|
|
|
Editör'den : Sehven bakan olanlar cenneti!.. |
Merhabalar,
Denk geldi canlı canlı izledim, olaya Fransız kalmadım. Sadece Türkiye'nin değil, Orta Doğu ve Arap ellerinin hükümdarı, yüce insan Sultan Tayyip'in Avrupa Parlamentosunda, Avrupa'lı zırtapozlara(!?) çektiği ayarı gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim. Aman Allahım o neydi öyle? Helal olsun hünkarıma. Harmandalı oynar gibi, elini kolunu en münasip halleriyle kullanarak verdiği cevaplarla, ortama saldığı korku gözlerimi yaşarttı. İşte dedim, işte Türkiye Cumhuriyeti'nin Strasburg kapılarına dayanmış, gönlü Suriye'de aklı kızı Sümeyye'de Padişahtan hallice başbakanı. Gurur duydum, gerim gerim gerindim.
Muhtemel sorular için yaptığı hazırlık ise takdire şayandı. Güle oynaya cevapladı hepsini. Milliyetini çözemediği Fransız parlementere azcık "fransız kaldı" ama olsun o kadar kusur Sultan Süleyman'da bile var. Kadıncağız duruma fransız kalmamak için akla karayı seçti, tercüman derdini anlatamadı, ne gam.
Hani utanmasa sırtını dönüp direk Türkiye'deki vatandaşlarına nutuk atacaktı ama yapmadı, anlayan anlar dedi. Nükleer santrali eve alınan tüpgazla bir tutarken gösterdiği duyarlılığı, kitabı bombaya benzeterek sürdürdü ve Allahı var, istikrarını korudu. Seçim barajını indirme hakkını onlardan alıp bana verdi, Avrupalı parlamenterlere son yumruğu vurup ringi galibiyetle terketti. Allah ondan razı olsun, tuttuğunu altın, tutamadığını şifreli soru kitapçığı eylesin.
Bak şifre dedim aklıma hemen ÖSeYeMe başkanının öğrencilere gönderdiği mektup geldi. Hazret, vallah billah yok dediği, el maharetiyle büyük başları ikna ettiği ve sonunda gökten yağan şifreye gömülünce itiraf etmek zorunda kaldığı skandalın "SEHVEN" olduğunu söylemiş. "SEHVEN" koyulan şifrenin kimsenin eline geçmediğine de bir yemin etmediği kalmış. Vallahi ben de bunları "ŞEHVEN" sevmek istiyorum ama midem kaldırmıyor dostlar. (Editör'ün Notu: "S" harfi yerine "Ş" harfi "SEHVEN" kullanılmıştır, kamuoyuna saygıyla duyurulur.)
...
Olayla ilgili ilk Sümeyye'nin medyaya yazdığı mektubu okudum ve tiyatrocuya epeyce kızdım. Kızcağıza bir laf atmadığı kalmış dedim, terbiyesiz diye de söylendim. Oyunu görmemiş bir cahil olarak, değil başbakanın kızına hiçbir seyirciye yapılmaması gereken bu saygısızlığı(!?) ayıpladım. İşin gerçeğini ve sonrasında gelişen olayları işitince de bu sefer kendimi dövesim geldi, tabi kıyamadım, yapmadım.
Tamamen oyun gereği, her akşam yapılan bir oyuncu seyirci diyaloğunu yanlış anlayan, babadan havalı, bir genç kızın hezeyanından başka birşey değilmiş olanlar. Haydi buraya kadar anladık, Sümeyye kızımıza notumuzu da verdik, olay bitti mi? Yok canım biter mi? Kültür bakanlığı kontenjanından İzmir'e vekil atanan dön baba dön Günay'ın son fetvasını duyunca, Sultan'dan yediği fırçanın ehemmiyetini pek güzel anladım, size de anlatayım.
"Ben böyle sanatın içine tüküreyim" özdeyişini argo sözlüğümüze katan başbakanın, kızına yapılan bu densizliği(!?) affetmeyeceği aşikardı. Hemen korumasından Günay'ı aramasını istedi, sonra aldı eline telefonu başladı bir bir saymaya. "Ben böyle tiyatronun içine..., biz manyakmıyız bir de bunları besliyoruz..., kapatın, satın hepsini görsünler günlerini..., alsın sanatçısnı çektirsin gitsin..." manasında birkaç özgün cümle kurdu. Durumdan vazife çıkaran bakan Günay da "Devlet Tiyatrolarını kapatmayı artık ciddi ciddi düşünmeliyiz." gibi deli saçması bir cümleyi sarfetmek zorunda kaldı. Çok masraflıymış, bak sen. Bu konunun detayları çok konuşulacak elbette ama Günay'ı şimdi biz es geçmeyelim ve onu "Biz seni adam bilmiştik be Günay ama sen ola ola bakan oldun. Sana da helal olsun." diyerek selamlıyalım. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SİBOP DEPREM |
|
Ansızın bastıran yaz yağmurlarından, yıldırım düşmesinden, şimşek çakmasından korkarım. Ancak, bir kıyaslama yapacak olursam deprem korkum bunlara üstün gelir. Aslında bunun çok anlaşılabilir bir nedeni var. Küçük bir çocuktum: Bir gece kan uykudayken ablam kolumdan çekip kaldırdı beni. Bedenim uyku ile uyanmak arasında gidip gelirken duvarlar sallanıyordu. Mutfak rafındaki çanaklar, cam kafesindeki çalar saat yere düştü. Annem korku dolu bir sesle zifiri karanlık evin içinde "Zelzele oluyor, Çabuk avluya çıkın," "diyordu. Karanlık odaları geçene, kapıları açıp dışarı çıkana kadar da zaten bitmişti. İçimde yaşamım boyunca kocaman bir korkuyla dolaşmamı sağlayan 1970 yılı Gediz Depremiydi. Yaklaşık olarak 6 saniye süren depremde 1086 kişi ölmüş ve a 1260 kişi yaralanmıştır.
Egede yaşayanlar bilirler. Her yıl birkaç irili, ufaklı yer sarsıntısı mutlaka olur. 1981 yazında Demirci'ye sınavlar için gitmiştim. Gediz depremi sonrasında kurulan İşidüştü Mahallesinde bir evde dört arkadaş kalıyorduk. Sabaha yakın uykumun içinde önce bir oğultu duydum. Sonra bütün ev sallanmaya başladı. Korku ile yataktan fırladım. "Arkadaşlar kalkın. Deprem oluyor, uyanın," diye bağırdım. Olursa olsun boş ver. Git yatağına yat dediler. Kocaman açılmış gözlerle, çaresizlik içinde kendimi dışarı attım. Baktım ne gelen var ne de yatağından kalkan. Çaresiz tekrar içeri girdim. Ama bu korku ile uyumama imkan yoktu. İşin aslını bizimkiler uykuya kanıp uyanınca öğrendim. Meğer bu küçük ilçe birkaç haftadır her gün beşik gibi sallanıyormuş. Bu durum ben ordayken de haftalarca azalarak bile olsa sürdü. Ne gazeteler tek bir satır yazdı, ne radyolar tek bir kelime söyledi.
İnsanın şaşılacak kadar güçlü bir uyum yeteneği var. Birkaç gün sonra ben de diğer arkadaşlarım gibi Demirci'de her gün yaşanan bu küçük depremlere alıştım. Onlar gibi tepki göstermez hala gelmiştim. Karabüklü Fahri memleketten yeni gelmiş ve depremlerden henüz haberi yok. Sanıyorum ki ev arkadaşları da bir şey söylememiş. Her gün yaptığımız gibi Demirci Çereşe Meydanındaki Kadir'in kahvesinde (Örnek Kıraathanesi) pinekliyoruz. Arkadaşlar birkaç masa kurmuş king oynuyorlar. Nedim Hoca da bir masaya takılmış gençlerin oyununu izliyor.
Acayip bir sıcak var tam öğle üzeri… Kahve aniden sallanmaya başladı. Fahri hemen oturduğu yerden fırlayıp önce kendini dışarı attı. Sonra kahvenin kapısına geri dönüp;
- Hocam kaçın çabuk, kaçın deprem oluyor.
Nedim Hoca'nın dünya umurunda değil.
- Boş ver olsun. Birazdan geçer.
Gözleri kocaman. Şaşkınlıktan dili peltekleşmiş,
- Hocam, ölürsün, kaç, çabuk kaç…
- Boş ver be Fahri, nasılsa bir gün öleceğiz.
Bütün kahve kahkahadan kırılıyor, Fahri olan bitene bir anlam verememiş, şaşkın şaşkın arkadaşlarına bakıyordu. Bu Fahri'nin ilk depremi… Kahvedekiler onlarcasını görmüş, kimsenin taktığı yok. Memleketinden okula dönen herkes depremle ilk karşılaştığında aynı tepkiyi vermiştir. Ötekiler bunu bildiği için artık sadece acemiyi izleyip eğleniyorlardı. O yaz Demirci'de sürekli tekrarlanan bu depremler bazılarımızın karnının doymasına neden oluyordu desem bana inanmazsınız.
İlçede sürekli tekrarlanan ama can ve mal kaybına neden olmayan bu depremler nedeniyle bazı hayırseverler camilerde mevlit okutup öğle namazı sonrasında ilçe sakinlerine yemek veriyorlardı. Hangi camide mevlit okunacağı ve hayrına yemek verileceği bir gün önceden duyuruluyordu. Öğrenci hem uyanık, hem de sürekli açtır. İçimizdeki bazı uyanıklar bu fırsatı değerlendirmek için balıklama atlamışlar. Mevlit için camiye gitmeseler bile yemek zamanı avluda bulunarak günlerce karınlarını doyurmayı başarmışlardı. Her gün yumurta ile karnını doyuran biri için keşkek, etli nohut, pilav ve üzüm hoşafı ziyafet sayılmaz da nedir?
O küçük depremler neredeyse bütün yaz boyunca sürdü. Hiç kimseye, hiçbir eve zararı dokunmadı. Neden gerçekleştiği ile ilgili bir araştırma yapıldı mı bilmiyorum. İçimizde bütün sorulara bilimsel açıklamalarda uydurmaya hevesli bir sürü ateş gibi öğrenci vardı. Deprem hakkında bilimsel açıklama bizim eve Sedat'ın ağzından ulaştı. Demirci karpit kayalıklarından oluşan kocaman bir zeminin üzerinde oturuyormuş., Yer altı sularıyla karşılaşan karpit kayalıkları çok büyük miktarlarda oksijen gazını açığa çıkarıyormuş. Bizim deprem sandığımız sarsıntılar aslında bu gazın zaman zaman yeryüzüne çıkmasıyla oluşuyormuş. Yani yaşadığımız deprem değil bir sibop olayıymış.
Siboplu açıklama çok tuttu ve bütün arkadaşların diline yapıştı. O yaz artık her türlü sarsıntıya sibop der olmuştuk. Makarnayı süzerken bile tencereyi sallasana diyeceğimize, tencereyi sibopla bakalım diyorduk.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu ÇOCUKLAR BİR BİR ÖLÜRKEN...SADECE SUSUYORUM |
|
Suskunluk susuzluk gibi. Susuyorum susuyorum...Oysa konuşmak lazım. Bir avuç dolusu kelimeleri ardarda sıralayıp dolu dolu konuşmak lazım. Sustukça susturulup daha çok susuyorum. Dilim damağım kupkuru, susarken dişlerimi de sıkı sımsıkı kenetlemişim kendime. Ama konuşursam da biliyorum ruhumda oluşan yara bereler zehrini akıtacak, sözcüklerim büyük harflerinden yoksun sıralanacak öç alırcasına...
Dünya dursa, öylece kalakalsak.
Bahara çiçeklere karışayım diyorum olmuyor, iki çocuğun gülümsemesinde kaybolayım diyorum olmuyor, kulaklarımı tıkayayım sağır numarası yapayım, gözlerime bantlar yapıştırayım okumayayım, görmeyeyim diyorum olmuyor. Hayat hergün garip, kızgın, iğrenç, kötü, acımasız, umutsuz onlarca haberle doluyor beyin evime. Sabaha uyanan bedenim can evinden vuruluyor. Ben içime dolan kurşunların yerini bile bulamıyorum. Parmaklarım acıyor sanıyorum kalbim kanıyor. Ben doğduğum, doğrulduğum memleketimden uzak kaldıkça, ondan uzaklaşamayan ruhumun her geçen gün delik deşik olan haline acıyıp acıyıp tükeniyorum. Birileri bana gazete okumayı yasaklamadan önce içime dolup taşan öfkeden kurtulayım...
Medine Memi, seni tanımıyorum. Yaşasaydın da tanıyamazdım ama neden ruhun dolaşıyor benim ruh evimde? Bileklerin yara bere içinde soğuk bedenin dokunuyor ellerime. Bir tek gözlerinde ışık var, yapma diyen son bir kelime kalmış göz bebeklerinde. Yapma, bana kıyma diye yüzüne binbir umutla baktığın baban, deden her kimse sana acımamış. Suçun, cezan, doğumun, ölümün hep başkalarının elinden...Sen sana ait bir yaşamı hiç yaşamamışsın. Senin yaşındayken ben yüzümde bir gülümseme içimde hala bir umutla dolaşan bir gençtim. Sen artık unutulmaya mahkum bir masumsun. Çünkü sen namus denilerek örtbas edilen cinayetlerden birinin kurbanısın. Elini tutuyorum, belki ısıtırım da toprağın altındaki cansız bedeninden sıyrılıp dirilrisin diye. Ama nafile artık sen de bir ana yüreğini yakıp geçen evlat acısısın.
(http://gundem.milliyet.com.tr/-ben-neden-kendimi-oldureyim-/gundem/gundemdetay/29.03.2011/1370619/default.htm)
Fırat, kimsin, kimsesizsin. Dokuz yaşında diyorlar ama daha küçük bir surat var karşımda, fotoğrafında küçücüksün. Ölümün vahşi, ölü bedenin paramparça. Hırçınmışssın, yaramazmışsın, bıçak çekmişssin...Tüm bunlar senin 9 yaşında ölü bir çocuk olmana değer miydi? Yanlış ilişkilerin, yanlış insanların arasında yeşeremeyen bir ağaçtın, şimdi toprağa karıştın. Kanım dondu, aklım almadı. Bir çocuk neden parçalanır, bu kadar kolay mı can alıp, cana kıymak. Vahşetin ortasında çukura düşmüş gibiyim. Burası karanlık ama çıkmak da istemiyorum. Kafamı uzatsam kan kokusu yayılıyor. Çnsanlar vampirlere dönüşmüş, tüm gülümsemeler yalan...Çocukları parça parça kesen katiller dolaşıyor etrafta.
(http://gundem.milliyet.com.tr/vahsetin-sebebi-de-cinayet-kadar-vahsi/gundem/gundemdetay/29.03.2011/1370514/default.htm)
Adı Olmayan Çocuk, çocuğun olsun ister misin? Çocuğun olup senin bu yaşadıklarını yaşasın? Sen çocukluğunun orta yerinde çocukluğundan çalındın. Çoluk çocuklu çok adamlar başkalarının çocuklarına çok kötü şeyler yaptılar. Erkek olma da kurtarmadı seni. Kadını, kızı bir kalemde harcayan zihniyet senin küçük masum bedenine de zehrini akıttı. Korkmalıyız onlardan, zehirlerini kendi bedenlerinde hapsedip yaptıklarının hesabını bir bir sormalıyız onlara.
(http://gundem.milliyet.com.tr/silopi-yi-kemiren-suphe/gundem/gundemdetay/29.03.2011/1370590/default.htm)
Ahmet, Dilruba, Türkan, siz şeker çocuklar…bir şeker uğruna ölüm çıktı karşınıza. Çocuklarınıza şeker yedirmeyin, sevdirmeyin şekeri. Bir şeker uğruna tanımadığı adamların evine yollamayın. Bir bayram da şeker yemesin çocuklar. Bırakmayın, yanınızdan hiçbir yere ayırmayın. Bu nasıl caniliktir. Biri bana anlatsın.
Bütün bu canlara kıyan bu adamlar, bu kadınlar vicdanları, kalpleri yerine taş mı, demir mi taşıyor. İnsan yüreği nasıl dayanır bu vahşete. Benim yüreğim okumaya, bakmaya dayanmıyor. Benim yüreğim aldı başını gidiyor. Can evimde, ruh evimde ayrı ayrı kalabalıklar. Sabaha çok çok var, ama gece yine kendi vahşetini örtecek yıldızların üzerine. Bilinmeyen bir yerlerde birşeyler olacak korkusuyla uykuyu esir ediyorum. Hiç uyumasam, hiç kırpmasam gözümü, içimdeki ana yüreği ile kocaman sarasım var yaralarını. Birileri sesimi duysa, birileri birşeyler yapsa da çocuklar ölmese…
"bu canileri bizim caniliği cezalandıramayan adalet sistemimizle, cahilliği eğitemeyen eğitim sistemimiz yarattı...bu çocukların ardından ne kadar dua okusak da onlar geri gelmeyecekler"
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan ARA VERMESİNİ BİLİN |
|
Hayata dair yürüyüşümüz son nefesi verene dek sürecek. Bunu yaparken yaşananlar bize her gün farklı açılımlar kazandırıyor. Hayata engebeli ya da engelli bir koşu da denebilir. Bu, kendi isteğimizle gelmesek de ömür denen şey bize biçilmiş bir giysi gibidir. Ölçüyü iyi alamadığımız ya da yanıldığımız anlarda yaşadıklarımızı yok etmede sıkıntıya düşeriz. Çözüm bulmada zorlanırız. Bazen de inatla yanlış ölçülü giysiyi ya da ayakkabıyı giyerek kendimizi hırpalarız.
Oysa böylesi durumlarda uzmanların tecrübelerine ve görüşlerine kulak vermek gerekir. Sıkıntıyı giderme konusunda Montaigne her ne kadar bize kitap okumayı önerse de, o an okuyacak bir kitap bulamayabiliriz; başka bir ifadeyle kitap okuyan birisi olmayabiliriz. O zaman gelin, aşağıdaki önerilere kulak verin ve sıkıntının yol açacağı daha acı durumlarla karşılaşmayın.
Şimdi dışarıya çıkın ve açık havada kısa bir yürüyüş yapın.
Sıkıntı duyduğunuz durumlarda, ara vermesini bilin. Bu sizin olaylara farklı bir perspektiften bakmanızı sağlayacaktır. Örneğin, eşinizle problem mi yaşadınız ya da müdürünüz moralinizi bozacak şeyler mi söyledi; ani tepkilerden kaçının, bir ara verin, etraflıca düşünün ve öyle harekete geçin.
Bununla birlikte, sürekli çalışmayın, ara vermesini bilin. Baltanızı bilemeden yeni odunlar kesmeye kalkmayın. Aşağıdaki öykü size bu konuda yardımcı olacaktır.
BALTAYI BİLEMEK
Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırıyormuş. Akşamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyormuş. İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar. Sonuç: İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş. Birinci adam öfkelenmiş:
- Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken işe başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne?
İkinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş:
- Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin bir baltayla, daha az enerji harcayarak daha çok ağaç kesilir.
Kendimizi geliştirmek, baltamızı bilemektir.
Kendimize zaman ayırıp, yaşamımızı objektif bir bakışla gözden geçirmektir. Zayıf bulduğumuz alanlarımızı geliştirmek için çaba göstermektir. Bu zihnimizin, ruhumuzun karakterimizin güçlenmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Delphi'deki ünlü tapınakta Sokrates'in şu sözü yer alır: "İnsan Kendini Tanı"
Kendini tanımak, şu anda olduğumuz noktayla olmak istediğimiz nokta arasındaki yoldur.
Kendini tanımak, kendimizi nasıl gördüğümüz ile başkalarının bizi nasıl gördüğü arasında açı olmaması anlamına gelir.
Gerek bireysel yaşamda gerekse iş yaşamında başarılı, mutlu ve doyumlu olmak istiyorsak, baltamızı bilemek için kendimize zaman ayırmalıyız...
Özün özü: "Çalışacağım ve kendimi hazırlayacağım. Ve bir gün şans kapımı çalacak."
Abraham LINCOLN (Eski A.B.D. Cumhurbaşkanı)
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana Evli kadınla birlikte olmanın avantajları |
|
Evli kadınla birlikte olmanın avantajları nelerdir tesadüfen öğrendim...
Evli kadınla birlikte olmanın avantajları nelerdir?..
Bir kaç beyefendi oturmuş, kadınlarla ve kızlarla olan ilişkilerini konuşuyorlardı.. Birisi kızlarla olmanın avantajlarını anlatıyor bir diğeri de evli kadınlarla birlikte olmanın avantajlarını sıralıyordu ki daha fazla dayanamayıp;'' izniniz olursa sohbetinize katılmak istiyorum.'' dedim ve kendimi tanıttım.. Evli kadınlarla birlikte olmanın avantajlarını sıralayan beyefendiye dönüp; ''az önce söylediklerinizi tekrar eder misiniz?'' diyerek bir ricada bulundum..
''Hay hay, lafı mı olur'' deyip, evli kadınla birlikte olmanın avantajlarını maddeler halinde sıralamaya başladı.. Valla ne yalan söyliyeyim ki hiç de hoş olmayan duygular içinde dinleyip not aldım..
Evli kadınla birlikte olmanın avantajları:
1 - Asla evlilik gibi salak saçması bir talepte bulunmaz.
2 - Ne istediğini bilir, naz yapmaz.
3 - Erkeğin ne istediğini gayet iyi bilir ve isteklerini yerine getirir.
4 - Asla boş konuşmaz ve sizi yormaz.
5 - Masraf ettirmez, en ucuz tarafından ilişkinizi yaşarsınız.
6 - İstediğiniz zaman bir yolunu bulur ve istediğiniz yere gelir.
7 - "Acaba hamile mi?" sendromu yaşamazsınız, hamile olsa bile ucu size dokunmaz.
8 - Doğum gününü hatırlamasanız bile umurunda olmaz.
9 - Çenesi düşük olmaz çünkü eşini bıktırdığı gibi sizi de bıktırmak istemez.
10 - Sizi seks için kullanır ama bu erkek olarak işinize fazlasıyla gelir...
- Demek oluyor ki siz erkekler, evli kadınlarla olan ilişkilerinizde 10 maddeden oluşan bir avantaj listesine sahipsiniz öyle mi?
- Bu kadarı erkek milletine yeter de artar bile Rana Hanım.
- Peki, evli kadınlarla birlikte olmanın dezavantajları var mı?
- Olmaz olur mu efendim, her zaman diken üstünde durur ve üç buçuk atarsınız.
Evli kadınlara ibret olsun bu yazılanlar diyorum başka da bir şey demiyorum.
''Melekler Yüreğinizden Öpsün''
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 11 |
|
Büyük sigorta şirketinde, her yerde olduğu gibi farklı kültürlere, farklı bilgi ve beceriye sahip insanlar çalışıyordu. Benim bulunduğum bölümde de güzeli çirkini, iyisi kötüsü, akıllısı aptalı her türden personel vardı. Bazılarına içim ısınmıştı ama bazılarından bana ters gelen davranışlar yüzünden uzak durmaya çalışıyordum. İçlerinden biri vardı ki ben ömrümde böyle yılan birini görmedim. Saçlarını sarıya boyatmış, patlak gözlerine yeşil lens takmış, kısacık boyu olan bu kız, sadece bana değil herkese negatif enerji veriyor, durduk yerde insanlara problem çıkarıyor, koca dişleri ile konuşurken sanki zehir saçıyordu. Kimse onu sevmediğinden öğle aralarında ya yalnız dolaşıyor ya da stajyer öğrencilerle takılıyordu. Bazen ona acıyordum, koskoca şirkette yapayalnız olması hiç hoş değildi. Fakat, saçma sapan nedenlerle birisiyle saygısızca dalaştığında acıma duygularım yok oluyor yalnızlığı hak ettiğini düşünüyordum. Öğle aralarında konuştuğum başka bir kadın ise hayat sohbetlerinin içinde durmadan küfür ediyordu, ağzı çok bozuktu. Oysaki ben bu kadını aklı başında, asla küçük düşürücü sözler söylemeyen, hatta 'günah' kavramını her daim ağzında dolaştıran biri zannetmiştim. Uzun boylu sarışın ve kaba yüzlü başka bir kadın ise şirketi kötüleyip duruyor, maaşını çok az bulduğunu, özelde çalıştığı taktirde daha fazla maaş alabileceğini söylüyordu. Aslında bunda haklıydı, çünkü ben de üniversite mezunu olarak asgari ücrete yakın bir maaş alıyordum. Geç saatlere kadar kaldığım mesailer de sayılmasa bu maaşla çalıştığım için eşeklik ediyor olacaktım. Öyle ki liseden sonra iş hayatına atılan arkadaşlarım üniversite diplomaları olmadığı halde benden iki kat daha fazla maaş alıyordu. Bu büyük bir haksızlık değil miydi? Aynı yaşta olduğumuz bir kız da yeni evlenmişti ve cicim ayları geçer geçmez ortaya çıkan sorunlara üzülüyordu. Kayınvalidesini sürekli anlatıp yargılayan bu kızın, küçücük şeyleri sıkıntı yapmayı bırakıp, başka evliliklerdeki çok büyük sorunları bir gün görerek kendi haline şükretmesini içimden diliyordum. Masamın çaprazında oturan Tayfun, değişik biriydi. Sanki her sabah yatağından zor kalkıp eşinin sayesinde ite kaka hazırlanıyor, zor yetiştiği servisle uyuyarak ofise geliyor, iş saatinde zerre kadar çalışma isteği olmadan zaman geçiriyor, saat beşe kadar olan vaktini burada boşa harcıyormuş gibi davranıyordu. Telefonda arayan müşterilere bazen cevap vermek istemediğinde onun sigortacılık bilgilerinden şüpheleniyordum. Bilgisayarında komik resimler çiziyordu. Bir gün çizdiği koca kafaları odasından gören müdürümüz onu uyarmakta gecikmemişti. Bana tuhaf gelen şirketin güzelim öğle yemeklerini yemek istememesiydi. Çok zengin değildi, her gün cebinden para ödeyerek yemesi, eminim ki aldığı komik maaşı iyice eksiltiyordu. Yemekhanenin yemeklerinden şimdiye kadar kimse zehirlenmediğinden onun yaptığı bence büyük bir gevezelikti. Çalışma hırsı olmayan Tayfun, benim bilgisayar yeteneklerimi gördüğünde benden destek almaya başladı. Bilgisayarla ilgili bir şeye takıldığında yerimden kalkıp yanına gidiyor, anlatıyordum. Excel tablolarında başarılıydım ve onun da bu programı öğrenmeye ihtiyacı vardı çünkü aylık rapor düzenliyordu. Onun hazırlaması gereken bu raporları zamanla ben düzenlemeye başladım. Bölümde davranışlarını tuhaf bulduğum Soner, sinir bir tipti. Varyemezin ötesinde, sadece kendini düşünen, çıkarcı, doyumsuz biriydi. Bir kutlama ya da gelen misafirin getirdiği ikramlıkları avuçlayarak alır, doymazsa musallat olurdu. Bölüm içinde ortak alınacak bir şeylere asla para vermez, ama her ne aldıysak "göz hakkı" deyip bir parça koparır ya da isterdi. Gözümün önünde yaşanan bir olay, şemsiye meselesiydi. Soner, şirket reklamının yapıldığı şemsiyelere göz koymuş, bölüm görevlisinden isteyip duruyordu. Bu şemsiyeler sayılı olduğundan kimselere verilmiyordu. Yağmurlu bir akşam Soner, şemsiyelerle sorumlu olan görevliden yalvar yakar bir tane aldı. Geri getireceğine söz verdiği halde bir daha getirmedi. Bence o, çapulcunun tekiydi. Ayla ise yaşına göre çok ağır giyinen biriydi. Masası cam kenarında olduğundan oturduğu yerden bölümün tüm çalışanlarını ve kapıdan giren çıkanı görebiliyordu. Aslında buna daha çok takip denebilirdi, çünkü tıpkı pusu kuran jaguar hayvanı gibi gün içinde insanların hatalarını gözetliyor, kimseye çaktırmadan müdürün ofisine giderek ofiste olup biteni anlatıyordu. Sırf müdür yardımcılığına yükselme hayalleri yüzünden ofisin ispiyoncusu olmuştu. Onu bazen bir kartala benzetiyordum çünkü insanlara tepeden bakıyordu. Giysileri beğenmiyor, ayakkabılara mana buluyor, makyajlara laf atıyor, küçümseyici bakışlarla herkesi süzüyordu. Burnu havadaydı ve ben bir gün o kalkık ve ispiyoncu burnunun yerlere düşüp kaybolacağını hissediyordum.
Masamın karşısında oturan Berna'dan destek almak, bazen iyi oluyordu. O kadar çok bilmediğim iş terimi vardı ki ona sık sık soru soruyordum. Bu durum onu çok fazla rahatsız etmiş olmalı ki bir gün bana: "Yeter artık, müdürün odasından her çıktığında bana soru soruyorsun, farkında mısın?" dedi. Bunu söylediğinde sanki yüzüme sivri buz parçaları atmıştı. Gülümseyen yüzüm biranda dondu, yüreğim acıdı. Kendimi çok kötü hissettim, özür diledim, bir daha da ona soru sormadım. Kendi işimi daima kendim yapan ben, nasıl olur da kendimi yardıma muhtaç hissediyordum. Demek ki ortada bir sorun vardı. Elbette ki vardı; sabahtan akşama kadar koşturuyor, müdürün verdiği işleri hızla bitirmeye çalışıyordum ama müdürüm asla memnun olmuyordu. O mükemmeliyetçi bir kadındı. Zordu ve bunu daha en başta kendisi söylemişti. Yaptığım her işte kusur buluyordu, sadece benimkilerde değil, bütün personelin işini beğenmiyordu. İnsanları yargılıyordu, arkalarından konuşması yetmezmiş gibi, yüzlerine de sayıp sövüyordu. Bazen kapalı olan odasından çıkan çığlıklar, herkesi korkutuyordu. Evet, o bir müdürdü, ağırlığını koymalıydı, işi zordu, hak veriyordum ama ağırlığını koyarken herkesin kafasına taş atması da gerekmiyordu. Odasından her çıkışımda, özellikle sinirli olduğu zamanlarda herkesin bakışları üzerimdeydi. Onlar korkuyorlardı, belki de bana acıyorlardı? Ben de korkuyordum ama korkum müdüre değildi. İş değiştirmekten, güzel hayallerle girdiğim bu büyük şirketten ayrılmaktan korkuyordum.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder BÜYÜMEYECEK Mİ BU ÇOCUK |
|
Bizim büyükler savaş yıllarını, seferberliği gördüklerinden, yokluğu iyi bilirlerdi. O sıkıntılı günlerden kalma bir alışkanlıkla, hiç bir şeyi israf etmezlerdi; bir çivi, bir kâğıt parçası bulsalar, bir gün gerek duyulur diye, deliğe kovuğa sokuştururlardı.
Tabii, ikisinin birden tasarruf genelgesi uygulama memuru gibi davranması, rahmetli babamın deyişi ile evin tek yoksulu olan beni çok etkilerdi. Benden önce işler yolundaymış, son çocuk olarak yokluğu yaşamak hep bana kısmet oldu. Bu yüzden çok sıkıntı çektim. Örneğin; hiçbir giysimi şöyle üstüme kalıp gibi oturta oturta eskitemedim. Annem daha da tasarrufçuydu; o israf sözcüğüne bile katlanamazdı. Kendisine pinti bile dense yeriydi.
İlkokula başlayacağım yıldı; annemin tutumluluğu yüzünden ilk sigarayı o zaman içtim. Bir tane yassı gelincik sigarası. Daha o zamanlar ulusumuzun akciğerinin, Virginia tütününe uygun yaratıldığı tespit edilmemişti. Düyun-u Umumiye'nin kırbaç izleri de capcanlı idi popomuzda.
Annem fasülye toplarken bulduğu gelincik sigarasını uzattı:
- Buban düşürdü herhal. İçiver, yabana gitmesin.
Biricik annemi kıracak değildim ya. Ömrümdeki o ilk sigarayı öksüre öksüre bitirdim.
…
Annemin tasarrufa düşkünlüğü her alanda kendini gösteriyordu. Örneğin; sofrada israf sıfıra yakındı. "Arkanızdan ağlar, yarın ahirette karşınıza çıkar!" diye diye kırıntı bile bıraktırmıyordu.
Onun tasarrufçuluğu yiyecek içecekle de bitmezdi. Bir gün oklavalı kumaşlardan pijamalık almış. Ömrümde ilk kez pijama görüyorum, uzun yıllar giymeliyim ki tasarruflu bir evlat olayım. Baktım kollar, bacaklar, göğüs bir hoş. Bir şeyler sarkıyor. Kızlara süs yaparlar ya, onun gibi. "Bu ne?" dedim; pileymiş. "Sen" dedi, "Hep böyle mozulak gibi mi galcaksın? Yarın zevli gibi olursun. Pileleri açtıkça pijaman büyür. Üç gün giyilip yabana mı gitsin?"
…
Okula başladım, önlük dizden aşağıda. Gelen geçen şaşırıyor:
- Aaa, kızın saçlarını sıfıra vurmuşlar.
Bir yaşlı amca da kendi kendine konuşuyor:
- Hastalık bulmuştur hastalık, dokunmayın.
Annemi sormaya gerek bile yok. Onun savunması her an hazır: "Böyümüycek mi bu çocuk? Hep böyle mozulak gibi mi galcak? Bakmışın yarın zevli gibi olur; tıkas tıkas gelir. Düdük gada dikem de yabana mı gitsin?"
…
Babam da annemden farklı değil. O da tasarrufçu. Çarşıya pazara da götürmez. Nasılsa, yıllarca giyeyim diye büyükçe alacak, tasarruf olacak ya.
Tam bir bayram arifesi, geç vakit ceket, pantolon, ayakkabı geldi. Onu eleştirmek, aldığını beğenmemek gibi bir lüksümüz olmasa da, abim ürkek ürkek ayakkabılardan konuya girdi:
- Bunla aççık böyük gibi mi?
Babam kendinden emin:
- Böyük olacak tabi. Hep böyle mozulak gibi mi galacak bu çocuk? Heç böyümeycek mi? Yarın alı başını gide, zevli gibi…
Ayakkabıların her bir teki çift ayak için yapılmış ama, hiç sorun değil. Babam biraz bez parçası buldurup uçlarına, sağına soluna tıkıştırıveriyor; tamam. Gerçi onun aldığı hiç bir ayakkabının bana uymama olasılığı da yok. Dar gelirse, zaten lastik ayakkabı, ön taraftan diklemesine yarıveriyor, genişletip giydiriyor. Giydirdikten sonra "Tam tam geldi buba" yanıtını vereceğimden hiç mi hiç kuşkusu yok. "Nasıl, beğendin mi?" sorusunu sorup, her zamanki olumlu yanıtı aldıktan sonra da, bildiğimiz sözlerini keyifle yineliyor:
- Oh oh oh! Pek yakıştı, pek yakıştı! Hem bu oğlan böyle mozulak gibi galacak değil ya. Yarın bir bakmışız, zevli gibi… Oh oh oh.
…
Küçük ablam biraz cesurcaydı; ceketin büyüklüğünden palto sanmış gibi yapıp, eleştiriye başladı:
- Yaz günü palto alacağına, çeket alıvereydin ya buba.
Babamın hayatta en sevmediği şey muhalefetti; daha doğrusu, kendi deyişiyle "Bozgunculuk"tu. Hele böyle alaycı muhalefete hiç mi hiç katlanamazdı. Hayatta kimsenin kılına dokunmadığı halde, ablama, şöyle "Unufak ederim o kemiklerini!" edasıyla baktı:
- Çeket o çeket! Bu çocuk hep böyle mozulak gibi mi galacak? Yarın zevli gibi olur.
…
Sıra pantolonda. Çevreden "Elini bırak" dediler, bıraktım, pantolon yerde. Sağından solundan büzdüler, diktiler. İçinde ben pek fark edilmiyorum ama, babam hoşnut.
- Oh oh oh! Çok yakıştı, çok yakıştı!
Aslında o da durumun farkında. Aynı savunmayı yineliyor:
- Bu çocuk hep böyle mozulak gibi galacak değil ya; yarın bir bakmışız zevli gibi…
Anlaşılıyor ki, bana tam gelmeyecek giysiyi dikecek terzi daha anasından doğmamış.
…
Bu arada yaşlıca bir dilenci kadın karışmış aramıza. Telaştan farkında bile değilim. O da babamın muhalefet sevmez olduğunu biliyor:
- A be, dedi, Cüneyt Arkın'ın kopyası olmuştur bu.
Babam buna çok memnun oldu. Sırayla bizimkilerin yüzüne; "Gördünüz mü, nasıl yakışmış, bilenler nasıl biliyor?" der gibi, küçümser küçümser baktı.
Bu arada dilenci kadın da yüz buldu ya, çenesi açıldı:
- Bey amca, dedi. Çok yakışmış da, kumaşı az bol mu tutulmuş ne; içinde şopar görünmez.
Sen söyler misin bu sözü? Bir "Defoooll!" yankılandı ki, kadın adeta ışınlandı. Babam savunmada:
- Büyümeyecek mi bu çocuk? Hep böyle mozulak gibi mi galacak?
Bir yandan da arkasından kadına bağırıyor:
- Ne anlarsın sen!
…
Pantolonun paçasını sıyırıp çoraplara baktım, topukları baldırımda. Ama o kadar
olacak artık. Hep kozalak gibi kalacak değilim ya. Büyüyüverirsem, giysilerim yabana mı gitsin?
…
Aradan kırk yıla yakın bir süre geçti. Kozalak gibi kalmadım gerçekten; ama kurak yerlerde yetişen selvilerle bir benzerliğim olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-8
*- Ne günlere kaldık! Ortalık horozu olmayan çöplük ve çöplüğü olmayan horozlarla doldu. Açılım maçılım dedikleri bu idi herhalde!
*- Kendisini sevmeyen kişi başkasını nasıl sever?
*- Büyük beyinler her daim görülmez. Bir toplumda bir dönem ortaya çıkarlar, sonra kaybolurlar. Ortaya çıktıkları dönemde onları, bazı toplumlar başa getirirler, bazı toplumlar ise zindanlarda çürütürler.
*- Sırlarla dolu bir evrende hiçbir sırra vakıf olmadan yaşamak en büyük fakirliktir.
*- Zaferin kolayının yenilgiden farkı ne?
*- Politika, yalanın yalan olmadığına kitleleri inandırma sanatıdır.
*- Harekete geçemiyor musun, el frenin yani korkun çekili olmasın!
*- Çocuklarınıza ağaca çıkmayı öğretmeden önce, ağaçtan nasıl inebileceğini öğretin. İnişler çıkışlardan daha çok hüner ister.
*- Kadını çözmeye çalışacak kadar aptal değilim. Çünkü buna ömür yetmez.
*- Kadınlar güçlü erkek isterler, ama kendilerine karşı değil.
*- Evi terk eden her erkek, arkasında acımasız bir kadın bıraktığını düşünür.
*- Herkes açık sözlü insanları sevdiğini söyler, ama hiç kimse onların sözlerine tahammül edemez.
*- Ülke savunmasında süngünün çizdiğini kalem; kalemin çizdiğini ise ancak halk siler.
*- Nasihat etme, küçük küçük hatalar yapmasına izin ver.
*- Karar vermek hem çok zordur, hem de çok kolaydır. Zorluk ve kolaylık kararların kendimiz için mi, başkaları için mi olduğuna göre değişir.
*- İyi bir seçim yapabilmen için, kötü seçimin ne olduğunu bilmelisin.
*- Takdir edilmeye, övülmeye aldırış etmediğin an, başarılarının kendin için olduğunu idrak ettiğin andır.
*- Bir kahkaha bir dilim pirzola yerine geçermiş. Boş ver bunları, ama sen gene de bir kahkaha at. Pirzola değil de bir tas tavuk suyu çorbası yerine geçse bile kazançlısın.
*- Her şans, fark etmediğimiz bir çalışmamızın ürünüdür.
*- Büyük olaylar büyük adamları yaratır; büyük adamlar da büyük olayları. Küçük adamlara da büyük olaylar ve büyük adamlarla övünmek, ya da onları kötülemek kalır.
*- Damla damla akan suyun gücünü küçümseyen kaya, oyulduğu zaman gerçeği fark eder, ama artık yapacak bir şey kalmamıştır.
*- Aklındaki sınırları kaldır. O zaman hayatın bak nasıl da değişecektir.
*- Bilgim bildiğim kadarsa, bilmediğimi nasıl bileceğim?
*- Bilgi, cehaletin katil çocuğudur.
*- İyinin ne olduğunu sorgulamaktansa iyiyi yaşamak gerekir.
*- Kötüler, ahlaksızlar en üst makamlarda diye üzülme. Baksana doğada da en hafif şeyler en üstte. Rüzgar bir kağıt parçasını göklere çıkarıyor, ama demir hep yerde.
*- "Deniz olmayan yere liman yapanlara, nehir olmayan yere köprü yapanlara" ne denir? Deli mi dediniz?... Haberiniz olsun, siyasetçilere hakaretten yargılanabilirsiniz.
*- İyi bir makam elde edersen, ya da çok zengin olursan bil ki, akbabalar bile dostun olur. Çünkü onların dirinden de ölünden de elde edebilecekleri bir şey mutlaka vardır.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kaş Yapayım Derken - 1 |
|
Sevgili dostlarımız kararlarını verdiler, bundan kelli şu İstanpolis'in sıkıntılarını bir kenara atmak, hayatı daha yavaş yaşamak üzere rotayı başka yere çevirdiler. Bir süre benim de pek sevdiğim Datça'yı denediler ama göz çıkardılar. Geçen yılın sonunda bu kez Kaş yapalım dediler. Epeydir gitmeye niyetlenmiştik ama kısmet olmamıştı. Nihayet, geçen hafta denk geldi, çıktık yola. Dokuzyüz küsür kilometre yolda verilmeli mola. İstanpolis nerede, Kaş nerede ? İkiye bölersek ne ala, yoksa lazım yedek şöför Mualla. Öyle de yaptık; ikiye böldük yolu, tersten çarptık. Geçen haftaki "YeGeSe" yazımı sizler okurken ben yolu yarılamıştım bile. Devrisi sabah Kaş'a gitmek üzere, üstelik her daim yaptığımız üzere, yeni yollar denemeyi getirdim dile. İzmir'e dönüp Aydın otobanı ile paşa paşa gitmenin neresi çile ?
Belki bilirsiniz; genellikle bir ilçe ve/veya kasaba merkezine geldiğinizde ana yol, bir ok işaretiyle merkezin dışına verilir. Ancak; kazara merkeze dalarsanız, çıkışta yine ana yola bir şekilde bağlantı mevcuttur. Sakın siz ola beri gele, dalmayın Alaşehir'den geliyorsanız Sarıgöl'e. Çıkışta; Denizli yoluna bağlanmak her babayiğitin harcı değil ona göre. Çiftçi bir ailenin bahçesinde aldık soluğu. Öğrendik ki; "Red Globe" denen üzümü yetiştirirlermiş sofralara. Üzüm, üzüm değil, Holstein inek mübarek. Bir dönüme 4-6 ton verim. Ehhh, böyle üzümü ben de yerim.. Ege insanının izzeti, ikramı derken dediler ki :
"Dozer geldi, o yolu düzeltti. Dönmeyin gerisin geri, gidersiniz canıııım.."
Az gittik, uz gittik, dere tamam da tepe gidemedik. Geri dönmeyip bu kadar gelmişiz bir kere ve fakat arabanın altı vuruyor yere. Sinirleri gere gere, arabanın altı yara bere, bağlandık çok şükür önce Buldan barajına sonra da Denizli yoluna, kumunu sere sere. Geride; dost kahvelerini yudumladığımız üzüm yetiştiren çiftçi ailesi kalmıştı. Önde ise; yola çıktığımızı bilen ve "Nerelerdesiniz, kaç saat yolunuz kaldı ?" diye soran dostlarımız.
Denizli, Acıpayam derken geldik Çavdır'a. Haritayı bilenler bilir; gerçekten bu yoldan Kaş'a, göz çıkartmadan gitmek pek zor zenaat. Sekiz tane seçenek, acep nereden gitsek ? Siz; içinizdeki maceracı sizi aşmayın, İzmir-Aydın otobanından şaşmayın. Labirent yolların en kötüsünü seçmişiz velhasılı. Barış Manço'dan; "Dağlar dağlar" eşliğinde bir iniyoruz dağlardan, bir çıkıyoruz tepelere. "Dolana ay dolana, dolana..." eksik sadece. Sanırım en güzeli Neco'nun; "Gide gele, ine çıka, sağa sola, döne döne, gide gele, ine çıka, dön dön dur..." şarkısı...
Gözleme istedi canım, yani hayli açım. Ve fakat yörüklerin diyarında gözleme ne mümkün ? İnadım inat, tutturdum gözleme yiyeceğim diye ama bu inat niye ? Son dönemeçte Kemer diye bir köyden salınırken aşağı, bir tabela gördüm "Gözleme-Ayran" yazıyordu basbayağı. Gaz pedalından çektiğim gibi ayağı, eridi sanki içimin yağı.
"Gözleme yok ama vaktiniz varsa 30-40 dakikada yaparız" dedi karısının da onayını alarak. Vaktimizin olmadığını anlayınca da; "En hızlısı, tavuğun altından şimdi alınmış kadar taze yumurta ile bir sahan ve yanına köy peyniri" dedi. Doğma büyüme Kemer köylüsü ile bir sohbet, bir muhabbet. Yetiştirmediği meyve yok sanki. Dağlardan inen o güzelim su, hayat veriyormuş meyvelere, sebzelere. "Anadoluyu Vermeyeceğiz" diye bir hareketin içindelermiş ve Ankara'ya yürüyeceklermiş. Proje ile; o güzelim suyu borulara alacaklar, köylüleri de abone yapacaklarmış. Hes doğrusu..! Yedi köy birden direnmiş, "Heeeyt !" deyince, geri dönmek zorunda kalmış enercisi tükenen heyet.
"Bu ağaca nasıl sarılmış bu asma ?" deyince; 35 yıllık ve sadece oralara has "Gül Üzümü" olduğunu söyledi. "Alt bölümdeki üzümlerden şarap, üsttekilerden pekmez yaparsın" demeyi de ihmal etmedi. Altmış adet fidan dikmiştim 3 sene evvel, 2 tanesi tutmamıştı. Sevindirik oldum, zira; Gül Üzümü fidanı Kemer köyünden, Red Globe fidanı Sarıgöl'den. Ekmek elden, su gölden, bastım gaza hafiften. Kasaba denen yeri de geçtik, Meis Adası'nın arkasından batan akşam güneşi için Kaş'a yetiştik.
Kaş yapayım derken göz çıkartmadan dönmek gerek İstanbul'a...
Lakin siz söyleyin; böyle manzara nasip olur mu her kula ..?
Ufukta Meis Adası, önde; ailece Çukurbağ Yarımadası, anası, babası,
Böyle batacaksa güneş, elbette şair olur Gökseki köyünün Ali Dayısı...
Devam edecek...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BÜYÜKLERİM
Ben öldürüldüm büyüklerim
Dünyanın bir yerinde
Ya da bin yerinde
Alıp verecekleri bir hesap yüzünden
Ya da alıp veremedikleri yüzünden
Ben öldürüldüm büyüklerim
Daha üç yaşında bile yokken
Bomba değdi tenime
Siz bomba nedir bilir misiniz
Siz ölümü bilir misiniz
Ben öldürüldüm büyüklerim
Pencereden bakarken acıya el sallarken
Ninni dinlerken
Büyüdünüz siz değil mi büyüklerim
Öldürülmeden
Ben öldürüldüm
Daha üç yaşıma bile girmeden
Oyun nedir bilmeden
Kanla tanıştım büyüklerim
Pencereden kuş uçuyordu size
Ruhum cansız bedenimden giderken
Masa başında halledin siz
Dünya meselelerinizi
Artık ben öldüm öldürüldüm
Adımı milliyetimi ırkımı bilen var mı
Siz benim anamı babamı bilir misiniz
Bomba değdi tenime
Ben öldürüldüm büyüklerim
Daha çocuk olmadan
Haberiniz duyanınız var mı
Büyüklerim
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Toplam 7886 imajın birleştirilmesiyle oluşturulan 80Gb olarak tanımlanmış bir fotoğraf görmek isterseniz http://www.360cities.net/london-photo-en.html . Londra'dan bir bölge için hazırlanmış olan bu fotoğraf çalışması gerçekten takdire şayan bir emek ile gerçekleştirilmiş. Çalışma 360° yani panoramik olarak hazırlanmış. Çalışmanın en güzel tarafı zoom yaptıkça detayları net olarak görebilmeniz olmuş. Arabaların plaka numaralarından, okunan gazetenin başlıklarına kadar yaklaşabiliyorsunuz. Oldukça büyük olduğu için zoom yaparken biraz sabırlı olmalısınız. İyi seyirler.
Cep telefonunuza mp3 seçip zil sesi yaparken kullanabileceğiniz online bir uygulama tavsiye ediyorum. Diyelim ki bir mp3'ünüz var ve sadece 8.sn ile 21.sn arasını kullanmak istiyorsunuz. Öncelikle http://cutmp3.net/ web sayfasına giriyorsunuz. Open mp3 kısmından istediğiniz parçayı yüklüyorsunuz. Başlangıç ve bitiş noktalarını belirleyip isterseniz parçanın son durumunu dinliyorsunuz. Cut tuşuna bastığınızda hazırladığınız parçayı bilgisayarınıza kaydedip, dilediğiniz ortamda kullanabiliyorsunuz. Gördüğünüz gibi bu uygulamayı kullanabilmek için uzman olmaya gerek yok. İyi eğlenceler.
Türkçe ya da altyazılı film indirmek ve seyretmek için http://www.htfilmindir.com/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Sağlam bir arşive sahip olan bu yapıda onlarca ve hatta yüzlerce film var. Detaylı anlatmaya gerek yok, her açıklama bu web sayfasında anlatılıyor.
Her türlü film, müzik, resim, oyun ve daha fazlası için orta seviye bir kaynak http://www.somurgen.com/ . Birkaç inceleme yaptım, gerçekten çok faydalı bilgiler ve sağlam kaynak dokümanlar mevcut. Hatta dil ya da program öğretimiyle ilgili kaynaklar bile var.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|