|
|
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu HALKÇAYI ÖĞRENMEK, HALKÇAYLA YAŞAMAK |
|
Geçen cumartesi günü, Muğla Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı Bölümünün, Bodrum Ticaret Odası konferans salonunda "Bodrum Türk Halk Kültürü" konulu sempozyumu vardı. Üniversite, Prof. Dr. Pervin Çapan, Doç. Dr. Ali Naci Önal ve Doç. Dr. Ali Akar eşliğinde 60'a yakın öğrencisiyle Bodrum'a adeta çıkarma yapmıştı.
Daha ilk sunumu yapan öğrencinin anlattıklarıyla çok özel bir gün yaşayacağımı hissetmiştim. Öğrenci, "Bodrum Yöresi Halk Ağzı" üzerine çalışmış. Bilgiler doğru, öğrenci de bilgileri biçimlendirip sunmada oldukça başarılı. Ancak yerel söyleyişte dili damağı buraya uyumlu değil gibi. Meraklanıyor, yanı başımdaki hocalarından birine soruyorum:
- Nereli bu kız?
- Buralı, Çömlekçi'den.
İlk anda şaşırıyorum; ama son 25-30 yılın yerel kültürleri nasılda silindir gibi ezdiğini düşününce doğal karşılıyorum.
İnsan, sofra adabından çeyiz düzmeye, çocuk oyunlarından düğünlere, masallardan manilere her şeyi yaşadığı sosyal çevresinden öğreniyor. Yerel ağız da öyle. Ama artık anne babalar kaba buldukları için yerel aksanla konuşmuyorlar. Bu gencin, yerel sesleri telaffuz edememesi bundan olsa gerek.
Bugün Bodrum'da yine bir sürü etkinlik var: Diamont Otelde Membranlı Su Arıtma ile ilgili sempozyum, antik otomobiller yarışı, partilerin seçim propagandaları… Gerekçe ne olursa olsun, salon böyle boş kalmamalıydı. Umarım gençler, yaptıkları işin öneminden kuşkulanmazlar.
Sahneye bir başka öğrenci çıkıyor: Türkü söyleyecek. Sazsız türkü olur mu hiç? Genç kıza arkadaşı gitarla eşlik ediyor. Kerimoğlu'nu ilk kez gitar eşliğinde dinliyorum. Hakçası, kızın sesi de tavrı da güzel. Gençlerin halk kültürünü bir bütün olarak algılamalarına şapka çıkarmaya hazırım.
Genç kız, sahneden inerken, Bodrumluların sempozyuma ilgisizliğini yüzümüze bir tokat gibi vuruyor. Haklı değil mi? Gençleri eleştirirken mangalda kül bırakmayan milliyetçiler, demokratlar, öğretmenler, aydınlar, analar- babalar nerdesiniz? Bu gençler, sizi size anlatmak için burada; ya siz neredesiniz?
Ben, kedi toplumunun değerlerini kavrayamamış bireylerin, evrensel değerleri kavrayamayacağını savunurum. Kendi dilinin inceliklerinden habersiz birinin, başka bir dil üzerine ahkâm kesmesine pirim vermem. Bana göre kişi, valsi de çaçayı da bilmeli; ama kendi halk oyunlarını da oynayabilmeli; aryalara övgü düzerken, türkülere tepeden bakmamalı. Bu gençlere saygım bu yüzden özel. İyi biliyorum ki onlar, uluslar arası arenaya sıktıklarında sırtlarını dayadıkları kültürün gücünü çok daha iyi hissedeceklerdir.
Niyazi Berkes'in "İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz?" sorusunun yanıtı, bizim kendimize, kendi gözümüzle değil, başkalarının gözüyle bakmamızdır. Kendimize kendi gözlerimizle bakmayı öğrendiğimiz an her şey değişecektir. Halk kültürünün köy köy, oba oba öğrenilmesi bundan önemlidir.
Yemek arasında hocalardan biri:
- Halk kültürü sanıldığının aksine gezici ve değişimci, son derece dinamik bir kültürdür. Bu bakımdan yalnız buraya ait olduğunu sandığımız bir mani, masal, çocuk oyunu, bilmece başka bir yere ait olabilir ya da daha önce kayda geçirilmiş bir ürün, farklılaşmış olarak çıkabilir, diyor.
Bir öğrenci Tan Tan Gabecik masalını anlatırken, babaannemi anımsıyorum. Uzun kış gecelerinde ne çok masal anlatırdı.
- Babaanne bize bir masal anlat.
Hayır, demezdi. Hemen oracıkta, bize ders veren bir masal uyduruverirdi. Ya o torunlarını severken söylediği maniler:
Karanfilin kurusu,
Çemperimde sokusu
Aldağlardan geliyor
Torunumun kokusu.
Ardından kocaman bir sarılış, içten bir koklayış. Sanki vazgeçilmez bir ritüeliydi bu. Gelinler istedikleri kadar az seviyor çok seviyor papatya falı açsın; o, gizemli bir maziden getirdiği masallarını manilerini bizlere aktarmaya devam ederdi. Şimdi bu maniyi, bu yurdun başka başka köşelerinde ninelerin, dağların adını değiştirerek kendi torunları için söylemediğini hangimiz söyleyebiliriz!
Bir öğrenci: "Şimdi Hayriye Teyze'yi anmak istiyoruz. Yaptığımız bu görüşmeden bir hafta sonra kendisni kaybettik." diyor. Ben Hayriye Teyze'yi tanımadım; ama Hayriye Teyzeleri çok iyi biliyorum. Onların her biriyle göçen Türk Halk Kültürünün bir gözesinin kuruduğunun da farkındayım. İçimde, bu çalışmayı yaptıran eğitimcilere minnet duygusu yoğunlaşıyor.
O sadası güzel kız, bu kez Şerafettin Civelekten derlenen bir Ula türküsü söylüyor:
Deniz üstü köpürür
Kayığa da binsem götürür
Benimde buraya gelişim
Bir güzelden ötürü
Bu yöre insanı tarih boyunca hep denizle iç içe oldu. Mısırlılar, Karialılara "Denizden gelen tunç adamlar." dermiş. Dünyanın ilk kadın amirali Artemisia Bodrumludur. Menteşe Beyi Ahmet Gazi'nin unvanı "Sultan-üs Sevahil", yani Sahiller Sultanı' dır. Turgut Reis Bu topraklardan denize açılmış. Halikarnas Balıkçısı, Türkçenin en güzel deniz öykülerinde ve romanlarında bu yörenin denizcilerini anlatmıştır. Denizsiz Bodrum Halk kültürü, damatsız gelin gibidir. Bura insanın ayrılıklarında da kavuşmalarında da; sevinçlerinde de acılarında da deniz vardır. "Gençler, deniz insanlarının kültürüne de el atmış olsaydınız." diyorum.
Bir oğlan bir kız, durup karşı karşıya mani söylüyor. Biliyorum, bu manilerin çoğu Bodrumlu değil. Kimi İstanbul'dan gelmiş, Kimi Ankara'dan, Hatay'dan. İçlerinde Lazca kokan da var, Arapça da, Kürtçe de… Ama -kim ne derse desin- hepsi, buram buram Anadolu kokuyor. Senlik benlik yok, biz olmak var bu kültürde.
O kız, bu kez, sesini sanki bir rüzgâra bırakıyor. Ses,uzaklardan, ta Eleşkirt'ten, buğday tarlalarında başakları savura savura Ege'ye ulaşıyor.
Konma bülbül konma nergis daline
Öldürürler aman bir yar yoluna
Ben de kurban olam fidan boyuna.
Bu seste gurbet tadı var; bu türküde hüzün, alın yazı gibi.
- Meltem, nereli Hocam?
- Hakkarili…
Yok, yok… Niye şaşıracakmışım. Gerçek bu. Bu yurt, ete kemiğe böyle bürünmüş. Biz, bu topraklarda ayrısı gayrısı olmayan türkülerle, manilerle, masallarla büyüdük. Yaramız delik deşik olabilir; ama sazımız, sözümüz; sevdamız, nazımız; umudumuz hâlâ ortak. Ayşelerin Meltemlerin Alilerin, Mustafaların halkçayı öğrenmek ve halkçayla yaşamak çabasını başka nasıl yorumlayabiliriz?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA ŞİMDİ CANNES'DA |
|
Sonunda dileklerim gerçek oldu ve Nuri Bilge Ceylan'ın filmini izleyebildim, hem de gala günü. Festival başladığından beri çevremdeki herkese bu filmi izlemeyi çok istediğimi belirttim durdum. Bir arkadaşım bir arkadaşına söylemiş, O da kendi tanıdıklarından rica ederek benim için davetiye buldu. Ondan öncesinde de yine tamamen arkadaşlarımın yardımıyla standa giderek yönetmen, yapımcı ve oyuncuları görme şansım oldu.
Cuma günü elimde davetiye uzun uzun baktım, Cannes'da yarışıyor olması, herkes tarafından bekleniyor olması bir yana, ben en son şu cümlede bırakmıştım NBC filmleri hakkındaki yazılarımı...
"Yolun açık olsun. Bir sonraki filmini daha çekmeden sevdirdin bana."
(Kırmızı halının gündüz hali)
2008 festival yazımın ardından üç sene geçmiş, NBC 'nin yeni filmiyle festivale katılacağının haberini son günlerde almıştım. Büyük bir gizlilik içinde çekilen filmle ilgili hiç bir bilgim yoktu. Filmin fragmanını izlediğimde yanılmadığımı anlamıştım ama yine de merak içindeydim. Filmin süre olarak uzunluğu ve son gün galasının yapılacak olması heyecanımı biraz daha artırmıştı. Gala günü o kırmızı halıdan önce biz izleyicileri aldılar. Daha önce bir "Uzak"ı da bu halılardan yürüyerek ama gündüz izleyen birisi olarak içimde en ufak heyecan yoktu. Patlayan flaşlar, şık giysiler festivalin havalı kısmı hiç ilgimi çekmiyordu. Açıkcası o halılardan yürürken içimi sıkıntı bastı, hatta kendi kendime kızdım. Çok merak ettiğin filmi bu sevmediğin tantanalı kısımı yaşamadan da seyredebilirdim diye. Ama bunun için en az bir altı ay falan beklemem gerekirdi galiba, filmin vizyona girmesi için. Balkonda yerimize oturup yönetmen, yapımcı ve oyuncuların salona girmesini dev perdede izledik. NBC, filmin oyuncuları Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan ve senaryoda da emeği olan Ercan Kesal ile birlikte salona girdiler. Gözlerim Fırat Tanış'ı da aradı, fakat O gelememişti. Ardından filme diğer emeği geçenler içeri girdiler. Ve nihayet film başladı....
(hep saklayacağım Bir Zamanlar Anadolu'da Cannes Film Festivali Gala davetiyesi)
Aslında uzun uzun filmden bahsetmek, her sahnesini anlatmak istiyorum. Ama bunu yaparsam seyretmemiş olanlara haksızlık yapmış olurum. Bu nedenle sadece film hakkında genel düşüncelerimi yazacağım. NBC, İklimlerden sonra kamerasını daha kalabalığa yöneltmişti. Sessizlikten çıkıp, dışardaki sesleri de aktarmıştı bize. Bu filmde de özellikle diyaloglar (ki bunda senaryoyu birlikte yazdığı eşi Ebru Ceylan ve Ercan Kesal'ın büyük payları olduğunu düşünüyorum) mükemmeldi. Sadece gördükleri ile değil artık sözcükleri ile de anlatacak şeyleri vardı. Yaklaşık 1,5 saat süren gece sahnesinin nasıl geçtiğini anlamadım. Kah dışarda, kah arabanın içinde, ardından muhtarın evinde zaman zaman ikili, zaman zaman çoklu diyaloglar içinde olan filmin kahramanları oyuncuların muhteşem oyunculukları ile sanki bizi de yanlarına alıverdiler. Özellikle polis rolündeki Yılmaz Erdoğan'ın doğaçlama yapıyorcasına doğal ve canlı sahneleri filme büyük bir enerji katmıştı. Ahmet Mümtaz Taylan'ın rolüyle bütünleşmesi, Taner Birsel'in sanki gerçekten bir savcı gibi durmaya başlaması, Muhammet Uzuner'in NBC filmlerindeki diğer kahramanları kadar sessizleştiği sahneler ve Fırat Tanış...Çok konuşmadan nasıl rol yapıyordu bakışlarıyla...Muhtar rolündeki Ercan Kesal'ın doğallığı ve mutlaka oyunculuğa devam etmeli dedirtmesi...
(20 Mayıs 2011, Nuri Bilge Ceylan)
Geceden gündüze geçildiğinde herkes gündelik yaşamına dönerken, cesetin mi, hayatın mı otopsisi yapılıyordu bilinmez. Herkesin birbirine söyledikleri ve söylemedikleri ile kendi yollarına gidişi...Ortada kalan çocuk ve kadın, hapse giren adamı kendi dünyalarında bırakıp, kendi dünyalarında geçmişe dönük hesaplaşmaları...
Film daha çok erkeklerin dünyasında geçse de, kadın filmin konusuydu adeta. Filmin içine gizli özne gibi serpiştirilen kadın bir anlamda da kasaba bürokratlarının yaşamında da hep ikinci planda değilmidir. Küçük yerlerin üst düzey yöneticileri, kendi küçük çevrelerinde halkı idare etmeye çalışırken, gerideki kadınlar da çoğunluk erkeklerin dünyasında egemenlik kurmaya çalışmazlar mı?
Polisin telefonda konuştuğu karısı, savcının anlattığı kendi kendine ölmeyi isteyen güzel kadın, çay getiren muhtarın kızı, ölen adamın karısı ve doktorun son sahnelerde fotoğraflarını gördüğümüz kadını...hepsi silik, hepsi anlık görünüyor filmde ama varlıkları ile o eril dünyanın kafasını karıştırdıkları, erkeklerin akıllarını kurcaladıkları kesin...
Çok maskülen ama çok da hayattan bir filmdi. Yine doğa çekimleri harikaydı. Bu sefer rüzgarın ve gecenin sesi damgasını vurmuştu. Dalından kopup bir dereye düşen bir elmayı izlemenin ne kadar düşündürücü olduğunu hatırladım, yollarının ve çeşmelerinin birbirlerine çok benzediği nice köyler olduğunu, bir olayın, bir kişinin ya da bir gecenin hayatımızı bambaşka yerlere kaydırabildiğini...
Keşke bitmeseydi diye geçirdim içimden, yeterince uzun gelmemişti...Nuri Bilge Ceylan küçük bir kasaba öyküsünden, dünyayı ve hayatı sorgulatan muhteşem bir film yapmıştı yine. Görsel zenginliğine, doğalı aktarışındaki güzelliğine sağlam diyaloglar ve muhteşem oyuncular ekleyerek bir başyapıt ortaya koymuştu. Bu nedenle Cannes'dan ödülsüz dönmeyeceğini biliyordum. Gönlümden geçen Altın Palmiyeydi...Zira bu film onun sinemacılığında farklı bir dönüm noktasıydı. İlk defa bu kadar kalabalık profesyonel bir oyuncu kadrosu ile çalışıyor ve ilk defa bu kadar çok konuşarak anlatıyordu...
Bu filmden sonra izleyeceğim filmi merak etmekte haksız mıyım? Türk sineması böylesi usta bir sinemacıya sahip olduğu için gurur duymalı. Koza, Kasaba ile başlayan öykünün geldiği nokta "Bir Zamanlar Anadolu"da zirvededir. Emeği geçen herkese (ki burada filmin yapımcısı Zeynep Özbatur Atakan'ı ve görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'nin isimlerini de hatırlatmak istiyorum) bize böylesi görsel bir şölen yaşattıkları için teşekkür ederim.
"Yolun hep açık zaten. Bir sonraki filmini merak ediyorum ama önce BZA'yı onlarca defa daha izlemem lazım. Seyretmeye doyulmaz bir film olmuş"
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup 3 |
|
Canım anneanneciğim,
Mayısın ortası oldu, kirazlar kızaramadı bu yıl. Hep karanlık gökyüzü, güneş kendini azıcık gösterip kayboldu gri bulutların arkasında. Kuşlar da ötmedi, oysaki ben onları bekliyorum, baharı müjdelemeleri için. Bulutlar biraz daha kararsa yağmur yağacak, toprağı ıslayacak ve sonra rengarenk gökkuşağı çıkacak. Keşke görebilsek apartmanlar arasında gökkuşağını anneanne? Keşke sen de olsan, görebilsen.
Köyümüze gitme vakti geldi anneanne. Sen yoksun artık ama biz varız, torunların. Hali vakti olan, gidecek köyümüze, yine görecek yeşilliği. Canlanacak hatıralarındaki çocuklukları, bazılarının gençlikleri, bazılarının ergenlikleri. Özlemlerini giderecekler köyümüzün havasında. Ama biliyor musun anneanne, son gittiğimde hüzün doldu içime? Öğrendim ki köyümüz bize küsmüş ondan ayrılıp gittiğimiz için. Hani evimizin yerinde esen yaşlı rüzgar vardı ya işte o söyledi bana. Çocukken tırmandığım kamburu çıkmış dut ağacına yaslanıp gövdesini okşarken, yaşlı rüzgarı hissettim saçlarımda. Etrafıma bakarak selam verdim ona. Yanıma usul usul yaklaşıp: "Ağlama" dedi bana. "Burası senin çocukluğunun köyü, bırak da yine çocuk ol burada, tırman şu ağaca, sonra yıkılan duvarın taşlarına çık, koş, zıpla! Hayat lazım buraya, hayat! Sen de ağlarsan kim güldürecek köyü, köyün çiçeklerini? Bak etrafa, ne görüyorsun hüzünden başka? Tut gözyaşlarını, büyüdüğün ülkede akıtırsın dilediğince! Şimdi buradasın, çocukluğunu bıraktığın yerde. Hadi çocuk ol yine! Gölgesinde zıpladığın ağaçlara ve bana söyle çocuk şarkılarını. Yoksa küserim sana, tıpkı köyün gibi!" Böyle söylediğinde şaşırdım ve ellerimi uzattım rüzgara: "Köy küsmüş mü bize, yaşlı rüzgar?" diye sordum. Saçlarımı hızla karıştırdı ve soğuk üfledi kulağıma: "Evet ya, köy siz daha buralardan giderken küsmüştü size, sonra da kalan köylüye. Hele de köyün ortasında herkesi karşılayan evin sahibi anneannen, evi yıktırdığında iyice öfkelendi. İşte o zaman güneş sanki doğmadı köye, karardı gökyüzü. Bir fırtına esti sonrasında, terk edilmiş evlerin kiremitlerini uçurdu, pencerelerini kırdı. Köy, günlerce yağmurla ağladı durdu. Dereler taştı, tarlalar suyla doldu. Güneşi çağırdığında yeniden, ekinleri kuruttu. Evlerin bahçelerinde nergisleri soldurdu, lalelerin yapraklarını döktürttü. Köyün küskünlüğüne isyan etti köylüler, bir bir ayrıldılar buralardan." Hüzünle baktım ağacın yapraklarını oynatan rüzgara: "Demek bu yüzden kimseyi göremedim." dedim.
Köyümüz bize küsmüş anneanne. Son gidişimde bunu öğrendim. Öğrenmekle kalmadım, kendi gözlerimle gördüm pencerelerin karanlığını. Sessizliğin içinde canlı olan sadece ağaçlar, yeşil bitkiler, kuşlar, böceklerdi. Top oynayan tek bir çocuk bile yoktu anneanne. Herkes nereye gitmişti öyle, çok merak ettim. Komşu evin bahçesine girip, sıvası dökülmüş evin kapısını tıklattım. Ses gelmeyince, penceresinden içeriye baktım. Boş karanlık odalar vardı. Boşunaydı cama vuruşlarım. Koskoca köyde sadece ben vardım anneanne, bir de yaşlı rüzgar. İsterdim ki beni köylüm karşılasın. Tarlada çalışan toprak kokulu yaşlı elleri öpeyim tek tek. Bir ağaç gölgesine oturup, güllü lokum yanında kahvelerimizi yudumlayıp sohbet edelim. Ben yeşilliğin kokusunu içime çekerken anlatacaklardı bana toprağı, hasat zamanını, bağ bozumunu. Çetin geçen kışların dereleri donduran soğuk rüzgarını. Baharda doğan kuzularını, ineğin buzağını… Yaz vakti köyü inleten davullu düğünlerini… Ben onları merakla dinleyecektim anneanne. Hele de o köy çocukları, gözlerinde kendimi gördüğüm… Ben asıl onlarla konuşmak istedim anneanne. Güneşten kavrulmuş yüzlerine bakıp kendi çocukluğuma dönmek istedim. Bana anlatacaklardı leyleklerin köye ne zaman geldiklerini, kedi yavrularının nasıl oynaştıklarını, kırlangıç yuvalarını… Kayısı ağacına tırmanıp zerdalileri nasıl topladıklarını? Heyecandan birbirlerinin sözünü kesip ya da hep bir ağızdan anlatacaklardı Cimri İbrahim'in çileklerini nasıl çaldıklarını? Gülecektim ben de onlarla kıkır kıkır Şaşı Ömer'in nasıl ağaçtan düştüğüne, Korkusuz Ali'nin yavru keçiden nasıl korktuğuna? Kalbimin hızlı atışıyla dinleyecektim, terk edilmiş evlerin arada sırada görünen beyaz hayaletli hikayelerini. Belki de korkacaktım onlar anlatırken? Ama yoktu köyün yanık yüzlü çocukları anneanne, tek bir tane bile göremedim. Çocuklara getirdiğim şekerler cebimde, yaşlılara getirdiğim lokumlar da torbamda kaldı.
Gençler çocuklarını alıp gitmiş köyümüzden anneanne. Çok uzak memleketlere, çalışıp para kazanmak için. Kim bilir bazısı benim gibi çocukluğunu köyde bıraktı giderken, bazısı da gençliğini? Yaşlılar yalnızlıktan yakınırken, bir mektup, bir haber beklerken sevdiklerinden, döktükleri gözyaşları gibi tek tek toprağa düşmüşler anneanne, hayatlarını geçirdikleri toprağa… Komşu köyler bile duymamış. Köyümüz küsmüş bize anneanne; köy gibi küsmüş ağaçlar, kuşlar, evler, bahçelerin çiçekleri. Ama olsun, ben yine de ziyaret edeceğim köyümüzü anneanne. Gideceğim elbet çocukluğumu bıraktığım topraklara. Yaşlı rüzgarla buluşup, ona geldiğim yerleri anlatacağım. Köyün küsmüşlüğüne inat her yıl meyve veren kiraz ağacının yanına gideceğim. Mevsim olup meyvesi varsa, tadacağım kırmızı kirazını. Bir türkü tutturacağım köyümün taşlı yolunda, küsmesin artık bize diye. Belki barışırız bu ziyaretimde? Olur ya ben hazırlıklı gideceğim; poşetimde güllü lokum, cebimde de renkli şekerlerim olacak.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder AH HİKMET AH |
|
Öğle saatleriydi. Sedyenin üstündeki, ameliyattan çıkmış bir hastadan çok kökünden kesilmiş, dallı budaklı ak bir ağaca benziyordu. Eller kollar, bacaklar, gövde tümüyle alçılanmış, başı sargı beziyle sarılı. Şişmiş dudaklarından ve ışıltısından anlaşılan gözlerinden başka görünen yeri yoktu.
İki görevli bir hamlede boş yatağa fırlatıp giderken, arda kalan, bir gereksinmesi olup olmadığını sordu. Alçıdan yapılmış adam "Gık guk" gibi sesler çıkardı. Görevli bu sesleri "Yok. Hamdolsun, sağlığım yerinde, her şeyim var. Yediğim önümde, yemediğim ardımda" diye değerlendirip "Peki o zaman" dedi, gitti.
Hastanelerde hasta olarak bulunmak zordur. Kırık çıkık hastası olmaksa nerdeyse en zorudur.
Yeni gelen hasta heykel gibi öylece yatıyor. Henüz ilaçların etkisinde, sessiz. Görünüşünün ilginçliğinden koğuşu da bir meraktır sardı. Ayılana değin bir sürü tahmin yürütüldü. Biri "Üstünden kamyon geçmiştir" dedi. Tabii mantıklı bir öngörü; böyle adamın tüm kemiklerini kırdıracak şey başka ne olabilir? Bir başkası "Tren çarpmıştır" dedi. Daha bir başkası "Üstüne bina yıkılmıştır." diye diretti. Bunun gibi sürü sepet tahmin birbiriyle yarıştı.
…
Adı İlyas'mış. Ayılıncaya değin tahminler sürdü gitti. Bir an önce ayılsa da öğrensek, diye sabırsızlandı kimi arkadaşlar. Ama ayılınca anlatmak istemedi:
- Bırakın arkadaşlar, karışık iş!
Merak bu; görüntü bırakılacak gibi de değil, arkadaşlar durmadan üstüne üstüne gidiyorlar. Hatta biri sorulardan uyuyamamış, başını kaldırdı "Bir uyutmadınız be!" dedi. Sonra İlyas'a döndü:
- Sen de anlatacaksan anlat da, kurtulalım. Bir adamın böyle tüm kemiklerini kırdırtacak karışık iş, ya para işidir, ya karı işidir. Başka ne olacak?
İlyas bu söze karşılık önce hiç bir şey demedi. Biraz durdu, düşündü. Yanıtı ilginçti:
- Kardeşimiz haklı. İkisi de...
…
Bu kez heyecan ikiye, üçe, beşe katlandı. İlgili ilgisiz herkes yönünü İlyas'a çevirdi. Öyle ya nasıl bir karışık iştir bu, insanın bütün kemiklerini unufak ettirir böyle? İlyas sağına baktı, soluna baktı. Herkes merakla onu izliyor; kurtuluşu yok. Başladı anlatmaya:
"- Ben ticaret adamıydım. İşlerim çok çok iyiydi. Paraya para demezdim. Hani yerde alır gövde yer, derler ya, tam o türden. Nedenini anlayamadım, bir süre sonra işlerim ters gitmeye başladı. Ne kadar çalışsam çabalasam olmadı. Çarkı döndüremez oldum. Çalıştıkça, ürettikçe borçlarım arttı.
Bir gün baktım, artık yürümüyor; borca batmışım. Biz çalışan kazanır, avare avare dolaşanlar aç kalır bilirdik; tam tersi olmaya başlamış. İşsiz güçsüz olan, kahvede oturan, yan gelip yatanların cepleri para dolup taşmış, ben alacaklıların gönderdiği haciz memurlarıyla neredeyse akraba olmuşum.
Sonuçta, insanların hiç bir iş yapmadan, üretmeden geçindiklerini fark ettim. Birileri, onların, sağlıktan ısınmaya, gıdadan cep harçlığına kadar her gereksinmesini karşılıyordu. Hem de yalnızca ve yalnızca karşısında ezilip büzülme, omuzda gezdirme karşılığında. Yine gördüm ki, yurttaş bir iş yapmaya, üretmeye kalkıştığında topluca üstüne çullanılıyor, kenardaki köşedeki birikimi, aldığı kredi bitene kadar yenilip içiliyor, bitince borçları ile baş başa bırakılıyordu.
Bunları yaşamış, çoluğu çocuğu terk etmiş, işsiz güçsüz dolaşırken,
haydi bir köye uğrayayım, belki döner orada bir iş tutarım, dedim. Baktım ki, orada da eken biçen, gecesini gündüzüne katıp üretenlerin hepsi batmış, borçlardan ellerindeki traktörler, tarlalar da gitmiş. Ekip biçmeyenler, üretmeyenler rahat. Yan gelip yattıkları için devlet tembellik aylığı bağlamış. Köyde bir onlar ayakta kalmış, bir onların işi yolunda.
Anladım ki, bu memlekette çalışmayana, üretmeyene her yerde ekmek
var. Ben de çalışmadan, bedava yaşamaya karar verdim."
…
Bu arada heyecan gitgide tırmanıyor; arkadaşlar ister istemez soruyorlar:
- Eeeee?
İlyas devam ediyor:
"Bizim yurttaşımız tüketim çılgını olmuş. Savurganlıkta birbiriyle yarışıyor. Ayranı yok içmeye, diyeceğim ama dilim varmıyor ki; haydi eli açık diyeyim. Borç bini aşmış, icracılar sıradaymış, ne am; her yer yiyecek içecek kaynıyor. Çıkıyorum sokağa, her köşede bir yemekli düğün, nişan, sünnet. Kim bilecek ben kız tarafı mıyım, oğlan tarafı mıyım? Sonra her gün bir sürü insan ölüyor. Ölüyor dedim de, ölü evlerinde yiyecek, içecek daha bol olur; ye babam ye. Hatta yatıya kal. Sabah kahvaltını da yap öyle git. Harçlığın da kalmadı ise iki satır dilekçeye bakar.
Ben de böyle ekmek elden su gölden yaşamaya başladım. Başladım da, insanda biraz şans olacak arkadaşlar. Bir gün, akşam yemeği için sokakta dolaşıyorum. Kendi kendime "Bu millet evlenmez mi? Tabii evlenmezse çocuk da olmaz, sünnet de" diye diye söylenirken, baktım bir evin kapısında kıpırtılar var. Girenler, çıkanlar. Kulak misafiri oldum, içerisi sessiz. Anlaşıldı, ölü evi. En iyisi budur dedim ya. Yemek bol. Niye yatıya kaldın, diyen de olmaz. Ayakkabılarımı çıkardım. Kıyıda güvenli bir yere koydum, aldım içeri. Önce sağı solu kolaçan ettim. Göz ucuyla aşodasına baktım, siniler, tepsiler dolusu yemek; kapılara kadar.
Erkeklerin bulunduğu odaya geçip boş bir yer buldum, oturdum. İçerisi sakin. "Görüyor musun başımıza geleni kardeş" anlamında başlarını hüzünlü hüzünlü sallayıp, sessizce hoşbeş ettiler. Ben de aynı biçimde karşılık verdim. Böyle yerlerde fazla konuşulmaz. Oturanlar başlarını bir yana yatırıp, gözlerini karşıdaki bir noktaya dikerler, dakikalarca boş boş o noktaya bakarlar. Hafifçe ağzını açanlardan dua sesleri yayılır çevreye. Gelenek böyledir. Atalardan böyle görülmüştür. Öyle şar şor davranılmaz. Kesinlikte gürültü yapılmaz. Zorunlu durumlarda konuşulsa da, tümceler amaca ulaşıldığı anda nokta virgül karışımı bir yerde kesilir, başlar "Ah gitti" anlamında sağa sola sallanmaya devam edilir.
Ama benim durumum farklı. Öleni hiç tanımıyorum. Bu yüzden ne denli yakın olduğumu, gökten zembille inmediğimi çevreye göstermek zorundayım. Bunun için fırsat kolluyorum. Derken yaşlıca biri "Ah Hikmet ah. Senin yerin dolmaz" dedi. Fırsat bu fırsat "Tövbe de tövbe de!" diye çıkıştım:
- Onun yerinin dolup dolmayacağını düşünmek bile gaybettir.
Sessiz çoğunluk hafiften "Ha, hı" deyip, bana desteğini belli etti.
Bir kez yol açıldı ya, adının da Hikmet olduğunu öğrendim, artık ben ateşi aldım. Gayret etmeliyim ki, akşam yemeğinin yanında yatıyı, ardından da sabah kahvaltısını sağlama alayım:
- Yediğimiz, içtiğimiz ayrı giderdi, dedim.
Odadakiler yine fısıldar gibi "Ya ya" demekle yetindiler. Duracak zaman değil, biraz daha atılım yapmam gerekiyor:
- Bir elmanın yarısını bana yedirmeden ağzına sürmezdi. Eli açıktı. Bana hep kendi elleriyle yedirirdi.
Odadakiler "Ya ya. Eli selekti, bonkördü" diye onayladılar.
…
Bu arada bir kuşkum da var. Şimdi, merhum benim okul arkadaşım mı, askerlik arkadaşım mı, iş arkadaşım mı? Bir soru soran olur diye ortalama laflar ediyorum:
- Ah Hikmet ah! Küçücük yatakta götlü başlı yatardık. Getirir ayağını burnuma burnuma sürterdi. Keratanın ayakları kokardı. Kıçına bir şaplak atardım şakadan, çek ayağını, diye. Küser, on dakika sonra dayanamaz birbirimize sarılırdık. Ah Hikmet ah, beni nasıl bıraktın gittin?
Ben ah dedikçe odadakiler "Ya ya, ah ah!" diye katılıyorlar.
Bu arada kapının girişinde üç genç, yanyana oturmuş, arada fıs fıs birbirleriyle konuşuyorlar. Dikkatli dikkatli de bana bakıyorlar. Beni dikkatle izleyişlerinden bedava yaşama konusunda grup çalışması yaptıklarını düşünüyorum. Bu denli dikkatli izlemelerinin başka bir anlamı olmaz sanırım.
…
Ben nasılsa ortama alıştım ya dövünmeyi de sürdürüyorum:
- Hikmeeet! Beni nerelere bıraktın gittin! Sensiz bu günler nasıl
geçecek, sabahlar nasıl olacak?
Kendimi öyle kaptırmışım ki, gözlerimden sicim gibi yaşlar geliyor. Daha etkili olsun, diye bayılır gibi yapıyorum; sağımdaki solumdaki bileklerimi ovmaya başlıyor. Biri bir paket kâğıt mendil bulmuş gözyaşlarımı siliyor. Bir başkası kolonya bulmuş gelmiş beni ayıltmaya çalışıyor. Bu arada benden çığlıklara devam:
- Ah Hikmet ahh!
Öteki odalardan feryadımı duyanlar odanın kapısına üşüşüyorlar.
Öyle ya "Kimdir bu merhumu bu denli seven, böyle yakını olan insan?" diye düşünülmez mi? Ben de kalabalığı bulmuşken iyice açılıyorum. Göğsümü yumruklaya yumruklaya:
- Hikmeeet! Buna can dayanmaz. Ciğerim yanıyor!
Bedava yaşama konusunda grup çalışması yapan gençler de
dikkatle beni izlemekte olsun, sofralar geliyor. Bizim sinideki tavuklu pilav öbür uçta kalmış, ama o kadar da sorun değil. Hoca Nasreddin'den deneyimliyiz.
Gelenlerin çoğu yemekten sonra "Emir Allahın" deyip gitti. Ben fırsattan istifade başköşeye kuruldum. Bu çok önemli; özel döşek sermeseler de buraya kıvrılır yatarım. Hele hele bu yemek ziyafeti faslı en az bir hafta sürer. Artık gece yatısıyla, sabah kahvaltısı sağlama alınmış durumda, ben haftayı kurtarmaya çalışıyorum. Hem artık başköşedeyim ya; yeni gelenler de benimle ilgileniyor. Anlayacağınız açık açık birinci adam konumundayım. Atağa geçmem gerek:
- Ah Hikmet ah! Her sırrını bana açardı. Hep "Senden başkasına güvenmem" derdi. Hatta para taşımayı sevmez "İlyas'cığım, sende dursun. Daha güvenlisin" derdi. Aaaah ah!
…
İhtiyaç ya, bir ara ayakyoluna gideyim, dedim. Kapının yanında dizilen üç genç de peşimden geldi. Tabii yadırgamadım. Herhalde bedava yaşamanın incelikleri konusunda soruları olacak. Öğrenmek, çok çok iyi bir şey. İnsanoğlu kendisini sürekli geliştirmeli.
- Buyurun gençler, dedim.
İçlerinden biri:
- Arka tarafta bir oda var oraya geçelim, dedi.
Geçelim. Mekânın ne önemi var. Her yerde ders veririm. Öyle ya "İlim Çin'de de olsa aramalıyız." Hele hele ayaklarına kadar da gelmiş. Arka odada da olur, bahçede de olur. Hatta sokakta da, kahvede de…
Arka odaya geçtik. Burası evin dışında. Bir depo, odunluk gibi bir yer. Orada bir ikincisi:
- Biz, dedi, rahmetlinin oğullarıyız. Annemiz ara sıra yatılı gezmelere giderdi. Nereye gittiğini merak ederdik ama, sormazdık. Şimdi nereye gittiğini öğrenmiş olduk. Bu konuya döneceğiz.
Olacak şey değil. Niye biri bana "Merhum kadındır" demedi. Öf ki ne öf.
Bu kez üçüncü oğlan:
- Annemin çok parası vardı. Ölünce aradık taradık, tek kuruş bulamadık. Onca paranın nerede olduğunu da bizzat sizden öğrenmiş olduk. Annemin paraları nerede? Parayı hemen iade edersen canını bağışlarız.
Bir de konuşmasını bitiren eline bir odun alıp sıvazlamaya başlamıyor mu?
Her ne kadar tek amacımın karın doyurmak olduğunu, analarını tanımadığımı anlatmaya çalıştıysam da, inanmak bir yana dinleyen bile olmadı. Üstüme üstüme gelmeye başladılar…"
…
İlyas başından geçenleri anlatmayı henüz bitirmemişti ki, doktor geldi:
- İlyas Çalışkan, yemeğini yedirecek kimsen var mı?
- Yok.
Doktor durumu tahmin ettiğinden yanında getirdiği bayan görevliye talimat verdi:
- Hastanın durumu ağır. Yemeğini siz yedirin Hikmet hanım.
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı GÜL- DÜRT- MECELER |
|
Eskiden bütün yollar Roma'ya çıkarmış
Şimdi sadece paraya çıkıyor paraya...
***
Ne yaparsan yap ama ol bir baltaya sap
Sakın başı açık gezme, kendine bir külah kap!
***
Komşunun otuz beşlik kızı her gün akşama kadar dışarıda gezer
Ama konum komşu ona evde kalmış der...
***
Gülmeyen insanın karnı tok olsa bile ruhu açtır
Gülmek ekmek su hava ve sevgi gibi önemli bir ihtiyaçtır
***
Pinekleyip durma bir köşede; al çantanı yola çık
Yürümekten yılmayanlara yol her zaman açık!
***
Önemli olan sarayda değil gönüllerde yaşamak
İyi yaşamak için sakın çıkarcılığı etme kendine basamak
***
Pozitif düşünceyi adın gibi benimsersen
Bedenin ölse bile düşüncen yaşar yıllar boyunca
***
Kimi dertlere derman olur, elinde al tası
Kimi de kesip biçmeye çalışır, elinde baltası!
***
Geçenlerde birini iyice ıslattılar. Niye mi?
Kuru iftira uğramıştı da...
***
Güzellikle iyiliği kar, insanların yarasına sar
Yoksa hiç eksilmez güvendiğin dağlardaki kar
***
Ölmek kolay, yaşamak zor
İnanmıyorsan yoksula sor...
***
Eğer herkese eşit uygulanırsa yasa
Düşkünler bayram eder, zalimleri alır bir tasa...
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Gereği Düşünüldü |
|
Karar:
Duymakla görmenin aynı şey olmadığını anlamakla başladı yol
Gereği düşünülmüş ne varsa, düşünülecek olan neler kalmışsa
Hepsi ıskarta ya da askıda
...
Bağlanmış bu basiretin düğümü aşkına
Ayetler, keder kıyıları, isyan patikaları, falcı yokuşları
Denemek mümkün bunları
...
Ateşte unutulmuş üç elma
Kavrulup küllerinden yine doğmayı başardı ilki
Harından terbiye etti benliğini ikincisi
Yanıp hiçe verdi sona kalan kendini
...
Bir mevsim üstü akşamda kalbimiz sarhoş
Elmalara ağladık
Bu kıytırık teşhisi sanat sayamayacak kadar içimizi boşaltmıştık
Hangi elmanın sonu bu kadar acıklı geldi bize
İçimizi burkan elma değildi belki de
Ananos yüklü bu mevsim üstü akşamda
İçip ağlayasımız tuttu
Üç elmayı alet ettik bu ağlama nöbetimize
ve sonra
Karar:
Bu güzel üç elmanın beraatine
Gereğince
Düşünülünce
Verildi.
Sarahatun Demir sarahatundemirycc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-15
*- Seni birisi konuşturana kadar sus, ama seni birisi susturana kadar konuşma!
*- Her bilginin doğruluğu tartışmalıdır. Büyük bilim adamları bile bildiklerinden kuşku duyarken bazı cahillerin bildiklerini yüzde yüz doğru kabul etmeleri anlaşılır gibi değil! Belki de diğerlerini bilim adamı, bunları da cahil yapan aradaki fark bu olsa gerek.
*- Bilginler arasında bilgisizlerin, sesi kısılacağına, aksine daha da fazla açılır.
*- Gevezeler, bilgi düşmanıdır; öğrenemedikleri için başkalarının da öğrenmesini engellemeye çalışırlar.
*- Eğer bilgi parayla edinilebilseydi, birçok zengin varlıklarının hepsini olmasa bile önemli bir kısmını bu yolda harcamaktan çekinmezdi.
*- Hata yapana kızma, onu cezalandırma; bilgisizliğini gidermesine yardım et; göreceksin zamanla hataları azalacaktır.
*- Bilge insanın elindeki bilgi, tüm insanlığın ışığıdır; erdemsiz insanın elindeki bilgi ise tüm insanlığın mezar kazıcısıdır.
*- Senin sadece sahip olduğun malın mülkün değil, aynı zamanda bilgilerin de çocuklarına, torunlarına bırakabileceğin mirastır.
*- Akıl bilginin fabrikasıdır, evrendeki her şey de bu fabrikanın hammaddesidir.
*- Bilgi insanı şüpheden kurtarır, derler. O zaman bilgi arttıkça "acaba"lar neden çoğalıyor?
*- Mutlaka bildiklerini anlatmak istiyorsan, en uygun zamanı ve ortamı kolla. Uluorta açıklayacağın bilgiler başına bela olabilir.
*- Kendini bilmiyorsan, dünyaları bilsen de bunun önemi yoktur.
*- Yarar sağlamak amacıyla bilgi öğrenmeye uğraşma; çünkü bilgiyi öğrendikten sonra zaten yarar kendiliğinden ortaya çıkar.
*- Gerçek bilge bildikçe başı öne doğru eğilendir.
*- Kötü bile olsa her kitaba saygı duy; hiç olmazsa onu yazmak için harcanan emeğe saygılı ol!
*- Evren, bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz şeylerle doludur. Birkaç şey bilip de böbürlenmemize aldanılmasın.
*- Soru sormak için de bilgili olmak gerekir; en azından sorulacak şey hakkında bir bilgi kırıntısına sahip olunmalı. O nedenle öğretmenlerin "hem bilmiyorlar, hem de sormuyorlar!" yakınması boşunadır.
*- Ezbere bilenler yeşil bir dut ağacı gibidir, salla salla bir şey düşüremezsin; gerçekten bilenler ise olgun bir dut ağacı gibidir, ufacık bir sallamada kilolarca ürün verirler.
*- Gençlik, insanın başına hayatta bir kere gelir deniyor; yaşlılık da öyle.
*- Faydasız dost, kişiye eziyettir, yüktür.
*- Çıkarına zarar verdiğin halde senin yanında ise o senin dostundur; ama sen onun değil.
*- Hatalarını söyleyeni dost bil; çünkü sana onları düzeltebilme şansı tanımış oluyor.
*- Aslında dostluklar da birbirine yardım etme, birbirini dinleme, birbirini sevme, birbirini anlama... gibi çıkarlar üzerine kurulmuyor mu?
*- Birbirlerine karşı saygılarını yitirenler, dostluklarını da yitirirler.
*- Hiçbir düşmanının hep düşman olarak kalacağını düşünme; bir de bakarsın dost oluvermişsiniz.
*- Dostun aç ise ve sen de ona elindeki ekmekten vermiyorsan; bil ki o senin ekmeğini mutlaka elinden alacaktır.
*- Dost kazanmak istemeyişin düşman kazanman için bir neden olmamalıdır.
*- Biz dostlarımızdan fazla bir şey beklemeyiz, bizi dinlemeleri ve gerektiğinde yararlı öğütler vermeleri yeterlidir.
*- Gerçek dostlar birbirinden uzakta iken de birbirlerinin ne düşündüklerini, nasıl davranacaklarını bilirler.
*- Dostunu kırdı isen, onun kalbini onarman uzun zaman alabilir.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran METİN DEMİRTAŞ'IN "SARI DEFTERİ" |
|
E Yayınları, sevgili Metin Demirtaş'ın şiirsel yazılarını, günlüklerini bu adla basmış; kitabın kapağındaki fotoğraf ve tasarım, İbrahim Demirel'in; kitabı bilgisayara Ersin Türk geçirmiş.
Kitabı süsleyen fotoğraflar arasında, 21. sayfada, Demirtaş ailesinin topluca görüntüsü de var; gerçek çocuğu olan anasıyla babasının arsında iki kız iki oğlan.
Bakın ne demiş babası için:
BABAM
Elleri,
Kurumuş ağaç kabuğuna benzerdi.
Anımsadıkça
Şurama bir şeyler düğümlenir.
Taşçıydı.
Taşlık bahçelerde gün boyu
Balyoz sallardı.
Bize sevgisini bıraktı
Başka bir şeyi yoktu.
Babalar pek anılmaz şiirlerde.
Annelerdir daha çok sözü edilen.
Beslenip barındıkları yere
Bir sığınma duygusudur şairleri
Biraz da buna yönelten.
Yok benim de,
Babam için bir şiirim
Taşı
Eğri durur bu yüzden.
Akçay, 1985.
Taşa toprağa balyoz sallayan o yiğit adam sonunda akciğer kanserine yakalanmış ve göçmüş; Sanat Enstitüsü'nde okutup tekniker yaptığı oğlunun demir yerine sözcükleri döve döve yazdığı şiirleri doya doya okuyabildi, tadına varabildi mi bilmem? 1996'da kazandığı Nasreddin Hoca Fıkrası Derleme Ödülü'nü de; Akdeniz Üniversitesi'nin verdiği "Kitapek Ödülü'nü de; "Türkülerde Gezer Adları"'yla kazandığı "2010 Yunus Nadi Ödülü"nü de, "Cemal Süreya Şiir Ödülü'nü de göremediği kesin.
Gerçek pırlanta değerindeki kitabı alınca bir yığın değerli anıyla, olayla, şiirle karşılaşacaksınız; Anadolu'nun bütün soylu çocukları gibi, barışı, emeği, kardeşliği savunduğu için başına gelmedik kalmayan; o arada bir bacağını da yitiren sevgili Metin Demirtaş'tan bir şiir daha alayım buraya.
YENİ DÜNYA DÜZENİ
Emeğin bayrağı suskun.
Dalgalanmakta yeni dünya düzeninin
Kanlı bayrakları, kara bir rüzgârda.
Kötülük bir veba gibi yayılmış dört bir yana
Ölüm tacirleri kışkırtmış halkları
Kardeş kardeşi boğazlamakta.
Yakıp yok etmekte bir kıran gibi
İnsanlığın yarattığı bütün değerleri
Vahşeti Emperyalizmin.
Şiddet çıkmış mağaralardan
Sokak ortasında narin çocuk ölüleri
Sarışın, ak, kara…
Söndürülmüş gülücükleri, açlık ve kurşunla.
İnsanlar umarsız, şaşkın
Savrulup durmaktalar ordan oraya
Yalanların bombardımanı altında.
Alınteri hiçe sayılmış
Örselenmiş insan kalbi.
Erdem ve incelik çiğneniyor
Demir postalların altında
Bu karanlık tabloda
Hiç mavi bir ışık yok mu?
Nâzım yanıtlıyor bu soruyu
Doğrulup mezarında:
'Umut, umut,umut
Umut insanda.'
1995, Ankara.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
YAŞARMIŞ GİBİ
Dün akşam bir arkadaşın ölüm haberini aldım, eşinden. Şaşırdım bu kadar çabuk olabileceğini hiç düşünmüyordum. O an aklıma gelen ilk şey, küçük kızına ne olacaktı? Bu soru dolandı durdu kafamda bütün gece. İki yaşında bir çocuk, annesiz ne yapardı ki!
Kim anlatacaktı ona ölümü? Ölümün tanımı var mıydı? Varsa neydi?
Onu en son gördüğümde Kadıköy'de ki evinde bana pizza yapmıştı. "Sen üşenirsin yemek yapmaya!" diye, bana ev pizzası hazırlamıştı. Şimdi ne zaman pizza görsem, aklıma o gelecek.
İnsanlar öleceğini hissederlermiş, ya da rüyalarında görürlermiş önceden. Buna pek inanmazdım ama artık inanır oldum. Daha önce Cengiz Hocam vardı. Ne zaman evine gitsem "Vasiyetimi yazıyorum" derdi. Ben de kızardım; "ne vasiyeti, siz benden sağlamsınız!" derdim. O da yok derdi; "Ben yakında öleceğim!" Sonra da başlardı vasiyetini okumaya; "Oğlum Can'a, gelinim Ayşen'e" diye.
Sonra, bu olaydan, iki ay sonra telefon geldi arkadaştan, "Cengiz Hoca öldü!"diye. İnanmadın. "O sağlamdır, tansiyonu yok, şekeri yok. Her sabah sporunu yapar, sağlıklı beslenir, merdivenlerden bile koşarak çıkar, 33 doğumlu ama benden sağlam!"
"Kalp krizi geçirmiş" dedi, "bay pas için Hacettepe de ameliyata almışlar, masada kalmış."
Arkadaşımın ölümü de böyle oldu işte. Sapasağlam, otuz yaşında ki kız, dün Çapa'da masada kaldı. Tekrar kalkarım diye ümit ederken, kalkamadı.
Onu en son gördüğümde, Defne Foster'in ölümü için; "otuz iki, ne kadar da erken" demişti, yutkunarak. Sanki kendisinin de öleceği içine doğmuş gibi.
Şimdi düşünüyorum da, ne kadar da uzun vadeli hesaplar yapıyoruz hayatta, ev alayım, araba alayım, iş kurayım vb. sonra bir de bakıyoruz, bütün hayat kaçmış gitmiş elimizden. Aslında o kadar da uzun değil bu hayat.
Her an kopmaya müsait, kırılgan bir şey. Örümcek ağı kadar ince ve hassas…
Ölümü ve sonrasını düşündükten sonra, bu koşuşturma nereye? Diyesi geliyor insanın. Bu yarış, bu keşmekeş...
Kendi kendimize zindan ediyoruz hayatı. Hep bir hırs, bir kin, hep bana, hep bana diyen, bencilce saçma bir yarış…
Ve boş yere, kırdığımız kalpler, yıpranmışlar, yaşanmadan yaşanmış günlerimiz…
Küçük hesapların peşinde koşarak, kendimizi unutuyor, doyumsuzluğumuzun kurbanı oluyoruz.
Ve aslında hiç birimiz yaşamıyoruz, sadece yaşarmış gibi yapıyoruz.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SAYFA TASARRUFU, DERGİLER ve IHLAMUR
Bilindiği üzere dergi çıkarmak meşakkatli bir uğraştır. Her dergi türünün kendine has sorunları, sıkıntıları, hassasiyetleri var muhakkak. Bir otomobil dergisi çıkarıyorsanız reklam ya da satış sorunu ikinci plandadır örneğin; öncelikli sorun otomobil sektöründeki gelişmeleri sıkı takip etmektir. Magazin dergiciliğinde manşette ilgi çekecek haber konuları bulmak, ekonomi dergiciliğinde para piyasalarını takip etmek, sektörel dergilerde haber-reklam bulmak vb. öncelikler söz konusudur.
"Hür tefekkürün kalesi" edebiyat dergilerinde ise öncelikler farklı. Hemen tüm dergilerin çıkarılma gayesi kazanç sağlamak iken edebiyat dergilerinin yayımlanması yüksek sesle yaşama arzusunun bir tezahürüdür. Yayına hazırlanması, basımı, dağıtımı vb. her safhası ayrı bir fedakârlık gerektiren edebiyat dergilerinin -genellikle- gelir kaynağı dergi aboneleri ve hatır reklamlarından mütevellit. Ülkemizdeki dağıtım sorunu, dağıtımcıların dergilere olan tutumu, yayınevlerinin kitap tanıtımı için popüler mecmuaları tercihi; edebiyat dergilerini her geçen gün kabuğuna çekilmeye, abone eksenli çalışmaya, sayfa sayısını düşürmek ya da sayfaları tasarruflu kullanmaya zorluyor.
Dergilerin hayatta kalma mücadelesinde bir çözüm yolu olan sayfa tasarrufu nedensiz değildir. Ancak kimi dergilerde bir sayfada 5-6 şiir yayımlandığına üzülerek şahit olmaktayız. Kimi dergilerde ise şiirler kenar süsü ya da yazıların sonuna -boş kalan yerlere- dolgu malzemesi olarak kullanılmakta. Cimrilikte sınır tanımayıp şiirleri içindekiler kısmına bile koymayan; içindekiler kısmının altına şairlerin adlarını topluca yazıp; "bu sayıda yer alan şiirler gibi" sıralayıveren dergilerin sayısı neyse ki çok az. Sormak lazım kendilerine: "Şiir yazanın suçu ne?" Öykü, deneme, mektup, makale vb. düzyazı türleri şiirden daha mı üstün? Nitelikli ya da niteliksiz bir nesir için illa ki yeni bir sayfa açarken; şiirleri dolgu malzemesi, kenar süsü gibi kullanmak ne kadar yerinde ve erdemli bir davranış? Nitelikli bir şiir niteliksiz bir nesir kadar hak etmiyor mu müstakil bir sayfada yayımlanmayı? Bu dergilerde şiiri yayımlanan şairler, şiirinin yayınlanmasından mutluluk mu duymalı yoksa eserine yapılan bu saygısızlıktan esef mi duymalı?
Her yönüyle fedakârlık gerektiren edebiyat dergilerinin tasarruf kaygısı son derece makuldür; ancak tasarrufun sadece şiir üzerinde yapılması büyük bir talihsizliktir. Onlarca yıldır çıkan dergilerin dahi bu hususa dikkat etmiyor olmaları ekonomik kaygıdan öte bir durumdur. Bununla birlikte Yedi İklim, Esrar, Tûtî, Herşeye KARŞIN gibi dergilerin ve şiire özel bir bölüm açan Kitap-lık dergisinin gösterdikleri hassasiyet takdire şayandır.
Ihlamur'un yayın ilkelerini değerlendirenler olumlu ya da olumsuz pek çok şey söylemişlerdir ve söyleyeceklerdir. Ne var ki dergimiz hakkında kimsenin karşı çıkmayacağı husus sayfa tasarrufuna yaklaşımımız olacaktır. Üçüncü yılına giren dergimizde hiçbir şiiri, bir başka şiirle aynı sayfada ya da bir yazıdan arta kalan boşlukta yayımlamadık. Ihlamur için onlarca satırlık yazı ne ise iki satırlık şiir de odur. Bir duyguyu aktarmak için sayfalar dolusu yazarız ya da üstad Necip Fazıl gibi iki satırda ifade ederiz. Durum böyleyken, sırf daha kısa (!) diye şiiri düzyazının kenarına-kıyısına iliştirmek abesle iştigaldir, talihsizliktir ve dahi haksızlıktır.
Dergimizin bu husustaki tavrı; 7. sayımızın 8. ve 69. sayfalarında yayımlanan iki şiirle, net bir şekilde ifade edildi. İki satırlık şiire bile bir sayfa ayırmak bu minvalde varılacak son nokta, israf ile tasarruf arasındaki son çizgi olsa gerek. Sınırları, alışılagelmiş kalıpları zorlayan, dergiciliğe yeni bakış açıları kazandıran, ilkelerinde inatçı, isteklerinde mütevazı bir dergiye de ancak bu yakışırdı; zira herkes kendisine yakışanı yapar.
Hakan SARI
Ihlamur Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
<#><#><#><#><#><#><#>
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ŞEHRİN ÜSTÜNDEN GEÇEN BULUTLAR
Bakıp imreniyorum akınına
Şehrin üstünden geçen bulutların.
Belki gidiyorlardır yakınına
Rüyamızı kuşatan hudutların.
Evler, ağaçlar, sular, ben ve bu an
Sanki bulutlarla bir, akıyoruz;
Onların hevesine uyaraktan
Cenup ufuklarına bakıyoruz.
Biz de hafif olsaydık bir rüzgârdan,
Yer alsaydık şu bulut kervanında,
Güzel'e ve Yeni'ye doğru koşan
Bu sonrasız gidişin bir yanında;
Dağlara, denizlere, ovalara
Uzansaydık yağarak iplik iplik,
Tohumları susamış tarlalara
Bahar, gölge ve yağmur götürseydik.
Bakıp imreniyorum akınına
Şehrin üstünden uçan bulutların.
Gidiyor, gidiyorlar yakınına
Rüyamızı kuşatan hudutların.
Ahmet Muhip DRANAS
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Çocuklarınızı bilgisayar başından kaldıramıyorsanız en iyi yöntem onları doğru yönlendirmektir. Bu sefer özellikle küçük çocukların bilgi ve becerilerini geliştirmeye yönelik bir web sayfası tavsiye edeceğim http://www.hellokids.com/ Sayfalarda resim çizmekten boyama yapmaya birçok aktivite mevcut. Aslında web sayfası ingilizce ama çocukların bile anlayacağı bir şekilde hazırlandığı için siz velilerin yönlendirme konusunda bir sıkıntı yaşamayacağınıza inanıyorum.
Böyle İngilizce sayfalar tavsiye ederek biz velileri zor durumda bırakıyorsunuz diyenler için bir de Türkçe web sayfası tavsiye edelim http://www.cocukca.com/ Oyunlar, boyama sayfaları ve çocuklar için eğlenceli diğer örnekleri rahatlıkla kullanabilirsiniz.
Teknolojik gelişmeleri yakından takip edebilmek için http://www.teknoportal.gen.tr/ sitesini deneyebilirsiniz. Her türlü teknolojik yeniliği takip eden bu portal sayesinde birçok konuda kapsamlı bilgiye ulaşabileceksiniz. Ayrıca bilişim teknolojisiyle ilgili birçok konu da ana başlıklar altında toparlanarak paylaşılmış. Özetle söylemek gerekirse: bu web sayfasında kısa ve öz bilgilerle, kafanız karışmadan teknolojiyi yakından takip edebilirsiniz.
Diyelim ki her şeyi merak eden ve sürekli soran birisinden bıktınız ama ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ya da aslında meraklı olan kişi sizsiniz ve kaynak bulmakta zorlanıyorsunuz. İşte size sağlam bir kaynak http://www.bilgimotoru.com/ O kadar çok sorunun cevabını sayfalarına eklemişler ki maşallah diyorum. Merakını gidermek isteyen arkadaşlar önden buyursun.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|