Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.871

 20 Mayıs 2011 - Fincanın İçindekiler


  • ARKADAŞIM EŞEK MARSİVAN ... Seyfullah Çalışkan
  • DAĞBELEN'DEN FARİLYA'YA ... Hamdi Topçuoğlu
  • TURKISH PASSPORT ... Suna Keleşoğlu
  • BÜYÜKERŞEN CUMHURİYETİ ... Ömer Akşahan
  • Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 14 ... Nevriye Hamitoğlu
  • TEMBELLİKTEN EMEKLİ ... Mehmet Önder
  • Oruç Baba'dan Aforizmalar-14 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • YENİ KİTAPLAR ... Bertan Onaran
  • Barutgiller Ailesi - 3 ... Ahmet Şeşen


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Paketlerden Paket beğenin!..


    Merhabalar,

    Tam oturmuş 32.Gün'de Kemal Bey'i izliyorum, sen misin izleyen? Allahın sopası yok ki kafama vursun, alttan alttan salladı mübarek. Ne demeye seyrediyorsun der gibi vurdu gerime gerime. 6 şiddetindeymiş. Allah beterinden saklasın. Padişah efendimizin kürsüde çıkan 8 şiddetindeki sesine alışmışlar olarak bize vız gelir tırıs gider dedik ama kazın ayağı öyle değilmiş, epeydir unutmuşuz depremi, hatırlattı kendini sağolsun. Yıkılan, altında kalan olmadı çok şükür ama pencereden atlayanlar olmuş ve maalesef ölmüşler. Allah rahmet eylesin.

    Daha bir hafta evvel, toprağa karışan siyanürü anlamaz andavallara anlatmaya çalışanların bir haklı korkusu daha vardı. Ya deprem olursa? Al işte oldu. Zaten diken üstünde oturan Kütahya'lıların artık yatakları da çivili. Yatmak ne mümkün. Gözüm televizyonda yıkılan havuzun haberini ha verdiler ha verecekler diye endişeyle bekliyorum. Olan olmasına olmuş ama bir yıkıntı meydana gelirse siyanür bendini çiğneyip aşacak, yedi düvel gelse önleyemeyecek. Yandı gülüm keten helva. Hoş, yarın çıkar bakan halka seslenir; "Gerekli önlemler ivedilikle alınmıştır, gerisini anlatsam da anlamazsınız, kırın kıçınızı oturun evinizde." der, hepimizin ruhuna ferahlık yayılır, esneye esneye bir hal oluruz.

    Sizi bilmem, ben artık padişah efendimizi dinlemeye tahammül edemiyorum. O alaycı, vurdumduymaz tavırlarıyla ettiği lafları hep üstüme alınıyorum. Sanki bana sesleniyor sürekli; "Aptal, aptal, aptal". İyisi mi, ben de kestim seyretmeyi, o çıktı mı geçiyorum feşın tiviye, dalıyorum hayallere. Herşeye rağmen kirliği önlemeye filtreler, zap önlemleri yetmiyor, illa birşey takılıyor kulaklara. Aynı konuşmanın başında ve sonunda 2 farklı şey söyleyip kendini alkışlatmasına bizzat şahit oldum, gıpta ettim(!?) Ben şimdi aynı cümle içinde kendini yalanlamasını beklyorum, şampiyonluk kupasını ona vereceğim. "Sınırımızı geçen teröristelere buyur mu diyecekti askerimiz, tabi gerekli önlemleri alacaktı." diye konuşmanın başında ahkam kesip, sonuna doğru asfalyalar atınca "Bu, İmralı-Silivri-Asker üçlüsünün bir komplosudur." diyebilecek kadar şaşıran padişah efendimizi Allah beterinden saklasın. Akli melekelerini tamamen yitirirse biz neyleriz? Ya, "Ben geldiğimde ayağa kalkmadı Korgeneral, layığını da, yerini de buldu." diye itiraf.com'a mesaj yollayamazsa biz neyleriz? Ben hep diyorum ama hiç dinlemiyorsun beni padişahım. Konuşmadan evvel derin nefes al, ilk aklına geleni değil, düşündükten sonra demen gerekeni söyle. Söyle ki, biz de dut yemiş bülbül yaşantımızdan olmayalım.

    ...

    Görev icabı, bu aralar müşterilerden "22 Ağustos'ta filtreli internet mi yoksa kahve mi içelim?" ya da "Birşey yapmazsak aynen devam edecekmişiz, neden millet karşı çıkıyor bu işe?" diye soranlar oluyor. Sizin de var mı bu tür kuşkularınız? Varsa birkaç satır yazayım okuyun.

    Evet, birşey yapmazsanız yani başvuruda bulunmazsanız internet bağlantınız aynen devam edecek ve herhangibir yeni filtrelemeye maruz kalmayacaksınız. Bir başka deyişle, an itibariyle yasaklı altmış bin kadar siteyi izleyememeye devam edeceksiniz. Bunların aralarına yenileri ilave edildikçe de ruhunuz duymayacak, huzurla sörf yapacaksınız. İşinize gelirse. Asıl filtreleme 2 ayrı paketle gelecek. Birincisi "Aile Paketi" diğeri "Yurtiçi paketi". Yurtiçi paketi adı üstünde, sadece yurtiçinde host edilen sitelere erişebileceksiniz. İnternetin global mantığına tamamen zıt olan bu paketle kurumsal bir baskı hedefleniyor. Bu ayrıca şu anda yurtdışı sunucularda host edilen sitelere de büyük bir yük getirecek ve belki de bir çoğu kapanacak. Çünkü hiçbir site ya da kurum, bu paketleri satın alan kitleyi portföyünden çıkartmak istemeyecek. Aile paketi ise tam bir muamma. Ahlak anlayışı ölçülemez birkaç kişi toplanıp, pakete şu site girsin bu site çıksın diye karar verecek, paket kendi paketleri olmadığından da rahat davranıp ellerini korkak alıştırmayacaklar. Bu da, ister istemez, sitelerin "Aile Paketi" kapsamına girmek için oto sansür uygulamasını gerekli kılacak. Velhasıl, bu yanlış karardan dönülmezse 22 Ağustos'ta hepimizi bir koca kaos bekliyor, hazırlı olun. Sansürsüz, alabildiğince özgür İnternet dileğiyle hepinize iyi haftalar, esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ARKADAŞIM EŞEK MARSİVAN

    Saatlerce süren yolculuk boyunca yüzlerce şarkı dinledim. Hiç biri bizi anlatmıyordu. İzlediğim filmlere, okuduğum şiirlere vurulduğum doğrudur. Bazı kitaplarda yaşadıklarıma benzer öyküler vardı. Ama hiç biri beni anlatmıyordu. Bütün yazarlar, şairler, yönetmenler sadece kendi denizlerinde kulaç atabilirler. Hiç kimse bir başkasının yüreğine dokunamaz. Yağmurlarımız, baharlarımız, zemheriler veya boranlarımız sadece bize aittirler.

    Kemalettin Tuğcu öykülerinde hüzün çukurlarına yuvarlanmaya başladığım zamanlar büyümeye başladım. Okuduğum ilk roman Bir Eşeğin Anıları adında bir kitaptı. Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarındaki çocuklar bana benzese bile ben kendimi her şeye burnunu sokan, gözü pek ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran Eşek Marsivan'a daha yakın hissediyordum. Oysa aynaya her baktığımda eşek Marsivan'ı değil, çilli, sarı saçlı ve yanakları güneşten kızarmış bir çocuk görüyordum. Üstelik ben yaşadığım köyden hiç çıkmıyordum. Sık sık sahibim de değişmiyordu. Yaşamımdaki bütün macera komşu bahçelerden erik veya şeftali araklamakla sınırlıydı.

    Biraz daha büyüdüğümde şarkılarla tanıştım. Ala Keçi Çift Doğurdu, Ana Beni Eversene türküsü de benden binlerce ışık yılı uzaktaydı. Evimizi bırak köyümüzde bile keçi yoktu. Üstelik göçmenler keçisi çift doğuran kişilerin eti, sütü bol diye kız vermiyorlardı. Keçi parasıyla çeyiz düzülmez, şıkır şıkır bilezikler de alınmazdı. Keçiyi çayıra saldıktan sonraki zamanlarda Hakkı Bulut diye bir şarkıcı ünlendi. Sürekli ben köylüyüm Sevgilim diye ağlıyordu. Hâlbuki o günlerde köylü olmak övünülecek bir şey değildi. Çünkü köylü olmak kaba, cahil ve fakir olmak demekti. Bütün köylüler şehirli olmak ve apartman dairelerinde yaşamak istiyorlardı.

    Hakkı Bulut'un köylü olmakla övündüğü şarkısının bütün gecekondu minibüslerini salladığı zamanlarda bir başka köy konulu film büyük bir ödül almıştı. Necati Cumalı'nın kitabından uyarlanan Susuz Yaz filmi yurt dışında bir sürü ödül aldı. Ve o filmle Erol TAŞ Türkiye'de herkesi öfkelendiren kötü adam kariyerinin zirvesine ulaştı. Erol TAŞ ve kötü adam karakteri on yılı aşkın süre Türk Sineması'nın klişesi olarak kaldı. Seksenli yıllarda Amerikalı Ceyar ortaya çıkınca Erol Taş rahat bir nefes aldı. Artık ondan bile daha kötüleri vardı.

    İnsan elinde olmadan yavaş yavaş büyüyor. Bütün çocuklar gibi hem çok hızlı büyüyordum. Hem de deli gibi büyümeyi istiyordum. Eşeğim Marsivan'ın maceraları yavaş yavaş çekiciliğini kaybetmeye başlamıştı. Çünkü Jül Vern diye bir adam macerayı sokak arasından alıp başka ülkelere, denizlerin dibine hatta uzaya taşıyordu. Elbette deniz altına gemisine bindiğimde eşeğimi de yanıma almayı isterdim. Ama onu balona nasıl bindirebilirdim? Kitapların anlattığı maceralar içersinde koşturup, çizgi romanlardaki kahramanların yerine geçerken birden başka kitaplarla tanışmaya başladım. Reşat Nuri, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Necati Cumalı, Aziz Nesin, Sait Faik, Yusuf Atılgan ile çocuk olmanın tılsımını kaybetmeye başladım. Ferdi Tayfur Çeşme başında iki gözü iki çeşme ağlarken, Orhan baba daha felsefi takılıyordu. Bütün kulların hatalı olduğunu söylüyordu. Kelebekli, Cicili, şarkıcılar da vardı ama bizim köyde kimse onları dinlemiyordu.

    Kendi romancılarımızla tanışınca eşeğim Marsivan ile yollarımız tamamen ayrıldı. Aradan kırk yıl geçti ama hala barışmadık. Çünkü Necati Cumalı Zeliş romanında bizim köyü anlatıyordu. Bu da yetmezmiş gibi üstüne üstlük siyah beyaz televizyonlara dizisi de konunca ip tamamen koptu. Aynı yıllarda Selda adında bir türkücü ile tanıştık. Acayip bir sesi vardı. Yazlık sinemanın film aralarında plaktan çalınan "Adaletin Bu Mu Dünya" türküsü ile kendimizden geçip isyankâr oluyorduk. Sonra uzun saçlı, kocaman gözlüklü bir adam çıktı. Bütün gençler, hepimiz tamirci çırağı oluverdik. Hele bir de Safinaz vardı. Kasım dövüyordu kızı. Ve Kız evden kaçıp gidiyordu. Kırk sene geçti unutamadım. "Kasım derlerdi, fırladı yerinden. Tutup dövdü kızı, Allah yarattı demeden.

    Bu gün anladım artık. Çocukluk pulları yüzümüzden dökülünce, gözlerimizdeki masum pırıltı soluklaşınca şarkılar sizi söylemiyor. Şiirlere, romanlara ve filmlere ağlasak bile hep bir şeyler eksik. Öykülerin kenarlarını keserek, fazla kelimeleri silerek, içine biraz tuz, biraz karabiber katarak ulaşılabilecek bir sonuç yok. Her insan kendi denizlerinde boğulup, kendi yağmurlarında ıslanır. Dünya üzerinde yaşayan hiç kimse bir başkasının yüreğinin tam ortasından vurabilecek cümleler yazamaz. Hepimizin sokakları gibi şarkıları ve şiirleri de ayrıdır. Sizin eşeğinizin adı karakaçan olabilir. Benim çocukluk arkadaşımın adı Marsivan'dı…

    BU GÜN 19 MAYIS… ATATÜRK'Ü ANMA HAFTASI VE GENÇLİK BAYRAMI. Yurdumun gündemine ve gençlerin bütün kaygılarına rağmen YARIN DAHA GÜZEL OLACAK demek istiyorum. İnadına daha güzel ve aydınlık… BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      DAĞBELEN'DEN FARİLYA'YA

    Bu rüzgâr bir şeyler fısıldıyor. Kulak kesiliyorum. Yahşi Yalısı'ndan toplayıp zeytin çiçeklerine, çam pürçüklerine, kekiklere, yaban mersinlerine suna suna Farilya'ya götürdüğü ne ola ki?

    Baharla hazân birleşemez ortada yaz var
    Sen baharında çiçeklen, ben hazânımda solayım sevgili yâr

    Şu harnup ağacının altında oturan kalın gözlüklü sakallı adam Avni Anıl'a ne kadar da benziyor. Avni Anıl, artık yalnız şarkılarda yaşıyor, biliyorum. O adam mı dilime bu şarkıyı doladı şimdi, şarkı mı Avni Anıl'ı anımsattı bana.

    Bu yıl, güz başında kış ortasında ve yaz ucunda üç kez yürüdüm bu yollardan. Üçünde de iyi ki bu topraklarda yaşıyorum, dedim.

    Sende râyihâ, sende renk, bende hâtıralar var
    Sen baharında çiçeklen, ben hazânımda solayım sevgili yâr.

    Ben, tüm aşklarımı nasıl tutkuyla sevdiysem, bu toprakları da öyle sevdim. Ne mevsimlerini birbirinden üstün tuttum, ne tarihini ötekileştirdim. Yaşanılan her anın eşsiz olduğunu bildim ve şarkılarımı ona göre söyledim.
    Göz ucumda bir atmaca. Nasıl da dönüyor boğazın üstünde. Birden yitiriyorum onu. Dağbelen'den aşağıya, yeşille grinin amansız kavgasını, arenada kaplanlarla gladyatörlerin kavgasına benzetiyorum. Yok yok, bu kavgada yüreğim kaplanlardan yana, bundan eminim.

    Bu rengini dağlara soluğunu denizlere dokuyan
    Sesi tanyellerine ayarlı bahar
    Bu Asurlu saçların.
    Bu gülüşü eşkiyalar artığı,
    Billurlarda durultulmuş yüzün.
    Ve bu benim,
    Dudağı çol yangını ceylanların geçmediği,
    Çığlar, çığlıklar kayranı yüreğim.

    Adalar Denizi, baylan, kostak. Adaları saran pus, daha da kışkırtıyor insanı. Takılmalı bir yelkenlinin peşine. Martı olmalı, balık olmalı, ak köpüklü dalga olmalı. Ama neredeyim ben şimdi? Hangi yüreğim Kıranlar'ın gölgesinde sürgün aşkların şairi? Hangi serseriliğim Bodrum gecelerinde Pan hikâyecisi benim.

    Bu deniz, ezelden mavinin harmanıymış; ama bu yalı, incir balıymış yarım asır önce. Müsgebililer yaz boyu bu rüzgârın dölleyip yumruk yumruk bal torbacığına döndürdüğü incirleri önce sergenlerde kurutur, sonra her birinin içine bir diş badem yerleştirip küplere basarlarmış. O zamanlar, kış ortasında rüzgâr, mandalina kokuları aşırmazmış bu boğazdan Farilya'ya. Ama zeytin ta Leleglerin sofrasında da taammış.

    Tiz mi tiz bir ses karışıyor hayratın su sesine. Bir kadın, bir yandan yüzünü yıkıyor, bir yandan da yüreğinin yakıp yakıştırdığı bir türküyü söylüyor. Yaklaşıyoruz. Ne yabancıya eyvallahı var, ne de erkek korkusu. Umurunda bile değiliz.

    - Bu su içilir mi?

    - İçilme miii! Baksene ben naapdurun?

    Bize, amma da aptalca soru, demediği için şükrediyorum.

    Yalak, vızır vızır arı kaynıyor. Bu yakınlarda arı kovanları olmalı. Oysa, güz sonu bayır başında, gördüğümüz binlerce kovanın yerinde yalnızca üç beş kör arı vardı.

    Sanırım, bal arılarının artıklarıyla yetiniyorlar; yetinmemeliler.
    Hay Allah, nasıl da unuttum! Bu hafta engelliler haftasıydı değil miydi? Bir engelliye, engelliler haftanız kutlu olsun desem, "Kör olduğun halde iş vermişiz sana." diyen birinden farkım kalmayacakmış gibi geliyor bana.

    - Arılardan korkmuyor musunuz, diye soruyor bir başkamız.

    Omzunu bir umursamaz çocuk gibi kaldırıyor.

    - Balını yerken korkuyomuuun, diye sorarak yanıtlıyor soruyu.

    - Bal canımı yakmıyor, ama iğnesi yakıyor.

    Birden dikleniyor.

    - Öyleyse, su içerken onun da canını yakmeceeen!

    Plastik şişeye su doldurup paylaşıyoruz.

    - Şişenizi de alıp götürün. Buralara geliyolaa; her tarafı batırıp gidiyolaa. Siz onlardan olmeen.

    Yalağın başından ayrılıyor. Nereden aldığını fark etmediğim iki gülü çemberisine sokuyor. Ötelere doğru bakıyor: Dağlar, aynası olmalı. Gün kesiği yüzünde oğul, kız; torun, torba…. Karyalı kadınların binlerce yıldır sürüp gelen şiir, türkü ya da romanlarından biri de o olmalı, diye düşünüyorum.
    Kekik toplayan bir arkadaşa sesleniyor bu kez.

    - İhtiyacın gadaa al!

    - Endee duyuyamaz. Dal uçlandan kopar. Kökleme gııı! Hindi daşlecen emme!

    Sesi dikleşiyor. İçimizden biri, arkadaşı geri çağırıyor.

    Kış başı buralardan geçerken, keçilere özenmiştim. Çünkü yamaçlarda, güz yağmurlarında yıkanmış, rengi ressamları, tadı gurmeleri meşke çağıran dağ çilekleri vardı. Bir süre yemekle seyretmek arasında gidip gelmiş, sonra sözcüklere dökmüştüm ahvalimi:

    Güze düştüğünde ilk yağmur damlası,
    Tutunup ışığına göçmen kuşlar,
    Öte dağlara geçerler.
    Bir akça bulut,
    Billur sabahlara yazar adımı.

    Sen günbalısın sarının,
    Nice tavaf etse
    Kadim aşklara dolunay,
    Sırlar düşlerimi utangaçlığın alı.

    Dağbelen- Farilya arası bir denizden uzaklaştıkça, bir başka denize yaklaşıyoruz. Hangi zirveden baksak, bize çam dalları arasından gülümseyen adalar, koylar var. İçimde uçma duygusu filizleniyor birden. Keşke, diyorum, şu kuşların kanadı bende olsa, konuversem denizin dudağına. Aşağılarda, solumda kibrit kutusu evlere yenik düşmüş Türkbükü, sağımda inatla yeşilini korumaya çalışan Gölköy var. Sonra başımı kaldırıyorum. Gözlerim, Güvercinlik'ten Didim'e bir yay çiziyor. Bargilya'da Pegasos'u, Güllük'te Yunus balığının sırtındaki Hermiyas'ı görür gibi oluyorum.

    Gün yarılanıyor yine. Her zamanki gibi bugün de dostlarla aşağıda Farilya At Çiftliğinde buluşacağız. Orası, yorgun ruhların sağaltım evidir. Önce bir yudum ada çayı ya da bir soğuk bira içmeli. Sonra da doru, al, kır, yağız donlu; alnı akıtmalı, bilekleri sekili Farilya Güzeli, Kasırga, Nazlı, Kara Menekşe'yle hasbıhal eylemeli.

    Dağbelen'den Farilya'ya inerken belki o yaşlı kadını göremeyebilir, belki arılardan korkup su içmeyebilir, hatta atlarla da hasbıhal edemeyebilirsiniz. Yine de gönül gözünüzü ardına kadar açın ve türkünüzü söyleyin, derim. Bu yolda türkünüze eşlik edecek ya bir renk ya bir ses ya da bir koku bulacağınızdan emin olabilirsiniz.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Suna Keleşoğlu

     Café Azur : Suna Keleşoğlu


      TURKISH PASSPORT

    Cannes'da Film Festivali son hızıyla devam ederken, ünlüler birbiri ardına kırmızı halıda halkı selamlarken ben hem günlük yaşamımı devam ettirmeye çalışıyor, hem de olup biteni az da olsa takip etmeye gayret gösteriyorum. Gönlüm isterdi ki gittiğim onlarca film olsun onlardan bahsedeyim, gördüğüm ünlülerin fotoğraflarını aktarayım.

    Ama ben de kendi bakış açımdan burada gördüklerimi anlatıyorum.

    Bugün Cannes'da ilk defa gösterimi yapılan ve önemli tarihi gerçekleri hatırlamamızı sağlayacak bir belgesel film izledim.
    Filme gitmeden önce okuduğum yazılarda anlatılan konusu
    "2.Dünya Savaşı sırasında, Alman işgali altında olan Fransa'da yahudi kökenli vatandaşlara yardım eli uzatan bir avuç Türk diplomatının hikayesi..." şeklindeydi.
    Bundan daha fazlasını gördüm ve böylesi tarihsel bir olayın gün yüzüne çıkartılmasını önemsedim.

    2. Dünya savaşı üzerine izlediğim tüm filmler ve belgesellerde kanım donar ve insanlığın nasıl böylesi bir savaşın içine sürüklenebilmiş olduğunu anlamaya çalışırım. İnsanların ve özellikle de çocukların neden bir hiç yüzünden kamplara gönderilmelerini ve ölüme tarkedilmelerini zihnimin anlaması çok zor...
    Dünya yaşanan bu insanlık suçunun yaralarını hala sarabilmiş değil.
    Bütün bunlar dışında tarihimizde yaşanan bir gerçek var ki, işte bu filmin yapımına aracı olan o cesur kurtarış öyküleri...

    Savaş sırasında içlerinde Türkiye de bulunan bazı tarafsız ülkelerin yahudi vatandaşları, toplama kamplarından hariç tutulmuştu. İşte bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli yerlerinde görevli diplomatlarımız, bu kişilere Türk pasaportu vererek çok sayıda yahudinin hayatını kurtarmış. Çoğu zaten Türkiye ile bağları olan, orada doğmuş ya da oradan göç etmiş yahudiler, Türk diplomatların çabaları ile Türk vatandaşlıklarını ön plana çıkartarak kamplara gitmekten kurtulmuşlardır.

    Belgesel niteliğindeki film 1944 yılında Fransa'dan yola çıkan ve Türk vatandaşı yahudileri İstanbul'a giden trenlerin yolcu tanıkları üzeinden onların hikayelerinin canlandırmaları şeklinde anlatılmış.

    Yönetmenliğini Burak Arlıer'in yaptığı filmin yönetmen ve yapımcıları da filmin gösterimine gelmişlerdi. Bu özel gösterim öncesi filme konu olan tarihi gerçeklerden bahsedildi ve neden böylesi bir belgeselin hazırlandığı anlatıldı.

    Olayların canlı tanıkları kendi hikayelerini anlatırken zaten yaşadıkları dramı gözlerinden anlayabiliyorsunuz. Duygusal sömürüye gitmeden o kadar gerçekçi ve o zaman ki duygularıyla anlatıyorlar ki, siz de onlarla o yolculuğa çıkmış gibi oluyorsunuz. Çoğunun hikayesi savaşın ilk yıllarında başlıyor. Sadece yahudi oldukları için yakalarında sarı yıldızla dolaşmaları, bazı semtlere alınmamaları ve şartları daha da kötüleştilerek kamplara gönderilmeleri ve gözgöre göre ölüme terk edilmeleri.. 1939-1944 arasında yaşanan bu insanlık dramının ardından, yanlış hatırlamıyorsam Ocak-Nisan 1944 tarihleri arasında 8 tren seferi ile İstanbul'a ulaşmaları. Bir anlamda umuda yolculuğun hikayesi...Onca sene yaşadıklarından sonra evlerini, tanıdıklarını bırakıp bir bilinmeyene gitmeleri...İşte bu yolculuğun gerçekleşmesinde de rol oynayan cesur Türk diplomatları...Kimi yahudi vatandaşları ile aynı vagona binip onlarsız gitmem diyecek kadar cesur, kimi evinin bahçesine kadar gelmiş olanı geri çevirmeyecek kadar insancıl...Ama hepsinin inandığı ve güvendiği tek şey insanlıkları. Savaşta olmayan bir ülkenin tarafsız gücüyle hareket edebilmeleri sayesinde yüzlerce insana umut vermeleri. 1939-1944 yılları arasında Türk Pasaportu taşıyan Fransa'daki yahudiler yine Türk diplomatları sayesinde ayrıcaklı sayılmışlardır. Çoğu kötü şeyden taşıdıkları bu ikinci ülke pasaportu sayesinde kurtulmayı başarmışlardır. Ama Türkiye'nin tarafsız gücü biraz azalmaya başlayınca bu vatandaşlara güvenliğiniz için sizi İstanbul'a götürmek zorundayız, eğer savaşa girersek sizi korumakta zorlanırız denmiştir. İşte o dönem Paris'ten hareket edip İstanbul'a gelen trenlerin yolcularının gözünden onların canlı tanıklığında uzun ve buruk bir yolculuğa çıktık.

    O dönem çoğu çocuk olan tanıklar kendi hikayelerini zaman zaman o dönemdeki çocukluklarıyla, zaman zaman şimdiki duygularıyla bizlere aktarsalar da, benim en çok dikkatimi çeken onların gözlerinde hep bir minnet ve kendilerine verilmiş bir ikinci yaşama teşekkür duygusu hakimdi. Hatta içlerinden biri benim asıl doğum günüm 24 Nisan 1944, ben o gün İstanbul'a geldiğimde yeniden doğdum dedi. Çoğu bir müddet istanbul'da yaşadıktan sonra savaş sonrası eski yaşamlarına geri dönmüşler. Yaşamlarına kaldıkları yerden ama savaşın acı izleriyle devam etmişler. Tüm yaşananlara rağmen olayları anlatırken nefret, kin, öfke yansımıyor ses tonlarına. İşte bu da belgeseli insancıl ve barışcıl kılıyor. Ben bunu hissettim...

    Benim için güzel bir akşamdı. Zaman zaman okuduğum, bazı kitaplarda kısaca anlatılan ama şimdiye kadar bu kadar can alıcı anlatılmamış bir dönem hikayesine tanıklık ettim.

    Kimi zaman gözyaşları ile kimi zaman anlatıcıların çocukluk anılarındaki küçük anekdotlara gülümseyerek...

    Tarihe, yaşananlara yeniden bakmak için güzel bir fırsattı...Şu an yaşadığımız dünyadaki tüm savaşların ve acıların kaldığı yerden devam edeceğini bilmek ise en felaketi...Savaşın sadece sözlüklerde unutulmuş bir kelime olarak kalması ise hâlâ dileğim...

    SunA.K. Grasse


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ömer Akşahan

     KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan


      BÜYÜKERŞEN CUMHURİYETİ

    Öğretmenliğimin üçüncü yılında yani 1975'te yaşadığımız talihsiz olayların ardından soluğu Eskişehir'e 150 kilometre uzaklıkta bir dağ kasabasında almıştım. Adı Kayakent'ti. Soğuk bir Şubat ayında yola düştüğümde nereye gittiğimi soracak kimse yoktu yanımda. Büyük bir yalnızlık içindeydim. Orada geçirdiğim üç güzel yılın izleri hâlâ peşimi bırakmıyor desem inanır mısınız?

    O yıllarda iş gereği gittiğim Eskişehir'den 2011 yılı Mayıs ayında adım attığım kent arasında nelerle karşılaşacağımı çok fazla kestiremiyordum. Basından izlediğim kadarıyla Eskişehir Porsuk Çayı'nda Venedik gondol sefası, Kent Park'ta halka açık plajıyla, tramvayıyla bir kent profili kafamda yer etmişti.

    Ne yalan söylemeli, kentin yeniden oluşumunda Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen'in bırakın iz bırakmayı adeta mührünü bastığını görmeden bilemezdim. Eskişehir'i dünya çapında marka kent yapan Başkan'ın eserlerini gördükçe ona olan hayranlığım bir kat daha arttı.

    Bir tam gün süren kent turumuzu profesyonel rehberler eşliğinde yaptık. O gezide inanılmaz güzelliklere tanık olduk, geleceğe olan inancımızı tazeledik.

    Odunpazarı'nın tarihi evleri, Kurşunlu Camii ve Çağdaş Cam Sanatları Müzesi ilk ziyaret yerimizdi. Bu semte kırk yıl önce geldiğimde tuvaletlerinden sıcak su akıyordu. Odunpazarı ilçesi, sakinliği ve huzur kokulu sokaklarında tarihiyle barışık insanları barındırıyor.

    Çağdaş Cam Sanatları Müzesi birçok uluslararası cam sanatçısının yapıtlarını gösterime sunarken; aynı zamanda çağdaş Türk kadın kıyafetlerini de tarihsel akışı içinde ziyaretçilerine sunuyor. Müze bahçesine yapılan bir eklentiyle Türkiye'nin ilk çocuk tiyatrosuna dönüştürülmüş. Böylece çocuklara hem müze sevgisi hem de tiyatro sevgisi aşılanması hedeflenmiş.

    Hemen her yerde karşımıza çıkan turistik eşya dükkânlarında Eskişehir'in geleneksel lüle taşı pipo, tespih ve diğer aksesuvarları bir müze anlayışıyla müşterilere sunuluyor.

    Kent insanının güleryüzlülüğü ve yardımseverliği, konuklarına yeniden gelme konusunda bir doping etkisi yaptığı söylenebilir. Hatta bu kentte yaşama isteği uyandırdığını da savlayabilirim.

    Büyükerşen Eskişehir'de sadece Porsuk'u temizlemekle kalmamış, her yeri tertemiz kılacak bir kültürün de alt yapısını oluşturmuş. Oysa o Porsuk bir zamanlar burnunuzu tıkayarak geçmek zorunda olduğunuz ve çevresini ağ gibi saran pavyonlarıyla tanına bir semtti.

    Anadolu Üniversitesi'ni rektör olduğu dönemde ülkenin en ileri ve prestijli eğitim kurumları arasına sokan Başkan; ilginç heykellerle kenti bir açıkhava sanat müzesi konumuna getirmiş. İşin ilginci, havuzlardaki, sokak ve cadde başlarındaki heykeller de insanda fotoğraf çektirme isteği uyandırıyor.

    Odunpazarı Evleri, Köprübaşı, Kent Park, Sazova Parkı, Şelale Parkı, Haller Gençlik Merkezi ve Mezbaha gezimizin başlıca duraklarıydı.

    Sazova Parkı: Kalyon, Masal Sarayı, Nuh'un Gemisi, dinozorları, anfitiyatrosu gezi tutkunları için tam bir şölen. Ancak geminin tek eksiği bence, kaptan ve tayfaların mumdan heykelleri. Parkta damat ve gelin çiftinin anı fotoğrafı çektirmesi de, izleyenler için pozitif bir enerjiydi. Devasa parkta tarihi dekovil turu ise, günün çeşnisi Met Helvası ve Kırım Çiböreği'ydi adeta.

    Eskişehirli, adı gibi yılmaz olan Başkan'larının başlattığı büyük değişim ve dönüşüme başlangıçta direnç göstermiş; ancak yapılanları gördükçe, direnç bir yana, her seçimde koşulsuz desteğiyle değişimden yana olduğunu kanıtlamış.

    Bu kentte yaşamını sürdüren 41 yıllık arkadaşımı görmenin ve yeni kitabımı imzalamanın mutluluğu yanında, onu kıskanmadım diyemem. Serde Egelilik olmasa, tereddütsüz Eskişehir'de yaşamak benim de aklımdan geçerdi, oğlumun geçtiği gibi…

    Eskişehir'de hayat var, aşk var, iş var, huzur var, gülen yüzler var, hayal etme var ve en önemlisi sabır var. Bunların var olduğu bir kenti daha nasıl tanımlayabilir ki insan. İnsana ve doğaya verilen değerin en üst düzeye çıktığı bir yer ki, zaten başarının odağında bu anlayış olduğunu kimse yadsıyamaz. Varları sıraladık, bir de yoktan söz edelim; okuduğum bir habere göre, kentte Büyükşehir'in operasına karşılık Kültür Bakanlığı'na ait bir operanın olmayışı dikkatimi çekti.

    Edirne'nin sınır ilçesi Keşan'a halkı "Keşan Cumhuriyeti" diyor. Oysa asıl Eskişehir'e "Büyükerşen Cumhuriyeti" denmeli. Eskişehirlilerin buna nasıl bir itirazı olur bilemem…

    Ömer Akşahan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Psikolojik Analizler; Karınca Hikayeleri 14

    Büyük sigorta şirketinde çalışırken yazışmalar üzerinde çok fazla deneyim sahibi oldum. Her yazı, resmi evrak gibi hitabe içeriyordu. Personel arasında gönderilen maillerde bile saygılar sunuluyor, teşekkür mutlaka ediliyordu. Resmilik sadece yazılarda değildi, ast üst ilişkisinin çok olduğu bu şirkette her an karşılaştığımız bir üst müdüre güler yüzlü olmak zorunluluğu vardı. Erkekler ceket düğmelerini ilikliyordu. Benim olduğum bölümde ise üst makam sadece müdürdü. Müdür yardımcıları vardı ama onlar personelle arkadaş gibiydiler. Müdür, sevilmediği gibi ondan herkes uzak durmaya çalışıyordu. Bu kadına karşı duyulan korku, bana garip geliyordu. O da insandı, bizden daha zeki değildi, sadece şansına o koltukta oturuyordu. Bunlar, benim düşüncelerimdi. Diğerleri ise müdürün odasına girmeden söyleyeceklerini yazıda hazırlıyor, kılı kırk yararak evrakı kontrol ediyordu. 'Sakınan göze çöp batar' misali, müdür, hazırladıkları işlerde illa hata buluyordu. Bağırış ve çağırışlardan biran önce kurtulmak ister gibi müdürün odasından kendilerini dışarıya atıveriyorlardı. Müdür, mükemmeliyetçiydi ama bazen böyle olması ona pahallıya patlıyordu, çünkü çalışanları daha fazla hata yapıyordu. Aylık rapor sunum zamanında zamandan kısarak acele ile rapor hazırlatmıştı. Genel müdüre raporlar sunulduğunda tablodaki rakamların alakasız, toplamların tutarsız olduğunu görünce çıldırarak bölüme gelmiş ve odasındaki tüm jalûzileri bana kapattırarak beni de yanından kovup hüngür hüngür ağlamıştı. Kaç saat odasında kapalı kaldığını hatırlamıyorum ama mükemmeliyetçi görünüşünün altında büyük bir başarısızlık ortaya çıkmıştı. Kendini toparladıktan sonra raporları düzenleyen herkesi odasına çağırdı ve sinirini bir güzel çıkarttı. Acaba suçlu kimdi? Korkularından hızlı olup hata yapan çalışanlar mı, yoksa mükemmeliyetçi zihniyeti ile her şeyi acele isteyen kendisimiydi? Onu içerde ağlarken düşündüğümde işinin gerçekten çok zor olduğunu anladım. Psikolojik problemleri olabilirdi ama bunu düzeltmek, iyi bir yönetici olabilmek için yardımcı kurumlar vardı ve bunlardan birisine gidebilirdi. Keşke bunu yapsaydı, belki de o zaman her şey çok farklı olurdu? En azından çalışanlarına nasıl davranması gerektiğini bilir, özellikle sağ kolu olan asistanının onun en iyi arkadaşı olabileceğini anlardı. Fakat anlamıyordu, bölümde ona en yakın kişi ben olmama rağmen sanki bana nefretle bakıyordu. Ona elimden geldiğince iyi hizmet ediyordum, işleri aksatmadan yapıyordum. Ama onun memnuniyetsizliği beni içten hasta ediyordu. Bu hastalık giderek dışarıya vurmaya başladı ve kollarımda sedef çıktı. Psikolojik yorgunluğum varken, fiziksel problemler yaşamam beni düşündürmeye başladı. Geleceğim için yanlış yerdeydim. Ruh ve beden sağlığım için hayallerimden artık vazgeçmek zorundaydım, zaten burada bu şartlar altında gerçekleştirmem de imkansızdı.

    Bir gün bana söylediği sözler nedeniyle güzel hayallerle girdiğim büyük sigorta şirketindeki karınca hikayesinin sonuna geldiğimi anladım. Bitirdiğim işi beğenmeyip eklemeler yapmamı isteyince, sinirli yapıdaki çok hızlı konuşmasını beni rencide eden cümle ile noktaladı: "Neden söylediklerimin yüzde on beşini anlıyorsun?" dedi. Bu küçümseyici ve hakaret içeren sözü, ciddi bir durumu alarm veriyordu. Resmen herkes için söylediği gibi bana da aptal diyordu. Ona karşı bu kadar nazikken, iyi hizmet ediyorken, ailemi kenara atıp her akşam geç saatlere kadar çalışıyorken bana bunu nasıl söyleyebiliyordu? Bu kadın kendisini ne zannediyordu? Hiç bu kadar küçük düşürülmemiştim. Bu sözler, ruhuma belki de hayatım boyunca hissedeceğim inanılmaz acı vermişti.

    Büyük sigorta şirketinden ayrılma kararımdan sonra insan kaynakları bölümünde müdür yardımcısı ile konuştum. Her şeyi açık açık anlattım. En son uğradığım hakareti söyledim. Şimdiye kadar boğazımda düğümlediğim hıçkırıklarımı adam bana hak verdiğinde ortaya çıkarıverdim. Bana acımıştı ve ayrılma kararıma da saygı duyuyordu, başka bölüme alınma gibi bir seçeneğim olmadığı gibi onun da yapabileceği pek fazla bir şey yoktu. Masama gittiğimde üzgün ifademi gören müdür, beni yanına çağırdı. Nerede olduğumu sinirli şekilde sordu. O anda onunla konuşmak istemediğim için bir şey anlatmadım. Fakat görünüşümden rahatsız olmuştu ki konuşmaya başladı: "Ben zaten kadınlarla çalışmak istemiyorum. Kadınlar her şey için ağlıyor ve ben ağlamalardan nefret ediyorum." Kendisinden bahsetmeye devam etti. Durumu öyle çarpıtıyordu ki suçlu olmasak bile odasından çıkarken suçluluk hissediyorduk, adeta kendimizden şüpheleniyorduk. Fakat bu sefer tam tersi olmuştu, kendimi hiç de suçlu hissetmiyordum, problem bende değil, ondaydı. Bu kadınla daha fazla çalışamayacağımı kesin olarak anlamıştım. Bir hafta sonra istifamı hazırladım, iş çıkışında önüne koydum. İlkönce çok şaşırdı, ancak soğukkanlılığını koruyarak bana: "Yarın konuşuruz" dedikten sonra ofisten çıkıp gitti. İstifa mektubum, müdürün masasında birkaç gün bekledi. Bunun için sıkıntı yapmamıştım, aksine sanki uzun zaman kafeste tutulmuş bir kuşun özgür bırakılması gibi hissediyordum. Zamanı gelince benimle konuştu, istifamın fevri olduğunu, işimi yeterince yapmadığımı, onu insan kaynaklarına gidip şikayet ettiğimi, yerime geçmek için bekleyen kırk kişi olduğunu söyledi. En iyi sözü ise ay sonu ayrılabileceğimdi, buna çok sevinmiştim çünkü onun botokslu yüzünü daha fazla görmeye tahammülüm yoktu. Ben gidene kadar yokmuşum gibi davrandı. Güzel vaatlerle başka bölüme geçen eski asistanını geri çağırdı ve bütün işleri ona yaptırdı. Kızcağız eski işine geri döndürüldüğü için beni suçlasa da içinden kadına da çok kızgın olduğunu biliyordum. Bu kız, her şeye rağmen bana iyi davrandı. Hatta son iş günümde büyük bir elveda pastası hazırlattı. Aslında bu pasta, cesaretli davranıp müdürün kölesi olmaktan kurtulduğuma tebrik pastasıydı. Herkes benimle vedalaşırken, müdür odasında yan gözle bizi seyretti. Kendini kötü hissettiğini düşünsem de bu kadın gerçekten bir yabaniydi.

    Eski asistanı, ben ayrıldıktan sonra yerimde çalışmaya devam etti. Ben kendimi kurtarmışken onun da kurtarması gerekirdi. Ancak büyük bir şirkette çalışmanın prestiji, karşılaşılan olumsuzlukları gölgeliyordu. Eğer benden sonra o da istifa etmiş olsaydı, belki de bazı şeyler değişmiş olacaktı? Büyük bir tepkiye ihtiyaç vardı. Ama herkes sessizdi, işten çıkma, çıkarılma, prestijli yerden ayrılma korkusu orada çalışanlara leke gibi yapışmıştı. Eski asistan bu nedenlerle boynunu eğip bu kadına tahammül etti. Fakat uzun sürmedi. Demek ki gerçekten sorun kadındaydı? Bana, eski asistana ve bizden sonra gelecek kişilere yazık değil miydi? Eminim ki kısa sürede istifalarını verip, umutsuzluk içine düşeceklerdi? En kötüsü de müdürün kendi kusurlarını görmeyip çalışanların arkasından yaptığı suçlamalara maruz kalacaklardı. Oradan ayrıldıktan sonra asistanı, beni bir iki defa aramıştı. Müdür, beni kötü yargılamış ve kızcağızı sanki buna inandırmıştı. Arama sebebine gelince, bana misafirlere ikramda kullanılan tabağı alıp almadığımı sormuştu? Buna o kadar şaşırmıştım ki bir yıl kadar hizmet ettiğim müdür, nasıl olur da beni hiç tanımamış ve suçlamıştı? "Ben onun saçma tabağını alıp ne yapayım?" diye cevap vermiştim. Başka bir arama sebebi de harcamalarla ilgiliydi. Bense müdüre ayrılmadan önce hesapları kapatıp ondan onay almıştım. Bu kadının gerçekten büyük bir derdi vardı.

    Son iş günümün mesai saati sonunda büyük sigorta şirketinin görkemli binasından çıkınca kendimi özgür hissettim. Benliğim, kendime olan güvenim, huzurum artık bana geri dönmüştü. İlk defa bir karınca hikayemi bitirirken çok fazla mutluydum. Her gün geç saatlere kadar çalıştığımdan özlediğim çok şey vardı; hayatımı, denizin kokusunu ve rengini, beni üşüten rüzgarı ve güneşin sıcaklığını özlemiştim. Arkadaşlarımı ziyaret etmeyi, uzun zamandır görüşmediğim sevdiklerimi aramayı düşünüyordum. Sanki yeni bir hayata başlamış gibi hissediyordum. Yeni hayallerle, yeni başlangıçlar, yeni insanlar, yeni karınca hikayeleri beni bekliyordu.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      TEMBELLİKTEN EMEKLİ

    Çalışmayı sevmezdi, "İşi ve kışı sevmem" sözünü ilk ondan duymuştum. Ama yaşamaya, hele hele keyifli yaşamaya hiç bir itirazı olmamıştı ömründe. Şöyle dolgun ücretli bir iş bulsa, işyerinde ucundan tutacak iş de olmasa, çalışmaya bile itirazı yoktu.

    Uzun süre, iş yapılamayan, sürekli grevde olan bir işyeri aramış bulamamıştı. Bulduğu birkaç işten de, g ile başlayan her sözcüğü grev duyurusu sanıp sevinç çığlıkları atmaya kalkışınca, kısa sürede yol verilmişti.

    Tembelliğinden, çevrede hiçbir kızdan yüz bulamamıştı ama, kızları başka oğlanlarla görünce de mahallenin namus bekçisi kesilmiş, gençleri mahalleye sokmamıştı.

    ...

    Yiğitliğine de söz söyletmezdi. Bir gün sigara almak için büfeye yaklaştı; "Uzun samsun" dedi. Ama, sigaraya bakar bakmaz geri fırlattı "Öldüreninden ver şu cenabetin!" diye terslendi. "Sigara erkekliği yok eder" de ne demekti öyle.

    Murat'la aynı mahalledeniz ya, arada söyleşirdik. İşsizlikten, vefasızlığından, kadrinin bilinmediğinden dem vurur herkese sitem ederdi: "Niye bana en zor işleri gösteriyorlar. Benim anlımda "Bu adam hem enayidir, hem de hamaldır" mı yazıyor? "Adam oturmuş büfeye sigara satıyor. Oturduğu yerden. Peki benim günahım ne? "
    Ne demeli?
    Bir tekel büfesi açabilse; olur yerinde. Tıkırt para. Veresiyesi yok, batağı yok. Batakçılardan da çok korkuyordu. Adı gibi biliyordu onları. Ne yaparlar ederler ödemezlerdi borçlarını. Murat evlendiğinden beri yedi kiralık ev değiştirmişti. Bunun sorumlusu da sorumluluk almayı öğrensin safsatasından başka bir şey bilmeyen kayınpederdi. Neyse, onu geçelim. Şimdi, yedi ev sahibi, mahalle başına beşerden, otuz beş bakkal. Tenhada yakalasalar, burnundan getirirlerdi anasından emdiği ak sütü ya, bizimki tetikti o konuda. Anlayacağınız, zordu veresiye işi; hele takıp kaçarkenki heyecana yürek dayanmazdı.



    "Çalışırım abi" diyordu ya, gerçekten tanık olduğum çalışması da vardı, madeni eşya fabrikasında; tam üç ay.

    "Sen o işten niye ayrıldıydın?" dedim; anlattığına göre kendisi ayrılmamış. Posta başı olacak dürzü, bunun üç ay boyunca hiçbir işin ucundan tutmadığını, vakt hay huyla geçirdiğini, küçük çişten bir buçuk, büyük çişten üç saatte döndüğünü fark edip patrona ispiyonlamış. "Ya ağabeycim" dedi. "Patron olacak emperyalizmin yerli işbirlikçisi de koydu kapının önüne".

    En ağırına giden de, patronunun "Kendin çalışmadığın gibi, çalışanlara da engel oluyormuşsun. Senin yüzünden fabrikanın ahengi bitti, üretim yarıya düştü. Yoksa fabrika batacak, hepimiz işsiz kalacağız" demesi olmuş. Bu çocuk da ne yapsın? Tek kusuru var o da çalışmayı sevmemek. O çalışma denen şey sohbete sekte vurmasa, bir de kendisini kızdırmak için yapıyorlarmış duygusunu yenebilse…

    ...

    Dedim ya, Murat işi sevmese de yaşamayı severdi. "Yiyelim içelim, gezelim tozalım" deyin, sizden önden giderdi. Başka söz söyletip ağzınızı yormazdı.

    Keyifli yaşamak için tek eksiği para olan Murat, çareyi paralı birinin kızıyla evlenmekte buldu. Çocukluğundan tanıdığı Mahmut efendinin kızını istetti. Kızı da alansatan yoktu. "Bu oğlana verelim, nikahta keramet vardır, belki evlenince tembelliği geçer, adam olur." dediler, verdiler. Murat da müstakbel kayın pederinin gözünün yere bakma yüzdesini ölçtü biçti. "Birkaç yıl içinde kuyruğu titretir, biz de bey gibi yaşarız evvelallah" deyip imzayı bastı.

    Bastı da ne çare, Murat'ın on beş yıllık esaret dolu yaşamı burada başlıyordu. İki çocuğu, karısı gül gibi bakılıyordu. Ancak, ona hiç kimse "Yavrum sen de insan evladısın. Seni de bir ana dünyaya getirdi. Senin de canın var, yaşamak istersin. Al şu üç kuruşu dilediğin gibi harca" demedi. Ya ne yapmış o kayınpeder olacak adam: "Senadam olmazsın. Beş tane işyerim var. Birine gir çalış. Önce adam olacağını bana inandır." diye şart koşmuş. Ardından gözlerinin içine baka baka "Yağma yok!" demiş.

    "Bak bak bak " dedi, "Bu sözleri hangi vicdan sahibi söyleyebilir? Hem ölme, hem para verme, ne işe yararsın sen?" Hızını alamıyordu, " Sana damat değil, köle lazımmış. Ben sana evde kalmış kızına hakaret ettirecek başka enayi bul derdim ama, oldu bir kez."

    ...

    Karısı da hiç adam yerine koymazmış. Aşağılar dururmuş.
    "Benim karı!" dedi. Söze karışıp "Karı değil, hanım" dedim. Lafı ağzımdan aldı. "Yok yok abi. Benimki düpedüz karı. Yıllardır, bir yararı varmış gibi babasının servetine güvenip yaşamayı zehir etti".
    "O kadar da mı?".
    "O kadar da ağabeycim. Bak sana bir şey soracağım".
    "Sor."
    "İnsanlar maymundan türemiş, diyorlar; doğru mu?"
    "Bilimsel bir konu. Bir şey söylemek kolay değil."
    "Düpedüz yalan. Bugüne kadar hep aldatılmışız. Yine belki türeyen vardır ama, benim karı maymundan türemiş olamaz."
    "Niye?"
    "Benimki katır türü."

    ...

    Bu arada Ayfer hanım çayları getirdi, konuşmayı kestik. Bana buyur etti; ona da "Sen de zıkkımlan bari" dercesine uzaktan tepsiyi uzattı. Murat çayını aldı; "Teşekkür ederim bitanem" demeyi ihmal etmedi.
    Hanımı yine mutfağa gidince "Bunun inadı çekilmez abi" dedi. "Bir kez iki kere iki yedi desin, üç gün uğraş altıya indirebilirsen ne olayım."
    Bir öf çekti, yine kayınpedere döndü: "Ben o moruğun kuyruğu titretmeyeceğini bilsem, gül gibi Murat'ı yedirir miydim?"
    Ayfer hanım odadan çıktıkça soruyorum:
    "Peki, içip içip dövdüğün söyleniyor?"
    Gözünden iki damla yaş süzüldü: "Ah be! İçecek para mı koklatıyorlar ki, içip karı dövelim"
    "Peki diyelim ki, para buldun; körkütük eve geldin. Ayfer hanım senden dayak yer mi ?"
    "Yemez."
    "Niye? Erkek adamsın ya..." dedim, sinirlendi :
    "Yemez be ağabeycim. Tokadın çeyreğini geçirsem, açar ağzını kireççi eşeği gibi, üç hafta susturamazsın. Biz de zıpırlıktan sabıkalıyız ya herkes ona inanır. Yemez işte."
    Biraz daha üstüne gittim yalnız kalınca:
    "Niye olmasın. Nasılsa para yok, boşar kurtulursun".
    Murat bu sözü hiç beklemiyormuş, gözlerini faltaşı gibi açtı:
    "Ağzından yel alsın canım abim. Sakın haa! On beş yıllık emeğimiz heba mı olsun? Atalar tekkeyi bekleyen çorbayı içer, diye boşuna mı demiş?"
    Gık diyemedim.



    Bir daha on yıl sonra karşılaştık. Bizim Murat, tembellikten emekli olmayı bekliyordu daha. Mahmut Amca'nın sağlık durumunu sordum:
    "Turp turp!" dedi.
    Pek neşeli görünmüyordu.

    Mehmet Önder
    av.mehmetonder@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Oruç Baba'dan Aforizmalar-14

    *- Her insan bir başkasının yerinde olmayı istiyor; bilmiyor ki kendi yerine de özenen onca insan var.
    *- Hep mükemmel bir insan olmamız öğütleniyor, sadece insan olmaya çalışsak yetmez mi?
    *- Kendilerinde övünecek bir şey kalmayanlar, başkalarındakilerle övünmeye başlarlar; bir müddet sonra da o övündükleri şeyleri kendilerinin zannederler.
    *- Düşünmenin zevkini, düşünmeyi bilmeyenlere anlatamazsın.
    *- İnsanlık için yaptıkların, kendi soyunun yararınadır.
    *- Acınacak hale düşen bir insan, acınmayı hak etmiştir.
    *- Aşkın mezarı olmaz, çünkü aşk ölünce, uçar ve göklerde kaybolur. İstediğin kadar bekle veya ara; asla geri dönmeyecektir.
    *- Her insan, yanlışlara karşı bir aşık kadar toleranslı olsaydı, dünya cennete dönerdi.
    *- Kadın ile erkek eşit değildir. Kadın kendisini erkekten daima alt bir statüde imiş gibi gösterme kurnazlığına sahiptir. Oysa gerçekte durum tam tersidir.
    *- Huysuz bir kadının erkeği, nedense melek gibi olur.
    *- Bildiklerinin öğrenilmeyeceğinden korkma. Onlar bir şekilde, bir gün başkalarına ulaşacaktır. Bilgisini ısrarla anlatmaya çalışan kişinin, kokmuş balıkları müşterisine kakalamaya çalışan bir balıkçıdan farkı yoktur.
    *- Bilginin artması bilinmeyenleri azaltmaz, aksine çoğaltır.
    *- Sorun bilgi ürettirir, sorunsuzluk ise tembellik.
    *- Sorusu iyi olanın, bilgisi de iyidir.
    *- Büyük işler başaran adamların, küçük işleri yapan adamları vardır.
    *- İnsanoğlunun bu güne kadar var olmasını sağlayan, doğru bir şekilde kullanmayı becerdiği bilgileridir. İnsanoğlu, yanlış kullandığı bilgileri nedeniyle uğradığı felaketleri, gene aynı yoldan bertaraf etmesini becermiştir.
    *- Salt bilgi olarak kalan şeyin faydası tartışmalıdır; pratikte kullanmayacağımız bilgi bir hamallıktan başka bir şey değildir.
    *- Bilmek her şey demek değildir; bilip de uygulamak her şeydir.
    *- Çalışmadan bilgi sahibi olacaklarını sananların, kendilerini hayalen zengin olarak düşünenlerden farkı yoktur.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      YENİ KİTAPLAR

    Kırmızı Yayınları'na son uğradığımda, Fahri Özdemir üç yeni kitabını verdi; yayınevinin klasikler dizisinde aynı sarımsı kapaklarla basılmışlar.

    İlki, Seneca'nın Teselliler'i; Kenan Sarıalioğlu çevirmiş; kapağını Serap Akçura tasarlamış; dizgi Mesut Seven'in.

    Émile Zola'danda iki çeviri yayınlamışlar; Rahip Mouret'nin Günahı ile Gerçek; ikisini de İsmail Yerguz kazandırmış dilimize; sarı kapaklar yine Serap Akçura'nın.

    İş Bankası Kültür Yayınları da her dizide kitap yayınını kesintisiz sürdürüyor; Kırmızı Yayınları'ndan buraya geçen Pınar Güven'e sevgili Rıfat Ilgaz'ın yapıtlarını vermişler; o da bana dizinin üç kitabını armağan etti: Karartma Geceleri, Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra ve Sarı Yazma. Kitapların görsel tasarımı Birol Bayram'ın; Sarı Yazma'nın düzeltisini Aslı Yalkut üstlenmiş.

    Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra'dan bir anıyı paylaşalım:

    DÖNÜŞ

    Aydın, Pakize Hanım'ın evinde bulmuştu beni. Azdavay üzerinden tutmuştuk Cide'nin yolunu. Şu durumda ne Kastamonu ne Cide… Bozuk yollardan son hızla sürerek çıkmalıydık. Sıkıyönetim bölgesinin dışına.

    Kaçıyorduk, ama kimden? Komutandan mı? Dışarıdan gelenlere bilgi veren tuz-ekmekçi memleketlilerimden mi? Son günlerde büsbütün ölçüyü kaçıran tarikatçı şeriatçılardan mı?

    Ne yazık ki Atatürk benim kadar yaşamadı. Yarım yüzyıl, demek devrimciler için çok kısa bir süre…Geri bırakılmış bölgeler için…Bunun gerçekliği şu günlerde açıkça anlaşılmıyor mu?

    Cideli tutucular, kendi yetiştirdikleri çocuklarından, kendi aydınlarından mı korkuyor acaba, diye düşünürüm zaman zaman…Gene şu günlerde en seçkin aydınlar, öğretmenler kıyma makinesinin önüne atıldı, Zekeriya Kaya'lar, Mehmet'ler, Hüseyin'ler, Hasan Sözen'ler, Ramazan Tuğtepe'ler, Sevil Yıldırım'lar ve daha birçokları…

    Operasyon furyasında tüm gidenler geri döndüler. Kastamonu'dan hemen bırakılanlar, Mamaklara kadar gidip beraat edenler, yeniden öğretmenliğe dönenler…

    "Biz Cide'yi, Ünye, Fatsa yaptırmayız" diye kendi gençlerini, aydınlarını harcamaya kalkışanlar, verdikleri bilgiden ötürü teşekkür alanlar, gözbağcılıktan kendilerini pay çıkarıp şişinenler, değerli hemşerilerini hükümet önünden kasıla kasıla yolcu edenler, bakıyoruz yine kolları sıvamış durumdalar, bu son günlerde. Uzaklaştırdıkları kişilerin sayısıyla övünenler Cidelerin Suudi Arabistan'ın bir ilçesi hâline getirmek için tekkelerde uykularını haram edip çareler düşünüyorlar. Yeni kurulan bir iki partiyi oluşturan üyelerin gönüllerinde açıktan açığa Atatürk düşmanlığı besleyip büyütenler… Yalnız Cide'de mi? Tüm Karadeniz kıyılarında. Cide, çoktandır, Cidde olup çıktı. Spikerlerimiz bile Cide'nin 'd'sini çifteleyip duruyorlar, nedense.

    İşin şaşılacak yanı, Cide'mize yeni atamaların ekip atamaları biçiminde oluşturuluşu…Bakıyorsunuz, kaymakamla lise müdürü, sosyal bilgiler dersinin öğretmeniyle ahlâk hocası. Veterinerle tarım uzmanı aynı bıçağın demirinden…Olayların üzerine giden müfettiş, sorguya değil takdirname vermeye gidiyor sanki. Suçlu tanık oluyor, okul müdürü, yardımcısıyla bilirkişi. Baş suçlu mu? Mutlaka şikayetçi olan dertli kişidir! Şu rastlantıya bakın ki, Cide'deki huzursuzlukların nedeninde, baltanın sapına büyük görev düşüyor. Baltanın demiri olmasa da, sapı mutlaka yerli ormandan!

    Bundan elli yıl önce Cide'den 'Yol istemeyiz! Liman istemeyiz!' diye imza mı toplanmış…Bir inceleyelim, tuz-ekmekçiler, gericiler vardır işin içinde! Değişmiyor bu kural yıllardır. Bir partide, iki partide toplanıveriyorlar, yıllar sonra!

    Değerli bir lise müdürünün, bir resim hocasının ayağı mı kaydırılacak?...İmzalar hep aynı tür imzalardır, şaşmıyor! Verdikleri bilgiden ötür teşekkür edilen uyduruk ağalar! Ya da onların yetiştirdiği, özendirdiği aynı ocaktan kişiler…

    Kıyma makinesinin görevi,kıyma üretmektir. Makinenin ağzına eti tıkıştıranlar kim? O denli çoğaldı ki bunlar, son günlerde! Dışarıdan gönderilen yöneticiler de var, en kötüsü, kötü eğitimciler,kötü yöneticiler…Sorunumuz bu kişilerin, yeni partilerin kurucuları arasında da yeterince bulunmaları… Demokrasi, biraz demokrasiyi hak etmiş olanların işi olmalı! Ne var ki demokrasiyi yozlaştırmak için önce halkın yozlaştırılması gerektiğini bu çarıklılarımız bizden çok daha iyi biliyorlar! Hem Kayserili olmak, hem de okuryazar…Bu meziyetin ikisi bir arada olanları da var! En tehlikelisi gene de ilçelerdeki tuz-ekmekçiler…Gençlerini, aydınlarını ele verip elleri arkalarında meydanlarda ağzı kulaklarında şişinenler…Uğurlayıcı olmakla ağa olduklarını sananlar…


    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Barutgiller Ailesi - 3

    Hayri Bey, tansiyon hapı yerine sakinleştirici şurup müptelası olmaya başlamıştı. Hem gecenin bir yarısı şurubu bitecek olsa bile öğrenmişti. Gideceksen mahalle bakkalına, artık rafta değil şişeler, bakacaksın tezgahın altına.."

    - Hayri Bey, bak bakalım kaç kaçmış o bilmem kaçıncı maçın sonucu ?
    - Sen ne oynadın ? Ver bakayım bir ipucu...

    - Maç bitene kadar hiiiç kafanı yorma.. "Ne oynadın ?" diye de haybeye sorma. Eğer tutturamazsam, başlarsın hemen söylenmeye; "Yok o maç berabere oynanır mı, yok o maçta 3 gol birden atılır mı, yok öyle, yok şöyle..." diye.
    - Hayret bişeysin Hayriye..! Bunca sene top koşturmuşluğumuz var. Sen ne anlarsın futboldan, iddiadan ?

    - Hadi oradan..! Benim kazandıklarımla çıkamamıştık bir türlü o gün bardan ? Nankörsün sen muhterem, nankör..! Hele bir tutturayım bak o zaman gör..!
    - Napoli; 1-0 öne geçmiş Hayriye Hanım.. Kesin Roma'ya oynamışsındır sen..! Halbuki sorsan bana; banko Napoli derdim sana..

    - Sen onu bunu bırak da ne olacak bu ihtiyarın hali ? Merak ediyorum şu 900'lü telefon faturalarını nasıl ödeyeceksin ? Bu arada; dua et de Roma bir gol atsın..
    - Duaya gerek kalmadı, Totti bir tane salladı, 1-1.. Sahi, sana söylemeyi unuttum Hayriye Sultan.. Bugün internette gezinirken, bak neler buldum Haydar Bey için, seç beğen..

    - Ben neden beğeniyorum anlamadım..?
    - Canım, kadın gözüyle bir başka olur işte... Hem, alo deyince eve de geliyorlarmış.. Bak şu 2 tanesi var ya, onlar benim favorim..

    - Yani, Haydar Bey beğenmezse sen mi alo diyeceksin ?
    - Ayağını denk al diye söylüyorum, bak bir alo demeye bakıyorlarmış mirim..

    - Hele bir alo de bakayım, ben sana o telefonu yedirmez miyim ?
    - Şaka yahu..! Haydi gel, bizim ihtiyar için birer birer arayalım şunları..

    Onca telefon sonrasında fazla yaşlı bulmuşlar Haydar Bey'i. Kimse cesaret edip gelememiş. Zaten; Hayriye Hanım evde çoluk çocuk var diye taş koymuş. İşin içine otel falan da girince fiyatlar da ateş pahası. Merak içinde bekleyip; "Ne oldu evladım ?" diye soran Haydar Bey de cabası. Küsmüş ve bir köşeye oturmuş Barutgiller'in iyice barut gibi olmuş babası. Bari bir ilk için hayrım olsun diye düşünen Hayri Bey'in yüreği sızlamış.. Hiç bakmadan cebine, Haydar Bey'i götürmüş mahalle mektebine. Hem ihtiyar memnun, hem fiyatlar uygun. Tam kapıdan çıkacaklar, Haydar Bey sormuş madama :

    - Bizim Havalı ...... buralarda mıydı ?
    - İlahi Amca.. Sen nereden biliyorsun onu ? Ahın gitmiş, vahın kalmış mıydı ?

    Hayri Bey; bir yandan madama sus işareti yapıyor, diğer yandan ihtiyarı kolundan çekip götürmeye çalışıyor. Ancak; Barutgiller'in ateşi sönmüş ihtiyar delikanlısının pek gitmeye niyeti yokmuş.

    - Baba, tamam artık..! Günlerce; içmedin, yemedin. Yolda bana; "İlk defa geliyorum, Allah senden razı olsun" dedin. Nereden çıktı şimdi bu Havalı ....... ?
    - Kahvede arkadaşlar söylemişti canım, bir sorayım dedim...

    - Ooo, Haydar'cığım, epeydir nerelerdesin sen bakalım ? Hele bir gel de ateşini alalım..

    diye seslenmez mi Havalı .......

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    BULUŞMAK ÜZERE

    Diyelim yağmura tutuldun bir gün
    Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
    Öbür yanda güneş kendi keyfinde
    Ne de olsa yaz yağmuru
    Pırıl pırıl düşüyor damlalar
    Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
    Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
    İşte o evin kapısında bulacaksın beni

    Diyelim için çekti bir sabah vakti
    Erkenceden denize gireyim dedin
    Kulaç attıkça sen
    Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
    Ege denizi bu efendi deniz
    Seslenmiyor
    Derken bi de dibe dalayım diyorsun
    İçine doğdu belki de
    İşte çil çil koşuşan balıklar
    Lapinalar gümüşler var ya
    Eylim eylim salınan yosunlar
    Onların arasında bulacaksın beni

    Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
    Çakmak çakmak gözleri
    Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
    Herkes orda sen de ordasın
    Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
    Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
    Özgürlüğe mutluluğa doğru
    Her işin başında sevgi diyor
    Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
    Bi de başını çeviriyorsun ki
    Yanında ben varım

    Can YÜCEL

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Çocuklarınızı bilgisayar başından kaldıramıyorsanız en iyi yöntem onları doğru yönlendirmektir. Bu sefer özellikle küçük çocukların bilgi ve becerilerini geliştirmeye yönelik bir web sayfası tavsiye edeceğim http://www.hellokids.com/ Sayfalarda resim çizmekten boyama yapmaya birçok aktivite mevcut. Aslında web sayfası ingilizce ama çocukların bile anlayacağı bir şekilde hazırlandığı için siz velilerin yönlendirme konusunda bir sıkıntı yaşamayacağınıza inanıyorum.

    Böyle İngilizce sayfalar tavsiye ederek biz velileri zor durumda bırakıyorsunuz diyenler için bir de Türkçe web sayfası tavsiye edelim http://www.cocukca.com/ Oyunlar, boyama sayfaları ve çocuklar için eğlenceli diğer örnekleri rahatlıkla kullanabilirsiniz.

    Teknolojik gelişmeleri yakından takip edebilmek için http://www.teknoportal.gen.tr/ sitesini deneyebilirsiniz. Her türlü teknolojik yeniliği takip eden bu portal sayesinde birçok konuda kapsamlı bilgiye ulaşabileceksiniz. Ayrıca bilişim teknolojisiyle ilgili birçok konu da ana başlıklar altında toparlanarak paylaşılmış. Özetle söylemek gerekirse: bu web sayfasında kısa ve öz bilgilerle, kafanız karışmadan teknolojiyi yakından takip edebilirsiniz.

    Diyelim ki her şeyi merak eden ve sürekli soran birisinden bıktınız ama ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ya da aslında meraklı olan kişi sizsiniz ve kaynak bulmakta zorlanıyorsunuz. İşte size sağlam bir kaynak http://www.bilgimotoru.com/ O kadar çok sorunun cevabını sayfalarına eklemişler ki maşallah diyorum. Merakını gidermek isteyen arkadaşlar önden buyursun.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20110520.asp
    ISSN: 1303-8923
    20 Mayis 2011 - ©2002/23-kmarsiv.com