan terli". Artık "yemezler". Alıştığın muhalefet tarih oldu, şakülün şaştı. Ne söyleyecek yeni bir sözün ne de millete anlatacağın "statüko" masalı kaldı. Demokrasi üfürüğüyle doldurduğun faşist yelkenlerin suya indi. Çanak tuttuğun düzen seni de yutacak, hissediyor ama birşey yapamıyorsun. Sinirlendikçe hırçınlaşıyor, hırçınlaştıkça despotlaşıyorsun. Üç aşağı beş yukarı, elinden ödül aldığın Kaddafi'ye benzemeye başladın. Attın mı mangalda kül bırakmıyorsun. Dünyaya kafa tutmuyor ama Dünyayla dalga geçiyorsun. "İmam"lığın hakkını veriyor, bildiğini okuyorsun. Oyuncağı elinden alınmış çocuklara döndün farkında mısın? "Aile sigortası" diyorlar, bizzat ya da el verdiğin soytarıların ağzıyla dalganı geçiyorsun. "Bedelli" diyorlar, ciddiye almıyorsun. Şaka gibisin şaka. 100 yılda bir yetişen dahi bize nasip oldu, ne mutluluk, ama gene ne acıdır ki, 60 yılda bir çıkan "kifayetsiz muhteris" te bize denk geldi. Tek başına da değil üstelik, cümbür cemaat tüm şürekası ile birlikte.
Dünya Japonya'dan gelecek haberlere kilitlenmişken, bizim cenahta aymazlık diz boyu. Nükleer riski "Demirden korksaydık, trene binmezdik." recepdeyişi ile izah eden haşmetlu, bildiğini okumaya devam ediyor. Milletin sağlığıyla ilgili bir konuda milleti hiç kaale almayan başbakan, konu muhalefetin bedelli askerlik teklifi olunca, sorumluluğu almıyor, millete sorarım, referanduma götürürüm diyor. Acele et, zira millet sana yakında hesap sormaya hazırlanıyor.
Savcılığın da ötesine geçip, yargıçlığa soyunan beyefendi, tutuklanan gazetecileri "terörist" ilan etmekte bir behis görmüyor. Yazdıklarından dolayı değil de, ciddi gazetecilik dışı faaliyetlerinden ötürü tutuklanmışlarmış. Buna senin bile inandığını sanmıyorum imam efendi. Çünkü buna bir kargalar, bir de sana biat etmiş yavşaklar inanır, Kadir bile inanmaz. Havanda su dövmeye gerek yok, Mustafa Balbay en güzel cevabı vermiş sana, okumuşsundur ama okumadıysan gel şurayı tıkla da oku, belki yüzün kızarır.
...
İbo severler beni bağışlasın ama artık gına geldi. Kendisine acil şifalar dileriz. İyi de, yurtta Dünyada bunca ciddi olay olurken, İbo'yla yatıp kalkmanın anlamı ne? Türkü söylemek dışında el attığı her işte, ekonomik anlamda, başarısız olmuş bir adam, girdiği karanlık ilişkilerin sonucu olarak kurşunu yiyor, tasası bize kalıyor. Şu anda bile televizyonda İbo belgeseli oynuyor. Attığı mesajla milletvekili adaylığı cepte olan İbo'ya şifa, sevenlerine sabır dileyelim ve ya sabır diyerek bu konuyu da noktalayalım. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KUÇİÇANE PARTİZAN(*)-1 |
|
Yaşamın kendisi mezarlıkta son bulan bir öyküler serisidir. Biri başlarken öbürü biter. Bazen film bu kadar net değildir. Olaylar birbiri içinde kaybolur. Birinin başı ötekinin sonunda yitip gider. Her zaman yaşamı kontrol etmeye, onunla baş etmeye çalışırız. Bu elbetti ki boşuna bir çabadır. O her zaman şarkısını bildiği gibi çalar. Öykülerini canın çektiği gibi kurgular. Neyse geçelim bunları. Beni tanıyanlar çok iyi bilir ki, felsefe beni aşar. Derindir gölleri boylayamam ki…
Her şey bir gecenin ortasında başladı. Saat kaçtı, hangi ayın, hangi günüydü şimdi kimse anımsamıyor. Koyu karanlık bir gecenin içindeydiler. Zaman zaman yamacın üstündeki koruluktan bir kukumav kuşunun sesi geliyordu. Kuşun sesi derenin gürültüsünde kaybolurken birden köpekler öğürmeye başladı. Ne zaman köyün üst başından davarlar geçse böyle hep birlikte havlarlardı. Ama bu kez çan sesleri gelmiyordu. Köpekleri harekete geçirenin davarlar olmadığı belli oluyordu. Tahta avlu kapısı dövüldüğü vakit bütün ev sakinleri uyandı. Çocuklar pencerelere üşüştü, orta yaşlı kadın ve erkek evin kapısını açıp hayata çıktılar. Ellerinde çıralarla gelenlere baktılar. Uzun boylu, omzunda çapraz asılmış silahıyla en öndeki adam seslendi. Tanrı misafiri, kabul eder misiniz? Zerre kadar aklı olan hiç kimse bu silahla gençlere hayır diyemezdi. Hane sahipleri onları içeri buyur ettiler. Ama gençlerin sadece ikisi içeri girdi, diğerleri dışarıda kaldı. Köyün etrafındaki ve evin dışındaki kaç kişinin kaldığını hiç kimse bilmiyordu. Büyük bir ihtimalle köyün bütün çevresi Yugoslavya Partizanları (Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi (AVNOJ) tarafından çevrilmişti.
Cemail geçen ay askerlik yoklamasına çağrılmıştı. Bulgar jandarmaların yönettiği karakolda muayene işlemleri yapılmış ve evine gönderilmişti. "Sana kâğıt gelecek, onu bekle," dediler. Askerlik yoklamasının ardından neredeyse bir ay geçmişti. İhtimal ki,askerlik çağrı pusulasının muhtarlığa gelmesi an meselesiydi. Ve Cemail'in askere alınacağını bilgisi partizanların da kulağına ulaşmıştı.
Evin içine giren iki partizan tüfeklerini omuzlarından çıkarıp kendilerine gösterilen minderlerin üzerine oturdular. Herkes meraklı gözlerle onlara bakıyordu. Acaba niye gelmişlerdi? Ev sahibi adama dönüp "Ahmetof evdekilerin hepsi burada mı ?" diye sordular. Ahmedof partizanları başıyla onayladı. "Bu evden bir kişi istiyoruz. Bu gece bizimle gelecek. İstersen şu geçlerden biri gelsin. İstersen sen kendin gel. Seçimi siz yapın. Evdekiler hep birlikte baba, baba diye ağlamaya başladılar. Partizanlar bu manzaradan hiç hoşnut kalmadılar. Kapıya yürüyüp avluya çıktılar. Dışarıda ailenin karar vermesini beklediler. Birkaç dakika sonra Cemail babası ile birlikte dışarı çıktı. Ahmetof bu oğlan size emanet, diyerek evdekilerin kararını bildirdi.
Partizanların başı Ahmetof'a bu delikanlı artık bizim oğlumuzdur. Gözün arkada kalmasın diyerek koyu karanlığa doğru yürüdüler. İşte o gece Cemail partizan oldu. Savaşın ne olduğundan haberi bile yoktu. O tek bir şey biliyordu. Kendisine söyleneni yapmazsa geberip giderdi. Koskoca Sırbiyada bir Türk gencinin ölmesi hiç kimsenin umurunda bile olmazdı. Çünkü bütün Balkanlarda hatta bütün Avrupa'da savaş vardı. Kadınlar ve çocuklar bile kurşuna diziliyordu. Köyde ne radyo vardı. Ne de gazete… Cemail bunları davarları otlatırken civar köylerin çobanlarından duymuştu.
Partizanlar o gece Kutsa Köyü'ne yaptıkları baskında sadece Cemail'i değil, birkaç genci daha yanlarına alıp dağa çıkmışlardı. Bu geçler ancak ertesi sabah birbirlerini gün yüzüyle gördüklerinde tanıyabilmişlerdi. Çünkü o gece hiç kimse tek bir kelime konuşmamıştı. Bütün gece, sabahın ilk ışıklarına kadar yürümüşlerdi. Partizanlar altı aydır Yugoslavya ormanlarında özellikle dağ köylerinin çobanları tarafından görülüyordu. Aralarında mesafe bırakarak uzun bir yürüyüş kolu oluşturup ormanlardan çıkıp dereleri geçiyor ve yine ormanlarda gözden kayboluyorlardı. Bulgar jandarmaları köylere geldiğinde sürekli onları soruyorlardı. Köylülere de "Onlara ekmek, su vermeyin, işbirliği yapanların gözünün yaşına bakmayız," diye tehdit ediyorlardı.
Partizanlar sadece geceleyin köylere inerdi. Gündüzleri ormanlarda gizlenir, bir yere gideceklerse karanlık bastıktan sonra yürüyüşlerine başlarlardı. Köylüler önceleri dağlarda partizanların olduğunu bilmiyorlardı. Bulgar askerlerin kontrolündeki karakolları bastıktan, köylere devriyeye çıkan jandarmaları öldürmeye başladıktan sonra duyuldular.
Partizanlar yanlarına yeni aldıkları gençlere önce birer tüfek verdiler. Sonra da ormanın derinliklerinde atış talimleri yaptırdılar. Çünkü savaş insanları acemi veya usta diye ayırmıyordu. Her an silah kullanmak zorunda kalabilirlerdi. Partizanlıkta en zor şey savaşmak veya kahramanlık değildi. Uzun yürüyüşler, açlık ve kar altındaki ormanlarda yaşamak gençlerin canına ot tıkıyordu. Ayrıca partizanların düşmanı sadece Almanlar veya Bulgarlar değildi. Hırvat faşistlerinin partisi "Ustaşa" ve "Çentik'ler" Almanlardan bile daha acımasızca bir soykırım başlatmışlardı. Ustaşa'lar Yahudi, Sırp ve Çingeneler ile kendisinden olmayan herkesin kökünü kazımaya yemin etmişti.
Acemi partizanlar hemen çatışmalara sokulmadılar. Baskınlarda geride kalıp onların güvenliğini sağlamaya yönelik önlemleri aldılar. Birkaç ay sonra çatışmalar içersinde yeteri kadar pişenler, soğukkanlıcılığını korumayı başaranlar baskınların ön cephesinde yer almaya başladılar. Her geçen gün partizanlara yeni gençler katılıyordu. Ve bu gençler Cemail gibi köylüler, çobanlar değildi. İşçiler, üniversite öğrencileri, kralın ordusundayken Almanlara esir düşmekten kaçıp dan kurtulanlar, hayatlarında bir kez bile ormana gitmemiş şehirli çocuklar bile vardı.
* (Kutsalı Partizan, Kuçiçalı Partizan) Makedonca konuşanlar Kutsa köylülerine Kuçiçane derlermiş.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu AKKUYU'NUN BEDELİNİ KİM ÖDEYECEK? |
|
Yıllardır temiz enerjiyi savunsam da ülkemin çevresindeki onlarca nükleer santrali düşünüp "Dünyanın enayisi biz miyiz?" deyip nükleer santrallere sempatiyle baktığım olmuştur. Elbette en doğrusu, insanlığın, kendi elleriyle yarattığı bu tehlikeden kurtulmasıdır.
Bunun olmayacağını bilmiyor muyum? Biliyorum; ama ne yapalım, bizim işimiz uyarmak.
Gecen gün Vatan Gazetesi'nde "Japonya'da sızan radyasyondan etkilenenler tecrit ediliyor. Nihonmatsu'da radyasyona maruz kalan bir genç özel bölümün arkasında annesiyle ve köpeğiyle vedalaştı. Göz yaşartan ayrılık dünyaya böyle yansıdı" alt yazısıyla verilen bir fotoğraf vardı. O fotoğrafı görüp de etkilenmeyecek birinin olacağını sanmıyorum.
Bir zamanlar bu dünyada cüzzamlılar, vebalılar, kuduza yakalananlar ve meczuplar böyle tecrit edilirlermiş. Tarih boyunca bilim insanları bu hastalıklarla mücadele ederken, sanatçılar da bu insanlık dramlarından esinlenerek eserler vermiş ve geleceğe ışık tutmuş. Elbette gün gelecek nükleer santrallerin de romanları, şiirleri yazılacaktır
Bu ülkede bir zamanlar Cahit Aral adlı bir bakan vardı. Halkı, çayda radyasyon olmadığına inandırmak için televizyonlarda çay içmişti. Oysa o günlerde Belçika'da devlet sütleri bile imha ediyordu. Gazetelerin yazdığına göre Bakan Taner Yıldız , "Japonya'daki deprem nükleer santrallerin yapımıyla ilgili kararımızı etkilemez" derken Alman Başbakanı Merkel, ülkedeki santrallerin ömrünü uzatacak kararı askıya almaya hazırlanıyormuş.
Ben, Enerji Bakanı Taner Yıldız'a ve gelişmeyi ekonomi ve teknolojiyle sınırlı tutan tüm yöneticilere o Japon gencin resmine dönüp dönüp bakmalarını öneriyorum. Şayet ikna olamamışlarsa Hitit Kralı Murşili'nin Milattan Önce 1274 yılında tablete yazdırdığı,
"Ey tanrılar nedir bu yaptığınız, ülkeye veba saldınız. Hatti ülkesi ölüyor, bu nedenle ekmek pişirip, içkiler sunamıyor, tanrının tarlasını süren çiftçilerde öldü. Veba bitmedi ve Hatti ülkesinde, insanlar ölmeğe devam ediyor. Bense yüreğimin acısına ve ruhumun kaderine artık dayanamıyorum. Hatti'nin fırtına tanrısı efendim, hayatımı bağışla önünde diz çöküp yalvarıyorum.
Merhamet et."
yakarısını güncelleyerek okumalarını, o da kesmiyorsa bir fırsatını bulup Albert Camus'nun Veba adlı romanını okumalarını öneriyorum.
Biliyorum tüm bunlara da zaman bulamayacak ve bildiklerini okuyacaklardır. Neyse biz bir hikâyeyle yazımızı bitirelim:
Japonya'da o santrallerin yapımına karar veren en üst yetkili ölmüş. Araf'ta bir melek karşılamış onu.
- Anlat bakalım, demiş neler yaptın?
O da yaptıklarını bir bir anlatmış.
Melek, cehennemin kapısını göstermiş:
- İn bakalım aşağıya, demiş.
Adam şaşırmış.
- Neden demiş ben çalışmalarımla insanlarıma ışık sundum, ısı sundum. İnsanlarım bu sayede varlık içinde yaşadı.
Melek, bir düğmeye basmış. Bir perde açılmış. Bugün o nükleer felaketi yaşayanlar tek tek önünden geçmeye başlamışlar.
- Bu yarım bebeler de acılı anneler de bu kanatsız kuşlar da yüzgeçsiz balıklar da senin eserin. Burada insanlar yaptıklarıyla değil, yaptıklarının sonuçlarıyla değerlendirilir, demiş melek.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
NAMLUNUN UCUNDA
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Dolunay gökyüzünün doruğunda tüm görkemiyle etrafı aydınlatıyordu.
- Anasını satıyım ya; deve cüce oynuyoruz bu lanet olası şehirde dedi ortağına."
Sokakların sessizliğini bozan köpek havlamalarına uzaktan gelen ayak sesleri karışmıştı. İkisi de pür dikkat sesin geldiği yöne baktılar. Kısa boylu, kel kafalı sıska bir adam etraftaki binaları dikkatle izliyor, elindeki kağıtta yazılı adresi arıyordu. Sıvaları yer yer dökülmüş bir binanın önünde durdu. "47" numara. Geldiği adresin doğruluğunu başıyla onayladı. Demir kapıyı açıp, rutubet kokan binanın içine daldı, dik merdivenleri çıkıp evin kapısında bulunan kırmızı gözlü, aslan başlı zile bastı. Açılan kapıdan sızan keskin anason kokusu ile başı döndü, midesi bulandı, beyni karıncalandı. Uzun bacaklı sarışın kadının güzelliği karşısında yutkundu. Cılız bir sesle "merhaba" diyebildi sadece. Kadın, sıska adamın boynuna sarıldı. Adam beklemediği bu hareket karşısında kan ter içinde kaldı. Yarım yamalak Türkçesi ve Fransızca aksanı ile "Ben de seni bekliyordum sevgilim" yanıtını alınca yüzü kıpkırmızı oldu. "Sevgilim" kelimesini ilk kez duymuştu. Ne kadar sıcak ve sevgi dolu bir cümleydi. Oysa yaşadığı evin içinde sevgi olan her cümle kirletilmişti.
2 saat sonra alacakaranlıkta yankılanan tok bir patlama, gecenin dinginliğini bıçak gibi kesti. Sıska adam, karanlığın da yardımıyla kimselere görünmeden binadan koşarak çıktı.
Kuşku dolu gözlerle etrafına bakındı. Çamurlu sokakları hızla geçip birkaç dakika içinde ana caddeye ulaştı.
O gün Ahmet için sıradan günlerden biriydi. Dışarıdan bakınca kendine güveni açıkça belli olan Ahmet, büyük ve kalabalık bir şehirde olmaktan hiç memnun değildi.
Kerim irice cüssesi ile oturduğu şoför koltuğunda, sertlikten uzak yüzünde sevimli bir ifade ile uyurken gülümsüyordu. Ahmet'i duymamıştı. Devriyeye çıktıklarında ortağının her an uyuklamasına ve tembelliğine kızıyordu. Onu kolundan dürterek uyandırdı. Telsiz'den gelen anonsu dinlediler dikkatle;
- Bölgedeki tüm birimlerin dikkatine! Akkiraz sokağı 47 numarada cinayet ihbarı."
Ahmet, etrafı dikkatle incelemeye devam ederken, bir yandan da diğer odalarda delil arayan ortağına gördüklerini anlatıyordu. "Buraya gelen her kimse, etrafı fazla dağıtmamış. Boğuşma izi de yok. Tek kurşun; alnının tam ortasına."
Kadının dudakları arasından ve başından sızan kanlar, kırmızı değil de kara lekeler halinde uzuyordu. Tavana mı, yoksa onlara mı baktığı belli olmayan ölü gözlerdeki acı ifade, yüzlerce cinayet vakası görmüş Ahmet'i bile şaşırtmıştı.
Sıska adam, Akkiraz sokağına paralel caddede yürürken polislerin yanından geçmesini umursamadı. Hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etti. Oturduğu bankta annesinin şuh kahkahaları yankılandı kulağında. Yeniden beyni karıncalandı. Babası, gece yarısı polislerce götürüldüğünde korkudan yüreğinin nasıl hızla çarptığını hatırladı.
Hakimin tokmakla masaya vuruşunu ve babası hakkında verdiği kararı açıklayan tiz sesi gözlerinden düşen iki damladaydı sanki.
- Toplanan deliller ve şahitlerin ifadeleri ile uyuşturucu satıcılığı suçu sabit görülen sanığın 24 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına temyiz yolu açık olmak üzere karar verildi…
Bu son cümleler yüreğine bıçak gibi saplanmıştı sanki. Nasıl geçerdi babasız 24 yıl.
Babasının gidişinin her yıl dönümünde bir kez daha anladı büyümenin bedelini.
Bir yanı babasızlığına yanarken, diğer yanı annesizliğine üşüdü.
Okuldan eve geldiğinde hazır bir sofraya hiç oturmadığını anımsadı. Sıska kalışının sorumlusunu biliyordu. Sevgisizliği gibi, ilgisizliği de ona olan nefretini arttırıyordu. Ya babasına yapılanlar… Bu komployu hak etmiş miydi? Boğazına düğümlenen hıçkırıklarla daha da büyüdü nefreti.
Gece yarıları kurulan sofralara, gülüşmelere, kadeh seslerine ve keskin anason kokusuna hiç anlam verememişti çocuk zamanlarında. Oldum olası bu kokuyla midesi bulanırdı. Yaşının büyümesi ile, annesinin arkadaşlarının neden gündüz oturmasına gelmediklerini de anlamıştı. Babasının yokluğu ile rahat hareket eden annesi onu iyice çileden çıkarmıştı. Sinirli ve kavgacı tavırlarından bunalan arkadaşlarının yönetime yaptıkları şikayetler okulu bırakmasına da neden olmuştu. Girdiği hiçbir işte dikiş tutturamamıştı.
Korkusuzca yürüdüğü sokaklardan birinde etrafa yayılan müziği dinledi bir süre, burnuna gelen anason kokusu ile loş ortamın içinde buldu kendini. Bu koku keyifçiler için akşamların gölgesi, dostlukların ince tınısıydı. Onun için, sonun başlangıcıydı.
Başındaki kasket saçsız kafasını acıtmıştı. Çıkarıp sandalyenin ucuna taktı. Rahatlığına kendi bile şaştı. Etrafına bakındı bir süre. Şişede olduğu gibi durmayan içkiyi, bedeninde ve ruhunda taşıyamayan annesi gibi kadınlar, bir şeyler fısıldıyorlardı erkeklerin kulaklarına. Etrafta yankılanan şuh kahkahalar yine çıldırtmıştı onu. Karanlıklara gömüldü, tıpkı çocukluğunda başını yorganın altına gömdüğü gibi. Beyni uyuştu, Bir süre kafasındakilerle boğuştu. Deniz mavisi gözleri kan çanağına dönmüş, kesik kesik soluk alıp verirken, olduğu yerde içi hınçla dolmuştu. Nabzı belli belirsiz atıyordu. Kan kırmızı gözlerini kadınlara dikmiş bakarken, birkaç kez yutkunmaya çalıştı ama kendine güç yetiremedi. Şeytan bir defa daha esir almıştı onu. Gözleri donuklaşmış, beti benzi kül olmuştu.
Her şey o kadar hızlı hareket ediyordu ki, bazen neyi nereye koyacağını, olayları nasıl yorumlayacağını dahi bilemiyordu. Bu kadınlar kim bilir kaç kişinin ocağını söndürecek, kaç çocuğu babasız bırakacaklar diye geçirdi içinden. Ölmeli, mutlaka ölmeliler…
Duyduğu siren sesleri ile kendine geldi. Bulunduğu yeri hızla terk edip kaçmaya başladı. Artık bedeni gibi yüzü de kaçaktı. Bilinmezlere doğru ilerlerken firariliğinin korkusunu taşıyordu yüreğinde. O kaçtı Ahmet ve Kerim kovaladı. Zifiri karanlıklarda geceden geceye taşındı bir süre. Kaybolmuşluk hissini yaşadı. Uğradığı küçük köylerde köylülerin gıda yardımı ile hayatını bir süre idame ettirdi. Ahmet ve Kerim sıska adamın izini sürerlerken, Jandarmaların yardımı ve köylülerden aldıkları eşkallerle doğru iz üzerinde olduklarını biliyorlardı. Köylülerden biri tarladayken gördüklerini ve sıska adam ile ilgili duyduklarını ağzından kaçırmasaydı belki de şimdi evlerinde sımsıcak yataklarında olacaklardı.
Sıska adam üzerinde yol aldığı patikada bilinçsizce yürüyordu. Dolunayın vurduğu tepe, yere boylu boyunca uzanmış uyuklayan bir dev gibi, dingin ve ürkütücü görünüyordu. Dere kenarında biraz dinlenmek için oturdu. Suyun kenarını süsleyen iğdelerin dallarından suya erişen yaprakları; "Ah be çocuk neden yaptın bunu" diyorlardı.
Sabahın ilk ışıkları ile yüzünü derede yıkadı. Üzerine düşen gölgeyi bulut zannetti. Duyduğu sesle irkildi.
Ellerine takılan kelepçe ömrüne de takılmıştı. Jandarmalar arasında geçti köyün tozlu yollarını. Yardımcı oldukları adamın suç işlediğini duyan köylüler meydana toplanmışlardı. Linç edilmekten jandarmalarca kurtarılan sıska adam, Ahmet ve Kerim'e teslim edildiğinde gözyaşları yağmura karışmıştı. O güne kadar sevmeyi becerememiş olan sıska adam babasına kavuşmanın heyecanı içindeydi.
Haklıyım, çok haklıyım. Annem babamı, ben de onu bitirdim diyordu.
Hülya Türk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan CİDDİ OLMANIN, GAYRİCİDDÎ TANIMINA GİRİŞ DENEMESİ |
|
Yolda yürüyorum. Sağa sola bakıyorum. Bir gece öncesi park yeri aradığım sokağa ne olmuş, kimler hâlâ evde, kimler işe gitmiş keşfetmeye çalışıyorum. Soru sormak istediğim biri de yok ki çevremde. Kadir bey nerde, Fahri bey kahveye çıkmadı mı, Salih gene müşteri peşinde mi, sormak istiyorum.
Yürüyüş kolunda yürümeye başladım. Gözüm sokağın başındaki çöp bidonlarında. Neden insanlarımız küllerini yere döküyor, mutfaktan çıkan çöplerle plastik vb. çöpler neden ayrıştırılmıyor? Çöp üzerine yıllar önce yazdığım yazıyı gözden geçirmem gerek. Ah şu çöpçüler de olmasa vay halimize!
Yanımdan hızla geçen arabaya Ödemişçe söverek rahatlıyorum. Aman duyan duysunnnnn. Umurumda değil. Az kalsın pasaportu Azrail'e kaptırıyorduk. Neyse bereket versin, sokaklarımızda artık eskisi gibi arabalar cirit atamayacak. Adına ne deniyorsa, hani geceleyin de fark edilebilen şu çiviler yok mu, kavşaklara kondu da, çılgınların hızı kesildi biraz. Tam arabadan kaçayım derken ağaç dibindeki bir it b..na bastık. Hadi işin yoksa git onu temizle! Yahu bu memlekette ne evde, ne sokakta rahat var. Kalk, oraya oturma, aman koltuğun örtüsüne dikkat et!
Temizlik faslını oflaya puflaya bitiriyorum. Artık şu ciddi olma faslına gelmeliyim. Çünkü her an başka bir sürprizle karşılaşabilirim. En iyisi ciddileşmek, sokakta ciddiyetinizi takın! Hastanelerde susun işaretini yaparlar da neden sokaklara da koymazlar o resimden! Öyle ya, hasta yatan var, çocuk emziren var, sevişen var! Herkesin sessizliğe ihtiyacı üst düzeyde bu sıralar. Baksanıza piyasa bile sessizliğe gömüldü. Yaprak kımıldamıyor. Kime sorsak, ağlama duvarı sanki!
Ciddi olmanın gayriciddî tanımlaması için sarf ettiğim onca çabaya karşın ağzımdan henüz bu işi anlatacak tek bir sözcüğün çıkmayışına ne denebilir ki? Şimdilik pes ettim. Git, kendine daha ciddi işler bul, dedim kendime.
GİRİŞE ZEYL
Bir sokağın ikamete açılışından itibaren orada oturan ve ilk sakinlerinden olmak ne kazandırır insana? Hem kaç kişi bilir ki sizin bu özelliğinizi? Hem bunun ne önemi var değil mi? Bu özelliğiniz size ne ölçüde ciddilik kazandıracak?
Ciddi bir konuyu nasıl gayriciddî konuma getirebilirim? Düşünmem gerek. Bu iş için ciddi bir araştırmaya girmeliyim. Hadi başla ne duruyorsun, demese olmaz, biri yan odadan!
Ciddi olmanın binbir yolu var. Bugüne değin yaşadıklarımdan duyumsadıklarımla belki bir senteze ulaşabilirim. Yanımda bir çanta taşımalıyım. Çünkü ciddiyet adına yolda ne bulursam atmalıyım içine. Terzime de yeni maske siparişleri vermeliyim. Kişisel gelişim sitelerine daha çok takılmalıyım. Edebiyat adına geyik yapanlara hadlerini bildirmeliyim. Saçımı her gün yıkamalıyım. Offffffffffffff! Ne çok şey yapmak zorunda kalıyorum…
Ciddi olmanın gayriciddî bir tanımını Google'dan aramalıyım. Ne de olsa Google var, kütüphaneler öldü, yaşasın Google!
Bence gayriciddîlik ciddi olmanın ön koşulu. Bir yerde okumuştum, komedyenler dünyanın en ciddi adamlarıdır, diye. Yani ciddi olabilmek için bir komedyenlik kursuna (varsa) gitmem gerekiyor en kısa zamanda.
Bu kadar sözün sonunda söyleyebildiğim belki de en tutarlı söz buydu galiba!!!!
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 8 |
|
Şirkette sevmediğim birkaç kişi vardı. Birisi ofise çok nadir gelen bir profesördü. Bazı çalışmalar ve projeler için imza gerektiğinden onunla çalışılıyordu, bir nevi şirketle imza anlaşması vardı. Altmış yaşlarında, şişman ve iri yarı cüssesi olan bu adamı masallardaki devlere ya da yıllar önce televizyonda gösterilen "koca ayak" dizisindeki orman canavarına benzetiyordum. Yalnız yaşayan bir adamdı ve temizlik açısından görünümü felaketti. Saçları uzamış, pislikten birbirine dolaşmıştı. Büyük kepçe gibi ellerinin parmakları sigaradan sararmıştı. Tırnakları toprak kazmış köstebek gibi siyahlar içindeydi. Konuşurken nefesinden çıkan alkol kokusu, onun alkolik olduğunu gösteriyordu. Yüzünde yağ fışkıran siyah noktalar, "ne olursun beni yıka" diye bağırıyordu. Orman canavarı "koca ayak" bile daha temiz kalırdı onun yanında. Temizlik yoksunu olan bu kişi maalesef ki üniversite profesörüydü ve ben okumuşluğuna saygı duyacağım yerde ondan tiksiniyordum. Ofisten ayrıldıktan sonra dokunduğu her yeri güzelce dezenfekte ediyordum. O kadar parası olan bir adamın kendisini yıkayacak, keseleyecek birisini bulamaması ilginçti doğrusu?
Diğer sevmediğim kişi de ofise başka şehirden gelen, mümesillikten sözde müdürlüğe yükselmiş satış müdürümüzdü. Bu adam sonradan görme bir tipti. Boyu çok uzun değildi, küçük kafasına göre çok kalın bir ensesi vardı. Kirpi gibi saçları onun ne kadar fena olduğunu gösteriyordu. Önünde çamaşır leğeni gibi duran koca göbeği ile ofiste dolaşırken, çokbilmişlik tasladığından mı, başımıza ağa kesildiğinden mi bilmem elleri arkada belinde bağlanmış yürürdü. Koca patlak gözleri ile etrafı kolaçan ettiğinde birisinde yiyecek görsün hemen elinden alır ya da bitirinceye kadar yerdi. Benden sadece birkaç yaş büyük olan bu adamın emrivaki konuşmaları beni rahatsız ediyordu. Ortalıkta hiçbir şey yapmadan dolaştığı, benimse işlerimin yoğunluğu ve bitirme telaşında karınca gibi çıtır pıtır çalıştığım bir günde, yanıma gelip "şu telefonu bağla" diye emretti. Evet, ben çok çalışan karıncaydım, ama bu şirkette sözü geçen güçlü bir atom karıncaydım, o daha bunu bilmiyordu. Bana emrettiği sırada patronum kapıdaydı. Benim şaşkın bakışlarım patronumun bakışları ile karşılaştı. Haddini bilmez sözde müdüre döndü ve : "Burada herkes telefonunu kendisi açar." dedi. Adam utancından kızardı ve arkasını dönerek yanımızdan uzaklaştı. Beş dakika sonra telefonla konuştuğunu duydum. Patronun korumacı tavrı, onun hakimiyet havasını biranda söndürüverdi.
İşlerimi aksatmadan aylık raporlarımı zamanında vermem, iç denetim işlerini eksiksiz yapmam, şirketin her türlü sorunuyla ilgilenmem patronumun beni sevmesini sağlamıştı. Benim fikirlerimi önemsiyordu. Bunu gören sinsi adam, telefon muhabbeti yüzünden yaşadığı can sıkıcı durumla birlikte bana iyice gıcık oldu. Üstün olan o olmalı, patronun gözü sadece onu görmeliydi. Oysaki benim onun gibi saçma sapan üstünlük hırslarım yoktu. Ben sadece işimi yapıyordum. Ama bu sözde müdür bana tavır aldı, ayrıca sırf kendi çıkarları için personelin hatalarını patrona söylemeye başladı. Gün geçtikçe ofisi karıştırdı. Hepimizin huzuru kaçtı. İstanbul'daki ev arayışlarından ailesini de bu şehre getirip iyice buraya yerleşeceğini kısa zamanda öğrendik. Ofis köstebeği olarak gördüğüm bu ispiyoncu, çıkarcı, görgüsüz adama ben de fena gıcık olmaya başladım. Sözde müdürün ofisi soğutan negatif davranışları, patronla da aramızın soğumasına neden oldu. Artık benimle çok fazla konuşmuyor, fikirlerimi almıyor, hatta bazen bana karşı sinirli davranıyordu. Kesin ofis köstebeğinin işiydi bu durum. Ne yapıp etti, kendince üstünlük savaşını kazandı. Bütün bu çalkalanma, mesleğini elinden alacağım için korkan muhasebecinin hoşuna gitti. Hayatla, insanlarla dalga geçen bu adam, işin ciddi boyutunu asla düşünemedi. Oysaki bir gün bu olumsuzluklardan o da etkilenip başka bir yol seçecekti. Ben bile kendim için yeni karınca macerası aramaya başladım. İşleri adeta yöneten ben, belli bir kariyerimden vazgeçmiş olacak, iç denetim çalışmalarından uzaklaşacaktım. Üç yıla yakın çalıştığım bu şirketteki emeklerim boşa gidecekti. Yeni bir iş; yeni sorumluluklar, yeni sorunlar, yeni insanlar demekti. Ben bunları düşünürken yeni bir haber geldi. Şirket taşınıyordu hem de İstanbul'un ta en uzak köşesine, köprüden öte. Huzursuzluğumu yok etme zamanım geldi ve taşınma kararını büyük neden göstererek istifamı yazıp patronuma verdim. İlk önce çok şaşırdı sonra yüzü kızararak sinirlendi ve konuşmaya başladı: "işleri takip etmiyorsun, işini iyi yapmıyorsun, sorunun nedir?" dedi. O anda asıl şaşıran taraf bendim. Her gün harıl harıl karınca gibi yemeden içmeden çalışan bendim, şirketin eksikliklerini toparlayan bendim, iç denetimde kendisine belge kazandıran bendim ve o bunu görmüyordu, üstelik bana işimi yapmadığımı söylüyordu? Bu nasıl bir doldurulmuşluk, gözü karartılmışlıktı böyle? Asıl sorunu olan oydu. Madem işimi yapmıyordum, neden beni çalıştırıyordu? Neden hala bana güveniyordu? Artık burada daha fazla devam edemezdim. Evet, o bir patrondu, canı nasıl isterse davranabilir, canı nasıl isterse söyleyebilirdi. İş dünyasının acımasız kuralını çoktan öğrenmiştim. Ama yine de söylediklerine üzülmüştüm, çünkü ben bunu hak etmiyordum. İlk ve sonbaharı, kışı İstanbul'un ortasında gerçekten yaşadığım bu mekanı özleyecektim. Şirketin ise bende ayrı yeri olacaktı, çünkü; iş hayatımın en büyük derslerini aldığım, kendime olan güvenimi kazandığım, mutlu olduğum bir yerdi. Gazeteden bulduğum bu işin ilanını hala saklıyorum.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder MEYHANE TELEFONU |
|
O zamanlar bir yerden bir yere göçünce en büyük sorun haberleşmeydi. Bunu hem işyerinde hem de evde telefonsuz kalınca iyice anladım. Doksanın ortaları, cep telefonları daha yaygın değil. Almağa kalksan bir servet. Araya adamlar koyup işyerine bir telefon bağlattık ama ev telefonu yok. Beşinci katta, telefonsuz, dünya ile bağlantısı kesiliyor insanın; Ağrı Dağı'nın zirvesinde mahsur kalmak böyle bir şey.
Müşterilerden biri "Dükkanda fazla telefon var para yerine onu vereyim" deyince, havalara uçtum. Kesik olan bu telefon için bedelin iki katı birikmiş ücret ödemek bile sevincimi azaltamadı.
O heyecanla numaramı yakın arkadaşlarıma, akrabalarıma, önemli müşterilerime bildirdim. O gün geç vakte kadar hiç arayan olmadı. İlk telefon gece yarısına doğru küfürbazın birinden geldi;
- Aluuu!
- Buyurun kimi aradınız?
- Alu dedik ya.
- Ben Mehmet. Burada öyle biri yok.
- Sen mi devraldın?
Telefonu bana satanla postaneden devri yapan farklı kişilerdi. Kullanan daha bir başkası herhalde; hiç biri birini tutmuyor. Ama telefonu benim devraldığım doğru.
- Ben devraldım.
- Hayırlı olsun. Şimdi Osman'ı ver bakayım.
- Burada öyle biri de yok efendim.
- Ulan, cin oldun da adam mı çarpıyorsun? Dipteki girintidedir. Alacaklılara görünmemek için orada içer. Yoksa, aradığımı söyle. Kavun aradı de. Bana bak sen bu işi beceremezsin. Böyle kibarcık kibarcık… Ali üç yıl dayandı, sen üç ayda topu dikersin.
Adam beni meyhaneci olarak yeteneksiz buldu.
…
Vakit geceyarısını geçerken de bir kız çocuğu; bizim dağ köylerinin ağzıyla:
- Meyhanacı amca, yolla gayrı bubamı; anam doğuruyi.
Hay Allah. Bir telefon için başıma gelenlere bak. Doğum da başka şeye benzemez ki… Anne çocuk, sağ salim kurtulsalar bari.
Belki bir yardımım olur, diye soruyorum, tanımasam da:
- Kızım senin baban kim?
- Kim olacak, celep Osman.
- Burada öyle biri yok.
Kız bir süre sustuktan sonra;
- Anam, dedi.
Ben doğum oldu sandım.
- Doğurdu mu?
- Yok, doğurmadı. Senin için "Yalan söyliyi kerhanacı. Çabuk yollasın, namussuzluk etmesin" deyi.
…
Alınganlık huyumuz yok da, Osman'ı nerden bulursun bu saatte. Tanımam bilmem. Önemli bir telefon gelir diye kapatamıyorum da.
Bu kez bir genç bayan sesi.
- Alooo. Geleyim mi?
İşimiz var. Her türlüsü arıyor.
- Nereye geliyorsun?
- Kız ben Burcu… Namı diğer Şerife. Bira satışları açılsın öyle gel, iki ay izinlisin, dedin; üç ay oldu çağırmadın. Tın tınım vallahi.
Bizim Şerife, uzun tatilden sıkılmış. Bu arada ben de işletmeciliğe yavaş yavaş ısınıyorum:
- Kızım Şerife, işler hala açılmadı. İki ay daha izinlisin.
- Üf yaa.. Peki, Osman abi uğruyor mu? Bana iş bulacaktı. Müdürlük filan.
- Ara sıra uğrar da, müdürlük işini bilmem.
- Karısı hala sık sık doğruyor mu?
- Valla, doğurmuyor desem, yalan olur.
- Ne doğurgan kadın. Üç ayda yirmi sekiz doğum yaptı. Toplam çocuk sayısı bir. Gerisi geçersiz.
…
Saat sabahın üçü. Artık arayan olmaz, yatayım, derken, zırt bir telefon daha:
- Aloo, beni arayan var mı?
- Önce sen kimsin?
- Abi ya. Bu saatte seni rahatsız edecek kaç tene canciğerin var?
Benim tanıdıklarımdan bu saatte arayacak kimse yok ama, günün gözde adamı da Osman.
- Osman sen misin?
- Ağabeylerin güzeli. Kardeşini unutmiyi be?
Sıra geldi arayanlara:
- Önce ukalanın biri aradı. Kavun'muş.
- Onu geçelim. "Bizim kıçımız koklandı. Kalitemiz onaylandı; mert adamız" demek istiyor. Sakın borç morç alma, bitiremezsin. Adamın donuna kadar alır.
Kavunla karpuzla uğraşırken doğumu unuttuk.
- Osmaan, karın doğuruyor. Çabuk eve git!
- Telaşlanma Ali abi. Benim garı otomatiğe bağlı. Her gün geceyarısına kadar bekliyi. Göremedi mi, sıfır sıfır beş sularında günlük olağan doğumunu yapıyi.
Boşuna telaşlanmışım.
- Sen nerdesin?
- Şehirdeyim. Malları sattım, muhasebede para bekliyim.
- Baksana; Şerife'ye iş bulacakmıssın, ne oldu?
- Tamam abi ona burada iş ayarliyim. Uluslararası Sanayi Ticaret Turizim Holdink Şirketi. Böyük guruluş. Ücret dolgun. Buraya genel müdür oliyi.
- Güzel. Kız sevinecek.
O an holdingte neler oluyorsa, Osman biraz bekledi, kekeledi. Heyecanlı heyecanlı:
- Ali abi dur, dur. Garı gıvıriyi.
Osman'ın da işi zor. Ticari ahlak çökmüş. Gece vardiyasında çalışan muhasebeci kadın ödeme yapmamak için bahaneler uyduruyor anlaşılan:
- Kıvırma, de. Öde paramı, de. Karı doğuruyor, de. Kavun bekliyor, de…
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Suya Verdik |
|
Suya verdik bir yanımızı
Ağladıklarında tutamadığımız mendiller vardı ya
Acımasızlıktan değil, ağlamaya başlarız ve kimse bizi susturamaz korkumuzdan
...
SEN...
Bir görsen...
Cümleler küçük harflerle başlayınca
Kar yolları
Kır saçlarını
Lal yüreğini kapladığında
içleniyorum
...
Çoraplarını giymeyi unuttuğun sabahlarda ben de üşütüyorum
Sürümsel kalabalıklar
Düğümsel kahırlanmalar
Bir de rüzgar boran kar
...
Kalabalık şehirlerden sana bakıyorum
Gözünün bebeği kucağımda kırkını bile uçurmamışken daha
Sese verdik sol yanımızı
Kırkını mevlütlerle uçurup
Söz'e verirsek gözlerindeki o billur akışkanlığı
Allah Bağışlar
Bakarsın nurtopu ve analı babalı büyütülecek güzel mi güzel bir sevda bereketiyle doğar.
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-4
*- "Ölüm geldi ve onu aldı" diye sızlanıp durma. Çünkü ölüm bize gelmez, biz ölüme gideriz.
*- Tartışmanın dozunu ayarlayan tartışanların kalitesidir. O nedenle bazı tartışmalar kavga ile, bazıları tokalaşarak biter. Sonu nasıl biterse bitsin tartışanların her biri kendini yenilmiş hisseder.
*- Tutsak olmayı isteyeni neden engellemeye çalışıyoruz? Bu haksızlıktır. Çünkü engellenirse sahip olduğu tek şey olan boynundaki halkayı da kaybedecektir. Günümüz dünyasında bile o halkayı gönüllü olarak boynuna takmaya hazır o kadar çok insan var ki!
*- "Halkın tercihi, halkın gücü, halk ne isterse o olur, halkın yaptığı doğrudur" masallarına inanmıyorum. Tarih sayfaları halkın günahlarıyla doludur. Sevapları mı? Günahlarının yanında bir hiç…
*- Zayıfları, yoksulları savunmak amacıyla ortaya atılanların çoğu, ilk fırsatta zayıfları ve yoksulları ezmişler ve sömürmüşlerdir. Ne hazindir ki zayıflar ve yoksullar en büyük darbeyi önceleri kendileri gibi olan sonradan "kurtarıcı" rolünü kapanlardan yemişlerdir.
*- Umudunu yitirmeyen insan hangi rolde olursa olsun benzerlerinden bir gömlek üstündür.
*- Ölüler için bile umut vardır. Öyle olmasa bazı insanlar ölü bedenlerini dondurtup saklatırlar mıydı?
*- Benim emrim altındaki astımın, benim mevkiimde gözü yoksa, bulunduğu mevkii hak etmiyor demektir. Ben de hak ettiğinde ona bu mevkii vermiyorsam, bulunduğum yeri hak etmiyorum demektir.
*- Bir düşünür diyor ki "Öldükten sonra unutulmak istemiyorsanız ya okumaya değer şeyler yazın ya da yazılmaya değer şeyler yapın." Ya unutulmak istiyorsak? Sevgili düşünürümüz onun da formülünü söyleyiverseydi bari!
*- Kredi kartlarını yırttığım, televizyonu balkondan attığım, bilgisayarı eskiciye sattığım gün gerçekten özgür olacağım.
*- Sahip olduğumuz her yeni şey, yeni bir problem demektir. Mesela bir evi olanla beş evi olanın, bir çocuğu olanla üç çocuğu olanın problemleri aynı mı? Problemlerimizi azaltmanın yolu sahip olduklarımızı azaltmaktan geçiyor. Öyleyse formülümüz: İhtiyacımızdan fazlasına hayır!
*- Mezar kazıcıları ile ilgili yapılan kötü benzetmelere çok kızıyorum. Çünkü onlar benim nazarımda çok değerli insanlardır. Bir düşünsenize ya onlar olmasaydı…
*- Vicdanımın beni yargılamasından öyle korkuyorum ki… Onunla yüzleşmemek için çoğunlukla kaçmayı tercih ediyorum.
*- Kalbimizi sevgi ile doldurmamız gerektiği söyleniyor. Ama nasıl? Yani bunun yöntemini bilen var mı?
*- Her yenilgiden sonra zafere duyulan özlem biraz daha artar.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hülya Senday Tuncer |
İNSANSIZ BİR TOPLUMDA "BİREY" ARANIYOR: NE ÇARE!
Günün İlk Işıldayan
Işık Demetiyle Birlikte
Rüzgar Esintisinin Ilık
Neminin Kulağa Gelip
Bir Dost Sesiyle Uyanması
Yaşama Sevinci Verir "Birey"e,
Yüzyıllara Uzanacak.
Kördüğümdür yaşam, belli belirsiz olaylar zinciri devam edip sürükler "Bireyi." "Bensiz ve Bizsiz" anlam karmaşası içinde yaşamın devinim gücü azalmaya yüz tutar."Gerçek ve Gerçek Dışı" karşıtlığı "Bireyi" bir ağ gibi sarar, bu kurtulma istençi "Birey"in son çırpınışıdır artık yeryüzünde, iki farklı cins bireyin birbiriyle oynaşıp birleşircesine "Birey"in de kendi doğasına aykırı tutum içinde davranması onu kimliksizleştirip niteliksizleştirmekte.
Deniz köpüğünün dalgayla ayrışıp birleşmesi ve gökyüzünde şimşeğin havayla karışıp toprağa inmesi doğanın neden-sonuç ilişkisinin elle tutulur, gözle görülür ispatlanır gerçeği.O zaman biz doğanın bu ilkesel gerçeğini bilimsel olarak algıladığımız zaman uygulamada ancak bu kuralı bozup niçin "Birey"leşmenin gerçek değerlerine göre davranmıyoruz?
İşte Can Dostlarım bu sorunların ikilemi yüzyıllar boyunca "Birey ve Toplum" ilişkisini süreğenleştirmekte ve iletişimsizliğin temel nedenini oluşturmakta, bu iletişim kurmama da ise temel etken birbirimizin duygusal düşüncesini kavramayıp algılamama sonucunu ortaya çıkarmakta. Niçin ve neden hiç birimiz birbirimizin değerinin farkındalığının gücünü algılamayarak birbirimize sahip çıkmıyoruz? Bu soruyu kendimize ve toplumumuza yönelttik mi hiç?
Tabii ki bu sorunun yanıtı "Bireysel Hak ve Özgürlükleri" önemsememekten, hiçlik duygusunun toplumsal anlamda yozlaşmasından ileri gelmekte ve kaynaklanmakta. Bu sorunun gerçekte yatan tek kaynağı "Sevgisizlik," sevgisizliği gün yüzüne çıkaran, alt benlik ve üst benlik bileşimini birbirine kenetleyen etkenler ön planda.Alt benlik doygunluğu ve üst benlik gelişimi engellendiği takdirde "Sevgi Kültürü"nün doğurganlığı ve topluma yansıması yarıda kalır.Alt benlik; hırsların, çıkarların, sömürme ve faydalanma duygusal düşüncesi etrafında toplanıp yoğunlaşır ana rahmine düşen bebeğin beyin kıvrımlarında. Üst benlik; ön yargılar, toplumsal gelenekleştirilmiş şartlandırmalar "Birey"in hak ve özgürlüğünü elde edemeyip savunmamasında ortaya çıkar, somutlaştırdığımız zaman örneğin: "kızım veya oğlum başkaları ne der? Bak işte saçını bu şekilde ayırırsan gülerler sana" gibi çoğaltımları, yaptırım içeren kalıplaşmış davranış düşünce biçimini toplumsal yaşantıdan öğreniriz. Bırakalım artık şekillendirilmiş davranış kalıplarını benimsetip yaygınlaştıran bu biçimleri çünkü birey bireyin aynasıdır, bireyin toplumsal evrimini yine bireyin birbirine benzemesi, yansıması gerçekçiliğinde algılamak gerekir, birey toplumun yapı taşıdır. Hepimiz bu baskıların toplumda korku kültürünün yeşermesine, oluşmasına neden olduğunun bilincindeyiz davranışlarımızla bu durumu kanıksatarak. Birbirimizin içindeki içtenliği, olduğu gibi görünme, güven v.b. kısacası: yaşamı öldürmekte.
Böylece sahte davranışların oluşmasına yol açmakta. Bu yüzden "Sevgisi" yitik bir toplumuz biz. Bu toplumsal hezeyanlardan, sayrılardan kurtulmanın ilk adımı ilköğretimden itibaren başlayarak orta öğretim programına kadar geçen süreçte "Psikoloji Dersleri"nin okutulması ve öğretilmesi gerekmekte, özellikle çocuklara "özür dileme ve teşekkür etme" nin öneminin kavranmasının kaçınılmaz bir toplumsal gerçekçilik olduğu tabii ki unutulmaması lazım,ders kitaplarını ezberlemekten çok yorumlama ve zihinde yaşatma, canlandırma biçimi devreye girerek hafızaya kazıtılması en önemli seçenektir, bununla birlikte evlenecek olan farklı iki cins bireyler için "Evlilik Okulları"nın açılıp örneklendirilmesi ve "Psiko-Drama" kurslarının ülke çapında yaygınlaştırılması T.C.'de uygulanması kaçınılmaz ana hedefler içinde olması gerekir. Böylece "Birey"ler arasındaki kurulacak bu iletişimsel duygusal sağaltım yaşamın vaz geçilmez mutluluk kaynağı olacaktır. Benlik; "Sevginin özünü" oluşturan ana koşul benlik kavramının davranışında ortaya çıkar, saflık, ruh temizliği ve bireyin hem kendine hem de toplumuna karşı yerine getirdiği sorumluluk duygusal düşüncesi "Benlik" in iç güvenini oluşturur, böylece "Sevgi"nin temelini içselleştirip meydana getiren ana öğe, bireysellikten yola çıkıp karşımızdaki kişiyi kendimiz gibi yerine koyup algılamak "Beni" "Biz" olarak çoğaltıp ve "Beni "Bize" ulaştıracak toplumsal güce, insan severliğe elde etmekten geçer. İşte gerçek demokrasi davranış biçimi ve anlayışı "Benlik" kavramının olgunlaştığı bireylerin kişiliklerinde yaşayıp uygulayanların ortamında yeşerip gelişir ve böylece birey düşündüğünü uyguladıkça, onu yaşamının bir halkası haline getirdikçe uygarlaşır.
Yaşamın kıyısından akıp giden suyun berraklığında "Sevgi "yi duyumsamamak beynimizdeki nöronların ölmesine ve hiç olup gitmenin yok oluşuna neden olur, karşımızdaki bireyi ötekileştirdikçe, kendimiz gibi düşünmedikçe toplumsal yalnızlığımız ve hiçlik duygusal düşüncemiz çoğalıp gider, bununla birlikte toplumsal şartlanmalar içinde beynin akışını kısırlaştırmış ve böylece doğanın devinimsel gücünü yok etmiş oluruz, bu doğrultuda kişinin benliği kendi bireysel gerçekçiliğinden uzaklaşarak kendine yabancılaşacaktır. Kişi kendi içine dönüp bireysel hiçliğini ve toplumsal yalnızlığını ancak ve ancak "Karşılıksız, Pazarlıksız" olarak "Sevgi"nin duygusal düşüncesi içinde uyguladığı taktirde evrenselleşir. Bu evrenselleşmede yanımızdaki bireyin sorununu ve sevincini kendimiz yaşamıyormuşuz, paylaşmıyormuşuz gibi algılamayıp duyumsamazsak, bir yaşam felsefesi biçimine dönüştürmezsek (Empati İlişkisi Kurmaksızın)"İnsan sever olmama"nın erdemine ve onuruna ulaşmayıp kendi içsel doğamıza aykırı hareket ederiz.Gerçek devrim bireyin içsel dünyasına yapılan bir yolculuktur, amansız mücadeledir, bu şekilde gerçek devrim bireyin içsel dünyasına inip yakalayarak onu davranışlarıyla eyleme uygulamaktan geçer.
"Bireyselleşmeden" bir toplum "İnsan sever" olmaz, dil, din, ırk, renk, mezhep ayırımı gözetmeksizin bireyin kişilik haklarına saygı göstererek, özellikle ona yazma, düşünme, eyleme geçirme yetkisini vermek gerekir. Bireyin sosyal hakkı korunmaksızın toplumun çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasından söz edilmez. "Klasik Batı Müziği" tutkunluğu olan bireyler Klasik Batı Müziğinin gereklerini ve ereklerini yerine getirmenin farkındalar mı acaba? "Birey"in kendi yaratılışından itibaren elde edip "İnsan severleştirdiği" kazanımları (güvenilirlik, erdem, onur, dürüstlük, mış gibi yaşamlara karşı verdiği savaşım v.b.) göz ardı etmek ve onun özlük haklarını çiğnemek ne kadar gerçekçi olur Klasik Batı Müziği dinleyerek? Klasik Batı Müziğinin kaynağı "Demokrasi"nin özündeki var oluştur çünkü, "Bireysellikten insan severliğe" geçen "Demokrasi" anlayışında, tutkusunda biçimlenir Klasik Batı Müziğinin varlık nedeni.
"İnsan severliğin" zıt karşıtı "İnsan sendecilik", "Hadi oradan Sen de adam mısın? Sen kimsin?" fikrinin toplumsal yaşamda uygulanmasıyla kapıdan yüzünü gösterir. Bu durum bireylerin birbirlerini horlamasına ve küçük düşürmesine yol açar. Aksine bireyler eşit hak ve özgürlüklere sahiptir ve bireyin bireye bu şekilde düşünüp davranması onun hiçbir değere ulaşmadığının göstergesidir, artık "O" yaşamdan kopmuş cansız, ölü bir yaratık haline dönüşmüştür, işte böylece "B irey" yaşamsal değerin farkındalığının bilincinde davranarak kendini aşma olanağına kavuşur.
Kendi İçsel Devrimlerini Alt Benlik ve Üst Benlik Yapısı İçinde Oluşturmuş Bireylerin Yaşadığı Toplum Sömürülmeyi Hak Eder.
Hülya Senday Tuncer
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Bedelli Sivillik |
|
Şimdi de; "Bedelli" konusu gündemde. Askerlik hizmetinin "Belli" oranlarda "Bedelli" olması TBMM'ye teklif edildi. Beğenilsin veya beğenilmesin ama teklif edilen projenin, tartışılması gereken yerde ve ilgili komisyonlar vasıtasıyla enine boyuna tartışılması gerekmez mi ?
"Proce mi dediniz, siz kafayı mı yediniz ?" gibi çıkışlara,
"Tek rakibin TeHeYe, uç uçabildiğin her yere.." gibi kışkışlara gerek var mı ?
Ülkemizde doğan her çocuk zaten "Bedelli" doğmuyor mu ? Yani; "Belli" bir borç yüküyle fani dünyaya adımını atmıyor mu ? Üstelik doğum dediğimiz de tam sere serpe "Sivillik" bir durum. Üniforma ile doğan bir bebeğe rastlanmadı henüz. Aman aman rastlanmasın, kazara bir bebeği askerlik üniformasıyla düşünemiyorum.. Taraf olarak..! Elini uzatsa; bebekmiş gibi emzik veya biberona, sürmanşetlik olur zavallım sekiz sütüna...
Bebeği doktora götürdünüz, "Bedelli"..
Bebek maması, "Bedelli"..
Bebek kakası için bezi, o da "Bedelli"
İnek sütü.."Bedelli"..
Oyuncak; "Bedelli"..
Okula başlıyor, ya özel okul ki; "Bedelli"i, veya bağış yoluyla "Bedelli"..
Kız çocuk ise; ne gerek var okula, zaten 12'sinde everirsin bir kula.. Hem de ağırlığı hesabınca "Bedelli"..
13'ünde; zannetme seni kimse üzmez, yaşı 90 olsa da düzmez.. 1.5 sene hapisten sonrası "Bedelli" nasılsa..
Diyelim kan çıkmadı; ödetir borcu babası, nasılsa gelin gitti "Bedelli"..
Diyelim husumet sonucu kan çıktı; ödetir yedi göbek akrabası, nasılsa "Bedelli"..
Hastalandın; "Katkı Payı" adı altında muayene, "Bedelli"..
İlaç; "Aaa, sınırı aştın ama Dayı..!" adı üstünde, "Bedelli"..
Bir işin var halledilecek; raconu "Belli", "Bedelli"..
Ev kiralayacaksın; emlakçı dediğin "Bedelli"..
Belge getiriyorsun, geçersiz... Noter tasdiği "Bedelli"..
Kurallar baştan "Belli", şeyini yırtsan "Bedelli"..
Milletin vekili olmak; "Bedelli"..
Zira; vekaletname "Bedelli"..
Yandaş köşe yazarlığı; "Bedelli"..
Adı üstünde yok pahasına satışlar; "Bedelli"..
Şairin dediği hikaye;
Hava da "Bedelli" su da "Bedelli"..
"Bedelli" yaşıyoruz "Bedelli"..
- "Nasıl bilirdiniz merhumu ..?"
- Ödedi canım hayatını... "Bedelli"..
Kefen... "Bedelli"..
Cenaze masrafları... "Bedelli"..
Mezar yeri; "Bedelli"..
- Eh, gömün öyleyse ebedi istirahat yerine, hem de temelli...
Velhasılı; yaşamak da "Bedelli", ölmek de "Bedelli"..
Asıl tartışılması gereken; "Bedelli Askerlik" değil, "Bedelli Sivillik" bence...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Başbakan'a Gazeteci'den Mektup...
Sayın Başbakan,
8 Mart 2011 Salı günü partinizin grup toplantısında yaptığınız konuşmayı Silivri 1 No'lu Cezaevi F-3 alt koğuşu 3 No'lu hücremde hüzünlenerek izledim.
Konuşmanızın önemli bir bölümünü tutuklanan gazetecilere ayırdınız. Özel bir hesap yapmışsınız, tutuklu gazeteci sayısını 27 olarak çıkartmışsınız. "Suçlarını" da tek tek dökmüşsünüz. Hükümeti devirmeye girişmekten terör örgütüyle ilişki kurmaya kadar her türlü suçu sayıp eklediniz:
"Onlar gazetecilik yaptıkları için değil, bu suçlar nedeniyle içerdeler."
Bu sözleriniz ne adalete ne siyasete ne de vicdana sığar.
Eğer iddianame metinlerinde yazılı olan suçlamalar doğrudan insanlara yaftalanacaksa siz şiir okuduğunuz için yargılanmadınız. 1998 yılında sizin için hazırlanan iddianamede suçunuz şöyle yazılmıştı:
"Halkı din ve ırk farklılığı gözeterek açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmek."
12 Aralık 1997'de Siirt'te yaptığınız konuşmadan sonra açılan davada, bu suçu işlediğiniz için 10 ay hapis cezasına çarptırıldınız. Siz hüküm giydiğiniz halde bu suçu asla kabul etmediniz, bugün de "Şiir okuduğum için yargılandım" demektesiniz.
Biz ise daha hüküm giymemişken nasıl milletin kürsüsünde bizi mahkûm edersiniz?
Ergenekon savcısı değilim diyorsunuz ama bu tutumunuz savcılığı da geçti, doğrudan hüküm vericisi noktasına çıkmış bulunmaktasınız.
***
Sayın Başbakan,
Ergenekon savcıları hazırladıkları iddianamenin benimle ilgili bölümünde şöyle diyorlar:
"Mustafa Balbay gazetecilik faaliyetlerini yürütürken İlhan Selçuk'un Ankara'daki temaslarını da düzenleyerek terör örgütü içinde özel konumu olan faaliyetlerde bulunmuştur. Yaptığı haberlerle de kaos ortamı yaratılmasına katkıda bulunmuştur..."
Bu ve benzeri cümleler dışında benimle ilgili başka bir şey yok. Bir gazetenin başyazarı Ankara'ya geldiğinde her kesimle görüşür, Ankara temsilcisi de ona eşlik eder. Bundan suç üretiliyor. Bir gazeteci yaptığı haberin doğruluğuna-yanlışlığına bakar, kimin işine yarar-yaramaz o başka bir durumdur.
Ergenekon savcıları bile benim gazeteci olduğumu, bu mesleği icra ederken aynı zamanda terör örgütü üyeliği de yaptığımı iddia ediyor. Yani terör suçunu gazetecilikle birlikte işlediğimi öne sürüyor. Böylece ortaya gazeteci-yazardan sonra gazeteci-terörist gibi kabul edilemez bir durum çıkıyor.
Örneği vermemin nedeni şu: Ergenekon savcıları bile bana karşı sizden daha insaflı. Günün birinde size karşı Ergenekon savcılarına sığınacağım hiç aklıma gelmezdi.
Bu durumda sormak isterim:
Bizim yaptığımız gazetecilik değilse, sizin gazetecilik tarifiniz nedir?
İktidarın her attığı adıma reform deyip övmek mi?
İktidarın istikrarı bozulmasın diye tüm olası alternatifleri ortadan kaldırmak için seferber olmak mı?
İletişim fakültelerinde "haber" kavramının en acımasız tarifi şudur:
"Yazı işleri müdürünün haber dediği şeye haber denir."
İleri demokrasiyle bu kavramı da ilerlettik.
"Başbakan'ın haber dediği şeye haber denir."
***
Sayın Başbakan,
Son dönemde sıkça saray açıyorsunuz. Adalet sarayı.
Adalet, saray açmakla dağıtılmaz.
Sizin Siirt konuşmanızın ardından soruşturma, dava, karar, Yargıtay tüm evreleriniz 10 ay sürdü. Biz yıllardır yargılama bekliyoruz. O gün sizin yanınıza 200 kişi daha koysalardı, 50 ayrı suçtan. Yargılanmanız kaç yıl sürerdi? Bir kişi 10 ay ettiğine göre 201 kişi 2010 (iki bin on) ay! Yani 167 yıl!
Bir de cezaevi koşulları var ki... Siz 4 aylık hapiste cezaevini kendiniz seçtiniz, koğuşunuza halı döşettiniz, toplantı odası yaptırdınız, beyaz eşya dahil dışarıdan istediğiniz eşyayı getirttiniz ve 30 bin ziyaretçi kabul ettiniz.
Bu mektubu hücrede tek başıma yazıyorum...
Cumhuriyetin 100. yılına talipsiniz.
10. yılda yurdumuz demir ağlarla örülmüştü...
Siz 100. yıla demir parmaklıklar örerek gitmektesiniz.
Mustafa Balbay Gazeteci
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
GECE VE YAZ
Denize inmiş
Şehrin sahte ışıkları
Suyla oynaşıyor
Alaca
Gece mavisinde gök
Ay sahte, suda
Balıkçılar ağ atıyor
Usulca
Yakamozlar peşlerinde
Gülücükler sahte
Sevgiler sahte
Göstermelik dostluklar
Gece kuşu av peşinde
Tan ağarsa artık
Güneş de sarmasa sıcacık
Zaten her şey sahte…
Seher Keçe Türker
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Muhteşem fikirlerinizi kullanarak para kazanmanın ve kazanılmış parayı yönetmenin, teorik yöntemlerini öğrenmek için http://www.parakazanmayollari.com Editör diyor ki: "Günümüzün TL milyonerleri paralarını piyangodan kazanmadılar, hepsinin de uyguladığı birkaç basit kural var sadece. Para elde edilebilecek bir yol seçmek, servet sahibi olmanın yüzyıllardır kanıtlanmış bir yolunu uygulamak ve kararlı/tutarlı olmak. Belki de aklınıza yatacak uygun bir metot vardır."
Bana deli diyorlar ama ben bilinçli bir motor tutkunuyum diyenlerin ortak buluşma noktası http://www.motordelisi.com/ Sayfada gezinirken en çok dikkatimi çeken ve gönülden desteklediğim çalışma "Sinan Sofuoğlu Hatıra Ormanı" projesi oldu. Ben bir motor tutkunu değilim ama bu arkadaşların duyarlı tavırları karşısında saygılarımı sunuyorum.
http://sokakorkestrasi.com/ "Sokak Sanatçıları, sanatçılar arasında dayanışmayı esas alan bir üretimi hedeflemektedir. Bu bağlamda sanatçılar arasında olduğu kadar sanat dalları arasında da kolektif bir tarzı egemen kılmaya çalışan Sokak Sanatçıları 'sanatın' her türünde disiplinler arası üretimlere öncelik verir. Sokak Sanatçıları 'sanatı' mümkün olduğu kadar aracı kurumlardan bağımsızlaştırarak doğrudan toplumla buluşturmanın yollarını araştırır. Bu açıdan sokağın özgürleştirici, paylaşımcı yanını değerlendirerek üretimlerini öncelikle sokakta sergiler…" Diyerek tanıtıyorlar kendilerini…
http://www.canliheykel.com 2008 yılında İzmir'de kurulan Sokak Sanatları Atölyesinin, resmi internet sitesidir. İncelemenizi özellikle tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|