|
|
|
Editör'den : Hayırlara vesile olur inşallah!.. |
Merhabalar,
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Günlerdir yaşadığımız travma nihayet bitiyor. Bu seçim Türkiye'nin ya önünü açacak ya da bir şaşkın döneme sürüklenmesine sebep olacak. Dokuz yılda geldiğimiz noktada, içi boş, yokuş aşağı yuvarlanan bir tenekeden yükselen tıngırtıları dinlemeye devam edip etmeyeceğimize karar vereceğiz. Nalıncı keserlerinden mürekkep şürekasıyla bir çakma padişahın kulları addedilmeyi sindirip sindiremeyeceğimize karar vereceğiz. Yalan, kayırma, örtbas edilesi yolsuzluklar dönemine son verip vermemeyi oylayacağız. Devşirilen, değiştirilen, ele geçirilen, "Kurban olduğum Allah verdikçe veriyor!" diye alkış tutulan işgale son verip vermemeye oy atacağız.
Sanmayın boş bir hayalin peşinde koşuyorum. Hiç öyle AKP'nin hezimete uğrayacağı falan gibi düşlerim yok. Bunun olmayacağını biliyorum. Dokuz yılda yaratılan, biat kültürünü özümsemiş, içi boş tenekenin sesiyle zil takıp oynayan arka bahçenin ayrık otlarıyla, demokrasi yemini yutmuş talısu demokratlarının, diktatör Tayyip'i yine iktidara taşıyacağından hiç kuşkum yok. Benim dileğim çıkaracağı 300 civarı vekille ayağının yere basması. Dilinden düşürmediği, kerameti kendinden menkul anayasanın ancak bir milli mutabakatla yazılabileceğini anlaması. Tabi güçlü bir muhalefetin Meclis'e gelmesi de en büyük dileğim. Aksi takdirde, hırsın, paranın, peşkeşin kararttığı gözlerin Türkiye'ye nazar değdirmesinden ziyadesiyle korkarım.
Hakareti saygısızlığı hoyratlığı, samimiyet, uslup olarak açıklayan kadın vekil adaylarını dinledim dün. Tayyip Beyin sözleri gerçekliğindenmiş, samimiymış sayın bay başbakan. O başından beri böyleymiş, oynamıyormuş. Ana muhalefet partisi başkanını bile kendine muhatap görmeyen bu zatın, bakanlık adında bile "KADIN"a tahammül edemediğine kör kalan bir hipnozlu kadın vekil işte. Tek mi? Dolu, ne yazık ki dopdolu.
CHP'de yaşanan değişimin meyvalarını bu seçimde layıkıyla toplamak zor ama çakma padişaha hakettiği dersi ve bir sonraki dönem için CHP'ye ihtiyacı olan gücü vermek içim benim OYUM CHP'ye!.. Değerlendirmeler bir sonraki sayıya. Seçimin Türkiye'ye hayırlar getirmesi dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BEŞEVLER'DEN ÜÇEVLER'E (1) |
|
Daha bir yıl olmadan yine taşındım. Anılarımda kaç ev, kaç sokak, kaç köy, kaç kasaba veya kent bıraktığımı anımsamakta zorlanıyorum. Bir yerden başka bir yere çıkılan ilk yolculuğumda beş yaşındaydım. Ardımızda kocaman bir Yugoslavya bırakıp bu ülkeye taşınmıştık. Bir iki bohça, bir çuval ve iki tane yün yorgan… Kaba bir hesapla babam o yıllarda kırkının biraz üzerindeymiş. Nasıl böyle bir şeyi göze almış, hala şaşarım. Elde yok, avuçta yok. Bu da yetmezmiş gibi dört küçük çocuk. Hiç görmediğin, bilmediğin başka bir dünyaya varmak için yollara düş. Acayip bir macera, büyük cesaret…
Taşınmak için kamyona bütün eşyalarımızı ve anılarımızı tıkıştırmadan önce içime kocaman bir keder gelip çöreklenir. Haydi, bir kez daha, yeniden… Ev bulmak ve eşyaları kamyona yüklemek aslında işin en kolay tarafıdır. Asıl zor olan evin düzenine göre zaman içinde oluşan alışkanlarımızı kaldırıp atmaktır. Kırılıp döküleni bir yana bırakın eşyanız mutlaka yeni evinize uymayacaktır. Yeni bir ev yeni bir düzen kurmayı dayatır. Ve bir sürü yeni eşya almak zorunda kalırsınız. Diyelim ki oturduğunuz ev çok kötü. Neresine dokunsanız emlinizde kalıyor. O evden bir an önce kurtulmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Taşınma günü gelip çattığında bunların tümü uçup gider. Bütün eşyayı taşıdıktan sonra son bir kez gidip onunla vedalaşmadan edemezsiniz. Sızan su tesisatına, mermer olduğunu çoktan unutmuş evyeye, kapanmamak için sürekli direnen kapıların çektirdiği eziyetleri unutup onlara dokunursunuz.
Ev sahiplerimle can ciğer kuzu sarması olmadıysam da evden bir an önce çıkmamı isteyen ev sahibim olmadı. Bunca yıllık kiracıyım bir kez bile olsun ev sahibimin oğlu Almanya'dan gelmedi. Sadece son ev sahibim eğer taşınmak için gecikirsem kiranın dörtte birini alacağını söyledi. Bu aralar eli biraz dardaymış. Kaporanın üzerine mi yatmaya çalışıyor anlamadım ki?
Taşınırken eski elektrik, su, gaz, telefon aboneliklerini kapattırıp açmak, naklini yapmak insana yapılabilecek en büyük zulümdür. Görevli memur önce aboneliği kapatın. Sonra abonelik bedelini alıp gelin. Yeniden açma işlemlerine başlayalım diyor. Oysaki aboneliğinizi iptal ettirdiğinizde size paranızı en erken bir hafta sonra ödüyorlar. Hele yeni yapılmış bir eve taşınıyorsanız abonelik açtırmak size bir servete mal oluyor. Bizi bir çeşit sabır sınavına tutuyorlar sanıyorum. Sınavı geçersek o semtin sakini olabiliyoruz. Elektrik aboneliğimi yaptırmayı başardığımda işlemlerin bitmesine öyle sevindim ki görseniz şaşarsınız. Hatta eve gelip "Lise diplomamı aldığım gün bile bu kadar sevinmemiştim,"dedim. Yönetici daha yeni evin kapısından içeri adımımı bile atmadan iki yüz seksen lira birikmiş aidat borcum olduğunu söyledi. Daha önce burada tek bir gün bile oturmadan nasıl bu borcu biriktirmiştim ben de anlamadım. Demek ki ben gelmeden aylar önce onun kulağına taşınacağım haberi ulaşmış, O da bizim hesabı açıvermiş.
Taşınırken bir şekilde azalırsınız. Gereksiz ve sonraki evde kullanıma uygun olmayan eşyaları atarsınız. Kitapları, dergileri gözden geçirirsiniz. Her zaman mutlaka yarısından çoğunu atarsınız. Eğer benim kadar çok taşınmış biriyseniz eskiye dair çok az eşyanız ve kâğıdınız kalmıştır. Üzülerek günlüklerimi bile attığımı söylemeliyim. Ama çok eskimişlerdi. Ne yapsaydım? Ne kadar düzenli olursanız olun eşyanızdan kaybolanlar olur. Örneğin ben biriktirdiğim eski kâğıt paraları, kocaman bir kitap setini, siyah beyaz fotoğraflarımın bir bölümünü taşınırken yitirdim. Veya aradığınız bazı şeyleri bir daha hiç bulamazsınız. Bence sürekli taşınmanın en kötü kısmı da budur. Sadece geride semtinizi, sokağınızı, komşularınızı, arkadaşlarınızı bırakmazsınız. Her defasında sizden de bazı parçalar kalır. Eski arkadaşlarla hiç kopmayacağınızı düşünürsünüz. Önceleri birkaç kez gidip gelirsiniz. Zaman ilerledikçe yolunuz artık oralara düşmemeye başlar. Görüşmeler iyice azalır ve bir gün artık tamamen sona erer. Arada sırada trende, otobüste, çarşıda karşılaşırsınız. Ayaküstü biraz laflarsınız. Görüşmek için birbirinize tutamayacağınız sözler verirsiniz. Ondan sonrası sen sağ ben selamet öylece kalıverir.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu MAZI YALILARINDA |
|
Yaz da geldi. Artık Bodrum'da oturup da sabah akşam denize dalmadan durabilene aşk olsun. İnsan, burada bütün bir yaz, her sabah duşunu bir başka koyda, başka yalıda alsa, yazı bitirir, ama koyları, yalıları bitiremez.
Bu hafta sonu yolumuz Mazı yalılarına: İnce, Hurma, Ilgın.
Mavgoşa, kuzeyli dilber
İnan senden önce tanıdım gözlerini
Saçlarını savurdum adını duymadığın rüzgârlarda
Mercan dudaklarınla kaç sabah uğraştım ağlarda
Bilemezsin tenin hangi bükün alazı.
Şiir, sözün en derini en kestirmeden söyleneni; ama o, söyletenler yok mu? Aklımızı sıra dışılıklara çağıran, yüreğimizi burgaçlayan, onlar olmasa, söylenen şiir olur mu hiç?
Bugün (5 Haziran) dünya çevre günü.1972'den bu yana dünyada 5-11 Haziran arası Çevre Koruma Haftası olarak kutlanıyor. Böyle günler bazen bana garip geliveriyor. Yılın geri kalan 51 haftasında çevreyi koruma görevimiz yok sanki?
2006'ya dek Çocuk Mezarı'ndan Mazı'ya asırlık çamlar arasından gelirdik. Baharda, yazın en sıcak günlerinde reçine kokardı bu yamaçlar. Güzde reçine mi bal, bal mı reçine kokardı, anlayamazdık. Kimler, niçin yaktı koca ormanı, hâlâ aklım almaz. Çok şükür ki buralarda doğa doğurgan. Geçen 5 yılda makiler toprağa tutundu. Ulu çamlar arasından yol almasak da gözlerimiz, yangın karası yamaçlarda yorulmuyor. Hatta uçurumlara tutunmuş sandal ağaçlarını görünce sevincim bir kat daha artıyor.
Çocukluğumda, evlerimizde sadece odun yanardı. Yemeğimiz odun ateşinde pişer, Çamaşır suyumuz odun ateşinde kaynar, odalarımız odun ateşiyle ısınırdı. Pırnal, çam, meşe… Uzun kış gecelerinde ocağın en arkasında, için için yanan bir kütüğün çıtırtısına, bazen kırmızı kabuklu odunlar eşlik ederdi. İşte o zaman odalar, içimizi ferahlatan bir kokuyla dolardı. Bahar ucunda onun kabuklarından düdükler, borazanlar yapardık.
Haydaman da haydaman kara dağların sandalı da sandalı
Al kanlara boyanmış Kerimoğlu'nun her yanları, her yanı
Türküdeki bu sandal, denizdeki kayık değil, işte bu sandaldır.
Yıllar sonra İzmir'de bir dostum, evinde Hindistan'dan ithal edilmiş çubukları tutuşturunca kokuyu tanıyıverdim. Bu, sandal, dedim dostuma. Yanılmamıştım. O zaman bu dağlarda bunca sandal bitkisi varken neden bu gibi şeyleri ithal ederiz diye söylenmiştim. "Aman biz zararı yok ithal edelim, Eğer bunun bizim dağlarımızda da yetiştiğini duyarlarsa kökünü kazırlar, inan." demişti dostum.
Biz, sandalların, çamların, pırnalların kökünü kazımaya kararlı olmasına kararlıyız; ama onu ekonomiye kazandırarak değil, dağları ateşe vererek yapıyoruz o işi.
Benim için en değerli çevreci, babamdı. Önümüzdeki hafta sonu onun ölüm yıldönümü. 12 Haziran'da aramızdan ayrılışının ilk yılı dolacak. O doğru dürüst okul yüzü de görmemişti; ama değme bilgeleri kıskandıracak bir sağduyusu vardı.
Bağda üzüm toplarken, tarlada ekin biçerken bizlere, "kurdun kuşun da hakkı var." der dalda üzüm, tarlada başak bıraktırırdı. Şimdi hangi dağda, bayırda bir ahlat ağacı, delice görsem, onu anımsarım. Çünkü o bir aşı ustasıydı. Bir ahlat ağacında üç çeşit armut yetiştirmek, deliceleri yağlık ya da sofralık zeytin ağaçlarına dönüştürmek onun hüneriydi.
Mazı'ya varınca durup çevremize bakıyoruz. İyi ki yangın buralara dek gelmemiş. Deniz, sanki ta aşağılarda bir yerdeymiş hissi veriyor insana, kanadımız olsa keşke. Aşağıda üç yalı var. Köyü geçer geçmez sağa saparsak yolumuz İnce Yalı'ya. Ilgın Yalı'sına gitmek için de Hurma Yalısı'na girerken sola sapmak gerekiyor. Ancak yol, oldukça bozuk. Yalının solundaki azmak ve dip kaynakları nedeniyle su soğuk. Suyu soğuk sevenler, buyursun gelsin.
Hurma Yalısı, neredeyse tüm Mazı severlerin uğrak yeridir. Avuç içi kadar toprakta mandalina ağaçları yalıya apayrı bir görünüm kazandırır. Mandalina bahçelerinin çevresindeki kayaların başlarına kondurulmuş evler, denizden gelecek eski bir sevgiliyi bekler gibidirler.
İncecik, büklüm büklüm bir yoldan giderken, deniz, pat diye karşınıza çıkıverir. Suya baktığınızda minik kefallerin, yengeçlerin insan denilen doğa katliamcısının hışmından habersiz mutlulukla dolaştığını görürsünüz.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…
Nazım olmak, sonra da onca yalancıya, talancıya inat, memleket sevdasından gebermek gerek. Acaba Nazım buraları görseydi ne yazardı ki, diye düşünüyorum. O da bir haziran sabahı (3 Haziran 1963) te terk-i dünya etmiş. Hasan Hüseyin Korkmazgil, "Haziranda Ölmek Zor" derken ne de doğru söylemiş.
Ben, ne zaman Hurma Yalısı'na varsam, her şey bana, iyi ki yaşıyorum, iyi ki bu toprakların çocuğuyum dedirtir. Bu yalılarda denizden çıkarken, içimde lagoslarla, mürenlerle göz göze gelmenin heyecanı, hanozlarla, pisi balıklarıyla köşe kapmaca oynamanın mutluluğuyla "Güneş yükselirken girmiştim suya, ne zaman inmeye başladı böyle." derim.
Rüzgâr, dümen kırmış, günü yalı restoranlarından birinde taçlandırmak vakti gelip çatmıştır. Ben kendi payıma Kayabaşı'nı seçerim. Çünkü orada şiir kendi ayağıyla gelir bana, dilimle hemhal olur. Güneş, bakır tepside mi gider buralardan, zeytin dağlarına mı saklanır, anlayamam. Sonra o canım Gökova'nın, gece mavisini bir şal gibi örtünüşünü, kendini yıldızların aydınlığına bırakıverişini izlerim. Yıldızlar, anbean çakıl taşları gibi çoğalır, Gökova'nın suyu gibi berraklaşır. Uzanıp tutmak isterim her birini. O an, hafif bir müziğin eşliğinde çok ama çok gerilerde kalmış bir aşkın izini sürdüğümün farkında bile değilimdir:
Bir yudum rakıyla akşam olur
Bak Roman kızının şarkısı Mastika
Parası var, bulguru var
Bir de beklediği sevdiceği
Ya benim senden başka kimim var.
Git Chopin'den bir mazurka dinle
Gözlerini bana bırak
Götürme ne olur Gökova'nın mavisini
Gerçek aşklar, yurdunu asla terk etmiyor; aksine simgeleşiyor bitti denilen yerde. Belki o sevgilileri bir daha hiç görmüyoruz; ama aşk, en ummadığımız zamanlarda birden sobeliyor bizi.
Hurma Yalısı'nda adaçayı kokuyordu sabah
Sakallı balıkçı, balıkları ayıklıyordu, sövüp sayarak
Bu tekne babadan kalma, ya bu deniz?
Bitirmeyin Gökova'mı ağalar, beyler.
İçinde ben yoksam, aşkım var.
Ben ne zaman bu yalılara insem sobelenmeye teşne bir yüreği de beraberimde getirdiğimi iyi bilirim. Bundan da asla yüksünmem. Aşka Gökova, Gökova'ya da aşk yaraşır, bunu nasıl bilmem!
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu KİRAZ MEVSİMİ |
|
Bütün hafta sonu boyunca yağmurun her damlasını bedenine giydirmiş kiraz ağacını seyrediyorum. Bahara yeşeren yaprakları aşağı sarkmış, henüz kızarmaya başlayan meyveleri rüzgarın etkisiyle dallarında ha düştü ha düşecek halde boyunlarını bükmüşler.
Hani "Kiraz Mevsimi"ydi. Kıpkırmızı küpeler yapacaktık kulaklarımıza, çekirdekleri avuç içlerimizde biriktirip en kırmızısını yemeye çalışacaktık. Karşımdaki kiraz ağacının boynu büküldü yağmurdan. Gri hava bana da hüzün ve can sıkıntısı bırakıp gitti. Sicim gibi dökülen yağmurun saçlarıma değen ıslaklığını da hissetmiyorum. Bir yağmur , bir rüzgar daha yerse yerlere inecek kirazlara bir kez daha bakıyorum...
O son yağmurlar da indi kirazların üzerine...Bugün üstüne bir de doluya direndi incecik dalları. Henüz tam kızaramayan bedenlerini toprağa fırlatıverdi gökyüzünün deli şiddeti. Doğa dengesini yitirdi.
Nice fırtınalar kopar yüreklerimizde. Söylenemeyen onca söz birikir, tam taşacakken ağzımızdan kalbimize kapanır. Tuhaf zamanların habercisi bu mevsim. Adı konulamayan fırtına öncesi sessizliklerden mi, yoksa sona ermiş bir tufanın son kalanları mı bilinmez.
Sahi "Kiraz Mevsimi"ndeydik değil mi? Hüzünler kepenklerini indirercekti bir müddet, yolumuz en ıssız balıkçı köylerinde kesişecekti. Zaman mı çaldı, yağan yağmurlar mı döktü kalbimin kabaran boyalarını.
Birileri hayata veda ettikçe, sorguları arttı yüreğimin. Uzaklarda olup bitenler, uzaklarda ölüp gidenler, bir bir düştü kiraz ağacının dallarından. Telefon defterinden silmeye kıyamadığım dostlar geldi aklıma. Bir bir arasam. Hala zaman varken. Sonra öylesine yazdıklarıma baktım, konuşacak ne kaldı ki? Hayat bu ona karşı dürüst olmalı. İçimde açmayan kirazlar...Mevsimini kaçıran tüm meyvelerin ekşimiş tadı...Bir nedeni de yok mutsuzum sadece. Gidenlere, kalanların da gitmesine, diyemediklerime ve yere dökülen kirazlara kızgınım bir de.
Yarın belki güneş açacak, gülümseyeceğim. Ya da yine yağmuru çağıracak göğe bakıp bakıp isyan cümleleri kuracağım. Hayat adına hep bir kapım açık olacak. Kapalı kalan ise kalbimin eskicilerde kalan anahtarsız panjurları. Bugün dünden bir fazla şey öğrendim. Bugün ayrıntının ne kadar değerli olduğunu bir kere daha fark ettim. Bugün de dün olmadan kalbimi temizledim. Git dedim girmesi gerekenlere, kal dedim kalıcısına...
Bir mevsim daha geçti, kiraz da yiyemeden. Kaç "Kiraz Mevsimi" daha bekleyecek umudum kaldı? Aşkı aşktan anlayanlara uzatıp, dostluğu kıymet bilenlere verip, hayalleri de cebime atıp geceyi bekliyeceğim. Sonra gündüz olmasını, sonra yine geceyi...Yaşam bu kime kaç "Kiraz Mevsimi" denk düşer bilinmez. Bu yağmurlar dinmezse ve gidenler bitmezse diye korkum. Yoksa bir güneşi görse gececek şu kalp ağrım.
Bir kez daha bakıyorum kiraz ağacına. Hala direniyor. Bükük boynunu kaldırıp kaldırıp göğe bakıyor. Göğün isyanından bıkmış ama bedenine değen sulara da hasretmiş. Dalları kırılmış ama köklerini toprağa daha bir sarıvermiş. Tüm meyvelerini rüzgara kaptırmış ama yeşil yapraklarıyla seneye vereceklerinin hesabını yapıyor. "Kiraz Mevsimi"nde bir boyunu bükük kiraz ağacı. Onun kalan son umudu benim de bir parça umutlanmamı sağlıyor. Uzaklardan gelecek güzel haberler bekliyorum. Sahi hala umut var mı?
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : İlknur Odabaşı JUNGBUSCH TA BÜYÜK YÜREK |
|
Türkiye sınırından henüz ayrılmışlardı. Bulgar görevliler otobüsün yanına yaklaştılar biri pasaport kontrolüne başladı diğeri otobüs kapaklarını açtı şüphelendiği birkaç çuvalı ayak tekmeleri ile kontrol etti sorun yoktu , zaten otobüste işçi aileleri çocuklardan başka elli yaşlarında bir adam , bir genç ve ayrı oturan iki genç kız vardı .
Bir müddet sonra akşam karanlığı ile otobüsün ışıkları yandı , çocuklar birden canlandı birbirlerine oyuncak atıp tanışma faslına geçti.
Çocukların elindeki ekmek içi yiyeceklerden sarımsak kokuları yayılmaya başladı,
Yolculardan biri öne doğru giderek sürücüye de bu ekmeklerden götürdü , sürücü kibarca reddetti anlaşılan , 40 saat sürecek bu yolculukta daha önce kötü bir tecrübe yaşamıştı !
Yemeğini yiyen çocuklar birer birer uykuya geçti , sessizlik hakim oldu.
Delikanlı sen nereye ? diye sordu yolculardan biri, ben Mannheim a dedi genç.
Biz de o tarafa gidiyoruz , Sen ilk mi ? Evet amca ilk .
Ha iyi .
Sana biraz yiyecek vereyim hiç yemedin içmedin.
Yok amca sağol annem bir şeyler hazırladı ben de size ikram edeyim .
Karşılıklı nerelisin sorularından sonra , genç Pazarören li amcanın geldiği yerdeki Köy Enstitüsünü hayal etti birden ; kendini tozlar içinde bir odada buldu;Kütüphanede kenarlarını farelerin kemirdiği kalın kitaplar , örümcek ağları içinde bir piyano ve üzerinde telleri pas tutmuş bir keman vardı, şirin köy çocukları camdan onu selamlıyordu.
Uykuya dalmıştı.
Gözünü açtığında Avusturya da idiler Graz şehri masal gibiydi bir an rüyadamıyım ? diye düşündü. Molaya indiklerinde elli yaşlarındaki adam ve iki genç kız çoktan tanışmışlardı bile onu da aralarına davet ettiler . Adam profesördü DAAD seminerleri için Stutgart a gidiyordu , genç kızlar farklı üniversitelerden aynı bursu kazanmışlar ve yaz stajına Mannheim e gidiyorlardı umutlu ve neşeliydiler.
Genç çekingendi sıkıntılıydı , yüzünde kederi ve çaresizliği görmemek imkansızdı.
Dönülmesi mümkün olmayan bir yola gittiği her halinden belliydi.
Günler sonra ,genç kızlar onunla Jungbusch ( Cumbüş ) ta bir Türk marketinde karşılaştılar, döneceğiz sen ne zaman diye sordular , kısa bir sohbetten sonra , onu çok iyi anladılar,
Anladılar ki o hiç dönmeyecek , dönemeyecek ;
Kır çiçekleri
Tanıdı seni çok erken,
Sen hayatı tanıdığında ,
Buldun kendini
Dilini bilmediğin bir kentin ortasında
Dostluk seninle
Kadehlerin dibi görünmeden başlar
Sen BÜYÜK YÜREK
Bir hasret türküsü
Söylendiğinde var mı öyle küçülmek...
Not ; Jungbusch Almanya Mannheim da Türklerin ve iş yerlerinin yoğun olduğu bölge Türkler arasında Cumbüş olarak bilinir.
İlknur Odabaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder ÇEKİNME YE |
|
"Tavuklar gibi akşamdan yatıyor musun? Seni ev kuşu!" gibi kışkırtmaları, "Bak, dışarıda hayat var. Çıkalım bir gece; yiyelim içelim, eğlenelim. Seni bir güzel yaşatayım. Bundan sonra evlere sığmayacaksın" gibi özendirmeleri, "Çok iyiliğini gördük, bari ödeme olanağı tanı" gibi sözleri hiç etkilememişti. Ta ki, "Sen en iyisi evde otur. Çamaşırı, bulaşığı ihmal etme" deyinceye kadar. Bu sözler, yenilir yutulur cinsten değildi; bardak taşmıştı.
…
Davetliyim de; para mara gerekmez. Ama her olasılığa karşı, buzdolabını yenilemek için ayırdığım peşinatı yanıma aldım. Bizim Remzi dünden hazır; kapının önünde volta atıyor. Beni görünce, zevkten dört köşe oldu. Biraz da alaylı, bağırmaya başladı:
- Türkiye, Türkiye…
…
Yaptığım, hatta evcek yaptığımız iyilikleri, evine gelen hacizleri püskürtüşümüzü unutmuyor tabi. Bir kaç ay önce "Bizi kazıkladı!" deyip dövmeye gelenlerin elinden kurtarmam da az şey değildi doğrusu. Şimdi, o da insan evladı, doğal olarak eksikleniyor; "Bir şey yapamıyorum, bari doğru dürüst bir sosyal yaşamı olmayan Mehmet ağabeyimi gezdirip tozdurayım, yedirip içireyim, bir karşılık vermiş olayım." diye düşünüyordur içinden.
Ha bakın! Bir konuda günahını almayalım. Remzi hiç bir zaman elden para almaz. Onun çalışma yöntemi "Bozukluk Kalmamışçılık"tır. Kimi zaman da"Tüh cüzdanı unutmuşum" diye hayıflanır. Artık, sigara parasıdır, yol parasıdır, mal ve hizmet türünden ne denk gelirse yüklemeler yapar. Kendisinden, uzak demeyelim ama birazcık aralı durmakta yarar vardır.
Ama bu kez başka! Davetliyim. Remzi, minnet borcu ödemek istiyor:
- Haydi gidelim…
…
Bu arada Remzi'nin cüzdanında bozuk para kalmamış. Eh, o kadar olur; onluğu veriverdim taksiciye.
…
Restorana vardık, girişi oldukça gösterişli. Kapıdaki görevliler özel giysili; müşteri karşılamak için ayakta bekliyorlar. Biz kapıdan girip masamıza ulaşana kadar, dördü beşi eşlik etti. Çevremizde bir sevgi seli adeta; saygı, ona keza. Yerlere kadar eğilmelerden belleri kamburlaşacak, diye korkmadım desem yalan olur. Hatta bir an, kendimden bile şüpheye düştüm. Gömlek cebimde nüfus cüzdanım vardı, çıkardım baktım, tahmin ettiğim gibi, benden başkası değil. Görevlilerden saygı sevgi görüyorum, diyorum, ama bu devede kulak bile değil; itibarın büyüğü Remzi'ye. "Remzi bey, beyim, ağabeyimiz, beyefendi" sözleri havalarda uçuşuyor.
…
Masamıza gelince ikisi üçü sandalyeleri çekmek için atak yaptı. Ben kendi sandalyemi kendim çekmekte ısrar edince, Remzi tarafından bir güzel ayıplandım, hatta haşlandım. Görevlilere "Arkadaşın kusuruna bakmayın, görgüsüzdür" der gibi bakıp sinsi sinsi güldü, sonra kulağıma eğildi:
- Bir daha garsonların işini yapmaya kalkışma, beni de yerin dibine geçirme!
"Ben nerden bileyim böyle şeyleri, eskiden padişah mıydım?" dedim de, takılmadan da edemedim:
- Remzi yahu, hepsi çok itibar ediyor da, şu sarışın olanı pek oralı değil. Seni tanımıyor mu ne?
Bizimki bu sözlerden çok etkilendi. Adeta küplere bindi:
- Tanıyacaklar! Herkes Remzi abisini tanıyacak. Öyle yağma yok. Kimsenin ekmeğiyle oynamak istemem, ama zorlamasınlar. Sabrın da bir sınırı var!
Öğrendik ki, çocuk işe yeni girmiş. Remzi abisini tanımıyor, yeni öğrenecek.
…
Yerleştik. Yiyecekler, içecekler ardı ardına gelmeye başladı. Remzi'nin tek derdi beni ağırlamak, ikrama boğmak. İkide bir :
- Memedim ye, çekinme ye. Darılırım vallahi! deyip duruyor.
Bir ara parmaklarını şıklattı; gelen garsonun kulağına bir şeyler fısıldadı. Garson geldi yanıma dikildi.
- Bu niye başıma dikildi?
- Senin çok çok zengin, ama çok sinirli biri olduğunu, bir söylediğini bir daha yinelemediğini, anlayamazlarsa kötü şeyler yapabileceğini söyledim. Siparişlerini duyamam, başıma bela alırım diye başucunda bekliyor.
Hay Allah! Gayriihtiyari başımı döndürür gibi yaptım, çocuk gözümün içine bakıyor. "Gece bitse de kurtulsam şu namussuzdan. Mafya babası mıdır, ne boktur!" diye düşündüğüne bahse girerim. Ama iş iştir; üstelik ekmek de aslanın ağzındadır. Çocukcağız, şöyle dönüp "Öl!" desem, kendini yere atıverecekmiş gibi, kuşkulu kuşkulu bekliyor.
Remzi'ye "Bu hep başımda mı duracak?" dedim. "Tabii" dedi, ekledi: "Sen de bir bahşiş at artık, çocuğa çalışma şevki gelsin."
Çıkardım, bir onluk da ona verdim. Davetli olan biziz ama taksiciye verdiğim onluğu da ayarsak, bizim evin üç günlük yeme içme masrafı şimdiden gitti. Garsonun onluğa burun kıvırması da cabası.
Böyle yerler bize göre mi canım! Bir de Remzi'nin ödeyeceği hesabı düşünüyorum da; üf üf üf!
…
Bu arada Remzi, beni şaşırtmaya devam ediyor. Durmadan yeni siparişler veriyor. Bana da, "Çekinme ye!" diyor. Nereden biliyorsa "Sen bunu seversin ye" diye diye her çeşit yiyeceği söyleyip tadına bakıyor. Bitmek tükenmek bilmeyen siparişlerine bakıp "Ne müsrif adam" desem de yapacak bir şey yok. Coştu bir kez; ille de beni ağırlayacak. Ben böyle, bir gecede bir aylığı yiyecek kadar savurganlık görmediğim için, rahatsız oluyorum.
Ben pilavı bile ekmeksiz yiyemeyen türdenim, çoktan doydum. O hâlâ
"Çekinme ye, darılırım, gücenirim" lerde. Hatta aklına dahiyane bir fikir gelmiş gibi de bağırıyor:
- Hoop! Sen havyara bayılırsın.
Bayılırmışım! Daha önce hiç yemediğimden bilmiyordum. Zaten her şeyin tadına da o bakıyor. Kendisi için söylüyor. Doğrusunu isterseniz sipariş verme ihtiyacımız da yok. Özel garsonumuz var ya, çocuk, siparişleri sohbetin satır aralarından yakalayıp anında konduruyor.
Bir ara, hazır garson da yokken:
- Remzi, ben hiç havyar yemedim. Sevmem herhalde, dedim.
Aman ne kötü laf etmişim. Yüzünü buruşturdu:
- Ayıp ayıp, buraya beni utandırmaya mı geldin? Böyle yerlerde beğenmesen bile beğenmiş gibi yapacaksın. Görgü kuralı diye bir şey duymadın mı sen? Hem beğendiğini göster ki, ayıp olmasın.
Demek ki, beğenmesem bile beğenmiş gibi yapacağım. O konularda biraz bilgimiz var tabii:
- Hanım "Bamya çok nefis olmuş" der gibi mi yapayım?
Bu, çok hoşuna gitti. Yüzünün buruşukluğu düzeldi.
…
Remzi gece boyunca yedi içti. Ben konuğum ya, hem doydum hem de fazla yük olmayayım, diye ucundan ucundan kıynaştırdım.
Aslında ben iki tek sandvici ardı ardına yesem midem rahatsızlanır. Ama, masamız da kral sofrası gibi. Hepsi yabana gidecek; bari bir parça et yiyeyim, dedim. Garsona döndüm: "Koy bir kadeh de şarap!"
O ana kadar durmadan yiyip içen, benim öyle baktığımı görüp "Çekinme ye, darılırım ye!" diye diye tıkınan Remzi, gözlerini bana dikti:
- Bana bak Mehmet, hopur hopur yiyorsun, löpür löpür de içiyorsun. Çok güzel… Yalnız, bende bir kuruş para yok ha. Ona göre ye iç. İsraf haram!
Gitti bizim yeni buzdolabının peşinatı.
…
Remzi mi? O beş gül beş yaprak. Adam yaşamayı biliyor. Her gece bir yerlerde keyifte. Evde tüneyecek değil ya; tavuk mu bu?
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Eski Şehrin Yıldızlı Gecesinde |
|
Karanlık bir gecede serin bir yaz esintisi ile ürperiyorum. Bulunduğum parkın sağında kalan karanlık dağlar, sessizce uyuyor. Oysaki bu sessizliğin içinde ne isyanlar kopuyordur gecenin uyuyan ve uyumayan canlıları arasında? Ama ben onları duymuyorum, duyduğum sadece ağustos böceklerinin sesi. Ayak bastığım bu toprakların tarihi çok eskiye dayanıyor. Romalılardan sonra gerçek krallığın kurulduğu ve binikiyüzlü yıllardan beri ayakta kalmaya çalışan eski şehrin(*) duvarları, önümde duruyor. Yarısı yıkılmış, yarısı onarılmış. Taşların üzerinden atlayıp duvarın üst kısmında düzlük olan yere oturuyorum. Güneşin gün boyunca kavurduğu kayaların sıcaklığını ellerimde hissediyorum. Başımı yukarı kaldırıyorum, yıldızlar gökyüzünde ışıl ışıl parlıyor. Uzansam tutacakmışım gibi öyle yakın, öyle sık birbirine. Boynum tutulunca uzanıyorum kayanın sıcaklığını sırtımda hissederek. Böyle daha iyi görüyorum yanıp sönen yıldızları. Her tarafta küçük büyük parlıyorlar. Bir yerde ise ışıldayan iplikten örülmüş şal gibi yıldız kümesi. Bana daha önce bunun Samanyolu olduğunu söylemişlerdi. "Samanyolu'nu dünyadan görebilmek mümkün müdür?" diye sordum bir keresinde. "Eğer etrafta hiç ışık olmaz ve sıcak bir yaz gecesiyse neden olmasın?" dediler. Şimdi gördüğüm ışıltılı şal, demek ki Samanyolu'nun ta kendisi. İnanılmaz bir görüntü. Yıldızlardan bazıları hafif hafif ilerliyor. Onlar uzaydaki uydularmış. Birden bire kibrit kıvılcımı gibi parlaklık, ardından hop, ince çizgi ve yok oluverdi yıldızın biri. Kaydı da nereye gitti? Acaba dilek tutsam gerçekleşecek mi? Ben tutayım, ne olur ne olmaz. Hem, ya tutarsa, cepte bulunsun misali. Köy çocuğunun dilekleri olur kayan yıldızlarla, ama onun dileyecek pek fazla şeyi yoktur. Belki küçük bir oyuncak, belki yeni doğan bir at, belki de bayramlık gömlektir istediği? Ya kalabalık şehirlerin çocukları? Onlar görür mü yıldızları? Görse bile kayanları yakalayabilir mi şehrin puslu gökyüzünde? Onun da dilekleri vardır elbet, ama bir köy çocuğundan çok fazla, çok daha büyükleri. Kim bilir bazı şehirli çocuklar inanmaz dileklere?
Etrafımda derin sessizlik. Gözlerimi daha fazla açıyorum yıldızları daha iyi incelemek için. İşte bir tane daha ve ardından bir tane daha kaydı usulca. Yoksa kayan yıldızlar, hikayelerde anlatıldığı gibi bu dünyadan ayrılan ruhlar mıdır? Her ruh için bir yıldız. Yıldızlar da öyle çok ki insanın bu hikayeye inanası gelir. Milyarlarca yıldız, milyarlarca ruh, küçük büyük, parlak, sönük… Kimisi doymuş hayatına, kimisi erken ayrılmış dünyadan. Kaderin zamanlı zamansız ölümleri ile yıldız oluvermiş insanlar.
Ah şu yıldızlı gece, beni hangi düşüncelerin ardına sürüklüyor? Ağustos böceklerinin sesi olmasa kendimi büyülü bir dünyanın içinde zannedeceğim. Yıldızın biri aniden burnumun üzerinde hareket edince, ayağa kalkıyorum, onu yakalamak için. Avucumu açıyorum. Öyle hızlı uzaklaşıyor ki yanımdan, avucum ve gözlerim karanlık boşlukta kalıyor. Nereye gitti şimdi? Tutsaydım da azıcık inceleseydim. Çalılığın içinden çıktığını görüyorum, atlıyorum taşların üzerinden aşağı. Çok hızlı, biraz da korkak uçuyor havada. Yakalıyorum usulca. Bakınca avuçlarımın arasına şaşırıyorum. Kovaladığım yıldız, meğerse küçük bir ateş böceğiymiş.
(*)Eski Şehir: Preslav, Bulgaristan
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Temirağa Demir Düş ağrısı… |
|
Düşüm ağrıyor
Bir süredir küsüm kendimle…
Hatta vücudumun her hücresiyle…
Ama en çok beynimle…
Yanlış çalışıyor bu ara nöronlar…
Kalbe gerekli komutları veremiyor…
Harpler yaşıyorum mevzilerde…
Ne mermim bitiyor ne de bu lanet savaş…
Düşüm ağrıyor…
Doktorlar anlasa götüreceğim…
Düşünol basacağım üstüne dinsin diye ağrısı…
Hatta rakı bekleteceğim üzerinde…
Ama geçmeyecek ki biliyorum…
Düşüm ağrıyor benim…
Çektirsem bir dert, çektirmesem ayrı…
Dolgu olmuyor…
Kanal tedavisi yapsak, reyting kaygısı olanlar çıkacak…
Ve izlemek isteyenler kanalı...
Ama ben sinirleri alınmış bir kanalın içinde yüzmem bile…
Uçsuz okyanusları tercih ederim…
Sazlardan yapılmış bir salın üzerine salarak kendimi…
Hatta çalan sazları da dinleyerek…
Arada kafamı elimle suya bastırır çıkarırım…
Tuzlar yakar gözlerimi…
Düşümün ağrısını unutayım diye…
Bilirim geçmez…
Zonklar durur…
Sızısı ayağımın parmak ucuna dek vurur…
Zormuş bu düş ağrısı…
Çektirsem yerine yenisi çıkmayacak…
Çürüse beynimin için kapkara görünecek belki kokacak…
Hiçbir iğne ya da lokal tedavi uyuşturmuyor…
Gece uykudan uyandırıyor…
Sabah yatağa yapıştırıyor…
Nasıl bir illet anlamsız…
Bir ayaz var zamansız…
Düşlerim ağrıyor benim ilk kez bu kadar apansız…
Temirağa Demir temiragademir@temiragademir.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun hiç olric , hiç! |
|
Rüzgarın belli belirsiz estiği bir gün daha
ve yüzünün çizgileri henüz aydınlıktı olric...
karanlığın sokaklara ağır ağır indiği bu günde akşam demekti kapı zilinin çalması
şimdi kim gitti, peki gelen kim ?
hiç olric hiç
hiç anlamadılar.
her gelen yüreğimi ısıtma çabasındaydı en çok ,
ama hiç kimse fark etmedi ellerimin buzunu.
Soğuk! ve yağmur henüz inmiştir sokaklara
sen bir ağacın altında öylece oturur beklersin olric
önce hiç geçmeyecek sandığın bi titreme hali alır seni
sonra rahat bırakırsın kendini ve soğuk tüm bedenini kaplar ,
onca soğuğu hissetmezsin olric
aşkın senden el etek çektiği an dır gelen
alışırsın.
yapraksız kalmış ağaç
rüzgarda savrulan tül
parkta boş bir bank
darağacında sallanan ip
kırık bir pencere mesela...
onca kalabalık içinde sırıtan palyaço yüzü!
çayım da tüten duman
gökyüzünde belli belirsiz kayıp giden bulut
boş çerçeve de kayıp bir resim
alnımdaki çizginin belirginleşmesi mesela..
Dünyanın tüm yükü üstünde olric külçe gibi ağır şu an
boşluk boşluk olalı böyle tamamlanmamıştır hiç.
aynı anda aynaya bakan iki farklı göz
biri beyazlar içinde diğeri kırmızıya bıyuyor dudaklarını
birinin heyecandan kalbi duracak gibi diğerinin zaten durmuş.
sessizlik sessizlik olalı hiç bu kadar hissizlikle örtüşmemiştir olric.
iki farklı el aynı anda uzanıyor boşluğa
birinin ellerinde tomurcuk gül ve bir elin gölgesi
diğerinin tırnakları çekiliyor üstü başı kan
acı acı olalı hiç hiç böyle çığlık atmamıştır olric.
İçimde az az büyüyen siyah kelebekler ve canımı acıtan bu sonbahar daha geçmedi olric
oysa seninle içmek var kalbimin orta yerinde
silmek var
ve yangınını söndürmek bu viran şehrin.
sonra yine bir sevdayı büyütmek inadına - ki - aramızda dar bir alanda karşı karşıya olmaktan başka ne var olric
ani bir refleksle arabayı sağa çekip öpmek dudaklarından mesela,
görüyorsun ya sana dokunuyorum olric
oysa kalbim hep katlini kabullenen bir katil
oysa ellerim rüzgar
oysa gözlerim denizde kaybolmuş bir sandal
ve ellerim hep çakıl taşı deniz kıyısına vuran.
ayağa kalkıyoruz olric
aşkla hep ayağa
eşiği atlamak gibi zor gözlerinin ışığını yakalamak.
eşiği anlatmak zor
kapı aralığını anlatmak zor
gölgeyi anlatmak ,sokaklardan hesap sormak zor
sokak lambasının ışığı olmak zor
bu açık açık seni büyütmek kendim de olric
bu ellerimin el olması besbelli
bu ; bir duvar dibinde öldürülmek
yarım kalmış bir sevişme sonrası gibi kalmak bu.
bir adam evine girer gözlerimden olric
saçlarımda uyur sol yanımda sevişir
sonra çok olağan bir şeymiş gibi o bildik adımlarla gider yine omuzlarımıda alıp.
öperken dudağındaki acıya boşvermek gibi olric
denize ilk girdiğin andaki buz hissiyle ürpermek gibi mesela
ya da her kırmızı ışıkta öpmek seni yeniden ve dua etmek hep ışığa yakalanmak için
hiç olric hiç
bu reddedilmiş bir gerçek
bu sefer gel/me!
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
PERTHLAND
Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür… Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür… Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür… Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür… Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür… Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür… Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür… MAHATMA GANDHİ
Bireylerin kendi öz düşüncesini belirtememesi ya da başkalarınca dikte edilen fikirleri olduğu gibi kabul edip onların ateşli savunucuları olması, koru körüne şeyh mürit ilişkisi içerisinde itaatkar davranıp sonradan benlikten bahsetmeleri içimi sızlatıyor. Bu sizi kaç gündür beni uykuya hasret bıraktırıyor, yaşananlarla.
Akıl, iffet, adalet ve hikmet vasıflarından uzak bireylerce eleştirilmekse kör bir hançer gibi bağrımı delmekte. Nefessiz kalmaktayım. Soluklanmak yaşanan kötü anlardan sıyrılıp düşünmek adına ormanın en ücra köşesine, şelale basına gitmek üzere yola koyuldum. Yol boyunca düşünceler kafamın içinde depreşmekteler; Yıllardır ringe çıkmak üzere sözleşmiş iki boksörün karşılaşma anında ki yumruklar gibi kafatasıma çarpıp çarpıp sersemletmekteler beni.
Herkeslerden uzaklaşma, uzaklara gitme isteği, iki sevgilinin buluşma anın dayanılmaz istemi gibi beni sarmakta ama nereye?
Şelaleye vardım, gözlerimi yumup hülyalara dalmaya çalıştıkça, Kral Aslanın oğlu ile yaşadığımız tartışmanın ayrıntıları ok misali şakaklarıma saplanmakta ve beni acılar deryasında yüzdürmekte. Kralın oğlu yakın zamanda düzenlenilmesi düşünülen festivale dair ayrıntıları, tamamen kendi istemi doğrultusunda hazırlatması ve içerik olarakta çokta anlamlı olmayan bir sürü ayrıntıya yaptığım eleştirel konuşma ve öneriler sunmamdan ciddi şekilde rahatsız olmuştu. Bu davranışım orman sakinleri tarafından “ Yahu senin ne haddine eleştirmek, fikir beyan etmek” demeleri beni büsbütün üzüyordu.
“ Dostlar bilgi, kabiliyet, edep kısaca hikmetli olmak nerede kaldı peki” diye sormuştum onlar eleştirdikçe.
“Hikmet mi? Toplumumuza bilgiyi, kabiliyeti ve bizler için geleceği Kral belirler bizlerde buna uyarız, aksi duruş isyandır, itaat etmezsen ihanet etmiş olursun Kaplumbağa” demişlerdi.
“ Peki’ benlik nerde kaldı? Ahlaklı olmak, düşünce belirtmek, olayları irdeleyip muhakeme etmek kısacası akıllı davranmanın neresi ihanettir, doğruluk, iyilik, güzel ahlak kısacası adalet nerede kaldı? Eğer adil davranmazsanız bir gün adaletsizlik sizinde kapınızı çalar” dedim ve uzaklaşmıştım.
Ben yıllara yayılmış bilginin peşinde koşuşturmamı, muska misali kabuğumun her bir karesinde sırtımda taşırken toplum, köyün sürüsü pisikolojisinde sorgulamadan çoban güdümünde yaşamaktaydı. Ben bilimsellik dedikçe birileri toplumu maniple ederek bana deli yaftası yapıştımaya çalışıyorlardı. Bunları susundukçe beynimin içi arı kovanı gibi vızır, vızır uğuldamaktaydı ve şelaleden aşağı düşmemek için gayret sarf ediyordum ki;
“ Dünya üç beş bilgisizin elinde
Sanırlar ki tüm bilgi kendilerinde
Üzülme eşşek esseği beğenir
Bir hayır var sana kötü demelerinde” ÖMER HAYYAM
diye duydum ve,
Konuşanı görmek için etrafıma bakındım nafile kimseleri göremedim.
“ Yukarıdayım Kaplumbağa kardeş yukarı’ dedi aynı ses, başımı kaldırıp bakınca, dibinde durduğum ağacın tepesinde tüm heybetiyle tunmekte olan Kartal’ı gördüm. Kanat çırpıp yanıma indi. Yukarılarda gezinirken olup bitenler daha net görünmekte, üzülme yanlışlıklara göz yumup sevileceğine, doğru yolun yolculuğunu yalnız başına yürümek en güzeli” dedi. Ve konuşmasını sürdürerek “Bir zamanlar babam bir ülkenin Kralıydı. Vefat edince kardeşim binbir hile, iftira ve etrafındakilerle bir olup tahtı elimden aldılar. Kan dökülmemesi için savaşmaktan kaçındım. Ülkemden ayrılıp yollara düştüm. Babam ölüm döşeğindeyken “ Çalışmak, aklını kullanmak, dürüstlük çok güzel ve değerli şeylerdir ama barış içinde birbirlerini anlamaya çalışarak yaşamak en güzeli”demişti bana. Şimdi çok daha iyi anlıyorum ki Hikmet, iffet, akıl ve adalet adına ne varsa hepsini dipsiz kuyulara hapsettik. Böylelikle sorgulamadan ordan burdan duyduklarımızla ya da birilerinin dikteleriyle iftiracı mantıkla yaşamaktayız. Binmişiz bir alamete, varacağımız kıyametinde ötesi olsa gerek” dedi.
Uzunca bir sessizliğe gömüldük ve olanları kavramaya çalışıyorduk. Aniden bir hikaye anlatmaya başladı Kartal;
Vaktiyle Perthland hükümdarlarından birinin adına Mahmadov denirdi. Bu hükümdarın Mitolok adında bir maymunu varmış. Bu maymununda bir yavrusu. Maymun ve yavrusu çok iyi muhabbet halindelermiş. Hükümdar Mahmadov maymunlarına çok düşkünmüş. Sarayda bu konuşabilen hatta vezirlerinden bile akıllıca önerilerinden dolayı çok seviyormuş. Maymunun yavrusuyla hükümdarın oğlu çok iyi arkadaşlarmış. Bahçede uzun saatler birlikte oyunlar oynarlarmış ve yavru maymun sessiz durdukça, Kral’ın oğlunun nezaketsizliğine sesini çıkarmadıkça, çok iyi zaman geçiriyorlarmış. Konuşmaya ya da fikrini beyan etmeye her kalkıştığında da maymun yavrusunun konuşmasını keserek “ sen bilmiyorsun, öyle değil böyledir, benim dediklerim doğru” gibi sözlerle arkadaşını sustururmuş. Günlerden bir gün, santranç oynuyorlarmış sarayın avlusunda. Oyunu kazanan yavru maymunun boğazını sıkarak “ sen nasıl beni yenme curreti gösterirsin? Sen kim oluyorsun?” diyerek daha da sıkıyormuş boğazını. Neye uğradığını kavrayamadan zavallı yavru maymun oracıkta can vermiş. Akşama doğru baba maymun yok yere öldürüldüğünü öğrendiği yavrusunun intikamını, Hükümdarın oğlunu öldürerek almış ve sarayın tepesine çıkmış
Hükümdar olayları öğrenince çok üzülmüş. Benliğini kuşatan bir öç alma duygusuyla bir yolunu bulup maymunu öldürmeye karar vermiş. Fakat hükümdar ona asıl niyetini belli etmeden yaklaşmak istiyormuş.
Hükümdar “ Korkma, yanımıza gel, ben varken sana kimse Perthland’da dokunamaz” diyerek güven vermek istemiş Maymun’a. Bu arada olayı duyan Perthland’lılar sarayın avlusuna doluşup sorgusuz, sualsiz Maymunu öldürmek istiyorlarmış.
Maymun“ Kötülük eden kötülük bulur, oğlun yavrumu bende oğlunu öldürdüm” demiş.
Hükümdar “ O halde ödestik sayılır. Sende böylelikle intikamını almış bulundun. Gel ikimizin bir tarihi var, geçmişte olduğu gibi birlikte olalım” demiş.
Maymun “ Evet, geçmişimiz.
“yüzeysel bilgilerin geçerli olduğu çağımızda, "3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır" Goethe.
“ Etrafına bak! halkının hangi biri geçmişimizi, tarihi sorguluyor ve biliyor? Sizin yanınıza dönemem çünkü, kin ve intikam hırsıyla yanıp tutuşanların yumuşak ve güler yüzlü davranmaları aslında ne kadar hınçlı olduklarını gösterir. Bunun için, onların gösterdikleri güvenceye inanmak akıl işi değil, ben gidiyorum.” Demiş.
Hükümdar “ Kabul, biz suçluyuz ama, bu durumda eleştirip, öz eleştiriyi tamamlamadan bizi bırakıp gitmen doğru değildir.” Demiş. O esnada avluda toplasan kalabalık halk arasında biri “ zaten babamda çarşıya eleştiri almaya gitti” diye bağırıyormuş.
Maymun “ Söylediklerinizde samimi olduğunuzu sanmıyorum, sizlerin olayları muhakeme edip sebep sonuç ilişkisiyle ilişkilendirip bir karara da varacağınızı beklemiyorum. Çünkü toplumunuz adalet adına ne varsa gözünü kulağını kapatmış bulunmakta. Senin iki dudağın arasında çıkacaklarla ilgilenirler. Sende de bu kındarlık ve evlat acısı olduğu müddetçe benim evladımın acısını anlamayacaksınız” demiş.
Hükümdar “Akıl sahibi olanlar duygularına asla boyun eğmeyip akıllarıyla hareket ederler” diye karşılık vermiş.
Maymun “ Akıl, doğruyu bulma ve hakkaniyet için duyguların üstüne çıkar bu doğru ama amaçları intikam olanlar çoğunlukla iftirayla, dedikoduyla ve bilimsellikten, adaletten uzak, sekter davranarak amaçlarına ulaşmaya çalışırlar. Bu nedenle aklını bu alanda kullanananların tuzağına düşmeyenler akıllı olandır” demiş.
Hükümdar “ Amacı doğruyu söylemek ve ispatlamak olanlar dostlarını asla terketmezler.” Demiş.
Maymun hükümdara şöyle cevap vermiş” Etrafına bakın! Kişiye tapan halk yığınları nerede olurlarsa olsunlar taptıklarının kinlerini ve düşüncelerini taşırlar. Tarihe, yaşanmışlıklara bakmazlar, ispat ise bilgiyi gerektiren bir şey olduğundan onlar için bilgi gereksizdir ki bilgi onlar için taptıklarının bilgisi, duydukları ve gördükleridir ve bilimsellikten uzak, yüzeysel donanmışlardır. Kinse korkunçtur. Kinin en şiddetlisi ise Hükümdarların kalbinde olanıdır. Çıkarı olanlara karşı kinlerini gizlerler. Ben yanınıza döndüğümde halkından önce sen beni cezalandırırsın. Dostluğumuz burada bitmiştir” demiş ve oradan hızlıca uzaklaşmış. Hikayesini bitiren kartala dönerek şöyle dedim;
“ Cehalet ve kin ha senin Perthland’ında ha benim ormanımda, her yerde aynı. Önemli olan doğru yerde, doğru zamanda ve doğru insanlarla olmaktan geçer mutluluğun ve barışın yolu”.
İdris Kenç idriskenc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-17
*- Kalemini düşünmeden kullananın eziyetini silgisi çeker.
*- Hasta mısınız, acı mı çekiyorsunuz? Kendinizi kurtarabilecek yine sizsiniz. Sizin çektiklerinizi çevrenizdekiler anlayamazlar. Öyle göründüklerine aldanmayınız. Çünkü hepsinin yüzlerindeki maskeyi kaldırınca kendilerine ağlayan yüzler görürsünüz…
*- Biz ezildikçe karşımızdakilerin daha da cüretkar olduklarını görüyorum. Sanki güçlü bir kaynaktan kuvvet alıyor gibiler. Onun için daima dikkatli ve ölçülü davranalım ki karşımızdakine bu denli yükselme imkanı vermeyelim. Şunu da sorabiliriz: Acaba onların bu görüntüleri gerçek bir yükseklik mi, yoksa bir kaplumbağanın ya da bir yılanın yerde sürünmesi mi? Yoksa insanoğlu ayağının altındakini bile göremeyecek kadar aciz mi?
*- Aşkı karşılıksız kalan birinin sızlanması: Kötü bir kalp ve ona inanan zavallı bir kalbin beyhude çırpınışı…
*- "Boşluk" hakkında ne yazılabilir ki! Sadece "hiç" değil mi? İşte ben de bir "boşluk"um.
*- Nefretle ayrılanlar, belki gayretle birleşebilir.
*- Yalnız adam…! Neden yalnızsın? O , var ya! İstersen, artık bu çırpınışları bırak; biraz da gökyüzüne, yıldızlara bak.
*- Merak etmek iyidir, ama merak etmemek daha da iyidir.
*- Madde ile ruh arasında bir köprü vardır, ama bu köprü birinden ötekine geçmek için kullanılamaz.
*- Gölgelerin de ağırlığı vardır, ama terazide değil zihinde tartabilirsin.
*- Toplum içinde yaşamak, insanlar için birçok açıdan garantilidir.Yırtıcı hayvan yoktur seni yemek isteyen, hasta olduğunda ilaç ve doktor bulabilirsin, her şeyini kaybettiğinde bile sana ölmeyecek kadar yiyecek veren insanlar olabilir, üşüdüğünde yanan bir ateş seni ısıtır. Doğadaki küçücük bir sinekten, kocaman bir file kadar tüm hayvanlar bunlardan yoksundur ve tek başlarına her şeyle savaşmak zorundadır. Buna rağmen hayvanlar yaşamdan yakınmazken biz insanların ağlaşmasına ne demeli?
*- Zulûm eken korkudan başka bir şey biçeceğini ummasın.
*- Uzaydan baktığımız dünyada sınır var mı? Şu anda yok, ama insanlar yakın bir gelecekte uzaydan bile görülebilecek sınırlar çizeceklerdir, yani dünyamızı atlaslardaki haritalara benzeteceklerdir.
*- Duvarlar ne kadar yüksek olursa, onları aşmak isteyenler de o kadar çoğalır.
*- Bu gün yapılanın, yarın beğenilmemesi ilerlemenin en önemli nedenidir.
*- Kaçmak istediğimiz şeyler, aslında hep bizimle beraberdir. O yüzden gösterdiğimiz kaçma çabaları başarısızlıkla sonuçlanır.
*- İnsan çok sayıda keşifler yapmıştır, fakat ilk başta kendisini keşfetmesi gerektiğini düşünememiştir.
*- Paranın değiştiremeyeceği insan çok az olduğu gibi parasızlığın değiştiremeyeceği insan da çok azdır.
*- Hak verileni almak değil, senin olanı almaktır.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
BİRİLERİ BU MİLLETİN MANEVİ DEĞERLERİYLE FENA OYNUYOR!
Millet olarak en etkin ve en geniş ortak menfaat paydamız din ve dini değerlerdir. En etkili ve en uzun süre manevi menfaatler ortaklığını devam ettiriyoruz. Maddi ortak menfaatler bu toplumun fertlerini belli bir yere kadar bir arada tutabilmektedir. İşin içine manevi menfaatler ortak paydası girdiğinde her şeye rağmen bu ortaklığı yürütme becerisi gösteriyoruz.
Osmanlı gücünü din ve dini değerlerden alıp beslenen bir devletti. Bu ortak payda Osmanlı adıyla bu millete en uzun devleti yaşattı.
Fuat paşanın "biz içerden siz dışardan" diye ifade ettiği üzere bize Batı hep görünmez bir güç olarak müdahale etti. Japonlardan önce başlattığımız 'İlerleme ve Batılılaşma' hedefimizde onca ciddi gayretlerimize rağmen bugün hala fazla bir yol alamayışımızda kesinlikle Batının bu dışardan görünmez, hiçbir zaman farkına varmadığımız müdahalesi vardır.
Fransız ihtilaliyle dünyaya yayılan 'milliyetçilik' cereyanı Cumhuriyet'in ilk yıllarında belli bir süre etnik milliyetçiliği andırır uygulamalarla bizde tam etkisini gösterir. Türk dilinin sadeleştirilmesi gibi olumlu müdahalelerin devamında ibadetin de Türkçeleştirilmesi rüzgarı başlar. Biz bu rüzgarla halkın genelde hoşlanmadığı 'Türkçe Ezan' uygulamasını on beş yıl devam ettiririz. Bu uygulamayı iktidara gelmesiyle kaldıran dönemin başbakanı Adnan Menderes'in halk nazarında popülerliliği birazda buradan kaynaklanmıştır. Her şeye rağmen halkın genelinin gönlünde taht kurmuştur.
İlahiyat fakültesinde değerli hocalarımızdan birinin derslerde sık sık ifade ettiği üzere 'nisyan ile malul' bir milletiz.
Bunlar hiç yaşanmamış gibi güneydoğuda ortaya çıkan 'Kürtçe Ezanı' ve bu vatandaşlarımızın böyle bir yanlışa düşmelerini anlamak biraz güç geliyor.
Güneydoğu bugün ülkenin en büyük sorunlarından biridir. Ancak etnik ayrıcalıklar kazanmak adına 'Kürtçe Ezan' okutulması uygulamasını anlamak ve kabullenmek çok zor. Hak olarak görülen isteklerin talep edilmesi ayrılıkçılık ve bölücülüğe kaçmamak şartıyla gayet doğal ama tüm ülkede kargaşaya sebep olacağını kesinlikle görüp iddia ettiğimiz 'Kürtçe Ezanı' kabullenmek mümkün değil.
Bu uygulama devamında küllenmiş 'Türkçe İbadet' tartışmalarını da ülke gündemine yeniden getirecek ve bu milletin dini üzerine yeniden oyun sahneye konulmuş olacaktır. Aslında 'Kürtçe Ezan' uygulaması bu uzak ama etkili hedefi nişan almaktadır. Güneydoğu etnik kökenli dindar vatandaşlarımızın ülke genelinde cemaatlerde belli bir etkinlikte oldukları düşünüldüğünde oyunun büyüklüğü ve ciddiyeti daha iyi anlaşılacaktır.
Anadolu insanını bir araya getiren birlikte hareket ettiren en etkili ortak payda İslam ve İslam Dini değerleridir. Dikkat çekiyorum tek etken demiyorum en etkin ve devamlılığı en uzun sürecek etken dindir. Bu, İslam Dini'nin bize kattığı değerlerden kaynaklanmaktadır. Maddi menfaat birlikteliklerinde bir araya geliriz. Ama bu birliktelik dini menfaat ve beklentiler kadar etkili ve uzun süreli olamaz.
Yüz yıllarlardır bizi inceleyen Batılılar bu özelliğimizi çok iyi bilmektedirler. Onun içindir ki hep bu noktayı kaşımaktadırlar.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BEN, KENAN EVREN'İN YERİNDE OLSAYDIM…
-12 Eylül Harekâtı Üzerine Aykırı Düşünceler-
Bu yazı rakamların, tarihlerin ve kişilerin bolca geçtiği ve konuşturulduğu bir yazı olmayacaktır. Yani, daha geniş bir zamanda, her söylediğimi temellendirebileceğim şekilde delilli-ispatlı bir yazı kaleme almak isterdim. Lakin, açıkçası şu anda bunu yapacak bir ortamda değilim. Nasıl olsa, ârif olan ne demek istediğini anlayacaktır. Bu itibarla söylemek ve vurgulamak istediğim "temel mantığın" doğru anlaşılması benim için yeterli olacaktır.
Aklıma her şey gelirdi, ama bir gün (ister istemez) Kenan Evren'i savunuyormuşum gibi yorumlanabilecek bir yazı yazabileceğim hiç aklıma gelmezdi. Atalarımız, boşuna "Büyük lokma ye; ama büyük laf söyleme!" dememişler. Demek ki, insanın başına her şey gelebiliyormuş.
O Kenan Evren ki, dine ve dini değerlere en küçük bir saygı göstermemenin yanında, kendisiyle yapılan kimi röportajlarda, öbür dünyada -âdeta- Allah'a kafa tutmayı aklından geçirebilecekmiş gibi yorumlara başvurmuştu. (Konumuz bu değil, ayrıntıya girmiyorum.)
Umarım, bu yazdıklarım -eğer doğru biliyorsam- harekât sonrasında idam edilen elli civarındaki insana, hayatını işkence altında kaybedenlere, yıllarca cezaevlerinde yatıp işkence görenlere, insani ve sosyal haklarından mahrum olanlara… vs. karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilmez.
Dahası; ben de sıradan bir Türk vatandaşının 12 Eylül harekâtından çektiği kadar, belki daha fazla sıkıntı çekmiş bir insanım. (Sanırım, 1982 yılında Adana Polis Okulu'na bir ay gözaltında kaldığımı belirtmem yeterli olacaktır.)
Başta da belirttiğim gibi, başka şansım yok; bu yazı, Kenan Evren'i ve darbeleri savunan bir yazı gibi algılanacaktır.
Bugünlerde 12 Eylül Harekâtında genelkurmay başkanı olarak harekâtın başında olan Kenan Evren, harekât sebebiyle cezalandırılmak isteniyor ve ifadesi alınıyor.
Diyebilirim ki, herkes hep bir ağızdan tek sesli koro gibi aynı şeyleri söylemekte; toplum âdeta bir "akıl tutulması" yaşamaktadır.
"Hafıza-i beşerin nisyan (unutkanlık) ile mâlul olması" bir dereceye kadar beklenebilir ve anlaşılabilir bir durumdur; ama bence bu kadarı da fazla… Daha doğrusu; bu tür toplumsal kırılma noktalarında genellikle rastlandığı gibi, Kenan evren, harekât sırasında yaptığı herhangi bir yolsuzluk, usulsüzlük vs. sebebiyle sorgulanmış olsaydı, elbette hiç kimsenin buna itirazı olmayacaktı; fakat Evren, 12 Eylül Harekâtı'nı yaptığı için hesaba çekilmektedir. Ve tabii, sorguya çeken, her şeyi anasının karnında öğrenmiş olarak doğan maderzad filozoflarımız, bu harekâtı ısrarla "darbe" olarak görmekte ve bu şekilde hesap sormaktadırlar.
Şu anda, askeri kanat hariç, belki de Türkiye'de benimle aynı fikirde olacak tek bir kişi bile olmayacaktır, ama bunun benim için hiçbir önemi yok. Ben doğru olduğuna inandığım için bu yazıyı kaleme alıyorum. Çünkü, 12 Eylül harekâtı olduğunda, o gün çocuk denecek yaşta olan ve olan-biteni tam kavrayamadığı açıkça anlaşılan insanlar, o günkü şartlar hakkında yorum yapmaktan da öte "ahkâm" kesmekte ve harekâtı yapanları, gerekli-gereksiz mahkûm etmektedirler.
Hele, Kenan Evren'i sorgulayan savcı (ya da vekili) o günlerde 10'lu yaşlardaymış…
Lafı daha fazla uzatmadan bu konudaki kanaatlerimi ifade etmek istiyorum: Bence, o günkü şartları ve kaos ortamını göz önüne aldığımızda 12 Eylül Harekâtı'na karşı çıkmak vatana ihanet, insan hayatına, huzur ve güvenliğine bir saygısızlıktır.
12 Eylül harekâtından sonra, hem devlet yönetiminde hem insani açıdan demokrasiye aykırı, insan hak ve hürriyetlerine ve insan onuruna yakışmayan şeyler yapılmıştır, bunu kimse inkâr edemez. Devlet "kötü" yönetilmiştir, bu da doğrudur; ama ne bekleniyordu ki başka? O insanların işi devlet yönetmek değildi ki!
Ayrıca; böyle bir ihtilalden sonra "normal" şeyler olmasını beklemek eşyanın tabiatına aykırı zaten...
Bu konuda ahkâm kesenler şunu unutuyorlar: 11 Eylül günü, Türkiye'de yaşayan hiç bir insanın can güvenliği yoktu. Sabah evinden çıkan insanın akşam evine döneceğinin garantisi yoktu; ülke kan gölüne dönmüştü... ayrıntılara gerek var mı?
12 Eylül günü sokağa çıkıp hiçbir ayırım gözetmeden fikrini soracağınız yüz kişiden doksan dokuzu o anına ve hâline şükredecekti. Bunun hiçbir anlamı yok mu? Bu bir şey ifade etmiyor mu?
Daha basitçe ifade edelim: Bugün insanlar, harekâttan sonra, şu ya da bu şekilde haklarının ellerinden alındığını, özgürlüklerinin kısıtlandığını…vs. dillendirmektedirler. Ancak şunu unutuyorlar: Bütün bunları kullanabilmeleri için öncelikle hayatta olmaları, yani yaşıyor olmaları lazım! 12 Eylül, işte onlara bu yaşam hakkını vermiştir.
Ben Kenan Evren'in yerinde olsaydım, beni sorgulayan savcıya şunu derdim: Ben, o harekâtı yapmasaydım, belki sen bugün benim karşımda olmazdın; mezarlar, o günlerde hayatının baharında yaşamını yitiren senin gibi gençlerle doludur, sen de onlardan biri olabilirdin!
Yine ben Evren'in yerinde olsaydım, beni sorgulayanlar üzerinden sorgulatanlara şunu sorardım: Affedersiniz beyefendi; şu anda bu ülkede hangi anayasa yürürlükte?
1982 Anayasası… Peki, biz kaç yılındayız? 2011 yılı… Peki, bu 12 Eylül o kadar kötüydü de siz bu otuz yıla yaklaşan zaman içinde neden bunu çöpe atmadınız da kendiniz canınızın istediği gibi bir anayasa hazırlamadınız?
…..Kem-Küm…
Cevaplar böyle olurdu muhtemelen…
Demek ki, her şey öyle entel kulislerde konuşulduğu gibi olmuyor… Başka bir ifadeyle; hayat kitaplarda yazanlardan ibaret değildir; toplumsal bazı olguları ve toplumun hayatında var olan bazı dinamikleri yahut toplumsal çıkmazları da kitaplar tam olarak yazmaz ve yansıtamaz.
Keza; ben Kenan evren'in yerinde olsaydım, şunu sorardım karşımdakine: "Ben 1980 yılında iç hizmet kanununun bana verdiği bir yetkiyi kullandım. Kullandım da ondan sonra başınıza diktatör mü oldum? İsteseydim bunu pekâlâ yapabilirdim ve bugün beni yargılamak isteyenlerden de sayısız yalakam olurdu. 1983 yılında yönetimi yine sivillere devrettim ve ülke demokrasiye geçti… Bu süre zarfında, 12 Eylül'ün müsebbipleri gerekeni yapıp ülkeyi istedikleri gibi yönetseydiler ya!"
Ayrıca; bugün demokrasi havarisi kesilenler şunu unutuyorlar: 1982 Anayasası yüzde doksanın üzerinde bir çoğunlukla kabul edilmiş bir anayasadır. Evet, bu "kabul" oylarının, aynı zamanda askeri rejimden bir an önce kurtulup demokrasiye geçiş anlamına geldiği de söylenebilir, ama halk eski günlerden çok memnun idiyse anayasaya "ret" oyu da verebilirdi sonuçta…
"11 EYLÜL GÜNÜ AKAN KAN 12 EYLÜL'DE NASIL VE NEDEN DURDU?" sorusundan daha anlamsız bir soru olamaz!
Neden mi?
Çok basit efendim: Çünkü, terörün ve 11 Eylül'de var olan şeylerin "varlık sebebi" (eski deyimle sebeb-i vücudu) ortadan kalktı. Ki, bu, "liderler" idi. Onlar derdest edilip (yakalanıp) hapse kondu. Kim hangi amaçla kan akıtsın?
12 Eylül darbesini yapan insanların, kasten bu kanı durdurmadıkları yönündeki tüm herzeler, "bugünün kavramlarını düne taşımak ve dünü bugünün kavramlarıyla yargılamak" basitliğinin sonucudur. Değil askerler, bir vatan haini bile böyle bir tavır içinde olamaz.
Şimdi, bu akıl almaz argümana dönecek olursak, yani, Kenan Evren, 11 Eylül'de kanı durdurmadı da sırf cumhurbaşkanı olabilmek için mi 12 Eylül'de durdurdu?
Böyle düşünen filozoflar hatırlasın: Evren, zaten o günkü şartlar içinde -isteseydi- darbe olmadan da çok rahat cumhurbaşkanı olabilirdi; adı geçen en büyük adaydı çünkü.
Dönemin komutanlarından Bedrettin Demirel'e atfedilen, "Biz bunu daha önce tasarlamıştık, ama şartların olgunlaşmasını bekledik" türünden bağlamından koparılmış alıntılar, askerin daha fazla kan dökülmesine göz yumduğu şeklinde yorumlanamaz. Onun basit izahı şudur: Asker, durumun içinden çıkılmaz hale girdiğini hep görüp, zaman zaman müdahaleyi düşünmüş, ama hep "acaba sivil irade bu işi çözer mi?" diye bir beklenti içinde olmuş ve ertelemiş. Yani, en kötü ihtimalle bu ifadeyi kullanan, amacına uygun kelime seçmekte titizlik gösterememiş ve hata etmiştir. Başka bir anlamı olması sözkonusu olabilir mi? Asker, "Hele bekleyelim biraz daha kan dökülsün, sonra müdahale edelim!" diye düşünmüş olabilir mi?
Kenan Evren'i zerre kadar, hani nasıl derler; "günahım kadar" sevmiyorum, demokrasiye sonuna kadar taraftarım, Türkiye'nin ileri demokrasiye sahip bir ülke olması hepimizin rüyası... Türkiye'de, askeriyeyi, diğer sivil kurumlar gibi şeffaf, denetlenebilir, hesap sorulabilir bir kurum haline getirecek bir hükümet ülkeye en büyük iyiliği yapmış olacaktır. Amma ve lakin "akıl tutulması" da yaşamayalım…
Eğer, bir suçlu aranacaksa, öncelikle 12 Eylül öncesinde akıl almaz hülyalar peşinde koşup, kardeşkanı dökülmesine sebep olan ve ülkeyi kan gölüne çevirenlerdir. Onlar kendilerini çok iyi bilirler… Bu dünyada hesap vermekten yakalarını kurtarsalar bile ilahi adalet onların yakasına yapışacaktır bir gün…
Yine ikinci bir suçlu aranacaksa Kenan evren'e böyle bir müdahale ve ülke yönetiminde istediği gibi tasarruf yapma hakkı ve yetkisi veren halkının birçok kesimiyle kavgalı, bir başbakanını idam eden sistemin bizzat kendisini sorgulamak gerekir.
O günkü şartlarda 12 Eylül'e karşı çıkanlar şunu mu demek istiyorlar: Bir harekât, fiilen, yani toplumun menfaati ve huzuru için olmazsa olmaz olsa bile, sırf ilkesel olarak yanlış olduğu için yine de yapılmamalıdır!
Yukarıda da vurguladığım gibi böyle safdilce düşünenlerin atladığı nokta şu: Ülkenin geldiği o günkü şartlarda böyle bir harekât yapılmamış olsaydı, ne "ilke"lerin, ne demokrasinin ne başka şeyin zaten konuşma zeminin bulunmadığı bir ortam olabilirdi. Mâlum; ölülerin bunlara ihtiyacı yok!
Bunları yazmakla, kimse benim, insanlara "ölümü gösterip sıtmaya razı olmalarını tavsiye ettiğimi" filan düşünmesin… Söylediğim şudur: Ülke, 12 Eylül öncesinde bir iç savaşın eşiğine gelmişti. O günkü şartlarda bu iç savaşa engel olup "dur!" diyebilecek tek güç askerdi. (Zaten, müdahalenin dışında bir alternatif sözkonusu olsaydı, ülkede güvenlik güçleri görevlerinin başındaydılar.) Asker de bunu yaptı, üç yıl sonra da ülkeyi sivil insanlara teslim etti. Ondan sonrasının tüm vebali sivillere aittir.
Ülkenin içinde bulunduğu can güvenliğinin boyutlarını sergilemesi açısından bazı yaşanmış insan hikâyeleri aktarabilirim, ama buna gerek olduğunu hiç sanmıyorum. Zira, o günleri hep beraber yaşadık ve gördük. Yaşadığımız zaman dilimini anlamak ve yorumlamak için kitap ve belgelere ihtiyacımız olmamalı…
Ağzında gümüş kaşıkla doğmuş küçük bir azınlık, belki kendi sırça köşklerinde yaşadıkları için bu ülkede olup bitenin farkında değillerdi; kimse onların dolduruşuna gelip akla ziyan teşebbüslerde bulunmamalıdır.
Bence, 12 Eylül harekâtına karşı çıkanlar, bütün bu yazdığım ve vurgulamak istediğim konuları bir kere daha düşünsünler!
Son olarak şunu da hatırlatmak isterim ki, hem Kenan Evren ve hem de o zamanki kuvvet komutanlarından Tahsin Şahinkaya, sorgularında, şu ya da bu şekilde cezalandırılmaları ihtimallerini de göze alarak, "yaptıkları işten pişman olmadıklarını ve aynı şartların tekrarlanması halinde yine aynı harekâtı yapmakta tereddüt etmeyeceklerini" ifade etmiş ve sonuna kadar yaptıklarının arkasında durmuşlardır. Bence bu bile, o insanların psikolojilerini ve harekâtı hangi şartlarda ve nasıl bir atmosferde yaptıklarını açıkça ortaya koymaktadır.
Ahmet Erbay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÇAĞIMIZDA HER AŞK
Ayrıntılardan arındırsam hayatımı;
desem ki: ben Elsa'yı çok sevdim.
O kadar. Bir kapı aralandı kısaca:
Bir başka dünyada, başka bir çağda
mümkün olabileceğini gördük aşkın.
Usulca kapandı tekrar kapı sonra.
Uzun uzun durmasam üzerinde;
desem ki: ben Elsa'yı çok sevdim.
O kadar. Aşkın başkalarını dışladığı,
sevdanın ille de bire bir yaşandığı yerde,
biri bir başkasını ne kadar sevebilirse,
o kadar sevebildim ben de işte.
Desem ki, böylesi bir dünyada,
böyleyken insan ilişkileri
başka türlü sevemezdik zaten.
Elsa duymuyorsa artık sözlerimi,
ne anlamı olabilir ki dediklerimin!
Sonuç olarak yenildik işte.
Desem ki, yumuşak bir sesle,
baştan yeniktir çağımızda her aşk.
Herkes gibi yenildik işte biz de.
İsyan etmesem, doğal karşılasam
ve ağlamayabilsem.
Ağlamasam.
Desem ki, değişecek birgün herşey,
çıkacak aşk bireylerin tekelinden.
Ne değişir ki bizim için? Ne değişir ki?
Baştan yeniktir çağımızda her aşk
ve çağımızın çocukları, Elsa'yla ben,
yenildik işte herkes gibi.
Roni MARGULIES
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Duman grisi rengi ve tatlı suratlı bir kedi, karşınızda yalvarır gözlerle durup miyavlamaya başlarsa ne düşünürsünüz? http://www.izlesene.com/video/bu-kedi-ne-anlatmaya-calisiyor/3300847 Bu kedi sadece miyavlamakla kalmıyor, birde patilerini kullanıyor. Filmin sonunda ne olduğunu anlıyorsunuz ama sabırla izlerseniz en kötü ihtimalle yüzünüzde bir tebessüm ya da gülümsemeye sebep olacağına eminim.
Uzun zamandır yapmadığım bir şeyi denedim ve flash oyunlarla ilgili kısa bir araştırma yaptım. http://www.freeworldgroup.com/ bu konuda en beğendiğim web sayfası oldu. Özellikle tavsiye ediyorum.
http://www.msdyt.com/ "Modifiye Suç Değil Yaşam Tarzı" sloganıyla yola çıkan bu web sayfasını gönülden destekliyorum. Hele "Ölümüne şahin, modifiyeli şahin" videosunu kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Gerek altyazı desteği, müzik kullanımı, röportajlar, görseller adeta bir Aston Martin tanıtım reklamı tadında. Abimiz taverna müziğinden şaşmıyor ve ömrünün yettiğince Şahin'den vazgeçmeyeceğini söylüyor. O bir kuş serisi hayranı. Bu bir tutku. Unutmayalım ki Şahin şöförü olmak bir ayrıcalıktır…
Fotoğraf çekmeyi sevenler bilirler, başarılı (!) çalışmalar için standart bazı kurallar vardır. Örneğin: fotoğrafta bir kitap, üzerine bir gül ya da kalp deseni oluşturacak bir nesne koyarsanız. Ya da tamamen siyah beyaz bir fotoğrafta sadece bir obje renklidir, özellikle kırmızı olanlar tercih edilir. http://brainz.org/14-horribly-overused-photography-tricks/ bu web sayfasında hem başarılı bir o kadar da klişeleşmiş 14 kuraldan bahsediliyor. Bunları bilmeyen kalmadı artık, hadi bi zahmet siz de öğrenin.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|