|
|
|
Editör'den : HAYAL TACİRLERİ!.. |
Merhabalar,
Bu adamın eli öpülür arkadaş. Milleti sol köşeye yatırıp topu sağ doksana takma becerisini bu denli başarıyla gösteren biri bulunabilir mi bilmiyorum. Seçim öncesi makul projeleri bile tartışmaya açan, hatta bunların arasındaki en masum aile sigortasını bile "hayal" olarak niteleyen adam çıkıyor, İstanbul'u üçe bölüp ikinci boğaz yapmayı vatandaşa yutturmayı, gündemi değiştirmeyi, derdi tasayı unutturup, şimdi başlasa onbeş yıldan önce hayata geçmeyecek bir hayalin peşine bizi takmayı becerebiliyor. Ver elini öpeyim be Recep.
Dünyaya Türkiye'yi heykel yıkan ucubeler olarak tanıtan, Marmaray'ın gecikmesini çıkan "çanak çömlek(!?)"e bağlayan, sekiz bin yıllık tarihi dokuyu yok etmeye dünden razı, "Analarımız kutsaldır" diye Kılıçdaroğlu'na laf sokarken kendisinin "Ananı da al git" dediğini unuttuğumuzu sanan bu adam, Karadeniz'i Akdenize'e bağlamayı becerse ne yazar sorarım.
Bütünüyle, beyin damarlarımıza baskı yapıp bizi felç etsin diye açıkladığı büyük hayalin olabilirliğine kendisini inanıyor mu bir sormak lazım. Benim yapılamaz şerhimin nedeni, ne maliyeti, ne teknik yetersizlik ne o ne bu. Ben işin anlamsızlığını 2 saatte anladım, size de anlatmak boynumun borcu.
İlk argüman, mevcut Boğaz'ın trafiğini azaltmak. Bunun için, Boğaz'ın ortalama altıda biri genişliğinde, ancak 1 geminin tek yönde hareket edebileceği, Boğaz'dan 15-20 km daha uzun bir kanal "hayal" ediliyor. Kanaldan geçiş paralı olacak, oysa Boğaz'dan geçiş, deniz taşımacılığı normlarına kıyasla, bedava. Geçecek olan gemi, zamandan mı, maliyetten mi tasarruf edecek bir düşünelim bakalım.
Mevcut antlaşmalarda değişiklik yapılmadığı sürece Boğaz'ı geçişe kapatmak mümkün olamayacağına, uluslararası su yolu statüsünde olacak bu kanalın kullanılmasını zorunlu hale getirecek bir hukuk ta olmadığına göre, gemileri kanalı kullanmaya nasıl zorlayacaksın diye sorarlar adama, cevap veremez. Antlaşmalar revize edilebilir diyenlere de ayrıca sormak lazım, "Haydi biz keriziz yeriz, peki diğer memleketler de bizim gibi keriz mi?"
Bu işin oluru yedi düveli iknadan geçiyor anlayacağınız, sizce "Van minut" diyerek bu işi kotarmak mümkün mü?
Trakyanın en verimli tarım alanlarının içinden geçecek bu kanalın hangi tarımı nasıl iyileştireceğini de sormak lazım tabi. Kayıtsız şartsız biat etmiş bir gerizekalı partiliye sorar aynı soruyu muhabir, cevap "Sulama artacak dolayısıyla verim de artacak." olur. Şaşkın, kanalı su kanalı zannetmiş zahir. Durumu anlayınca "Belki yanında dikine geçen su kanalları da vardır projede." diye kazı çevirmeyi de ihmal etmez.
Çıkacak onca hafriyatı başbakan ömrü bitmiş maden ocaklarına dolduracağını söylerken eski ulaştırma bakanı Karadeniz'i doldurup üstüne havaalanı yapmaktan söz ediyor, bak sen esas çılgına. Sonra "Abartma Binali" diye fırçayı yemiş olmalı ki, "Daha bunları konuşmak için erken." diye yan çiziyor.
Bu proje öyle adama vahiyle gelen bir proje değil. Hatta proje bile değil. Bu yüzyıllardır milletin rüyalarına giren bir hayal. 94'te Ecevit'in konuyu tartışmaya açtığı ama gereksiz bulunduğu da ortada. Ama o kibar adamdı, böyle görgüsüzce hayal satmayı tercih etmeyip önce bilenlere danışmayı seçmiş. Ama görgü fukaraları üç kuruşluk animasyonla hayal tacirliği yapmayı iş saymışlar.
Bu kanal keşke olsa denebilecek bir hayal de değil üstelik. "Ne gerek var?" sorusuna anlamlı bir cevabın varsa tartışılsın yoksa milleti meşgul etmeyin. Boğaz trafiğini azaltmak isteği, göründüğü kadarıyla bir koca yalan, geriye kalanlarsa olsa da olur olmasa da. Yapılacak bir sürü iş varken havanda su dövmenin manası yok. Benzerleri var diye öne sürülen Süveyş, Panama'nın da konuyla hiç alakası yok. Onlar, hiç bağlantısı olmayan 2 suyu birleştirme ihtiyacının zaruri sonucu, seninki var olan bir koca doğal geçidin yanına minyatürünü yapıp caka satma hayali. Ankara'ya deniz getireceğim diyen yeni yetme politikacıların komikliğine düşme Recep Bey. Hem sen ustasın artık, bırak bu işleri.
İşin ekolojik yanını, uluslararası kamuoyunun olaya neden karşı çıkacağını ise Profesör Dr. Cemal Saydam pek güzel anlatmış. Yazısı aşağıda, merak edenler okuyabilir.
Bu yazım, kanal ucubesini ilk ve son dikkate alışımdır. Bir daha konu etmeyip daha makul hayallerin peşine takılacağımı huzurunuzda taahhüt ederim. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan DALDIR KAŞIĞI YAHNİYE, SORMA ETİNİ BAHRİ'YE -2(Son) |
|
Bu olayın bir benzerini de okul arkadaşım Nejat anlatır. Ben neden o gün kahvede değilmişim bilmiyorum. Burun farkıyla hikâyenin kişilerinden biri olmayı ıskalamışım. Olay bin dokuz yüz seksen iki senesinin Haziran başında yaşanmış. Final döneminde sınavdan çıkınca arkadaşlarla biraz Kadir'in kahvesine takılırdık. Hoş Kadir'in kahvesine gitmediğimiz gün de yoktu ya. Hepimiz hem sınavlar yüzünden gerginiz, hem de cepte metelik yok. Yaşadıklarımızı hala dün gibi hatırlarım. Neredeyse üç öğün sahanda yumurta, zeytin ve çaya talim ederdik. Diğer zamanlarda baklava börek yiyoruz sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Paramız olduğu zamanlarda pazardan sebze alabiliyor ve onları pişiriyorduk. Kasaptaki etin yolunu şaşırıp bizim eve düşmesi neredeyse mucize gibi bir şeydi. Martavalı bırakıp tavuk yahninin öyküsünü Nejat'ın ağzından dinleyelim.
İşte böyle sefil günlerimizin birinde bizim ekibin boş boş çene çaldığı bir öğleden sonra Gülbahçe çıkıp kahveye geldi.
- Arkadaşlar, kocubıyık(*) bana para göndermiş. Bu gün ziyafet var. Bi tencere tavuk yahni
yaptım. Karnı aç olan düşsün peşime gelsin. Yalnız evde hepimize yetecek kadar ekmek yok. Gelenler en azından ekmeklerini bari alsın.
Tavuk yahni bu öyle kolay kolay ele geçer mi? Kimler vardı şimdi hatırlamıyorum. Ama dört beş kişi bunun ardı sıra yola düştük. Cebimizdeki birkaç kuruşu bir araya toplayıp yettiği kadar ekmek aldık. Biz kapıdan içire doluşunca Gülbahçe de yere bir şeyler serip kocaman tencereyi ortaya koydu.
- Buyurun arkadaşlar, dedi.
Bütün ev mis gibi et koktu. Açlıktan gözü dönmüş bu grup genç cenge gider gibi hep birlikte
yahniye saldırdık. Karnımız doyunca gözlerimiz açılmış olacak ki önümdeki küçük kemiklere baktım. Hiç birisi bildiğimiz tavuk kemiğine benzemiyor. Tavuğu bırak bildiğim bir hayvanınkine de benzemiyor. Ufak, ince ve kıvrımlı kemikler içime bir kuşku düşürdü.
- Gülbahçe hani bu tavuğun bacakları?, dedim.
- Yahninin içinde.
- Kemikleri nerde peki?
- Pişirmeden büyük kemiklerin hepsini çıkardım.
- Lades kemiğini de görmedim?
- Doğrurken kesilmiştir.
- Bırak numarayı bu kemikler tavuk kemiği değil.
Bir taraftan gülüp bir yandan da "Tavuk işte ya... Size de insanlık yaramaz," tafraları yapmaya başlayınca ben iyiden iyiye huylandım. Israr edince de;
- Tamam be Şefik, tamam, Amma da kafa ütüledin. Evet yahni tavuktan değil. Ne olmuş
değilse. Mis gibi et işte.
- Tama mis gibi ama ne eti?
- KİRPİ…
Sofradakiler kaşıkları ellerinde öylece donup kaldı. Hepimiz resmen heykel kesildik.
Sersemliğimiz geçip hepimiz sofradan çekilince (ki zaten doymuştuk)…
- Yemezseniz yemeyin be", dedi Gülbahçe. Tencereyi olduğu gibi önüne çekip, geriye ne kaldıysa çalakaşık mideye indirdi. Kirpi deyince birden iştahımız kapandı ama yahni de lezzetliydi. İşin aslı sigaralar tüttürülürken ortaya çıktı.
Onun evinin dereye doğru uzanan bir bahçesi vardı. Gülbahçe kirpiyi bahçede bulmuş. Hayvanı su dolu tenekeye atmış. Hava alabilmek için de başını uzatınca da kesmiş hayvancağızı. Derisini yüzüp bir güzel yahni yapmış. Kirpi etini sevdiği için değil. Resmen züğürtlükten. Ege bölgesinin bazı yerleşimlerinde kirpi etine tiksinilerek bakılmaz. Hatta yaşlı kadınlar mayasıla çare olarak kirpi yerler. Çocukken para karşılığı benden de kirpi bulup getirmemi isteyen komşu nineler olmuştu. "Günah değil yavrum, şifa niyetine…" Kendi adıma kirpi eti haram mı, mundar mı derdine düşmeyeceğim. Ben kirpilerin kesilemeyecek, kıyılamayacak kadar sevimli olduğunu düşünürüm.
Benzer bir öykü'de Samsun Yakakent'de yaşanmış. Arkadaşlarını balık ziyafetine çağıran Osman'ın (Acısu'lu) aslında onlara oyun oynamak gibi bir niyeti de yokmuş. Sahildeki bütün balıkçılara gitmiş, bütün tekne sahibi arkadaşları yoklamış ama tek bir balık bile yok. Ama misafirler çağrılmış, yarın gelecekler. Çaresiz kalıvermiş. Kalkan ağlarının hepsi birkaç gündür boş çıkıyormuş. Limandaki teknelerin birinde kalkan ağlarına düşmüş bir camgöz bulabilmiş. Balığın kuyruk bölümünü ta alt yüzgeçlere kadar kesip eve götürmüş. Köpek balığı da balık sonuçta… Akşamdan dilimleyip soğan, maydanoz, kırmızıbiber, karabiber, defneyaprağı, hatta saymadığım ne varsa etleri dinlenmeye bırakmış. Ertesi gün köpek balığını şiş yapıp mangalda hazırlayıp misafirlerine ikram etmiş. Bu öyküde olaylar diğerlerinden farklı. Çünkü köpek balığı ziyafeti çekenler hala gerçekten ne yediklerinden haberdar değiller. Onlar kofana ve torik yediklerini sanıyorlar. Izgara şiş köpekbalığından o kadar memnun kalmışlar ki hala anlata anlata bitiremiyorlarmış. Bir araya gelsek de şunu bir daha tekrarlasak diyorlarmış.
(*) kocubıyık -Babasına taktığı isim.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KORKUYORUM ve YAZIYORUM |
|
İstanbul'da İETT otobüs şoförü arkasındaki koltukta kol kola oturan iki gence:
- İnin lan! Bu otobüs seks otobüsü değil, demiş.
O gençler sorsa:
- Pardon, şoför Bey, İETT'nin seks otobüsleri de mi var?
Bereket versin gençler böyle bir şey dememişler de paçayı ucuz kurtarmışlar. Ya söyleselerdi?
- Düşündükçe ürperiyorum.
***
- Başbakan heykeltıraş mıdır?
- Hayır.
Ben bir başbakan bir heykel için görüş ortaya koydu diye şaşırmam. Keşke bizim politikacılarımızın hepsi sanattan anlasa. Ama başbakan bir esere ucube dediği için o heykelin yıkılmasına karar veren ulufecilerden korkarım.
***
Bedri Baykam, büyük sanatçıdır. Bu ülkeyi uluslararası sanat arenasında bihakkın temsil etmiş birinin görüşleri, hayatında tek taş yontmamış, bir tuvale tek fırça sürmemiş birinin görüşlerinden daha muteberdir benim için. Onun görüşleri bana ters gelse de ona saygı gösteririm.
Ama…
Dün Bedri Baykam'ı yol ortasında bıçakladılar. O, "Beni hastaneye götürün!" diye avaz avaz bağırırken yanı başındaki lüks arabalar onu görmezlikten geldi.
- Onu bıçaklayan, heykelin mutlaka yıkılması gerektiğini savunan bir sanatçı ya da sanat eleştirmeni mi?
- Hayır…
- Ya kim?
- Ben söyleyeyim:
- İETT şoförünün familyasından bir ileri demokrat.
Onlar her yerdeler. Konferanslarımızda salonda bizi dinliyorlar, yazılarımızı okuyorlar.
Ve köşe başlarında bizi bekliyorlar,
Ben Bedri Baykam gibi "Korkmuyorum!" demiyorum; korkuyorum.
***
Anlaşılan, Denizli, seçim döneminde ulusal basında çok yer alacak. İlhan Cihaner'in Denizli'den aday gösterilmesi AK Parti adaylarını çok ilgilendiriyor. Madem ki Cihaner CHP'ye oy kaybettirecek. Beylerin sevinmesi gerekmez mi? Aksine ağza alınmayacak sözlerle saldırıyorlar. Adaylardan biri Cihaner için "Yamalak" demiş. Türkçede böyle bir sözcük yok. Bir dil sürçmesi sonucu "yamalık" diyeceğine "yamalak" demiş olmalı.
Annem, çocukluğumuzda eskiyen bir giysimizi yamarken:
" Oğlum, el kadar yamalık bin ayıp örter." derdi.
Cihaner'in adaylığı da Türk ileri demokrasinin bin değilse de önemli bir hukuk ayıbını örten bir adaylıktır. Denizli, böyle bir ayıbı örtmeye vesile olduğu için hep saygıyla anılacaktır.
Ben, Denizli'yi Muğla'dan ayırmam. Bize "Hoş geldiniz. Demokrasi kazansın" demek yakışır. İktidar hırsı, en yakınımızdaki insanları bile bu kadar tutsak almışsa ben korkuyorum.
***
ÖSYM Başkanı Sayın Ali Demir'e bir çoktan seçmeli, bir de açıklamalı soru.
- Hocam YGS'de şifreleme var mı?
a) Yok.
b) Sadece basın kitabında var.
c) Soru kitapçıklarında var, cevaplarda yok.
d) Hem soru kitapçıklarında hem cevaplarda var.
- Sayın Hocam, İnternette aylarca birkaç kez tıklanan mod-medyan konusu sınavdan bir gün önce neden binlerce kez tıklanmış olabilir?
Cevap: ...............
***
Başbakan , YGS'de yaşananların iktidarları için komplo olduğunu söylemiş. Muhalefete sakın ha bu olay üzerinden politika yapmaya kalkmayın. Yoksa biz de o meydanlara çıkan 2-3 bin öğrencinin karşısına beş bin öğrenci çıkarırız, diye gözdağı vermiş.
Malum ya, kendilerinin de iktidarlarının da dokunulmazlığı var.
Korkuyorum… Korkuyorum… Korkuyorum…
Korkunun ecele faydası yok biliyorum.
Yaşananlara bakıp AKP, 12 Haziran'da seçimleri kaybetse de kazansa da "ileri demokratların!" neler yapabileceğini görür gibi oluyorum. Onun için de yazıyorum
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 12 |
|
İnsan çok çalışarak deneyim kazanıyor. Ama tabii bunun da farklı durumları var. Sabahtan akşama kadar önümüze yığılan aynı işi yapmak, sadece ona odaklanıp kendimizi başka alanlarda geliştirmemek bana göre deneyim kazandırmaz. Bence işimizi daima sorgulamalıyız: "Ne yapıyorum, niçin yapıyorum, nasıl yapılması gerekiyor, daha iyi nasıl yapabilirim?". Sigorta şirketinde farklı bölümde, farklı işler yapanlar vardı. Bazıları yıllarca bu işi yaptığı için övünüyordu: "Şu kadar yıldır sigortada çalışıyorum." diye. Oysaki sabahtan akşama kadar poliçe girişi yapıyordu. "Ne biliyorsunuz?" diye sorulsa, vereceği sadece tek bir cevaptı. Bu gibiler sigortacılıkta değil, poliçe girişinde deneyimliydiler. Bildikleri tek bir şey vardı. Ne yan masanın işini, ne arka, ne de öndeki masanın işinden haberdardılar. Bana gelince benim sigortacılık hakkında tek bir fikrim yoktu, ama genel anlamda dengim insanların hepsinden daha fazla deneyim sahibiydim. Buradan önce çalıştığım medikal şirketinde bütün şirketin işleri ile ilgilenen yönetici vasfı konumundaydım. Orada kazandığım iş deneyimlerimle bana verilen her türlü işi yapabiliyordum. En basitinden her ay müdüre teslim edilecek raporun düzenlenme işi bana verilmişti. Çünkü bilgisayarda tablo işini pek kimse beceremiyordu. Bilgisayar bilgim iyi olduğu için herkes bana bir şeyler soruyordu. Bilgi vermek için uğradığım masa ziyaretlerinden hoşnut olmayan müdürüm, bir gün beni uyardı. "Sen, sık sık başkalarının yanına gidip, bilgisayar bilgisi alıyorsun." dedi. Bunu söylediğinde o kadar çok şaşırmıştım ki birden bire kadının karşısında kahkaha ile güleceğim geldi. Ama kendimi frenleyip ona hak ettiği cevabı verdim: "Yanılıyorsunuz, bilgisayar öğrenen ben değil, onlardır. Beni yanlarına bilgi almak için çağırıyorlar. Hatırlatacak olursam iş görüşmesinde dökümantasyon işi ile uğraştığımı size söylemiştim." Herkese tepeden bakıp, sürekli haklı olma uğraşında olan bu kadın verdiğim cevap karşısında ne diyeceğini bilemedi. Odasından çıktım. Müdürün beni sürekli takip ettiğini biliyordum da benim karınca gibi harıl harıl çalışmamı görmezden gelip bilgisiz biri olduğumu düşündüğünü bilmiyordum.
Bölümde çalışan herkes müdürden tırsıyordu. Performans toplantısının yapılacağı gün herkesi telaş sardı. Müdürün odasında yapılacak toplantı için görücüye çıkacakmış gibi süslendiler. Kadınlar tuvaleti kuaför salonunu andırıyordu. Bu halleri görmek bana garip gelse de onların müdürden ne kadar korktuklarını bir kez daha anlamış oldum. Sanki diş gösterip sürekli kükreyen bir canavarmış gibi korktukları müdürle oysaki ben, iş saatlerinin her dakikasında beraberdim. Benim korkuyu bırak, şimdiye kadar kalp krizi geçirmem gerekiyordu. Ama tanrı bana sanki ilahi bir güç vermiş gibi yardım ediyordu. Ondan korkmuyordum, sadece ona acıyordum. Bence o zavallı bir kadındı. Benim gibi asistanken, gözlerini karartmış, kalbini dondurmuş ve bu yere gelmişti. Boşanmıştı, bir kızı vardı ve kendi çocuğu ile ilgilenmekten bile aciz sadece işini, sadece kendini düşünüyordu. Yüksek makamındaki koltukta oturup, etrafa emirler verirken, bana olur olmaz bağırırken gözlerinin içinde çok derin yalnızlığını ben görebiliyordum. Bana göre çok mutsuzdu. Estetikli yüzü ve silikonlu dudakları ile zorlanarak gülümsediğinde sevgiye ne kadar yapmacık, ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu. Memnuniyetsizliği ilk defa onda gördüm. Her istediğini yaptığım, beni bir köle, çaycı, hizmetçi gibi kullandığı halde bir defa bile teşekkür etmedi. Aksine sürekli bir eksiklik bulup beni azarladı. Memnuniyetsizlik bence onda temizlikte olduğu gibi bir hastalık olmuştu. Personele karşı da tutucu ve korkutucu olması onların daha fazla hata yapmasına neden oluyordu. Özellikle acele istediği işler, müdürün sürekli düzeltmesinden dolayı en az beş kez odasına girip çıkıyordu. Zamandan ve malzemeden israf hat safhadaydı. Çalıştığım hiçbir şirkette bu kadar dosya kağıdı harcandığını görmedim. Kağıdın üzerinde ufacık bir nokta, parmak izi, kırışıklık, bir harf hatası varsa o kağıt çöpe gidiyor, tekrar baştan hazırlanıyordu. Yanlış yapılan işlere müdür çok fazla sinirleniyordu. Ona göre herkes aptal ve beceriksizdi. Yanlış yapan kişi odasından çıkarken kadının bağırışlarından ya morali çok bozuk oluyor ya da sinirden gülüyordu. En çok da kabak benim başımda patlıyordu. Bu stresli zamanlarda hemen beni yanına çağırır, istediğini ister; geç yaparsam, yanlış yaparsam işte o zaman kıyamet kopardı. Bana avazı çıktığı kadar bağırırdı, ben de susardım. Susardım çünkü, haklı olduğum halde kendimi savunacak gücüm kalmazdı. Odasından büyük sükûnetle çıkarken, şanssızlığıma ve bahtıma lanet ederdim.
Çok kararsız biriydi. Dosyaları bana yeniden düzenlettiriyor, sonra iptal ettiriyordu. Her yer dosya doluydu. Bu tutumu yüzünden ben de şaşırmış olarak ne yapacağımı bilemiyordum. Benim çaresizliğimi görünce daha fazla çıldırıyordu. Memnuniyetsizliği, kendime olan güvenimi yavaş yavaş kaybettirdi? Ben beceriksiz miydim? Aptal mıydım? Kendimi boşlukta hissediyordum, hasta gibiydim. Aklım ve vücudum yorgundu. Personelin bazısına derdimi açtığımda bana hak verirlerdi. Birisi diyordu ki: "Bir gün gelecek temizlik hastalığı için tanrı onu cezalandıracak ve pislik içinde ölecek." Başka biri: "İnsanlara yaptıklarını bir gün ödeyecek." Başka biri: "Onu tanrıya havale ediyorum." Başka biri de: "Kendini ne zannediyor, adi kadın?" Bunun gibi daha çok fazla kötü dilekler söyleniyordu ama müdürün karşısında da tir tir titriyorlar, seslerini inceltip "tabii efendim" diyorlardı. Herkes ona karşıydı, huzursuz ve korkuyla çalışmaktan yakınıp duruyorlardı. Kendilerine bağırmasından korkanlar, koridorda yollarını bile değiştiriyordu. Kadın bütün bunları neden göremiyordu? Görüyordu da görmezden mi geliyordu? Yoksa insanlara hakaret etmekten, onları küçük düşürmekten zevk mi alıyordu? Kendisi güzeldi, inceydi, akıllıydı. Şişman ve çirkin insanlara tahammülü yoktu. Bölümünde birisi kilo alsa onu rencide edecek şekilde uyarırdı. Giyimi kötü olanlara da mana buluyordu. Muhasebe bölümünde sevdiğim bir kız vardı, sigorta işinde gerçekten deneyim sahibi, uzmandı. Çalışmalarını, başarısını görerek onu yükseltmesi gerekirken, kızın sürekli muhafazakar giyim tarzı ile dolaşmasına: "İlk önce giyimini değiştirsin, sonra yükselir." demişti. Zavallı kızın bundan haberi olsa ne çok üzülürdü.
Büyük sigorta şirketinde entrikalar gördüm ama bir tanesi vardı ki beni çok yaraladı. Bir sabah ofise geldiğimde eşyalarımı yerleştirdikten sonra koltuğuma oturdum. O gün müdüre harcama detayını gösterip hesap verecektim. Para kutusunu açtığımda içinin boşalmış olduğunu gördüm. Kaynak sular üzerimden döküldü. Şu koskoca şirkette çalıştığımdan beri karşılaştığım olumsuzlukların birikmişliği olacak, sinirlerim gerildi, öfkelendim. Burası nasıl bir yerdi? Binanın her yerinde gezen güvenlikçiler, dün gece tavla mı oynamıştı?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder DEVLET BAŞIM ÜSTÜNE |
|
Devlet daireleriyle ilişkilerimiz, özellikle personel ve malzeme tasarrufuna başlanmasından sonra büyük gelişme gösterdi. Personel eksikliğinden bizim çocuklardan yardım istenirken, ivedi kırtasiye gereksinmesi için de büromuz sık sık onurlandırılmaya başlandı.
Kâğıt bitti gelene kadar ödünç; ödünç mürekkep… Buna benzer olaylardan dairelerle aramızda bir yakınlık oluştu. Bu sayede polislerle bile ahbaplıklar kurduk. Ama, vergi dairesi biraz ulaşılmaz geldi. Bir türlü yakınlık kuramadık.
…
O gün, pencereden dışarıyı seyreden sekreterim, "Mehmet abi vergi dairesinden bir memur bizim binaya doğru geliyor." dedi. Önce çok önemsemedim. Ama olayla ilgili canlı yayın devam edince, belli etmesem de yavaş yavaş bir heyecan oluşmaya başladı. Sonra "Bizim işhanına girdi!" dedi. Ben yine de heyecanımı belli etmemeye çalıştım. "Girer" dedim; hem bizim işhanına girmeleri yasak değil ki. Ödeme emri tebliğ edecektir, açılış kapanış zaptı tutacaktır; iş dediğin biter mi? Kırk küsur büro var.
Bu arada benim sekreter, pencereden kapıya geçti, koridoru gözlüyor: "Bizim kata çıkıyor!" Çıksın be yahu! Şunun şurasında vergi kaçakçısı değiliz ya; bir çayımızı içer, iki tümcenin belini kırar, uğurlarız.
Kız benden heyecanlı, "Mehmet abi tüm kapıları geçti. Bize ge…" dedi sustu.
- Hoş geldiniz memur bey.
Şimdi iş biraz ciddiye biniyor. Bu zayıf, karayağız, bencileyin Anadolu çocuğu görünümlü genç adam bizi teftiş edecek anlaşılan. Olur, devlettir. Başımız üstüne.
…
Memur beye biraz şirin davranmak gerek:
- Ne içersiniz? Çay, kahve ya da…
Sol kaşını hafifçe kaldırdı:
- Görev sırasında içmem.
Hay Allah, nasıl ağırlayacağız şimdi?
- Memur bey yaz günü iyi gider; dondurma alır mısınız?
- Almam. Görev başında hiç bir şey yiyip içmem. Zaten devlet işi de ciddiyet ister.
Al bakalım! Ne olacak şimdi? "Devlet kadrolarında işini bilmez memurlar var" derlerdi ya hani, biri bize denkgeldi.
Üsteler miyim? Devlet işi bu, "Devlet başım üstüne memur bey" demekle yetindim.
Memur sert adam. Bunun böylesi hiç ikram kabul etmez. Cezayı da ne yapar eder keser. Trafik polisi gibidir. Havanın neminden üç dakikada dört tane kusur bulma yetenekleri gelişmiştir. İtiraz, karşı çıkma, kar değil zarar getirir. Cezayı ikiye katlar.
…
Ama memur işinin ehli, zamanı idareli kullanıyor. Daha fazla laf kalabalığı olmasın, diye elini çantasına attı, bond çantanın kapağı bir "Trink!" sesiyle açıldı.
- Sizi, dedi.
Öfff! Bana ateşler basıyor. Bizi; hem de gözlerimin içine baka baka: "...izledik. Durumunuzu tetkik ettik. Emniyetten, tapu sicil müdürlüklerinden, bankalardan velhasıl, mümkün mertebe tüm kurum ve kuruluşlardan sorduk soruşturduk."
Ne çok çilem varmış. Bu adam şimdi en az otuz çeşit ceza yazar. Yüzlerce devlet dairesi, onun iki katı banka. Adliye teşkilatı, Merkez Bankası İl Müdürlüğü, say da say. Birkaçının sinirli yanına denk gelip "Sallaaa!" deyiverseler, sallandırırlar alimallah.
Emniyete hiç gitmedim. Pederden kalan iki kırık zeytinlik hissesi için tapuda neyimi incelediler ki? Adliyeye çok gidiyoruz ama, şahsımla ilgili vergi dairesine işlem yaptıracak borcum harcım yok.
Memur devlet dairelerini saydı saydı bitiremedi de örnekleme ile yetindi. Benim bütün bunları ilgilendiren ne kabahatim olur?
Benim eleman "Yandık!" der gibi başını sağa sola sallıyor.
Çıkış yolu arıyorum. Bari bir daha ikramda bulunma teklifi yapayım.
- Memur bey bir içecek alsaydınız.
Nerdeee? Tavrında bir gram yumuşama yok.
- Devlet işi ciddiyet ister.
Eh artık, ne yapalım, "Devlet Başımız Üstüne".
…
Heyecanla izliyorum. Az önce bir "trink" sesiyle açılan çantasından bir kâğıt çıkardı:
- Sizinle ilgili araştırmalarımızda, dedi, olumlu sonuçlara ulaştık. Devlete sadık, yararlı bir işletme olduğunuz tespit edildi.
Hay Allah. Havada beklenmedik bir yumuşama, bir güzellik. Sanki yağmur havası, ıpılık.
- Devlet başımızın üstüne memur bey.
Memur benim rahatladığımı görüp, duruma hâkim olmaya çalıştı:
- Sadede gelicem.
Elindeki kâğıdı havada sağa sola savurdu:
- Bu kâğıt, önemli bir yazışmanın belgesidir. Yani devletin resmi evrakıdır. Öneme haizdir.
- Ne demek memur bey. Devletin belgesi önemsiz olur mu? Haşa!
Sözümü kesmeyin, der gibi yüzüme baktı:
- Bunda bir yazım hatası yapılmış.
- Hay Allah!
- Bizim şef, Mehmet Bey'e bir uğra, onlarda daksil vardır. Çabuk düzelt gel! dedi. Acelem bundan.
- Lafı mı olur memur bey! Devlet başım üstüne…
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
RENGARENK
Çocukluğumun 23 Nisan'ı, tekerrür ediyor bugün, ellerine bayraklarını, balonlarını alan çocuklar sokaklarda, her taraf cıvıl cıvıl...
Sultanahmet yerli ve yabancı turistleri ağırlamanın telaşıyla, kalabalıklar içinde yorgun.
Aynı misafirperverlikle, Ayasofya'da hazır ola durmuş, gelenleri selamlıyor.
Laleleri seven çocukların, neşesi gözlerinden okunuyor, kuşlar konuyor, Nisan dallarına ve bir 23 Nisan daha çoşkuyla kutlanıyor...
İnsanların sevincini, çocukların yeni bir şeyler alma, hevesini izleyerek, Çemberlitaş'a kadar yürüyorum. Burada ki Basın Müzesi'ne uğrayıp, bin bir renkten oluşan "rengarenk" resim sergini ziyaret ediyorum. Gerçekten de rengarek çiçeklerden, oluşan sergi kapsamlı ve çok güzel.
Yağlı boya, sulu boya, ebru vb. bir çok farklı çalışmaları görebiliceğiz müzeye, en az bir saatinizi ayırmanız gerekmekte.
Mualla Tetik'in ahşap boyamaları harikaydı. Daha önceden, kitapları da yayınlanan sanatçının, bu onuncu kişisel sergisiydi.
Ortamda yayılan müziğin hoş etkisiyle, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışım ki, saat iki olmuştu.
Merdivenlerden hızlı hızlı inerek, Fatih, Reşat Nuri sahnesinin yolunu ttutum. Çünkü saat üç de; "Dullar" vardı.
Neydi dul? ve neden kadınlara, böyle acayip adlar takılırdı? kötü kadın, şer kadın, namussuz kadın? Bunların erkekler için neden karşılığı yoktu? bunu hiç anlayamaşımdır oldum olası...
Hüzün kokar, bu oyun diye biraz isteksizce girdiğim salonda, beş tane siyah elbise giymiş kadın vardı. Yaşları farklı olan, bu kadınların arasında hiç erkek yoktu. Ama oyunun asıl teması erkekti.
Erken ya da geç yaşda, dul kalmış kadınların, yaşadıkları şeyler anlatılıyordu. Kimi durumu çabuk kabullenmiş, kendini yeni aşklara vermiş, kimi de eşinin yokluğunu kabul edememiş, bir yıl gardolabı açamamıştı.
Kadınların, dul kaldıktan sonra, nelerle meşğul oldukları, nasıl zaman geçirdikleri, kocalarının ardından neler yaşadıkları, çok farklı, neşeli, bir o kadar da gerçekçi bir dille anlatılmıştı.
Yazma tarzı, sevdiğim Brecht'i andıran, bol ödüllü yazar, Fitzgerald Kusz'un eserini Hülya Karakaş yönetmişti.
Nefretin, sevgiyle, öfkenin, pişmanlıkla, yasın, alayla, içiçe olduğu oyun; tarihten Helene Weigel, Yoko Ono, Margot Honecker, Jackie Onassis gibi kadınların, hayatlarından örnekler alınarak, renklendirilmişti.
Kısaca; dul kalmanın yas tutmak değil, hayata tutunmak, kendine yeni meşgaleler bulmak, daha neşeli olmak olduğunu, espirili bir dille anlatan, öykülerle içiçe, yaşam sevinci dolu bir oyundu; "Dullar"
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hülya Senday Tuncer |
YAŞAMA 5 KALA
Darmadağınıktır gökyüzü, alaca seher karanlığı güneşe "Merhaba" demeyi unutmuştur, bir tufan gelip geçecektir yüzyıllara kadar uzanacak sevda boşluğunda, ekilmemiştir henüz tarlalar, çalmamıştır sirenlerini fabrikalar, yaşam yeknesak ilerliyordur karanlığın içindeki şimşek gürültüsü ile birlikte.
İşte bu yazı boyun eğilmişliğe karşı bir baş kaldırış ve dik duruştur, vurdumduymaz sevgilerin ışık altında bir çığ gibi sönmesi bireyi ağ biçiminde sarmıştır, birey varoluşundaki mücadeleye karşı savaşım vermektedir, nasılsa sevgi hiçlik yok oluşunda eriyip gidecekse, sevgisizlik de anlamsızlığın ve değersizliğin içselliği içinde hüküm sürecektir yeryüzünde, bireyin varoluşunda. Sahiplenilmeyen, "Ben"i "Sen" olarak hazmetmeyen hoşlanma duygusunun yaptığı etkileşim ile birlikte oluşan ve aşkın bütünü olan "Sevgi" anlık kabullenilen bir "Alt Benlik" aşamasındaki açlıktır artık. Sadece sevgiyi cinsel birleşmenin bir öğesi içinde ele alan ve aşkın gelişmesini önleyen bu amaçlar doğrultusunda yapay bir sunuş olarak davranışlaştıran doyum bulmamış duyguların bütünselliği "Alt Benlik" kavramının "Benlik"e ulaşmasındaki oluşumunun yanılsamasıdır. Herkes tarafından kabul edilen bir gerçeklik olgusu, sevginin özünü oluşturan ana koşul bireysellikten yola çıkarak karşımızdaki bireyi kendimiz gibi algılamaktan ve "Beni", "Bize" ulaştıracak toplumsal güce, insan severliğe elde etmekten geçer. Sevgiyi "Sermaye" piyasasının bir ürünü olarak gören, alınıp satılacak bir araç gibi kanıksatan toplumsal yalnızlığı ve çaresizliği suçlamak mıdır doğrusu? Tabii ki hayır. Doyurulmamış bireysel hazların, parsellenmiş tutkuların esiri olur "Sevgi" ancak böylece. Çünkü "Sevgi"yi bir madde olarak beyninde kalıcılaştıran birey cinsellik dürtüsünün gücünü elinde tutarak aşkı sömürü aracı şeklinde kullanır, sadece birey "Paylaşımı'', ''Zincirlerden Kurtuluşu", "Özgürlüğü" ve "Evrenselliği" içine alıp sarmalayarak gerçek sevginin niteliğine ulaşır. "Sevgi" duyuların coştuğu, duyguların olgunlaştırdığı bir ortamda kendiliğinden oluşuveren bir akışa geçiştir ve bu bütünsellik içinde anlam kazanır. Yaşamı olduğu gibi özümseyen birey sevgiyi sadelik, ilham kaynağı, var olma üstünlüğü olarak kabul eder ve böylece sevgi olduğu gibi görünen, mış gibi yaşamlardan uzak, kısıtlamasız, koşulsuz, yalansız, dolansız bir öz benliğin herkese yansıyabilen davranış biçiminde ortaya çıkar. "Sevgi"nin vicdan ve erdem olduğu bilinen bir gerçekçiliktir
Güvenirliliğin, onurun, sömürünün, yalan ve dolansız, bencilliğin, ihanetin, suçluluğun, nefretin, öfkenin, beyindeki maskesizliğin, ruh inceliğinin v.b.; ancak "Sevgi"nin potasında olgunlaşarak harmanlaşıp bireysel duygulara dönüşeceği yadsınamaz bir zenginliktir, bilgi ile başlayan sevgi tüneli bilinçle birleşerek farkındalığı yaratır, farkındalıkla oluşan süreç beyindeki basal kangloyanları uyararak uygulamaya geçer ve birey kendini hem olumlu hem de olumsuz davranış birikintilerinin ayrışmasında bularak davranır. Böylece gerçek sevgi bireyin içsel dünyasına inerek onu davranışları ile birlikte eylemleştirmesinden kaynaklanır.
"Yaşama 5 Kala"; güneş sıcak yatağından uyanıp göz kırpar dünyaya, ısınmaya başlamıştır yer kabuğu, kopan fırtınanın arkasından toprak kırılmış tanelerini tozlaştırmaktan bıkarak eski benliğini yenilemeye çalışmaktadır "Sevgi" tohumlarını ruhunda yeşerterek, şimdiye kadar görüp yaşadığı her felaketten sonra dimdik ayakta durup yenilenmesini bilen doğurgan toprak "Gerçek Sevgi"nin değerinin farkındalığını açmakta olan kırmızı gülün yaşama sevinci içinde yeniden dirilecektir fidanları ile birlikte sürekli.
Hülya Senday Tuncer
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kaş Yapayım Derken - 2 |
|
Keyifle güneşi batırdık, epeydir özlediğimiz sohbeti de güzelce masaya yatırdık. Gecenin ilerleyen saatlerinde liman tarafında ufak bir gezinti bile yaptık. Tüm gün boyu yolların yorgunluğu da binince üzerimize, zor attık kendimizi Çukurbağ Yarımadası'ndaki otelimize.
Şansımıza; tatlı bir esinti ve güneşli bir hava ile başladı yeni gün. Açık havada keyifli bir kahvaltı ile dostlarımızı bekledik. Kaş çevresinin ziyaret edilmesi var programımızda. Öncelikle; bulunduğumuz yarımadanın etrafında ve onun Meis Adası'nı gören bölgesinde kısa bir tur attık. Hatırlarsanız; birgün önce yollarda deli danalar gibi gözleme aramıştım. Meğerse; pek meşhurmuş sipariş üzerine çalışan Lütfiye Abla. Hidayet Koyu'na inerken küçük bir evde ve sipariş üzerine çalışıyormuş. Siparişleri verdik, geleceğimiz saati de belirledik ve indik Hidayet Koyu'na. Kısa bir gezinti sonrası geri dönerken, Lütfiye Abla'nın arkamızdan el salladığını gördüm ama dostlarıma da bir şey demedim. Biraz daha ileride yine herkesin denize girebildiği İnce Boğaz'a geldik. Yolun 3 metre sağında bir deniz, 3 metre solunda bir deniz. Benzer görüntüleri Datça Yarımadası'nın ucunda, Bolayır tepelerinde de görebilmiştik ama hiç bu kadar yakınını görmemiştik. Bir plaj daha gösterdiler, ismi Büyük Çakıl. Yılbaşı gecesini burada ve açık havada geçirmişler, hatta; hem 2011'e, hem de gecenin bir yarısı denize girmişler...
Dostlarımız; yerleşmeyi düşündükleri Bayındır Köyü'nü göstermek istediler. Pek zor geçmedi dağlara tırmanması ve işte Bayındır Köyü yakınlarından Kaş panoraması...
Gelmiyor değil insanın aklına, hemen şuracığa bir ev kondurası...
Lütfiye Abla'da gözleme siparişimiz var gecikmeyelim diye ve bir yandan bu güzel manzarayı doyasıya izleye izleye dağlardan aşağıya indik. Meğerse; arkamızdan el sallayan Lütfiye Abla'ya sipariş verenlerin çoğu Hidayet Koyu'na inince unuturlar ve oradan temin ettikleri yiyeceklerle akşamı ederlermiş. Kısacası; onun arkamızdan el sallaması, bizim siparişleri sallama riskini beraberinde getirmiş. Elbette; söz verdiğimiz saatte dönünce pek sevindi. Sanırım gözleme kelimesi, gözle-izleme üzerine türetilmiştir ki; biz gözle izledik, o gözledi, pek güzeldi, şimdiden özledik..
Gözleme sonrası; bu kez Kaş'ın sağ tarafına, yani Kalkan yönüne doğru ilerledik. Solumuzda deniz, gözleme sonrası bayram yerine dönen midemiz ve fakat bir süre sonra yine "Dağlar dağlar"ı gösteriyordu notamız. Gökseki Köyü'ne çevrilmişti zira rotamız. Yine müthiş güzel bir manzara Meis'e doğru, okyanus misali açık deniz..
Bir diğer arkadaşımız, çok daha uzun yıllar öncesinde buraya yerleşmişti. Ev sahibi ile tanıştırdı önce bizleri, ben de tanıştırayım sizleri. Gökseki Köyü'nün 83 yaşındaki şair Ali Dayısı ve eşi Ayşe Teyze. Arkadaşın evinin bahçesinde aralık bir kapıdan pat diye damladılar. Hemen hemen herşeyi o öğretmiş arkadaşımıza; meyve ağaçlarına aşı yapmasını, toprakta birşeyler yetiştirmesini. Küçücük bahçesinde yok yok sanki :
Domates, biber, patlıcan, nane, kekik, radika gibilerini saymaktan vazgeçtim; Şili Kavunu ve Altın Çilek bile yetiştirmiş.
"Nasıl tanıştınız Ayşe Teyze'yle ?" diye sordum. Mani dolu anlattı ama anlamakta zorlandım. Sonuçta; kaçırmış Ayşe Teyze'yi henüz 16 yaşında iken. "Çoluk çocuk var mı ?" dedim :
Kız olsa; kesin giderdi kocaya,
Erkek desen hayrı başka bacaya,
Belki çok istedi Ayşe Teyze'n ama,
Tek şeker bile katamadım ne yazık çaya..
gibilerinden patlattı dörtlüğünü. Anladık ki; çocukları yokmuş.. Meğerse; Ali Dayı, hemen hemen herşeyi böyle anlatırmış. Hatta; bir genç ve güzel kadın görürse hepten coşarmış. O güzel manilerini kayıt cihazım olmadığından maalesef kaydedemedim, Allah uzun ömür versin, bir sonraki sefere inşallah.
Köyümüze hoş geldiniz, şeref verdiniz,
Şehirde yaşadığınızdan çoktur derdiniz,
Biz bu dağların, çiçeklerin sevdalısıyız,
Siz de böyle yerlere yatağı serdiniz, serdiniz..
dedi vedalaşırken Gökseki Köyü'nün Ali Dayısı; bundan iyisi belki de Şam'dan kayısı..
Kaş yapayım derken göz çıkartmadık umarım. Arkadaşlarımızın balkonundan güneşi batırmaya bendeniz her zaman varım. Bir dilim yeşil limona uyarım, Kaş yapalım demek için günleri sayarım..
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Küba’da dönüşümün ayakizleri ve 6. Kongre’nin ardından... |
|
KKP’nin (Küba Komünist Partisi) 6. Kongresi 16-19 Nisan 2011’de Havana’da
997 delege ve Küba Devlet Başkanı Raul’un katılımıyla gerçekleşti. Aslında
Kongre çok önce başlamıştı. Kongre’de ele alınacak temel belge olan “Parti
ve Devrim’in İktisadı ve Toplumsal Siyaset İlkeleri Taslağı” ülke genelinde
ki bütün meslek örgütleri, işçiler, öğrenciler tarafından, toplam 9 Milyon
kişi tarafından, 163,000 farklı yerde tartışılmış; 3 Milyon’dan fazla
kişiden gelen önerilerle değişikliklere uğrayarak Kongre’de delegelerin
önüne gelmişti. Öyle ki, Ulusal Meclis’in kongre öncesinde ki düzenli
toplantılarının ikisinde dev, bu taslak metin gündeme alınarak, toplumsal
bir uzlaşıyla kongreye yönlendirilmesi, ülkenin sosyal ve ekonomik modelini
doğru yansıtabilmesi için tartışıldı. Küba’lıların birlikteliği ve kendilerine
olan güvenlerinin test edildiği bu süreç sonunda, ilk taslak metinin yaklaşık
2/3’ü, %68’i bütün bu kitlesel tartışmalar sonucu değişikliğe uğradı.
Kişisel mülkiyetin öne çıkartıldığı bazı öneriler de sosyalizmin özüne aykırı
olduğu için taslak metine dahil edilmedi.
KKP’nin birincil görevi, sosyalizmin devamlılığını sağlayacak bütün çabaları
örgütlemek ve yönlendirmek. Bu görev Küba Anayasası ile güvence altına
alınmış durumda; tıpkı Devrim’in sosyalist karekterinin değişmezliğinde
olduğu gibi.
6. Kongre’de en çok üzerinde durulan konular, sosyalizmin güvenliğini ve
devamlılığını tehlikeye atmadan, ülkenin ekonomik gelişiminin devamlılığını
güçlendirerek, yaşam koşullarının iyileştirilmesi konusunda uygulanacak
çözümlerin tartışılması oldu. Son derece merkezileşmiş ekonomiden,
küçük işletmeciliğin teşvik edildiği bir başka ekonomiye geçişin; verimsiz
çalışan bazı sektörlerin verimliliğinin arttırılması adına çalışanlara yeni
sistemi de tartışmaların odağındaydı. Bu sistem iki nesil boyunca, bütün
vatandaşlarına temel gıdaları eşitlikçi bir şekilde ve son derece ucuza
devlet destekli olarak sağlamış fakat bunun yanında ithalata dayalı Küba
ekonomisinde sürdürülemeyen bir açık oluşturarak, çalışma dürtüsünü
de olumsuz etkilemiş. Bu konuda oldukça fazla öz eleştiri yapııldığı
farkediliyor. Karne sistemi, 11 Milyon Küba’lıya eşitlikçi bir yaklaşımla
tasarlandığından, yeni doğan çocuklara kahve tahsisi yapmak ya da sigara
kullanıp kullanmadığına bakılmaksızın herkese puro ve sigara tahsisi
yapmak gibi bazı kuraldışılıklar hali hazırda sistem içinde bulunuyor.
Tartışmalarda karneyi hemen kaldırmaktan, kategorileştirerek yiyecekle
beraber sanayi ürünlerini de kapsamasına kadar bütün uç noktalarda
öneriler geldi. Daha yüksek gelir imkanlarına sahip olanların karne
sisteminden çıkartılması da öneriler arasındaydı.
Gerçekte sosyalizmin özüne aykırı olmayan, karne sistemi “kavramsal”
olarak sorgulanmıyor; yüz yüze olunan problem, bu sistemin nasıl,
ne süreyle ve ne koşullarda sürdürülebilir olacağı; bunun cevapları
yeniden aranıyor. Ülkenin lider kadrosundan hiçbirisi, çalışma hayatının
düzenlenmesi, verimliliğin arttırılması, üretim araçlarının sürekliliği
ve ekonomik modelin kırılganlığının ortadan kaldırılması gibi temel
konular çözülmeden bu sistemi kaldırmayı düşünmüyor. Sosyalist Küba’da
IMF ve Dünya Bankası’nın geçmişte bir çok ülkede deneysel olarak
gerçekleştirdiği reçeteler ve bu uygulamalara öğrencilerle, işçilerin karşı
çıkması sonucu yaşanan büyük toplumsal ayaklanmalara neden olan “şok
tedavi”ler düşünülmüyor.
Devrim’in hiç bir Küba’lıyı çaresiz bırakması söz konusu değil. Hala
devam etmekte olan iş gücünün yeniden organize edilmesi süreci yavaş
ama kesintisiz devam ediyor. Ekim 2010-Nisan 2011 arasında 200,000
Küba’lı iş yaşamında yeni koşullara göre istihdam edildi. Kamu dışı
sektörün ekonomi içindeki payı büyüdükçe bu tip kaydırmalar görülecek.
İş yaşamındaki bu tip düzenlemeler orta uzun vadede gerçekleştiğinde
de devletin ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetlerini sağlaması daha
kolaylaşacak, ulusal kimliğin korunması, kültürel, artistik, bilimsel, sportif
ve tarihi mirasların korunması ve arttırılması sağlanacak. Görülüyor
ki toplumun bütün katmanları tarafından bu dönüşümün algılanması ve
tabandan yukarı doğru desteklenerek, katılarak uygulanma iradesinin
gösterilmesi, Küba liderliğinin önem verdiği konulardan birisi.
Bir diğer önemli vurgu ise parti ve devlet kadrolarında en alttan, üste
doğru uygulanacak gençleştirme programının yaygınlaştırılması oldu.
Kadroların gençleştirilmesi, sosyalizmin devamlılığı ve tabana yayılmasının
yaygınlaştırılması için önemli şart!
Küba’daki dönüşümler konusu ilk defa tartışmaya açıldığında Küba’lılardan
çok dünya’daki Devrimci’ler ayaklanmıştı, “Küba’da neler oluyor?” diye,
Özellikle de “özel çalışma alanlarının” günlük hayata girmesi konusunda.
Küba Ulusal Meclis Başkanı Alarcon’un bu konuda söylediği dikkate değer;
“-Yapılması gerekeni yapmak zorundayız, bir ultra devrimci teorisyen
için bu bir ödün olabilir; ama her şeyden önemli olan, lütfen unutmayalım,
sosyalist projeyi korumaktır.”
Mavi Gezegenin kapitalizm ve küresellşemenin çılgın üretim ve tüketim
alışkanlıkları altında yok olmaya yüz tutmasının yanında, insanlık için
hâlâ yaşayan bir umut ve esin kaynağı olan Küba Devrimi’nin, Devrimi
gerçekleştirenler tarafından bu kadar özenle korunmaya çalışılması ve
bu çabaların, Dünya’yı içine almış sorunlar yumağına hiç bir sorunsal katkı
vermemelerine ve 50 yıllık ABD Ambargo’suna rağmen, inadına dayanışma
içinde sürdürülmesi çok önemlidir.
6. Kongre, bir toplumun kılcal damarlarına kadar kendi kaderini ve
geleceğini, uzlaşarak, ama ülkenin kurucu felsefesi olan sosyalizm’den
vazgeçmeden nasıl tayin edeceğinin pratik uygulamasıyla tarihteki
yerini almıştır. Bundan sonra olacak olan, Kongre sonunda karar verilen
uygulamaların Küba Anayasası’nda da yerini bularak, kalıcı hale gelmesi
çalışmalarıdır.
Son bir söz de Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki ve gelecekteki lider
kadrolarına; Küba’da ki bu sürecin nasıl işlediğini, toplumsal uzlaşmanın
nasıl sağlandığını lütfen iyi okuyun ve ülkemizdeki olası Anayasa değişiklik
çalışmalarına örnek olmasını sağlayın.
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÇILGIN PROJE
Beni bu köşede hep tozların etkileri veya meteoroloji ile ilgili haberler ile tanıdınız. Ama benim asıl uzmanlık alanım deniz bilimleridir. Uzmanlığım da Türk Denizleri özellikle de Marmara Boğazlar ve İstanbul Haliç'i dir. Yani bu konularda uzmanım, konuşabilirim hem de göğsümü gere gere.
Şimdi gelelim en son proje önerisine. Size çok basit dilde anlatayım. Karadeniz'i bir tatlı su havuzu olarak düşünün. Nedeni de basit çünkü bu havuza giren tüm sular (nehir veya yağmur suyu) tatlı su. Peki o zaman Karadeniz neden tatlı su havuzu değil? Çünkü Çanakkale ve İstanbul Boğazı altından gelen ve belirli eşikleri belirli rüzgar koşulları altına aşan tuzlu ve de dolayısı ile yoğun Akdeniz suları Karadeniz'i bugünkü tuzluluk seviyesine getirdi. Geçmişi o kadar da taze ki en son hali 3500 senelik ve bildik tarihi de 12.000 senecik.
Durduk yerde neden Karadeniz havuzu diyorum değil mi? Karadeniz'i az tuzlu bir havuz diye düşünün hem de Akdeniz'den ortalama 30 cm yüksek. İşte bu nedenle bu havuzun fazla suyu Boğazlardan akar durur ama havuza giren su belli ve doğanın açtığı bu kısıtlı musluktan çıkan su belli. Yani Karadeniz havuzunu boşaltan bir musluk vardı. Ama doğanın yarattığı bir musluk ve dengesini ancak son 3500 senedir sürdüren bir musluk.
Şimdi siz bir ikinci musluk takmayı planlıyorsunuz hem de 25 metre derinlikte, yani musluk sadece Karadeniz'in suyunu Marmara'ya akıtabilecek ama alttan girmesi gereken su bu yeni kanala giremeyecek. Doğanın dengeleri bozulacak ve ne olacak?
Ne olur biliyormusunuz, ah keşke bilebilsek.
Ama her ne olursa hiçbir zaman geri dönüşü olmaz, doğal dengeler bozuldu mu geri dönüş maalesef yok.
Akıl mantık basit. Havuza takılı bir musluk vardı şimdi ikinci musluğu takmayı planlıyorsunuz. Eh iyi de havuza gelen su miktarı artmayacak ki. Yani Tuna, Dinyeper Dinyester siz musluk taktınız diye debisini arttırmayacak ki? Diğer bazı kanalları örnek göstermek demek Karadeniz'in Marmara'nın oşinografik gerçeklerini bilmemek demektir. Böyle bir sisteme sahip bir deniz yerkürede yok, sadece bizde ama değerini bilirsek elbette. Ben talebelerime derslerde Marmara'yı anlatırken onu sağlıklı Akdeniz ve sağlıksız Karadeniz'in astımlı doğan çocuğu derim. Yani doğuştan solunum zorluğu çeken bir deniz ve de dikkat edilmesi şart olan bir deniz. Onu kurtaran Karadeniz'den gelen ve jet akım halinde Boğazdan Marmara'ya çıkan ve 25 metrelik üst tabakayı 3 ayda bir değiştiren Karadeniz suyu. O çıkışta öyle harika işler yapıp alt tabakadaki suyu yukarı çekiyor ki sormayın gitsin. Marmara'ya oksijen pompalayan ise Çanakkale'den gelen alt su. Takın bu sisteme tek taraflı bir musluk ve seyreyleyin olacakları. Ben karada olacaklardan bahsetmiyorum denizdekiler benim uzmanlık alanım.
Başka tarafları da var elbette bence bu proje hiçbir zaman yapılamaz çünkü sınır aşan sular gibi sınır aşan deniz bu, debisi ile rejimi ile oynayamazsınız. Şimdi Almanya Avusturya Tuna'üzerinde muazzam bir baraj kursa suyu akıtmasa ne olur. Karadeniz'in felaketi olur. Altta verilen su bütçesi alt üst olur.
Kiminiz bu hoca da her şeyi biliyor demişsinizdir. Ama ben aşağıda verilen ve Marmara Denizinin bütçesini çıkartan ekibin parçasıydım. İstanbul Boğazının altını 4 defa al bayrak rengi kırmızıya boyayan (Rhodamin boyası ile) ekibin başı idim. Yani İstanbul Kanlizasyon Deşarj projesinin gerçekleşmesinde, Haliç'in temizlenmesinde emeğim, alın terim çoktur. Ve de dediklerim doğrudur. Havuza ikinci musluk takarken havuzun daha hızlı boşalacağını da hesaplamalısınız öyle iki mimara ısmarlama ile olmaz bu işler. Keşke iş, en boy yükseklik ve debi ile hallolabilseydi. Ben size hemen şimdiden diyeyim. Karadenizin su rejimini değiştirirseniz size hesap sorarlar daha da dos doğrusu yaptırmazlar. Hani neden boğaza köprü yaparken 64 metre yapmak zorunda kalıyoruz, 50 yapsak neden olmuyorun cevabı gibi. İşte aşağıda Marmara'nın su ve tuz bütçesi, öyle şappadanak ortaya çıkan bir şey değil, kaç kişinin alın teri var ve bu sistemi sürdüren yegane güç Karadenize giren ama sadece Boğazdan çıktığı hesap edilen tatlı su. O da %95 Tuna suyu, yani Tuna'nın debisi bizim için hayati öneme sahip. Siz durduk yerde Karadeniz havuzuna giren tatlı suyun debisini arttırmadan havuzu tek muslukla boşaltmak yerine bir musluk daha takarsanız sistem alt üst olur.
Aslında bunu anlamak için ne bilim adamı olmak gerek ne de alim, basit havuz problemi hani şu ilk okul çocuklarına çözdürülen cinsten.
Saygılarımla,
Prof Dr A. Cemal Saydam
ODTÜ Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi(Emekli)
Hacettepe Üniversitesi Çevre Mühendisliği Öğretim Üyesi
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
KARDEŞİM AYLARDIR HAPİSTE
Acımı duyurabilmek için
Uykusuz
Aç
Susuz
Öylece
Durabilirim.
Acımı duyurabilmek için
Sevgisiz
Anısız
Kaskatı olabilirim
Ve durup dört yol ağzında
Durdurup gelip geçenleri
Kendi halinde
Yaşayıp gidenleri
Tutup yakalarından
Haykırabilirim
Nefesim
Bitene dek
Bütün gücümle
Haykırabilirim
Bütün dünyaya.
Kardeşim
Hapiste
Kardeşim
Aylardır hapiste.
Kardeşim
Dövüldü orada.
İyi ve güzel şeyler dışında
Hiçbir şey taşımayan
Ve sadece bir insan varlığına değil
Yaşayan
Yaşayamayan
Bütün varlıklara
Bir ota
Bir taşa
Sevgiyle
İlgiyle
Dolu beyni
Orada
Sarsıldı elektrikle
İnce bedeni
Tekmelendi
Acımı duyurabilmek için
Çıldırabilirim
Acımı duyurabilmek için
Zehirle doldurabilirim
Yazdığım her şiiri
Nefretle
Gözyaşıyla
Korkunç bir sevgiyle
Kardeşim
Aylardır hapiste
En güzeli
Tanıdığım insanların
En katıksızı
En pırlantası.
Ona sevgilisini
Kucaklamak yasak.
- Bir zamanlar el ele tutuşup
Harikulade güzel
Şeyler konuştukları
O kızı –
Ona özgürce
Dolaşmak yasak.
- Bir tay kadar
Hareketliyken kalbi-
O artık
Kitap okuyamayacak.
-Sindirdiği gözle görülürdü
Alnında terler birikerek
Hummalı
Bir tutkuyla
Devirdiği kitapları-
Biz özgürlüğün
Güzel günlerin
Savaşçıları
Aydınlığın
İyiliğin
Bize eziyet
Ediyorlar bugün
Ama halkımız
Aynı acıların
Bin katını
Yaşamıyor mu sanki
Biz özgürlüğün
Güzel günlerin
Savaşçıları
Bize eziyet ediyorlar bugün
Ama bu
Şiirimize
Biraz daha çelik
Katılacak demektir
Biraz daha karar
Ve zafer umudu
Kardeşim
Aylardır hapiste
Ve yıllarca sürebilir bu
Çünkü o halkının omuz başına
Koydu omuzunu
Ataol BEHRAMOĞLU
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Çocuklarınızı bilgisayar başından kaldıramıyorsanız en iyi yöntem onları doğru yönlendirmektir. Bu sefer özellikle küçük çocukların bilgi ve becerilerini geliştirmeye yönelik bir web sayfası tavsiye edeceğim http://www.hellokids.com/ Sayfalarda resim çizmekten boyama yapmaya birçok aktivite mevcut. Aslında web sayfası ingilizce ama çocukların bile anlayacağı bir şekilde hazırlandığı için siz velilerin yönlendirme konusunda bir sıkıntı yaşamayacağınıza inanıyorum.
Böyle İngilizce sayfalar tavsiye ederek biz velileri zor durumda bırakıyorsunuz diyenler için bir de Türkçe web sayfası tavsiye edelim http://www.cocukca.com/ Oyunlar, boyama sayfaları ve çocuklar için eğlenceli diğer örnekleri rahatlıkla kullanabilirsiniz.
Teknolojik gelişmeleri yakından takip edebilmek için http://www.teknoportal.gen.tr/ sitesini deneyebilirsiniz. Her türlü teknolojik yeniliği takip eden bu portal sayesinde birçok konuda kapsamlı bilgiye ulaşabileceksiniz. Ayrıca bilişim teknolojisiyle ilgili birçok konu da ana başlıklar altında toparlanarak paylaşılmış. Özetle söylemek gerekirse: bu web sayfasında kısa ve öz bilgilerle, kafanız karışmadan teknolojiyi yakından takip edebilirsiniz.
Diyelim ki her şeyi merak eden ve sürekli soran birisinden bıktınız ama ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ya da aslında meraklı olan kişi sizsiniz ve kaynak bulmakta zorlanıyorsunuz. İşte size sağlam bir kaynak http://www.bilgimotoru.com/ O kadar çok sorunun cevabını sayfalarına eklemişler ki maşallah diyorum. Merakını gidermek isteyen arkadaşlar önden buyursun.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|