|
|
|
Editör'den : İNTERNETTE KARANLIĞA HAYIR!.. |
Merhabalar,
Biliyorum, kanal projesi görevini tamamladı ve köşesine çekildi. Ama padişah efendimiz ateşi harlamaya pek meyilli. Bir dedesi Çanakkale'de şehit düşmüştü, bir diğeri de Osmanlı'ya hükmetmiş. Tahammül edenlere saygı duyuyorum!..
Onun seçim meydanlarında çizdiği tabloyla benim beynime nakşedenler paralel değil. Sorun da burada zaten. O her demokrasi, hak hukuk, özgürlük dediğinde benim aklıma telefon dinlemeleri, sabaha karşı baskınları, 3 yıldır suçlanmayı bekleyen tutuklular, terör suçu sayılan kitaplar, örtbas edilen yolsuzluklar ve seçime 40 gün kala muhalif belediyelere yapılan baskınlar geliyor. Bakın daha soyundukları ahlak zabıtası rolüne, yaşattıkları sınav rezaletlerine sıra bile gelmedi. Böylesine pespaye bir tablonun önünde kanatlı melek gibi sağa sola ahlak dersi vermesine ben dayanamıyorum. Tamammül edenlere saygı duyuyorum!..
12 Eylül'e, darbecilere, ordu egemenliğine, olur olmaz verilen muhtıralara neden karşı çıktı bunlar anlayan beri gelsin. 12 Eylül'den hesap soracağız derken, Evren'in yediği akşam yemeği hesabından söz etmiyorlardı herhalde. Rafa kaldırılan hukukun, cezaevlerinde çürüyen insanların, yok yere heba edilen bir neslin, her seferinde yıllarca geriye giden demokrasinin hesabını sormayacaklar mıydı? Sormak bir yana, epey bir süredir unuttuğumuzu sandığımız istibdat dönemini geri getirdiler. Bir farkla, o da ayak uydurmak zorunda kalınan, gelişen teknoloji!?..
İnternetin Arap dünyasında neler yaptığını iyi farkeden vazife çıkarıcılar, bir dizi önlemi, ahlakımızı(!?) korumak adına, hayatımıza sokmaya hazırlanıyorlar. "Dünyanın her yerinde var." yalanıyla dayatmaya çalışılan, bu denetleme, sansür, hak gaspı ile bize daha iyi bir dünya sunacaklarını iddia ediyorlar. Ailelere, "Siz çocuğunuzun ahlakı için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemezsiniz." diyerek bizi birer parmak kuklası haline getirmeyi planlıyorlar. İşlenen suçun cezalandırılması konusunda yetersiz kalan hukukumuzu düzeltemeyeceklerini anladıkları için, yasağı en baştan koyup boğazımızı hepten sıkmaya çalışıyorlar.
Bilmeyenleriniz olabilir, şu anda tüm internet yer sağlayıcılarına, yasaklanacak alan adlarının listesini gönderiyorlar. İnternet servisi Ağustos'tan itibaren kademeli olarak sansürleniyor. En serbestinde bile binlerce siteye giriş engellediğine göre, varın siz diğer sansürlü paketleri hayal edin. Bir diğer faşist uygulama ise fişlemenin sınırlarını iyice zorlamaları. İnternet servisi alan herkese bir kimlik numarası vererek izlerini sürmek istiyorlar. Herkesi kendileri gibi bellediklerinden olsa gerek, erotik siteleri gezeni potansiyel tecavüzcü ya da sapık, savaş oyunu oynayanları da terörist ilan edip, testiyi kırmadan evvel dövmek istiyorlar. Bunun adı "DEVLET TERÖRÜ"dür. Zaten kuşa dönen özgürlüklerimizi zaptetmeye yönelik bir harp oyunudur. Çekilen ordunun bıraktığı mevzileri dolduran bürokratlar padişaha bağlılıklarını böyle yerine getirmektedirler. Ben eşek yerine konmayı içime sindiremiyorum. Sindirenlere saygı duyuyorum!..
...
Tüm mevcut ve potansiyel annelerimizin anneler günü kutlu olsun. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BİR FIRTINA TUTTU BİZİ |
|
Mayıs yağmurlarla geldi. Billur zerrecikler yeşim rengi yaprakların üzerinden sokaklara göz kırpıyor. Pırıl pırıl, cap canlı… Bu sene bahar bir türlü gelmek bilmedi diyenlere aldırmıyorum. Bence bahar çoktan geldi. Mevsim yavaş yavaş yaza doğru akacak. Mayıs dediğin biraz yağmur, biraz güneş, biraz rüzgâr, serin akşamlar ve sıcak öğlen vakitleri değil midir? Mayıs ayı çocukların komşu bahçelerden erik çalma zamanıdır.
Yarın ülkesi ve insanları için düşleri, rüyaları olan üç genç darağacında sallanacak. Daha güzel ve mutlu bir ülkede yaşamak istedikleri için yıkıcı, bölücü ve dış mihrak olacaklar. Gazeteler, radyolar, televizyonlar bizi Usame'nin, öldürülüşü ve daha farklı yüzlerce fasarya ile oyalayacaklar. Kocaman Mayıs ayının her gününe bir anlam yüklenecek. Trafik Haftası, Danıştay ve İdari Yargı Haftası, Uluslararası Aile Günü, Dünya Çiftçiler Günü, İstanbul'un Fethi, Anneler Günü diyecekler. Anneler umutsuzluk içinde nereden geldiği bile belli olmayan kolay ecellerle ölen çocuklarına ağlayacaklar. İstanbul'u fetheden kahramanlarla gururlanıp, Mayıs ayı içinde Kardeşlik Haftası'nı kutlayacağız. Bütün çelişkilerine rağmen Mayıs ayı gençlerin asıldığı, eriklerin çocuk ceplerine tıkıştırıldığı zaman olarak kalacak. Babalarımız para verirlerse belki annelerimize hediyeler bile alacağız.
Hıdır ile Ellez yeşil çimenlerin üzerinde dünya tatlısı bir muhabbete başlayacaklar. Bin yıldır ateşi zerre kadar düşmemiş bir sıcaklıkla laflayacaklar. Mayıs ayı dünyayı cenneten resimlerle süslerken yaşama inat biz yine o üç genci asacağız. Çünkü asılmaları gerek. Bağımsız bir Türkiye kimin ne işine yarar ki? Bütün Limaların, bütün fabrikaların satılması gerek. Demiryollarının ve toprakların... Artık dünya kocaman bir köy... Global bir dünyada yaşıyoruz. Sınırların ne anlamı var? Para canın istediği yere gider. Kim karışır ki? Yüz bin dolara hükümetler düşmeli. Yüz kontöre gencecik bedenler satılmalı. Para her dili konuşmalı. Ama illa İngilizce konuşmalı… Ormanlar, Su, petrol, altın ve daha adını bile bilmediğim yüzlerce cevher bütün dünyanın ortak malıdır. Gelişmemiş, sıska ve hastalıklı devletlerin bu zengin kaynakların üzerinde miskin miskin oturmasına seyirci kalınmamalı. İnsanlar dürtülmeli, internet üzerinden gaflet uykusundan uyandırılmalı. Daha çok demokrasi istemeliler. Daha çok ekmek ve daha çok Amerika, daha çok Nato, daha çok bomba ve illa savaş istenmeli.
Mayıs ayı başımızdan aşağıya büyük bir cömertlikle kucak kucak çiçek, taze yağmurlar serperken önce umutlar öldürülmeli. İnsanoğlu beşer, aman ha yoldan şaşar. Arap kızı törelerin canı cehenneme deyip camdan bakar. Dünyanın çivisi yerinden oynar. Bütün önlemler zamanında alınmalı. Taksim'de işçiler kurşuna dizilmeli, yetmezse üzerlerinden panzerle geçilmeli. Umuda dair ne varsa ezilmeli… Öyle bir korku yaratmalı ki, gören gözlere perde inmeli. Söyleyen diller lal olmalı. Otuz yıl sonra bile ne olduğunu kimse sormamalı. Bunu kim yaptı bize diye merak edilmemeli. Bütün katiller kahraman ilan edilip ödüllendirilmeli. Yedi iklim, dört mevsim kemiklerine, hatta iliklerine kadar korkutulmalı. Sonra yeni (El Kaide) masallar yaratılmalı. Raf ömrü sona eren düşmanlar yenilmeli. Piyasaya yenileri sürülmeli. Ama savaş sonsuza kadar sürmeli. İnsanlar her zaman düşmanlardan korkmalı. Her zaman uyanık, her zaman birlik ve beraberlik içinde olmalı. Düşmanlar esnek olmalı. Her boyaya, her kimliğe bürünmeli. Bir kısmı ile Afganistan'da savaşırken, diğer bir kısmı Libya'da desteklenmeli. Önce Kaddafi'den kurtulmalı. Zamanı gelince ötekinin de çaresine bakılmalı. Oyunun tek bir amacı olmalı. Umut etmek en tehlikeli düşmandır. Görüldüğü yerde ezilmeli…
Mayıs ayı yağmurlarla geldi. Rüzgârları çiçek, rüzgârları kırlangıç kanadı yüklü… Çocukların cepleri tıka basa erik dolu. Çocuklar kuşlar gibi cıvıl cıvıl. Keşke akşama babama söylemeseler... Hacı Ali'nin bahçe duvarına tırmandığımı. Annem hemencecik anlar zaten. Pantolonun dizi gitmiş. Farkında bile olmamışım.
Mayıs ayında bahara inat üç genci astılar. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın asıldıklarında yirmili yaşlarındaydılar. Ülkelerini çok sevdikleri için darağacında can verdiler. Umut ettikleri için, düşleri olduğu için idam edildiler. Bir karıncanın bile canına kıymadan katil sayıldılar. Büyük biradere sövdüler. Altıncı filoyu ve İncirlik Üssünü istemediler. Zamanın başbakanı "Orada Amerikan üssü yok. Tesis var," dedi. İnanmadılar. Büyükleri çok kızdırdılar. En sonunda bir hıdrellez günü, baharın, ilkyazın coşkusunu insanın damarlarında hissettiği bir sabah asıldılar. Dönemin AP'li Devlet Bakanı, Seyfi Öztürk, Deniz'lerin idamlarının onaylandığı gün, "üçe üç" demişti, "intikamımızı aldık!" Haklıydı. İntikamın bedeli körpe bedenlerden alınmıştı. Artık ülkem rahat bir nefes alabilecekti.
Ceplerim erik dolu. Pantolonumun dizi yırtık... Akşama eve gidince kesin dayak var. Cebimden çıkardığım eriğin sapını koparıp ağzıma atıyorum. Aceleyle yolduğum için erik ve yaprak birbirine karışmış. Cam gibi yeşil, cam gibi kaygan erik dişlerimin arasında parçalanıyor. Ekşi suyu dilime dokunuyor. Elimde olmadan yüzüm ekşiyor. Eriği ağzından çıkarıp, içindeki beyaz çekirdeği çıkarıyorum. Sonra geri kalanı keyifle çiğniyorum. Nasılsa dayak garanti, hiç olmazsa şu eriklerin tadını çıkarayım. Hacı Ali'nin eriklerinde iş yoktur zaten. En iyisi Aksekili'nin bahçesindedir.
Mayıs ayı yağmurlarla geldi. Mevsim cam gibi yeşil, erik dalında taze bir sürgün kadar nazlı... Üç asma filizini sabaha karşı yolundu dalından. Onlar da herkes gibi ateşten atlardı o gün. Tutsak olmasalar. Erguvanlar sokuştururlardı bakışlarına. Gelincikler, karanfiller ve beyaz papatyalar belki. Oysa hesap önceden görülmüş, defterleri çoktan dürülmüştü. Hıdrellez sabahı yağlı urganlarda alınması gereken intikamların bedellerini ödediler.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu DÜNYA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜNÜ |
|
3 Mayıs 1991'de Namibia'nın Windhoek kentinde UNESCO tarafından düzenlenen "Bağımsız ve Çoğulcu Afrika Basınının Geliştirilmesi" konulu konferansta Windhoek Deklarasyonu yayımlanır. 20 Aralık 1993'te, Birleşmiş Milletler, her yıl 3 Mayıs'ı, "Dünya Basın Özgürlüğü Günü" olarak kutlamayı kararlaştırır.
Windhoek Deklarasyonu, bir ülkede demokrasinin yerleşmesi ve ekonomik gelişmenin sağlanması için basının bağımsız, çoğulcu ve özgür olması gerekliliğine vurgu yapar. Buna göre basının, üretimden dağıtıma her aşamada siyasal ve ekonomik baskıdan bağımsız olması zorunludur.
Her ne kadar eski İçişleri Bakanı Beşir Atalay Türkiye'de basın özgürlüğünün ABD'den de ileri olduğunu ileri sürse de Dünya Basın Özgürlüğü'nün kutlandığı bu günde, ülkemizde 67 gazeteci tutuklu, 2000 gazeteci yargılanmakta, gazeteciler hakkında açılmış 10.000 dolayında soruşturma dosyası adliye raflarında beklemektedir.
Merkezi ABD'de bulunan insan hakları ve özgürlükleri izleme örgütü Freedom House'un, 2011 basın özgürlükleri raporuna göre Türkiye, 196 ülke arasında 54 puanla 112'nci sırada ve "yarı özgür" ülkeler kategorisinde yer alıyor. Yine bu rapora göre geçen yıl, Türkiye'de basın özgürlüğü açısından önemli gerilemeler yaşanmış.
Raporda, "Türkiye'nin notunun, TCK'nın 301 ve 216'ıncı maddeleri ve Terörle Mücadele Yasası'nı da içeren bir dizi yasa altında, gazetecilere yönelik artan tacizlerin sonucunda 51'den 54'e düşürüldüğü" belirtilerek "Türkiye'deki bu hukuki baskının, gazeteciler, editörler ve medya sahipleri arasında artan biçimde oto sansüre yol açtığı" öne sürülüyor.
Türkiye'de ilk özel gazete 1860 tarihinde yayımlanmıştır. Şinasi Efendi, gazetenin ilk sayısında makalesine "Mademki bir sosyal toplulukta yaşayan halk bunca yasal görevlerle yükümlüdür, elbette sözle ve kalemle kendi vatanının çıkarlarına uygun fikir belirtmeyi kazanılmış haklar bütününden sayar." cümleleriyle başlar. Ancak, daha birkaç yıl geçmeden Namık Kemal salt fikirlerinden dolayı Avrupa'ya kaçmak zorunda kalır. Sonraki yıllarda da Magosa zindanına gönderilir.
Basın üzerindeki baskılar özellikle Abdülhamit döneminde doruk noktasına çıkar. Gazetecilerin arkasına hafiyeler takılır, hatta padişahı çağrıştırıyor diye "yıldız"(Padişah yıldız sarayında oturmaktadır.) "burun" (Padişah kemer burunludur.) gibi sözcüklerin kullanımı bile yasaklanır.
Bu ülkede gazetecilerin çilesi, elbette salt sürgünlerle, yasaklamalarla sınırlı kalmamıştır. Onlar, 6 Nisan 1909'da Serbest Gazetesi yazarı Hasan Fehmi Bey'in bir suikasta kurban gitmesinden bu yana 95 meslektaşlarını cinayete kurban vermişlerdir. Bu rakam, bu ülkede neredeyse her yıl bir gazetecinin fikirlerinden dolayı öldürülmesi anlamına gelmektedir.
Şinasi'nin makalesinden bu yana 151 yıl geçmiş. Ne var ki bugün, gazetecilik yapmaya çalıştıkları için Tuncay Özkan 27 Eylül 2008'den, Mustafa Balbay 6 Mart 2009'dan beri tutukludurlar. Soner Yalçın tutuklanalı 74 gün, Ahmet Şık'la Nedim Şener tutuklanalı 57 gün olmuş.
Dünya Basın Özgürlüğü Günü'nün geçen yılki küresel teması, 'Bilgi Özgürlüğü: Bilme Hakkı' idi. Bu yılki teması da , "21. Yüzyılda Medya: Yeni Sınırlar, Yeni Engeller" olarak belirlenmiş bulunuyor.
Türkiye, "Bilme Özgürlüğü: Bilme Hakkı" temasının işlendiği yılda, daha basılmamış kitaplara el koyarak bu ülkede, bu hakkın nasıl gasp edilebileceğinin özgün örneğini verdi. Bu yılın temasına göre ne yapılabileceğinin ipuçlarını da Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tarafından hosting firmalarına gönderilen liste veriyor. Buna göre, içinde hayvan, baldız, büyütücü, çıplak, çıtır, etek, hatun, Haydar, hikaye, sarışın, sıcak, şişman, yasak, yerli, yetişkin… sözcükleri geçen siteler yasaklanacakmış. Alın size bir Ergenekon daha.
Başbakan kanal projesi için "Benim dedem istedi, Abdülmecid bunun mimari projesini yaptı. Biz de onun bu projesini yapıyoruz." demiş. Sözü Silivri tutuklularının adaylıklarına getirerek "Bunlar Silivri'den Meclise tünel kazıyorlar." diye eklemiş.
Bizce de başbakan gerçekten Osmanlının son dönemindeki dedelerinin izinden gidiyor. Bir taraftan emrindeki kuruluşlara sözcük yasaklattırırken, kanal hayalleriyle halkın kafasını efsunlayabiliyor. Henüz yayımlanmamış kitap için gazeteciler içeri tıkılırken yargıya karışmam diyor; ama 2 yıldır yargılaması bitirilemeyen gazeteci, yasal hakkını kullanarak milletvekili adayı olunca hapishaneden meclise tünel kazıyorlar diye bas bas bağırıyor. İşin komiği, tüm bu çelişkileri anlı şanlı gazetecilere "İleri Demokrasi" diye pazarlatabiliyor.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 13 |
|
Küçük şirketlerde çalışırken büyük şirketlerin dev binalarının önünde gördüğüm süslü personellere özenirdim. Takım kıyafetler giymiş, makyajlar içerisinde, ağır parfümlerle banyo yapmış, iş çıkışında havalı havalı servislerine binen insanları yoldan geçerken görenler, mutlaka kendileri için de bu iş hayatını hayal etmişlerdir. İçlerinden: "Keşke ben de burada çalışsam, ne güzel servisleri var, benim gibi otobüslerde itiş kakış sürünmüyorlar, topuklu ayakkabıları ile işlerine gidip geliyorlar, oh ne rahat bir iş hayatı." dediklerinden eminim. Ben de tüm bu düşüncelere sahipken, birdenbire kendimi büyük şirketin dev binasında çalışırken buluverdim. İçine girip çalışmaya başlayınca hiç de hayal edilecek kadar güzel olmadığını gördüm. Aldığım asgari ücrete yakın maaşla, taksitlendirip satın aldığım süslü giysilerimi, takılarımı, topuklu ayakkabılarımı giyerken aslında hiç de mutlu değildim. 'Nerde çokluk orda kötülük' lafının ne kadar doğru olduğunu anladım. Dedikodu diz boyu derken, ast üst ilişkilerinde ne entrikalar, personel arasında ne ayak kaydırmacalar olduğunu gördüm. Bütün bu olumsuzluklara karşı prestijli bir yerde çalışmanın havası vardı. Nerde çalıştığımı sorduklarında "işte şu büyük firmada" dediğim an, karşımdakinin çenesini oynatıp "mmm" demesi kendimle kısa zaman da olsa gurur duymamı sağladı. Kısa zaman diyorum çünkü, gururum geçiciydi. Yaşadığım büyük hayal kırıklığının ötesinde, beden ve ruh sağlığım bozulmaya başladı. Güvenim yok olup gitti. Zamanla huzursuzca kendimden şüphelenerek çalıştım. Eski şirketimde patronun sağ kolu olan ben, bu büyük şirkette ne hale gelmiştim? Bir asistan, getir götür işlerine bakan, çaycı, köle, bazen aptal, bazen beceriksiz? Ne olduğumu ben bile bilmiyordum. Mezun olduğum okulların, okuduğum onca kitabın hiçbir önemi yoktu. Beni bu kadar önemsiz hissettiren gerçek neden ise değişken düşüncelerinin kaosunda yaşadığı için ne istediğini bilmeyen müdürümdü.
Bir sabah para kutusunun boş olduğunu gördüğümde fena sinirlendim. Hırsızın bulunması için idari işlere durumu anlattım. Nedense hiç oralı olmadılar. Şimdiye kadar ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyorlarmış. "Ne yani, parayı ben mi çaldım?" diyecektim, kendimi zor tuttum. Kameralar incelendi, sadece koridorda kamera olduğundan kimse tespit edilemedi. Bu duruma sinir olduysam da yerime dönüp kendi cebimden çalınan parayı ödedim. Oysaki bu bir hırsızlıktı ve para ofisindi, benim para vermem saçmalıktı. Bir sonraki hafta tekrar aynı olayı yaşadım. Artık temkinli olsam da daha az bir miktar yine para kutusundan çalındı. Başka bir hafta demir paralar alındı. Akşamları temizlik yapan görevlilere uyarı yapılmasına rağmen sorunun giderilmemesi beni çok kızdırdı. İdari işler, şu koskoca şirkette hiçbir işe yaramıyordu. Kimsenin günahını alamazdım, bunu kimin yaptığına dair hiçbir kişiden de şüphelenmiyordum, tahminimiz sadece akşam temizlik görevlileri ya da gündüz öğle aralarında nöbet tutan personelden biriydi. Bu olay çözülemedi ve unutulup gitti. Ama ben son olarak para kutusuna bir not yazdım. Biraz psikopat bir nottu ama korkutmak için yazmak zorundaydım. Notum aynen şöyleydi: "Ne yaptığını biliyorum." Bu notu bıraktıktan sonra hırsızlık yapılmadı. Psikopat notum nasıl olduysa işe yaramıştı. Böyle can sıkıcı durumlarla karşılaştığım gibi bazı personelin bilgisizlikten doğan komik hallerine de çözümler üretiyordum. Mesela, tezgah üzerinde bıraktığım müdürün su ısıtıcısının içine çay poşeti atıp kaynatan şahsı bulamayınca bölümdeki herkese su ısıtıcısının nasıl kullanılacağına dair mail attım. Bunu yapanın kadın olduğundan şüphelenmiştim. Ağır parfümlerle, süslü gezen bir kadının ojeli elleri ile su ısıtamayacak kadar beceriksiz olması, insanı çileden çıkaracak türden bir durum değil miydi?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı ANA: İÇELİM ŞEFKAT PINARINI KANA KANA |
|
Ana, anne...Bizi dünyaya getiren, besleyip büyüten, üstümüze kol kanat geren kutsal varlık, bize göstermemek için darlık yemeyip yediren,içmeyip içiren dişi, çocuklarıdır bütün duygusu, düşünce ve de işi. Ne kadar büyürsek büyüyelim, ana kucağını özleriz, ondan çok uzaklarda olsa bile, ona kavuşmak için can atarız. Atasözü ve deyimlerimize girmiştir, belleğimizde yer etmiştir o. Ana yol, anayasa, ana fikir, ana yurt, ana vatan deriz, bir yerin çok kalabalık oluşunu ana baba günü diye belirtiriz. Kısmetli kişileri anası kadir gecesinde doğurmuştur. Çırılçıblak yerine anadan doğma sözcüğünü kullanırız. Kötü kişiler bizi anamızdan doğduğumuza pişman ederler. İyilere hakkımızı anamızın ak sütü gibi helal ederiz.
Çektiğimiz çileyi, "anamdan emdiğim süt burnumdan geldi" diye belirtiriz, "anam ağladı" deriz. Açıkgözler anasının gözüdür, anasının ipini satmıştır. İnsafsız satıcılar anamızın nikâhını isterler. Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz! Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar. Bilgisizlik kötülüğün annesidir. Kabadayılar kadınlara "anam" diye laf atarlar, "anam babam" diye konuşurlar. Kaçanın anası ağlamazmış. Terbiyeli kızlar "ana kuzusu", hafif kızlar anasının kızıdırlar. Kızların nasıl olduklarını öğrenmek isteyenlere, "anasına bak, kızını al, kenarına bak; bezini al" derler. Kimi kişiler, "anam avradım olsun ki" diye yemin ederler. Korku şiddetin anasıdır. Kimi ana öz, kimi de üveydir. Ana dilimiz Türkçedir. Ana yurdumuz da Anadolu! Kaynana sözcüğü kayın ve ana sözcüklerinden türetilmiştir.
Denizlerde denizanası vardır. Çocuk olduğu zaman, "Allah analı babalı büyütsün" dilleğinde bulunuruz. Sütü kesilen anneler sütanne tutarlar, çocuklar çok sevdikleri, ikinci bir ana olarak gördükleri kişilere cicianne derler. Soyu sopu belli olmayanlara, "anası belli, babası elli" denilir. Dokuz anası olan sütten, dokuz karısı olan bitten kurtulamazmış." Bir anne dokuz çocuğa bakarmış da dokuz çocuk bir anneye bakamazmış" Bu da hayatın acı bir gerçeği... Doğan Cüceloğlu, "İnsanın anavatanı çocukluğudur" diyor. Tahsin Saraç, "Ana Öğüdü" şiirinde şunları yazıyor: "Çiçekleri ezme yavrum/ Çiçek bir yüreğe benzer/ Çiçek ezen insan ezer".
Abraham Lincoln, "Okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız, söyleyeyim, annemdir", Ostrovski, "Anneler her şeyi görmeseler de kalpleriyle duyarlar", Rajneesh, "Bir çocuk doğduğu anda, bir anne doğmuş olur" diyerek annelerin çeşitli özelliklerini vurguluyorlar. Bir çocuk şarkısında anne sevgisi şöyle anlatılıyor:
"Anamız başımızda/ Her övün aşımızda/Ananın emeği var/ Bütün her işimizde/Gelin çiçek derelim/ Yollarına serelim/Sevgi dolu türkülerle/ Annemize verelim."
***
Kimi ana oğluna kimi de kızına düşkündür Böyle iki ana yolda karşılaşmışlar, hal hatır sormuşlar, çocuklarında söz etmişler. Birinci anne, "Oğlum hiç de mutlu değil, demiş. Gelin pek iş yapmıyor, oğlum ona yardım etmek zorunda kalıyor. Hiç rahatı yok!"
İkinci anne, "Benim kızım çok mutlu, diye konuşmuş. Damat ev işlerine yardım ediyor. Kızımın elini sıcak sudan soğuk suya değdirmiyor"
Kimi kızlar çok nazlıdırlar. Böylelerine göre bir türkümüz var:
"Silifke'nin yoğurdu/ Ah seni kimler doğurdu/ Seni doğuran ana/ Bal ile mi yoğurdu?/
Anası pilav pişirir/ Oğlu durmaz aşırır..."
Bir başka türküde delikanlı kıza olan aşkını bakın nasıl anlatıyor:
"Yoğurt koydum dolaba/ Bugün başım kalaba/ Seni doğuran ana/ Olsun bana kaynana."
Annesi çocuklarına meyveleri paylaştırmış. Çocuklar onun ne yiyeceğini sormuşlar. Anne şöyle demiş: "Anneniz taş yesin, birerden beş yesin!"
Her şeyin en iyisini almaya, kendine ayırmaya çalışanlara, "senin ana güzel mi?" diye sorarız. Kimi kişiler ananın örekesini sövgü sanır. Oysa öreke Anadolu kadınlarının örgü örme aracıdır. Özentili kişiler ana, anne sözcüğünü beğenmezler de, Arapçadan gelme valide sözcüğünü kullanırlar. Eski edebiyatımızda anne yerine Farsça "mader" de kullanılmıştır. Namık Kemal bir şiirinde: "Düşman dayamış vatanın bağrına hançerini/ Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini" demiş, Atatürk, "yok imiş" sözcüğünü silip yerine "bulunur" yazmıştır.
Gelin roman okumaya meraklıymış Hiçbir iş yapmaz hep roman okur dururmuş. Bütün ev işlerini damadın yaşlı annesi yapar ve çok yorulurmuş. Geline bir şey diyemezmiş. Bir süre sonra, gelini iş yapmaya mecbur etmek için bir çare düşünmüşler, aralarında bir plan yapmışlar. Delikanlını eve gelme saati yaklaşınca kadın eline süpürgeyi almış, etrafı süpürmeye başlamış. Oğlan eve gelip annesinin iş yaptığını, gelin hanımın roman okuduğunu görünce süpürgeyi annesinin elinden almaya çalışmış, "Ne yapıyorsun anne, diye bağırmış. Gençler dururken sana iş yapmak yakışır mı? Ver, ben süpüreyim!"
Annesi itiraz etmiş: "Bu, kadın işi oğlum. Erkek eline yakışmaz" diyerek süpürgeyi vermek istememiş. Çekişmeye başlamışlar. Gelin roman okumayı sürdürüyor ve hiç istifini bozmuyormuş ama tartışma uzayınca rahatsız olmuş, elinde kitabı yere atıp öfkeyle:
"Sizin yüzünüzden iki satır okuyamadım. Bunda çekişecek ne var? Aranızda iş bölümü yapasınız, bir gün annen süpürür, bir gün sen süpürürsün" diye yol göstermiş!
İki kadın da çocuğun annesi olduklarını ileri sürüyorlarmış. Hazreti Süleyman'ın huzuruna çıkıp iddialarını sürdürmüşler. Öyle bağırıp çağırıyorlarmış ki sultan hangisinin gerçek anne olduğunu anlayamamış. "Madem çocuğu paylaşamıyorsunuz, öyleyse ortadan ikiye böldüreyim de yarısını biriniz, öbür yarısını da öteki alsın" demiş. Kadınlardan biri ayaklarına kapanmış, "Yavruma bir şey yapmayın. Ben hakkımdan vazgeçiyorum" diye ağlamış. Sultan, "Yavrunun kesilmesine dayanamadığına göre gerçek anne sensin" demiş.
Er, annesinin hasta olduğunu belirterek izin istemiş ama komutanı vatanın da annesi olduğunu söyleyerek izin vermek istemeyince şöyle demiş: "Komutanım, vatan annemizin birçok oğlu var, ben yokken onlar da bakabilir. Oysa memleketteki annemin benden başka oğlu yok!" Bu cevap komutanın hoşuna gitmiş, izin vermiş.
Komutan erlere "vatan nedir?" diye sormuş. Mehmet, "Vatan anamdır" demiş. Komutan Ahmet'e de sormuş aynı soruyu. Yanıt şöyle: "Vatan, Mehmet'in anasıdır komutanım!"
Anne kocası ölünce bir daha evlenmek istemiş. Oğlu, "Gene mi?" diye sorunca annesi boynunu bükmüş: "Ali, Veli, üç de ondan evveli, Şaban, Recep, Ramazan, bir de rahmetlik baban! Ah oğlum ah! Koca mı gördü senin anan? " diye dert yanmış kadıncağız.
Oğlan anasıyla kız anası çekişir dururlar. Bu konuda şu sözler vardır: "Oğlan anası, kapı arkası; kız anası minder kabası. Oğlanınki oğul balı, kızınki bayır gülü. Oğlan anası az yer, kız anası kaz yer. Oğlan anası alıncaya kadar yalvarır, kız anası ölünceye kadar..."
Arif Nihat Asya, "Anne" adlı şiirinde bir annenin ağzından : "Kolun kanadın ben oldum.../ Dilin dudağın ben oldum!/.../Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim.../Gün oldu, kırdın/ İncinmedim:/ İlk oyuncağın/ Ben oldum yavrum./ Son oyuncağın ben oldum!" diyor.
Bir Polonya atasözü, "İlkbahar bir genç kız, yaz bir ana, sonbahar dul, kış da üvey anadır" diyor. "Allah her yerde olamayacağı için anneleri yarattı." Duvaryer'e göre, "Tarih toprağın anası olduğu kadar kızıdır da!.." Necip Fazıl Kısakürek, "Kaldırımlar" şiirinde, "Kaldırımlar ızdırap çekenlerin annesi" diye yazıyor.
Anneler meleğe benzetilirler. Bence anneler bize meleklerden daha yakındır. Onlar sunar şefkat pınarını çocuklarına, içelim diye kana kana. Zamanında değerini bilmezsek, iş işten geçtikten sonra arar dururuz boşu boşuna. Yokluğu eksiltir kişiyi, varlığı can katar cana. Bir bahar yeli eser ondan bize mutluluktan yana. Hiçbir karşılık beklemeden, içinden öyle geldiği için sevgi bahçesinden bir demet çiçek sunar çocuklarına. Ne kadar teşekkür etsek azdır ona. Hadi gelin, sadece anneler gününde değil, her gün öpelim ellerini, güldürelim yüzünü, soldurmayalım karanfillerini, güllerini.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder KOLTUK SAĞLAM OLMALI |
|
Şans denen şeyle aram hiç bir zaman iyi olmamıştır. Güvenmediğim için de sanki düzeltebilecekmişim gibi, sağlam basmaya çalışmışımdır. Ama ne yaparsam yapayım, şanssızlık beni aramış bulmuştur. En zor anlarımda "Peh!" diye karşıma çıkıverişinden bir yerlere gizlenip bana pusu kurduğunu bile düşündüğüm olmuştur.
Örneğin, yirmi kişi bir mağazadan alışveriş yapıp aynı şeyden satın alsak, içine de bir tane üretim hatası ürün karışmış olsa, hiç kuşkunuz olmasın o benimkidir.
Sınavda A, B diye ayrılsak, kazık sorular bizim gruba gelir. Bizi iki öğretmene bölüştürseler en sıfırcısı benim olduğum guruba denk gelir.
Hani televizyon izlencelerinde yarışmacıya bir para önerilir, şansına güveniyorsa "Kabul etmiyorum; lütfen kutumu açın" der ya, ben yaşamım boyunca bir kez olsun bu sözü söyleyemedim.
…
En son şanssızlığı geçenlerde koltukta yaşadım. Meğer onda da şansım yokmuş. Çok gezip tozmadığım için bilmiyordum.
Uzun bir yolculuk olacak, bir gün önceden yer ayırttım. Üç numaralı koltuk. Hani on üç numara uğursuz derler ya, onu diyenler üç numarayla öyle dört başı mamur hiç karşılaşmamışlardır. Bundan hiç kuşkum yok. O işkence koltuğu gibi üç numaralı koltuğa bir süre oturdum; ilk seyir faslı bitip, şöyle bir yaslanayım dedim, koltuk arkaya arkaya yatıyor. Araçlarda pek uyuma alışkanlığım da yoktur. Bir süre dimdik oturmaya çalıştım, olmuyor. Dura kalka, bir ileri bir geri epeyce yoruldum. Bu böyle gitmeyecek; muavini çağırıp koltuğun dik durmadığın söyledim. Çekti, iteledi, bir yerlerini kurcaladı:
- Tamam abi.
Tamam olsa sorun yok da, nerde; bir süre sonra yine, hem de bu kez daha çok arkaya yatmaya başladı. Kimsenin koltuğunda gözüm yok ama herkes dimdik yolculuk yaparken, bir ben, yanlış düğmeye basılmış da kimliğini yitirip italikleşmiş daktilo harfi gibi yatık gidiyorum.
Arkada da evlere şenlik bir amca var. Hiç hoşgörüsü yok. Benim koltuk arkaya yattıkça mırıldanıp duruyor. Ehlikeyfmişim de, "Oh ohh beyim tatlı rüyalar"mış da…
Arızalı koltuğu ben seçmedim ki.
Arkadakinin sesi iyice yükselmeye başlayıp, muavinden de umudu kesince şoföre yüklendim:
- Arkaya yatıyor bu koltuk yahu!
Şoför kendi havasında. Gol haberi vermişim de kendi takımını etkilemiyormuş gibi:
- Haa o koltuk mu? O arızalı. Ama hiç endişeniz olmasın. Dönüşte hemen tamir ettireceğiz.
İyi bari. Koltuğun tapusunu aldık ya, bu kez böyle yata kalka gidelim. Bir defadan bir şey olmaz! Zaten endişeye de gerek yokmuş.
Ama şoför yine de titiz adammış. Arka taraftaki muavine "Düzelt şu koltuğu!" diye bağırdı. Çocukcağız geldi, az önce yaptıklarını yineledi. Yaslandım, yine yattı.
Arkadaki amca yine rahatsız. 'Ehlikeyf zıpırlar' da hep ona denk gelirmiş, kahretsinmiş.
…
Baktım, işin olacağı yok. Bari uyumaya çalışayım, uyuyabilirsem yol çabuk geçer, dedim. Bu kez şöyle rahatça yaslandım. İşte tam o an olanlar oldu. Sen arızalı koltuğa yaslanır mısın? Tümüyle arkaya yattı. Şimdi koltuğumla birlikte mırın kırıncı amcanın kucağındayım.
Öyle kucağındayım ki, adeta sinir küpü ile yüz yüzeyim. Daha doğrusu ben yüzüm de o biraz ters. Homur homur bir şeyler söylüyor. Kalkmaya çalışıyorum, olmuyor. Çabaladıkça, daha bir yerleşiyorum.
Mırın kırıncı amca çok ters adam. Bu durumda çok ilginç de bir görüntüsü var. Gözler yukarda, kaşlar aşağıda. "Amca, senin kaşının üstünde gözün var" desem, yakışmaz şimdi. Malum, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Üstelik burun deliği yok. Ağzı da alnında, onun üstünde de kıllı bir tümsek.
…
Bir ara sağı solu merak ettim. Yüzümü yan koltuğa çevirdim; kucağı çocuklu bir kadın. Tabii bu arka sıranın yan koltuğu. Kendi sıramdaki yol arkadaşımla tanışmıyoruz İlk anda mimiksel bir selamlaşma olmuştu ama; yüzünü bile anımsamıyorum. Annesinin kucağındaki çocuk yaramaz mı yaramaz. Başladı benimle uğraşmaya. Geldi üstüme çıktı. Biz amcayla bir yarısı velet öteki yarısı papaz, iskambil kâğıdı gibi bütünleşmişken, çocuk da katılınca bir garip üçlü olduk.
Ben çocuğa git git, edip iteledikçe, annesi karşı çıkıyor:
- Oynasın amcası, oynasın. Seni sevdi.
Benim de tam sevilecek demlerim ya!
…
Çaresiz, belki kurtarır, diye "Şofööör!" diye bir kez daha bağırdım; o da benden bıkmış:
- Tamir ettireceğiz dedik ve ağabeycim. Türkçen kıt mı?
Ben kırık koltuktan, alnı kıllı heriften kurtulmaya çabaladıkça, çocuğun zıplamalarıyla daha da çakılıyorum. Çocuk bir yaş civarında gösteriyor ama sağlıklı. Abartısız yedi sekiz kilo. Kucağında yattığım amca dedesi mi babası mı bilmem. Çocuk beni belediye parkı sanıyor olmalı; bir aşağı bir yukarı. Bir ara geldi tam gırtlağıma çöktü. Ben "Gluk gluk" ses çıkarıyorum, boğulacağım. Annesi kendi havasında "Aman da, oğlumun amcası glukmuş da, gluk gluk edermiş de. Amcası oğlumu çok severmiş de" diye diye çocuğunu seviyor.
Çocuk arada oyuncağından mı bıkıyor bilmem, annesinin kucağına gidiyor, geri geliyor.
Bir gelişinde bıyıklarımı yolmaya başladı.
- Tek tek yol yavrum, acıttın! diye bağırdım.
Sen tut yanağıma bir şaplak at. Kaşlarının üstünde gözü var amcanın güldüğünü ilk kez o an gördüm. Çapa gibi dişlerini göstere göstere kahkaha atıyor.
O gülünce çocuk iyice şımardı. Bu kez işaret parmağını yüzüme yüzüme dürtmeye başladı. Acaba nereme sokacak derken, burnuma soktu. Ben yine feryadı bastım:
- Çek elini çocuk, kanatacaksın!
Bu arada sol yandan bir çocuk ağlaması duyuldu. Baktım; aynı yaşlarda bir kız çocuğu. Bize bakıp bakıp ağlıyor. Kardeşin yanına gelip oynamak istiyormuş.
Öyle ya, hazır oyun alanı gelmiş, çocuk özeniyor. O da gelip üstümde tepinmek, bıyıklarımı yolmak, tokatlamak, gözüme kulağıma parmak sokmak istiyor.
Annesi babası bizimkilerle tanışık olmasa gerek, izin vermiyorlar. Küçük kız
başını çevirip çevirip bana bakıyor. "Şunlara bir şey öyle amca" demeye çalışıyor. Çocuğun halini gördükçe içim cız ediyor. O da çocuk, oyun onun da hakkı.
…
Bu arada ben de uyumuş kalmışım.
Uyandığımda bir de baktım ki, oğlan üstüme küçük çişini etmiş. Annesine çıkıştım; ama kadın çok pişkin. Meğer çocuk yolculuklarda dedesinin kucağına işemeye alışkınmış; benim dedesinin kucağında ne işim varmış.
Kadınla hırgür ederken ineceğim durağı da kırk elli kilometre geçtiğimi fark ettim. Apartopar inip karşıya geçtim, araç beklemeye başladım. Biri durdu.
Muavine:
- Sağlam boş koltuğun var mı? dedim.
Söylediğine göre hepsi sağlammış. Baktım koltukların çoğu boş. Şöyle titizlikle süzdüm. İçimden "Hah" dedim "Şu sağdaki sağlamdır. Hem de cam kıyısı". Oturdum ki, bu koltuk da her yana sallanıyor. En tehlikeli koltuk da böylesidir. Ne yana devrileceği, adamın başını kiminle belaya sokacağı hiç belli olmaz.
Muavine baktım. O da beni izliyormuş. Eliyle beter ol gibi bir hareket yaptı:
- Bir tane arızalı koltuk vardı; boş tutuyorduk. Bula bula onu mu buldun?
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
YEŞİLDEKİ HUZUR
Beyoğlu Belediyesi, Ayşe Akpınar'ın ' Yeşildeki Huzur' adlı resim sergisine 27 Nisan-8 Mayıs 2011 tarihleri arasında ev sahipliği yapıyordu.
Ben de bunu fırsat bilip, hafta sonu Beyoğlu'nun yolunu tuttum. Hem bu sergiyi gezerim, hem de diğer etkinliklerden haberdar olurum diyerek.
İstanbul Yeminli Mali Müşavirler Sanat Galerisinde ki sergiye, sanatçının bir çok eseri konulmuştu.
Hakkında yazılanları okuduktan sonra, resimleri tek tek inceledim. Hepsinde de hiç bitmemiş bir yaşam sevinci vardı.
Bunların arasında, benim en çok sevdiğim yeşiller arasındaki ırmaktı.
Salonda, biraz ilerledikten sonra, onun oturduğu masaya yaklaştım. Beyaz, kısa saçlı, orta boylu, zarif bir kadındı kendisi.
Resim'e nasıl başladığından, çalışmalarından, gelen ziyaretçilerin memnuniyetinden bahsetti. Sonra da buradan elde ettiği geliri; "Muzaffer Akpınar Vakfı'na" bağışlayacağından…
Onunla konuşmak, bana huzur verdi. Gözlerinde ki ışıltı hala bitmemişti; "üretmeliyim üretmeliyim!" diyordu. Bu amaçla da durmadan çalışıyordu...
Salondan çıkarken düşündüm. 1938 doğumlu olan bu kadın, bunca gayret gösterip; "bir şeyler yapmalıyım" derken, acaba biz ne yapıyorduk?
Hayatta iki tip insan vardır; birincisi, yirmi beş yaşında ölüp de, altmış beş yaşında gömülenler, ikincisiyse, bir şeyler üretmeliyim diyerek, hayallerinin peşinde koşanlar!!
Peki siz hangisisiniz??
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-12
*- Ölçülü olmak bilgeliğin temel koşullarından birisidir.
*- Alçakgönüllülük başarılarını küçümsemek değil, başarılar karşısında suskun kalabilmektir.
*- Bilgi, kişiye ya sevgi ya da nefret kazandırır.
*- Bildiğinden şüphe et, ama şüphenden de şüphe etmen gerektiğini unutma!
*- Bilmedikleri bir çok insanı korkuturken, beni bildiklerim korkutuyor; çünkü insanların neler yapabileceklerini görüyorum.
*- Doğanın sesini dinle! Müziğin, öğüdün en güzelinin oradan geldiğini göreceksin.
*- Her sanatçının değeri ancak eserlerinin toplamı kadardır. Bugün olduğundan fazla veya az değer verilse de ileride gerçek değerini bulacaktır.
*- Düşüncelerimiz davranışlarımızın direksiyonudur. Sakın direksiyonu başka ellere vermeyiniz.
*- Senin için iyi olmayan, mutlak kötü değildir. Sana zarar veren birçok kişiye yarar sağlayabilir.
*- Veren ne kadar artarsa alan da o kadar çoğalır. Bir ülkede yardımseverlerin sayısının artmasının da dilencileri çoğaltmaktan başka yararı olamaz.
*- Neden herkes alışkanlıklara yükleniyor? Alışkanlıklarımızı değiştirmek zorunda mıyız? Bazı alışkanlıklarımızı değiştirirsek ne adım atabiliriz, ne de nefes alabiliriz.
*- Bizim kendimize koyduklarımızın yanında, başkalarının bize koydukları engeller hiç kalır.
*- Başka insanlardan üstün olmaya çalışmanın bize getirisi nedir ki? Üstün olmak için harcayacağımız enerjiyi, işimize harcasak üstünlük zaten kendiliğinden ortaya çıkar.
*- Sevilmeyi isteyenler, en çok sevilmeme ihtimali olanlardır.
*- Başkalarını, bırak başkaları olarak kalsınlar.
*- İnsanları dinle; ama sakın etkilenme! Her acı çekenle acı çekersen, her ağlayanla ağlarsan senin onlardan bir farkın kalmaz ve bir müddet sonra, sen seni dinleyecek birisini aramaya başlarsın, ama bu konuda onlar kadar şanslı olmayabilirsin.
*- Hiçbir insan tek başına düşmek istemez...
*- Taraf olmada, biraz da korkudan kurtulma isteği vardır.
*- İyi insanları sevmek zorunda kalışım, beni rahatsız ediyor.
*- Sadece başkalarına zarar veren insan değil; kendine zarar veren insan da yargılanmalıdır.
*- Sen kendini anlatma; nasıl olsa seni iyi veya kötü olarak anlatanlar çıkacaktır.
*- Kendimize benzeyenleri severiz, onlarla arkadaş olmak isteriz, onları mevkilere getiririz. Her yerde, her şeyde kendimiz olduktan sonra başkalarına ne gerek var?
*- İmrendiğiniz, hayranlık duyduğunuz, güçlerinden dolayı boyun eğdiğiniz kişiler, sizin zihninizde yarattığınız gibi değil, sadece sizin gibi kişilerdir. Kendinize bakın, onları görürsünüz, bir-iki ufak farkla.
*- Allah'a giden yolun her adımında insan vardır. İnsanı sevmen, koruman, yardım etmen... o nedenle sana emredilmiştir.
*- İnsanlardan ancak verdiğiniz kadarını alabilirsiniz; azını evet, ama fazlasını asla.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam Küresel Kısırlaştırma Tezgâhları (12) |
|
Charles Darwin'in Francis Galton adında bir kuzeni vardı. İngilizlerin yüzkarası olmuş bir düşünce ve hareketin fikir babası sayılan bu ruhsuz adam 1885 yılında Öceniks "Eugenics" adını verdiği bir hareket başlattı. 130 yıldan bu yana Türkiye ve dünya kamuoyunda pek bilinmeyen bu sinsi tezgâhın ne olduğunu anlamaksızın, küresel bir kısırlaştırmanın bugün de sürdürüldüğünü kabullenmek kolay olmayabilir...
Galton, Darwin'in "Tabiattaki doğal seçilim yüzünden yalnızca güçlü canlılar soylarını sürdürürler..." saptamasını siyasal bir slogana dönüştürmüştü. Ve doğal seleksiyonun tabiata bırakılmaksızın insan eliyle uygulanmasını savunmuştu. Akıl hastası, sakat, suç işlemiş ve güçsüz insanların kısırlaştırılarak, soylarının tükenmesi için büyük çabalar harcamıştı. . İngilizler'in Öceniks hareketini gizliden gizliye başlattığını öğrenen Karl Pearson da aynı fikri Almanya'da yaymış ve yaptığı üst düzey lobi çalışmalarından sonra, Öceniks fikrini milliyetçilikle özdeşleştirmeyi başarmıştı. Ve "Eğer Almanya hastalıklı ve şizofrenik vatandaşlarını kısırlaştırırsa, daha sağlıklı bir ulus olarak her zaman İngiltere'nin önünde olur." fikrini devleti yönetenlere kabul ettirmişti 1907 yılında.
Bu kısırlaştırma projesinin geniş ölçekte uygulamaya konulması bu fikrin Amerika'ya sıçramasından sonra başladı. Amerikalı Charles Davenport tüm alkoliklerin, ağır suç işleyenlerin, bulaşıcı hastalık taşıyanların ve geri zekâlıların evliliklerine yeni bir ad buldu: Discenik... Davenport da çalışmalarını disceniklerin "ekarte edilmeleri" üzerine yoğunlaştırdı ve ABD elitlerinin kafasını çelmeyi başardı. Öyle ki, Başkan Roosevelt dahi "Bir gün toplumun dejenere olmasını önlemenin tek yolunun sağlıksız vatandaşların çocuk yapmamaları olduğunu görecek ve bunu uygulamanın en büyük vatanseverlik olduğunu anlayacağız!" diyebilecek cesareti kendinde bulmuştu.
Discenik fikri o kadar benimsendi ki, 1924 yılında kabul edilen bir kanunla Amerika'ya sadece Anglo-Sakson ırkından gelenler alındı ve diğerlerine göç izni verilmedi. (Bu kanun 1964 yılına kadar 40 sene yürürlükte kaldı). 1910-1935 yılları arasında 30 eyalette son derece üzücü sosyal cinayetler işlendi! Hatta Virginia Eyaleti akıl hastalarını kısırlaştırma kanununu 1970 yılına kadar uygulamıştı. Bu arşiv 25 yıl içinde 100 bin insanın "beyinsiz" ismi verilerek kısırlaştırıldığı eyaletlerdeki hastane dosyalarında hâlâ korunmaktadır.
Tabiî, "beyinsizleri sterilize et" hareketi diğer ülkelere de sıçradı. İsveç'te 60 bin, Almanya'da 400 bin insan kısırlaştırıldı. Bunları Kanada, Norveç, Finlandiya, İzlanda ve Estonya izledi. Kısırlaştırılan insanların sayısı milyonları geçti. Fakat Almanya'ya bu kampanya yeterli gelmedi ve savaşın ilk 18 ayında tam 70 bin kısırlaştırılmış hasta, hastane yataklarını yaralı askerlere tahsis etme bahanesi ile gaz odalarında yakılmaya gönderildi. Bunun arkasından yakılma sırası tüm Yahudi vatandaşlara kadar geldi.
İngiltere'deki elitler, Almanya'da başlayan "akılsızların kısırlaştırılması ve etnik temizlik hareketi"nden rahatsız oluyorlardı. Rahatsızlıklarının esas nedeni Almanya'nın gerisinde kalma kaygısıydı. Charles Darwin'in oğlu Leonard Darwin, Öceniks Derneği'nin müdürlüğüne getirilmişti. Sosyalist veya muhafazakâr birçok yazar ve filozof ile birlikte çok sayıda bilim insanı ve siyasetçi bu tezgâhı destekliyordu.
Bernard Show, H.G.Wells ve Winston Churchill dahi bu hareketi savunan yazılar yazıyor ve hararetli söylevler veriyorlardı. Churchill, "Beyinsizlerin çoğalmaları ırkımız için en büyük tehlikedir!" diyebilecek kadar ileri gitmişti. Oxford profesörlerinin yüzde 65'i de bu görüşlere katılıyordu. Onca desteğe ve iki kez oylanmasına rağmen kısırlaştırma kanunu parlamentodan geçemedi. Fakat kapalı kapılar ardında süregiden sinsi oyunlarla yıllarca yürütüldü!
İşte böylesi bir atmosfer içinde başlayan 1930'lardaki ekonomik kriz, işsizlik ve toplumsal dejenarasyon Almanya'da Nazi hareketlerinin gelişmesini kolaylaştırdı. Hitler işi Yahudi ırkının yok edilişine ve tüm Avrupa'yı temizleme fikrine kadar götürdü. Hitler'in "soykıyım başarısı" İngiltere'yi çok endişelendiriyordu; böylece savaşa katılmaları için bir neden daha oluşmuştu. Bu sav bugünkü pencereden bakıldığında geçersiz görünebilir; fakat o günkü sıcak koşullar ve toplumsal psikolojiyi de göz önünde bulundurup düşünürseniz, 2. Dünya Savaşı'nın nedenlerinden birinin genetik olduğunu kabullenmeniz o kadar da zor olmayabilir.
Öceniks hareketi bugün de apaçık devam ediyor... Galton'un birçok fikri artık devlet zoruyla değil, bireylerin rızasıyla uygulanıyor. Hatta 1994 yılında Çin hükümetinin çıkardığı bir kanunla, kürtaj yaptırma seçeneği anneden alınıp doktorlara verilmiştir. Son zamanlarda birden fazla çocuk yapmayı yasaklayan Çin'deki bu tartışmalar tüm dünyaya yayılacaktır. Zaten hamile bir annenin doğuracağı çocuğun sakat olarak dünyaya geleceğini gören doktorlar hemen kürtaj öneriyor; ayrıca sezaryenle doğum yaptırmayı teşvik ederek -farkında olmadan- yarı kısırlaştırmaya katkıda bulunuyorlar.
Başbakan R.T. Erdoğan'ın "En az üç çocuk yapın." demesinin ardında yatan nedenlerden biri de bu küresel kısırlaştırma projesinden devletin duyduğu kaygıdır. Diğeri ise bu yüzyıl sonunda nüfusları 100 milyonu bulacak 15 ülke daha ortaya çıkacağı için, stratejik ve siyasal bakımdan Türk vatandaşlarının nüfusunun da aratması gereğidir.
Peki, 1990 yılından beri havadan ilaçlandığımızı ve kısırlaştırıldığımızı biliyor muydunuz? Üstünüzden geçen uçaklara dikkat ediniz, diyeceğim; ama bunun bir faydası olmayacak, zira bulutlu günlerde bulutların üzerinde görünmeden uçan ilaçlama uçaklarıyla kısırlaştırılıyoruz veya kısırlaştırıldık. Alzheimer'a neden olan, toprağımızı ve ağaçlarımızı kurutan alüminyum nano-parçacıklar, genetik mühendislik ürünü patojenler, aşısı önceden üretilmiş virüsler vs... Hepsi üzerimize yağdırıldı, gerektiğinde yine yağdırılacak toksik uçak spreyleri olarak.
Nijerya Hükümeti Dünya Sağlık Örgütü'nün Polyo Aşısını durdurdu kısırlık yaratıyor diye... Afrika'nın birçok bölgesinde kadınlar ve çocuklar kısırlaştırılıyor. Şu video'yu lütfen izleyin: http://www.youtube.com/watch?v=bSSWnXQsgOU . Bu noktada sözü www.havacilikhaberleri.org sitesine bırakıyorum:
"ABD Patent Enstitüsü'nden 26 Mart 1991 yılında Küresel Isınmaya Karşı Stratosfer Welsbach Ekimi (Stratospheric Welsbachseeding For Reduction Of Global Warming) adlı bir patent alınmış. Patentin numarası: 5.003.186. Bir diğer patenin adı Atmosferin Üst Kısmında İyon Bulutları Oluşturmak İçin Baryum Salma Sistemli Roket (Rocket Having Barium Release System To Create Ion Clouds In The Upper Atmosphere). Patent 4 Haziran 1974 tarihli ve numarası 3.813.875.
"Amerikan Bilim Geliştirme Kurumu'nun (AAAS) 19-22 Şubat 2010 tarihleri arasında ABD'nin San Diego eyaletinde yaptığı son toplantısında iklim değişikliğine çözüm olarak yeryüzü mühendislikten ve atmosferin Alüminyumla spreylenmesinden bahsedildi. AAAS toplantısında Jeomühendislik, Bilim, Hükümet ve Belirsizlik adlı bir sunum yapan yermühendisi David Keith (Calgary Üniversitesi) Alüminyumla araştırmalara başladıklarını, henüz ciddi bir rapor yayınlamadıklarını, ancak ileride araştırılmamış korkunç bir şeyin bulunma olasılığının olduğunu söyledi. David Keith'e göre nasıl kemoterapi zararlı olmasına rağmen kullanılıyorsa, atmosferi spreylemek de iklimi tedavi etmek için kullanılabilir."
AAAS'ye göre stratosferin spreylenmesinin küresel ısınmaya, kuraklığa ve ozon tabakasına faydası olacak. Ancak aerosol spreyi araştırmacılarına göre bu spreyler arı kolonilerinin toplu ölümünden, son zamanlarda görülen toplu kuş ve balık ölümlerinden ve bazı hayvan türlerinin yok olmasından sorumlu. Peki, AIDS'den, Ebola'dan Kene Salgını'ndan, Kuş Gribi'nden, Domuz Gribi'nden kimler sorumlu? Bunca havadan spreylemeler acaba Afrika'da ve Ortadoğu'da hangi tezgâhları hazırlıyor? Dünyadaki kısırlık ve hastalık oranlarının artmasından kimler sorumlu? Ülkemiz hangi tehditlerin altında? İsrail'in savaş uçakları Konya Ovası üzerinde tatbikat yaparken buğday tarlalarımızı zehirledi mi?.. Acaba bunları yazan-çizen-halka anlatan basın mensuplarına ve televizyon kanallarına neden rastlayamıyoruz? Bu tezgâhın mucitleri bunca sırrı halktan gizlemeyi nasıl becerebiliyorlar?
Sorularla ve araştırma iştahıyla kalın...
Günün sözü: Bilim üretme ve tüketme kısırlığı yaşayan ülkelerin vatandaşları biyolojik kısırlaştırmanın tuzağına er geç düşerler. Mehmet Sağlam
İncelenmesi gereken birkaç site:
www.weatherwars.info
http://www.youtube.com/watch?v=jf0khstYDLA
www.geoengineeringwatch.org
www.aircrap.org
http://chemtrails.foroactivo.com
http://chemtrail.wordpress.com
http://www.carnicom.com
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
İlhami İlahi
Topraktan bir yumruk çıktı
İçi çamurdan yumuşak, dışı pastı
Bir topuk ezdi onu
Kodaman ve kravatlı
Oysa ezende, ezilende topraktı
Buram buram, burnumun ucunda kokan
Derin bir kavrayışla dokunan
Ahu sultan gözlerimi diktiğim
Melodik sesler kulak kestiğim
Hepsi ilhami ilahi
Her gün gibi bir gün daha bitti
Peki, kim kazanan?
Kazanan her zaman zaman
Milyarlarca an yaşıyor insan
Defalarca her an ve şu an
Yapanda yaptıranda yaradan…
Semih BULGUR
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Çocuklarınızı bilgisayar başından kaldıramıyorsanız en iyi yöntem onları doğru yönlendirmektir. Bu sefer özellikle küçük çocukların bilgi ve becerilerini geliştirmeye yönelik bir web sayfası tavsiye edeceğim http://www.hellokids.com/ Sayfalarda resim çizmekten boyama yapmaya birçok aktivite mevcut. Aslında web sayfası ingilizce ama çocukların bile anlayacağı bir şekilde hazırlandığı için siz velilerin yönlendirme konusunda bir sıkıntı yaşamayacağınıza inanıyorum.
Böyle İngilizce sayfalar tavsiye ederek biz velileri zor durumda bırakıyorsunuz diyenler için bir de Türkçe web sayfası tavsiye edelim http://www.cocukca.com/ Oyunlar, boyama sayfaları ve çocuklar için eğlenceli diğer örnekleri rahatlıkla kullanabilirsiniz.
Teknolojik gelişmeleri yakından takip edebilmek için http://www.teknoportal.gen.tr/ sitesini deneyebilirsiniz. Her türlü teknolojik yeniliği takip eden bu portal sayesinde birçok konuda kapsamlı bilgiye ulaşabileceksiniz. Ayrıca bilişim teknolojisiyle ilgili birçok konu da ana başlıklar altında toparlanarak paylaşılmış. Özetle söylemek gerekirse: bu web sayfasında kısa ve öz bilgilerle, kafanız karışmadan teknolojiyi yakından takip edebilirsiniz.
Diyelim ki her şeyi merak eden ve sürekli soran birisinden bıktınız ama ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ya da aslında meraklı olan kişi sizsiniz ve kaynak bulmakta zorlanıyorsunuz. İşte size sağlam bir kaynak http://www.bilgimotoru.com/ O kadar çok sorunun cevabını sayfalarına eklemişler ki maşallah diyorum. Merakını gidermek isteyen arkadaşlar önden buyursun.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|