Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.876

 24 Haziran 2011 - Fincanın İçindekiler


  • HACIRAHMANLI'YA HAVUZ YAP BAŞKAN ... Seyfullah Çalışkan
  • KALBİMİZDEKİ TEDİRGİN KUŞLAR ... Hamdi Topçuoğlu
  • UFAK BİR KİTAPÇI GEZİNTİSİ.... ... Suna Keleşoğlu
  • CHP VE BİLEYİ TAŞI ... Ömer Akşahan
  • Canditan'ın Habana'sı ... İlknur Odabaşı
  • VERESİYEYİ KESTİK ... Mehmet Önder
  • Hypnos, Morpheus ve Ay Dede ... Buket Çetin
  • O ANIN SURETİ ... Hilal Bayram
  • Oruç Baba'dan Aforizmalar-19 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • VİRGİNİA WOOLF ... Neslihan Minel
  • YÜZDE ELLİNİN KODLARI ... Hasan Tülüceoğlu


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Neyin peşindesiniz?!..


    Merhabalar,

    Daha ne istiyorsunuz birader? Yüzde elli oy, 326 biat etmiş vekil, zart desen alkışlayan, zurt desen önünde eğilen milyonlarca vatandaş yetmedi mi? Daha ne bekliyorsunuz bu memleketten? Karşılığında hiç olmazsa biraz huzur istiyoruz, çok mu? Bu mudur demokrasiden, özgürlükten anladığınız? Bu mudur "Halk İradesi" yorumunuz? Bari "Bağımsız" diyerek yargıyla dalga geçmeyi bırakın artık. Tarih, şu dönemde iktidara yaranmak için kanun yorumlayan bağımsız(!?) yargıyı yazacak bundan eminim. Ama kaçan huzurumuzun, çözümsüzlükten medet umanların ekmeğine sürülen yağların hesabını kim verecek, bakın onu bilmiyorum.

    Olmaz böyle şey. On günde ancak açıklanan sonuçlarına rağmen, hasbelkader sorunsuz geçen bir seçimin ardından böylesine garebet yaratma lüksümüz olmamalı bizim. Şeffaf sandıktan başka başarısı olmayan YSK'nın kucağımıza koyduğu bombayı görmezden gelmeye olanak yok. BDP'nin aldığı boykot kararının uygulanması durumunda olabilecekleri, en azından aylarca yok yere meşgul edilecek Meclis'i düşünmeden duramıyorum. Kimse, Meclis'e gelsinler, problemi orada çözsünler diyerek te kendini avutmasın. Bizzat iktidarın sözcüsü, iki günlük hazırlıktan sonra yaptığı açıklamayla, "İş işten geçti." demiştir. "Anayasa da, kanunda değiştirseniz adamı Meclis'e sokamazsınız." mesajını vermiştir. Çünkü 327'inci AKP'li vekil "Hatip Dicle" kararı açıklanır açıklanmaz, sabah ezanıyla gidip mazbatasını almıştır. Haydi bakalım tatlı su demokratları, hakkı hukuku herkesten iyi bildiğini iddia eden, balkonda helalleşen Tayyip Bey, eğer samimiyseniz, 327'inci vekile "DUR" deyin. Haketmediğiniz vekilliğe el uzatmayın da görelim boyunuzu.

    3 yıldır içerde tuttukları insanların, hâlâ toplanmayan delilleri, kaçma şüphesini, diğer tutuklulara yapılacak muhtemel haksızlığı öne sürerek, vekilliğini engelleyen mahkeme ise ayrı garabet. Hele burada kimse kalkıp kanundan dem vurmasın. Bu karar tamamen yoruma dayalı siyasi bir karardır. Saklandığı otelden burnunu çıkarmayan başbakan direktif vermemiş, veya bu yönde vermiş, durumdan vazife çıkaran hakimlerin ikisi halkın iradesini hiçe saymıştır.

    Görünen o ki, Meclis, hapisteki 9 vekilinden yoksun, 35 vekilin boykot ettiği haliyle yeni döneme başlayacak. Bizler de, bu Meclisten çıkacak akıllı uslu kanunların, yeni Anayasa'nın hayaliyle yaşayıp gideceğiz. Yani, muz cumhuriyetimizde değişen hiç birşey yok. 11 Haziran'da neysek, 24'ünde de oyuz.

    Bu hengamede gözden kaçan bir başka husus ta, YÖK'ün ÖSYM başkanına araştırma izni vermemesi. Suçu sabit, yetersiz bir bürokratı, savcının talebine rağmen, koruyup kollayan bu YÖK'ün YOK olacağı günlerin hayalini kurmaya devam edeceğiz anlaşılan. Bakalım, nalıncı keserleri yargıyı daha ne kadar "Hep bana hep bana" nakaratıyla konser vermek zorunda bırakacaklar, bekleyip göreceğiz.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      HACIRAHMANLI'YA HAVUZ YAP BAŞKAN

    Yaz gelip, Gediz Ovası kavrulmaya başladığında çocuklar birbirlerine hep aynı yalanı söylerlerdi. "Belediye başkanı Hacırahmanlı'ya önümüzdeki yaz mutlaka yüzme havuzu yaptıracakmış. Kahvede söylemiş, babam kendi kulaklarıyla duymuş." Ben kırkımı geçeli yıllar oldu o yüzme havuzu yapılmadı. Yalanı hala çocuklar arasında her yaz yinelenmeyi sürdürüyor mu? Bilmiyorum. Yapılsaydı biz girebilir miydik? O da ayrı mesele. Örneğin giriş beş lira deseler kaç çocuk girebilir. Koca yaz boyu o parayı ancak birkaç kez denkleştirebilirdik.

    Herkes bilmez ama aslında bizim kasabamızın bir yüzme havuzu vardı. Biz zaman zaman Delibaş Hüseyin Amca'yı razı edebildiğimizde girerdik. Karayolları Parkı'ndaki fidanlığın sulama havuzuna girmemize izin verildiği gün dünyalar bizim olurdu. Delibaş Amca fidanlığın bekçisiydi. Başında amirleri olmadığında, genellikle hafta sonları bize kıyak yapardı. Aramızdan onun komşusu olan bir çocuk seçer ona gönderirdik. Yalvar yakar epey dil döktükten sonra izin almayı başarırdı. "Eh be çocuklar. Bi gün başımı belaya sokçasınız siz benim ama bakalım ne gün?" Biz de karşılığında adam gibi davranır bir söylediğini iki etmezdik. Örneğin artık çıkın dediğinde hemen pılımızı pırtımızı alıp kasabanın yolunu tutardık.

    Karayolları fidanlığının havuzu sulama amacıyla yapıldığı için sürekli tertemiz, taptaze içilecek nitelikte suyla dolu olurdu. Su havuzun hemen yanına çakılmış bir artezyenden çekiliyordu. Bazen biz yüzerken bir taraftan da doldurulması sürerdi. İşte o zaman su buz gibi soğuk olurdu. Atlayıp hemen çıkar, biraz ısındıktan sonra yeniden suya dalardık.

    Delibaş Amca'nın delilikle hiçbir patolojik ilgisi yoktu. Hüseyin Amca'nın soyadı Delibaş olduğu için lakabı da öyleydi. Karayolları havuz keyfi günde sadece bir kere izin verilirdi. Delibaş Amca'nın batine göre havuz keyfi en az yarım saat, en çok iki saat sürerdi. Bazen bir grup çocuk kasabadan erken çıkıp Delibaş Amca'ya kafaya almayı başarmış ve siz de zamanında orada olmayıp treni kaçırmışsanız parkın çamlığında gün boyu dolansanız da faydasızdı. Hadi kaynar sıcakta oraya gittiniz, havuza da giremediyseniz hepten yandınız. Çünkü o yolun bir de dönüşü var. Dönüş yolunda öteki çocukların yedi sülalesine sövmeyip ne yapabilirsiniz?

    Gediz Ovasının sıcağını bilen bilir. Güneşte kavun, karpuz kurutulur mu? Güneşi bırak Temmuz sıcaklarında bizim oralarda gölgede bile kurur. Benim gibi beyaz tenliyseniz burnunuz ve kulaklarınızın derisi yaz boyunca patates kabuğu gibi soyulup durur. Bulaşıcı hastalıklar ve boğulma tehlikesi nedeniyle dereyi girmek yasaktır. Sulama kanallarının kenarına hiç üşenmeden yüzmek yasaktır yazan onlarca tabela koymuşlardır. Bunun elbette anlaşılabilir bir mantığı var. Çünkü her sene sadece bizim kasabadan bir, iki çocuk sulama kanallarında boğulurdu. Ne kadar akıllıca olursa olsun bu yasakların uygulanması imkânsızdı. Kasabamızın kır bekçileri ve devlet su işlerinin kanal boyunda cirit atan görevlilerine rağmen mutlaka yüzmeye giderdik. Bütün ova su kanallarıyla bir ağ gibi örülmüşken, üstelik ova cayır cayır yanarken kuralları kim takar? Üstelik biz çocuktuk. Bir çocuğun eline dondurma verip yeme, şeker verip yalama demek mantıklı mıdır?

    Mahalleli çocuklardan kurulu kopuk takımımızın da kuralları vardı. Örneğin deredeki yüzme testinden geçemeyen bizimle kanala gelemezdi. Kanala ilk girenin yanında onunla birlikte yüzen birisi vardı. Değerli suyun akıntı yönüne göre aşağıda acil müdahale için hazır bekletilirdi. Kanalda yüzmenin ilk aşaması kıyısından girip karşıya kadar yüzmekti. İlk gönde köprüden dalmak ve artistlik yapmak yasaktı. O bir hafta başkasının gözetimi olmadan yalnız başına yüzemezdi. Hem kurallara uymuyor hem de inatla peşimize düşüp kanala gelmek istiyorsa Önce güzel bir dille gelemeyeceği anlatılırdı. Laftan anlamaz da gemi azıya alırsa dayağı yerdi. İyi çocuklar, efendi delikanlılardık ama elbette bizim de bazı kusurlarımız vardı. Kanala girdiğimiz yere yakın karpuz ve kavun tarlalarına azıcık zarar verirdik. Çünkü suyun içinde kavun ve karpuzla su topu oynamak çok eğlenceli olabilirdi. Diyelim ki karpuz kırıldı, oyun yarım kaldı. O zaman da oturup karpuzu yerdik.

    Küçük bir çocukken anımsadığım ilk belediye başkanı Kara Ferit'ti. İyi bir adamdı ama havuz yapmadı. Ondan Sonra Horoz Ali Başkan oldu. O da havuz yapmadı. Sonra başkan olan Hayatı Bey'de kasabaya havuz yapmadı. Ben büyüyünceye kadar kazalar dışında sulama kanallarına yüzmeye giden en az on beş çocuk öldü. Karayolları parkının fidanlık havuzunda hiç kimse boğulmadı. Cayır cayır yanan ovanın ortasındaki o kasabada küçük bir havuz olsaydı belki boğulanlar hala yaşıyor olacaktı.

    Denize gitmek bizim çocukluğumuzun en süslü düşüydü. İki çocuğumla birlikte bir arkadaş ziyareti bahanesiyle ailecek Gümüldür'e gittik. Bizimkiler denize bile girmedi. Israr ettim, bir sürü dil döktüm ama fayda etmedi. Su çok tuzluymuş ve gözlerini yakıyormuş. Üstelik deniz çok dalgalıymış. İnsan kendi çocukluğuna dönmeden edemiyor. Ben sizin yaşınızdayken keşke babam beni böyle bir sahile getirebilseydi. Bulmuş da bunuyorlar. Ve ben ömrüm boyunca sahil kasabalarında büyüyen çocukları kıskanmışımdır. Ne kadar şanslılar keratalar. Ne kadar ballılar. Kasabamızda şimdi bir yüzme havuzu var mı? Sanmıyorum. Hala yoksa eğer, Başkan Hacırahmanlı'ya bir yüzme havuzu yap. Sıcaklar iyice bastırmadan hemen yap. Girişi de ucuz olsun. Sıcaktan deliye dönen çocuklar sudan sebeplerle ölmesinler…

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      KALBİMİZDEKİ TEDİRGİN KUŞLAR

    Birçok duygu gibi tedirginliklerimizi yaşayarak öğreniyoruz. Zamanla her biri, kalbimizin bir köşesine kırlangıçlar misali yuva yapıyor. Benzer bir durumla karşılaştığımız anda da başlarını delikten çıkarıp cik cik ötmeye başlıyorlar. Onlar öttükçe, her yeni şeye olumsuz önyargılarla yaklaşan hastalıklı bireylere dönüşüyoruz.

    Toplum güvenliği için gerekliliklerini bilsem de yaşadığım en acı olayların müsebbibi olduklarından, beli silahlı kuvvetlerden hazzetmem. Ama bu duygularımın genelleme ürünü olduğunu da iyi bilirim.

    Orduda olsun, emniyette olsun değer verdiğim arkadaşlarım ve dostlarım vardır. Onların da benzer acıları yaşadıklarına tanık olmuş, onlarla birlikte yas tutmuşumdur. Yine de o kalbimdeki kuşlar unuttum sandığım bir anda birden öter, beni tedirginlik dünyama çekerler. Benim emniyet ve ordu mensuplarına karşı bu duyarlılığımın altında, ben sana güvenerek yolda yürüyor, evimde rahat uyuyor, geleceğe umutla bakıyordum. Sen bunu nasıl yaparsın algısı olmalı.

    12 Eylülden önce de görevden alınmıştım. Ama 12 Eylülde görevden alınmak bana çok ama çok ağır gelmişti. 12 Eylül öncesi sürgün edildiğimde mahkemeye başvurup geri dönme yollarını arıyordum. Oysa darbeciler, tüm geri dönüş yollarını kapatmışlardı. Bugün Ergenekon'dan Balyoz'dan tutuklanan askerlerin hemen hepsi, dönemde o darbenin bir parçasıydılar. Güçlüydüler. Valiler, kaymakamlar, milli eğitim müdürleri, belediye başkanları… ya onlardı ya da onlardandı. Sözleri kanundu.

    12 Eylül Anayasa'sını, bugün bu Anayasa'dan yakınanların hocalarına sipariş edenler onlardı. Bakın MHP Milletvekili Meral Akşener ne diyor: "Sene 1982 Kocaeli... Tayyip Bey'in hocaları, Tayyip Bey'in babaları, Tayyip Bey'in ağabeyleri 12 Eylül anayasasını hazırlamışlar, Kocaeli'nde bu anayasaya evet oyu vermemiz konusunda bizleri ikna etmek için toplantı yapıyorlar. Kimdir bunlar? Birisi Orhan Aldıkaçtı, Şener Akyol, bir diğeri Süleyman Yalçın, rahmetli herkesin hocası olduğunu gururla söylediği Sebahattin Zaim hoca... Şener Akyol söze başlıyor diyor ki; bu anayasayı biz hazırladık. Allah korkusuyla hazırladık, besmele çekerek yazdık."

    O Anayasa'yı hazırlayanların çırakları iktidarda, hazırlatanların kumanda ettikleri de hapishanelerde. O çıraklar, o Anayasa sayesinde ele geçirdikleri iktidarı kullanarak yeni Anayasa yapma sevdasında. O Anayasa'yı sipariş eden ve kabul edilmesi için vatandaşa aba altından sopa gösterenlerin çıraklarının, Silivri'de, Hasdal'da yeni Anayasa için ne düşündüklerini merak eden bile yok.

    İroni bir yana, kendi payıma kimse için "Oh Olsun!" demem, diyemem. Darbeciler benim akademik hayatıma son verdiler, ailemin hayat hikâyesini değiştirdiler, onlar da benzer şeyleri yaşasınlar mantıksızlığını yapamam. Ama neyleyim, kalbimin bir köşesindeki o kuşlar ansızın böyle başlarını uzatıp, cik cik öterler.

    Kalbimin bir köşesinde, 7 Ekim 1997 Salı saat 14'ten bu yana öten bir başka kuş daha var. Çok çok mecbur olmadan emniyete gitmem. Ama bu pazartesi günü pasaport almak için Muğla Emniyeti Müdürlüğü'ne gitmek zorundayım. Pasaport şubesi bir üst katta. Pasaport çıkartmak, öyle kolay olmasa gerek. Elimdeki eski pasaportlara güveniyorum; ama ilk vetoyu fotoğraflardan yiyoruz.

    "Biyometrik fotoğraf istiyoruz."
    "O nasıl bir şey?"
    "Pano bakın beyefendi."
    "Bu pasaportlar bir işe yarar mı?"
    "Hayır, onların 31Ocak'tan sonra hükmü kalmadı."

    Anlaşılan, "Bir emekli pasaportu nasıl alınır?" konusunda iyi bir bilgilendirmeye ihtiyacımız var.

    Kalbimin bir köşesindeki o tedirgin kuşa rağmen içerdeki masada evraklara gömülmüş bayan görevliye yöneliyorum. Hiç beklemediğim bir şekilde başını kaldırıyor. Yüzü gülümsüyor. Kâğıdı kalemi alıyor, gayet sakin ve sıcak sesle bir yandan anlatıp bir yandan yazıyor.

    "Bunları tamamlayıp gelin, işinizi hemen yaparız."
    Saat 15.00 olmuş. O saatten sonra tüm istenenleri tamamlayıp gelsek bile işlemlerin yetişmeyeceğini düşünüyorum:
    Orasının beli silahlıların mekanı, kendisinin de beli silahlı biri olduğunu unuttururcasına gülümsüyor:
    "Hele siz getirin, biz yetiştiririz." diyor.
    Kapıdan çıkarken 14 yıl önce, bize sonsuz acıları yaşatanı, mahkeme koridorlarında davayı geri çekmemiz için gözdağı veren arkadaşlarını, devlet gücünü üç kâğıtçılara ağabeylik yapmak için kullananları unutuveriyorum.

    O bayan polis, beli silahlıların yeni yüzü müydü, yoksa o bu mesleğin nasıl yapılaması gerektirdiğini çok iyi kavramış özel biri miydi bilmiyorum. Ama içimdeki kuş susuyor birden.

    Eminim ki emniyet ve ordu mensupları, toplumun güvenliğini sağlarken güçlerini,bellerindeki silahlara değil de sağlıklı insan ilişkileri kurma becerisine dayandırdıkları an insanlar o merkezlere kalplerindeki o tedirgin kuşları susturarak gireceklerdir.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Suna Keleşoğlu

     Café Azur : Suna Keleşoğlu


      UFAK BİR KİTAPÇI GEZİNTİSİ....

    Okul dönemi sonu yaklaştıkça çocukların öğretmenlerine çam sakızı çoban armağanı bir şeyler hediye etmek ve tüm sene gösterdikleri emeğe teşekkür etmek istiyorum. Çoğunluk kendimiz elde yapma küçük ama kalıcı bir şeyler hazırlıyoruz, zaman zaman da kendimizi ve ülkemizi anlatacak hediyeler seçmek istiyorum. Bu sene de aynı amaçla en yakın kitapçıya uğradım. Türk yazarların çeviri romanlarını bulamayacağımı tahmin ediyordum. Bunun üzerine bari turizm rehberlerine bakayım dedim. Zira Fransızlar seyahat etmeyi seviyorlar. Şimdiye kadar tanıdığım bir çok öğretmen de yurtdışı gezilerine giden insanlar. Hep onlar için farklı bir alternatif yaratırım hem de ülkemizle ilgili bir hediye olur dedim. Raflarda dizili rehberlere şöyle bir göz attım. Çoğu yabancı gözüyle hazırlanmış ama içlerindeki fotoğraflar benim gözümle anlatmıyor ülkemi. Birden bunu fark ettim. Bunu sözle anlatabilmem mümkün olmayabilir ama o fotoğrafları görünce belki siz de benim gibi düşüneceksiniz. Fotoğraflar çoğunluğu yansıtıyor mu? Hep evet, hem hayır. Misal bıyıklı iki adam yanyana durmuş ellerinde balık tutuyorlar, belli ki bir balıkçı halinde çekilmiş, İstanbul'un ara sokaklarında gezinen çarşaflı kadınlar, sokakta oynayan çocuklar, iki apartman arasına asılmış çamaşırlar, bir kahvehane, balıkçı tekneleri, dansözlü bir lokanta, bir iki boğaz manzarası, bol cami fotoğrafı, baharatlar, kebaplar...

    Bu rehberlerden oryantal bir ülke izlenimi çıkıyor. Tutucu ama egzotik bir ortam da sunabilen. Şehirciliği herhangi bir özellik taşımayan ama arada güzel tarihi binaları bulunan. Doğası harika ama bunu sunum şekli yetersiz. Rehberlerin seçkilerinden ve içindeki fotoğraflardan Batı'dan ziyade Doğu'ya yakın bir ülke havası seziliyor. Bu değil beni rahatsız eden. Başka bir şey ama bunu anlatamıyorum. O fotoğrafları gördükten sonra hissediyorum bu duyguyu. Hiç biri benim gözümle bakmamış. Mesela İstanbul'u ele alalım. Boğazın şahane manzaraları, eski yalılar, maviliğin ortasında salınan vapurlar, kıyıda insanların çevresinde uçuşan martılar yok. Eski ve yeninin, modern ve tarihin zıtlıklarını yansıtan şehrin akşamı karşılayan silueti de yer almamış. Kız Kulesi'nin alımlı yalnızlığı, Galata Kulesi'nin tırmanmadıkça anlaşılmayan insanı içine alıverme duygusu da yok. Beyoğlu'nun arka sokaklarında ya da Karaköy'e inen yokuşlarında karşınıza çıkıveren ve ne güzelmiş eskiden diye iç geçirilen binalar da cezbetmemiş rehber hazırlayanları. Şehrin müziği de gelmiyor kitap sayfalarından...

    Sonra Fatih Akın'ın "Crossing The Bridge-Sound of İstanbul" filmini anımsıyorum. İlk defa Cannes'da bir plaj sinemasında izlediğimde içime sinen İstanbul kokusunu arıyorum. O zamanlar yazdığım yazıdan bir alıntı yapıyorum hatırlamak için.

    "BABA ZULA ile oryantal ezgileriyle rock-caz karışımı bir müzik dinlerken Boğaz'da bir teknedeydim. Sonra ORIENT EXPRESSIONS'un Disjokeyleri ile bir gece klubünde dans ettim. Beyaz perdede DUMAN göründüğünde köprüaltına gittim onlarla beraber. REPLIKAS'ı ilk kez dinledim. ERKİN KORAY en genç halleriyle çıktı karşıma. Candan Erçetin'le birlikte yaptıkları düet şarkıyla girdiler filme önce. CEZA, onların yaptığı müziğe yabancıydım ama İstanbul'un isyanıydı şarkıları.
    MERCAN DEDE, bir su gibiydi. Önce ney, sonra sema. İstanbul Anadolu'nun sesini verdi O'nun müziğinde. Keşanlı SELİM SESLER Rumeli'nin sesi oldu. Müzik için yollara düşmüş Kanadalı folk şarkıcısı BRENNA MacCRIMMON bir Rumeli kızıydı yanında. Sonra sokağın sesi duyuldu. Taksim'in girişinden Tünel'e uzanan kaldırımlara isimlerini yazan SIYASIYABEND sokak müzisyenlerini anlattı İstanbul'un. Kürtçeyi en yanık sesiyle ağlattı AYNUR, ağıtlardır en çok söylediğimizdir derken İstanbul'un bir başka diyarlarına götürdü beni.ORHAN GENCEBAY filmin başında kısa bir merhaba demişti, sonra sazıyla devleşti perdede. Arabeskin kentli müzisyeni diye tanıttı İstanbul O'nu bize. Sonra MÜZEYYEN SENAR aldı rakı bardağını, söyledi şarkısını. Yıllanmış İstanbul sesiyle 'Haydar' dedi, bir başka semtine gittim İstanbul'un. Eski bir film sahnesinde şarkı söyleyen siyah saçlı, ufak tefek kız, arkasına İstanbul Hatıralarını alıp sarışın bir kraliçeye dönüştü; SEZEN AKSU
    "bir eski resim duvarda
    belki beti belki pola
    markiz'de oturmuş sakin
    seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla
    seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla..."*
    Filmin ilk sahnelerinde bir taksiyle otele gelen Alexandre Hacke, valizlerini toplamış Otel'in önünde bekliyordu. O valizlere İstanbul'un hangi seslerini sığdırabilmişti bilmiyorum.
    Film bitmişti ama İstanbul'un müziği her sokağına yayılan ayrı ayrı yaşam sesleriyle her daim var olacaktı."


    "Hikaye Büyük Londra Oteli'nde başlıyor ve İstanbul'un tüm sokaklarında devam ediyor. Sözler seslere, enstrümanlara dönüşüyor. Her semti ayrı kokular taşıyan İstanbul'un her sokağı ayrı sesleniyor kentin ismini. "İşte benim de anlatmak istediğim buydu. Yine eski yazımdan bir cümle çalıyorum.

    Onca turizm rehberi, baktığım onca İstanbul kitabı o gün kitapçıda beni sarmadı. Ne kitaplara sığan sesleri duyabildim, ne havaya karışan kokusunu çekebildim memleketin. Kupkuru bir yalnızlıktı bana kalan. Vazgeçtim benim gözümle bakmayan kitapları hediye etmekten...

    Özlemişim. Kokuları, sesleri. Şehrin bana, benim şehre karışmamı özlemişim. Bir kitapçı gezintisinde sonra biraz buruk, biraz karamsar...Nereden nereye gittim...Şimdi gece serin bir boğaz esintisiyle çarpıyor yüzüme ve ben ayın ışığıyla şehrin içine karışıyorum...

    SunA.K. Grasse


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ömer Akşahan

     KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan


      CHP VE BİLEYİ TAŞI

    12 Haziran seçimlerine ilişkin tartışmaların özellikle Kürt sorunu ve CHP'nin başarılı mı, başarısız mı sorusuna odaklandığı şu günlerde, konuyu, ikinci boyutta ele almama Sokrates'e ait bir anekdot cesaretlendirdi.
    "Zenginliği ve asaleti bir şeref belirtisi olarak görmeyen Sokrates'e biri sorar:
    'Sen herkese konuşma sanatını öğretiyorsun da kendin neden iyi bir hatip değilsin?'
    'Ziyanı yok' der Sokrates, 'bileyi taşları da kendi kendilerine kesmezler, fakat kaba demirleri keskin yapabilirler."

    Bir bileyi taşı değilim. Ancak yazılarımdaki içtenliğimden kuşku duyulsun istemem.

    CHP'nin 2011 seçiminde aldığı yüzde 26 oyu başarısızlık olarak iddia edenlere ilk sorum şu olacak: Siz, CHP'ye üye olmak isteyen kişileri kazanmak için neler yaptınız? Hatta üye olmak isteyenleri engellediğinizi yoksa unuttunuz mu?
    Geçmişime dönüp baktığımda, kendime şunu sormadan edemiyorum; CHP'yle o kadar çabaladığın halde neden bağdaşamıyorsun?

    Yanıtı yine kendim vereyim; örneğin, partiye üye olduğum halde, parti kimliği bana bugüne değin verilmedi, acaba neden?

    CHP'yle ilk tanışmam, Ecevit'in 1973 seçimlerindeki Aydın mitingiydi. İstasyon Meydanını dolduran binlerce kişiden biri de henüz yirmi yaşında genç bir öğretmen olarak bendim. O yıllardan bu yana izlediğim parti bende bir aidiyetlik duygusu yaratamadı.

    12 Eylül öncesi dönemin öğretmenleri olarak çok acılı ve çalkantılı yıllar geçirdik. Saldırıya uğradık, linç edildik, hapislerde çürütüldük, ölümlerden döndük ve öldürüldük. Yine de geleceğe olan umudumuzu hiç yitirmedik. Bu umutla 1997 seçimlerinde TÖBDER'li öğretmenler olarak hem sandık başında hem meydanlarda hatta dağlara taşlara "Umudumuz Ecevit" sloganları yazdık. Bu sivil toplum desteğini arkasına alan CHP, iktidarı bıraktığı 1950'den bu yana en yüksek oy olan % 42'ye ulaştı. Seçim sonrası ne oldu peki?

    Başbakan adayı Bay Ecevit, verdiği bir demeçte "Benim TÖBDER'e ödenecek diyet borcum yok!" dedi. O haberi okuduğum gün, TÖBDER'li bir öğretmen olarak, Ecevit'i hayatımdan silip attım. Yüreğimde büyük bir kırılma yaşadım. O gün binlerce yurtsever öğretmenin de benimle benzer duyguları yaşadığını biliyorum.

    Yine o çalkantılı yıllarda, 1975'te, Muş'tan can korkusuyla kaçan 35 yurtsever solcu öğretmene Ankara'da ne CHP, ne kendi örgütümüz; şaşırtıcı gelecek ama ara rejimin Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Safa Reisoğlu sahip çıktı; atama yönetmeliğine "can güvenliği" gerekçesini ekleterek mesleği sürdürmemizi sağladı.

    O yıllarda toplumda oluşan genel bir algı şuydu; bir memur eğer MHP, AP veya MSP sempatizanı ise partileri onlara sonuna kadar sahip çıkar, ancak CHP aynı duyarlığı göstermez! Doğruyu söylemem gerekirse, başım sıkıştığında gittiğim yer doğal olarak AP'li yakınlarım oldu. Düşüncemin ne olduğunu bildikleri halde, dileğimi geri çevirmeyip, yardım etiler. Geç de olsa, onlara buradan bir teşekkür borçluyum.

    Ülkem çok garip, 12 Eylül Milli Eğitim yönetimi sorgusuz sualsiz Ödemiş Lisesi'nden 17 öğretmeni çil yavrusu gibi sürgüne yolladı. Aynı yönetim sürgüne yollanan beni asil okul müdürü olarak atadı.

    Ardından gelen ANAP dönemi, 1990'da, bu kez İlçe Milli Eğitim Müdürünün önermesiyle Ödemiş Öğretmenevi Müdürlüğü görevine getirildim. İnşaat bitip de hizmete açıldıktan kısa süre sonra yapılan seçimde DYP-SHP koalisyon hükümeti kuruldu. Bunu fırsat bilen birileri, beni görevden aldırıp yerine kendilerinin atanmasını SHP'den istedi. Ve yine ne gariptir ki, bana SHP yerine DYP sahip çıktı ve görevde kalmamı sağladılar.

    Yaşadığım onca olayda bana arka çıkan dostlar hiçbir zaman dünya görüşümle ilgili en ufak bir imada bulunmadı.

    Sonuç olarak diyeceğim şu ki, CHP evet, Türkiye Cumhuriyet'ini kuran aziz Atatürk'ün partisi; ancak 1946'dan bu yana üyelerine ve (memur olmaları nedeniyle partiye üye olamayan) sempatizanlarına sahip çıkma konusunda özürlüdür.

    Bu durumda CHP, değil % 42 oy, AKP gibi % 50 oy aldığını varsaysak bile hükümet olabilir belki ama iktidar olamaz. Çünkü bir partiyi iktidar yapan güç, ne aldığı oy ne mecliste bulundurduğu milletvekili sayısı; yalnızca partiye aidiyet duygusuyla bağlı insanlardır.

    Kılıçdaroğlu'nu başarısızlıkla suçlayanların, aynayı kendilerine tutup, CHP için bugün ne yaptım, diyerek yüzleşmesi gerekmez mi?

    Ömer Akşahan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    İlknur Odabaşı

     Kahveci : İlknur Odabaşı


      Canditan'ın Habana'sı

    Madrid A9 salonu 6625 nolu sefer için son duyurular yapılıyordu , uluslararası karnaval bu olsa gerek diye düşündü, her ülkeden yolcu vardı , sanki en yüksek sesle konuşma yarışmasında dereceye girmiş insanlar diye geçirdi içinden. Renk cümbüşü aklına kişisel gelişim eğitimlerinde sunucunun 300 çeşit fiziksel farklılık 300 bin değişik ruhsal özellik tesbit edilebildiğinden bahsetmesini hatırladı uçak 430 kişilik ama sunucun bahsettiği tüm karakterler burada mevcut olmalı diye gülümsedi .

    Uçaktan indiğinde turistik hizmete haiz tüm donanımların arasında kaldı bavulu taşıyacak biri ,otel broşürünü gösteren bir diğeri , temkinli olmak gerek diye geçirdi içinden .

    Birini seçti tek neden resmi kıyafet tarzında giyinmiş ve ingilizcesi anlaşılır olması . Yanılmamıştı şoför ilk konuşmasında mesleğinin mühendislik olduğunu ama bu ülkede onuruyla yapılan hiç bir işten gocunulmadığını , değişik insanlar tanımaya imkan sağladığı için işini de çok sevdiğini anlattı .

    Yol boyunca gördüğü mimariden çok etkilendi her biri saray katedral tarzı evler , fakat büyük bir kasırga sonrası terkedilip sonra geri dönülmüş harabe izlenimi veriyordu . Duvarlar açık sanat sergisi gibi hayranlık uyandıracak derecede güzel yağlıboya çizimlerle süslenmişti. Santha Clara City e uğrayacaksanız sizi götürebilirim dedi fakat yorgunluk ve Havana ya dört saat uzakta olması nedeniyle daha sonra diye cevapladı. Che nin manevi huzuruna gitmeden olmaz diye düşündü.

    Ertesi gün rehberi hazırdı ,resepsiyonda Agusto Samuel '' bien viedo '' diyerek karşıladı , çok içtendi doğrusu.
    Pınar del Rio sonrasında şirin çiftlik evleri , yol boyunca şekerkamışı tarlaları palmiyeler ve muz, okalüptus ağaçları vardı.
    Tur arabasında Kolombiyalı çift sürekli şarkılar söylüyordu alkış aldıkça daha da coşup samimi bir ortam yaratıyor eğleniyorlardı.
    Merakla beklenilen yere gelinmişti , puro fabrikası ömründe ilk kez insanları insan gibi değilde robot gibi algıladı benzer ve kesik hareketlerle hiç şaşmadan aynı hareketleri tekrarlayan genç kızlar ve birkaç genç , okul sırası gibi düzeneği olan bir yerdi burası .
    İlginç olan en önde yaşlıca oldukça şatafatlı, saçının önünde bir adet bigudi sarılı ve ağzında pipo tüttüren bir kadının oturması idi ilginç olan şu ki herkese yasak olan fabrika da puro içmek ona ayrıcalıklıydı çünkü fabrikanın emektarı olan kadınlara fabrika kraliçesi şeklinde hitap edilerek müsade ediliyordu .

    Fabrikadaki ucuz hayat şartları , puroların satıldığı satış mağazasında alımlı pahalı kutulara dönüşüp zenginlerin evlerine konuk olmak üzere yola çıkıyordu , ne çelişki diye düşündü.

    Yapay film platolarına benzeyen bir vadi den sonra tek katlı son derece geniş ve güzel balkonlu evlerin önünden geçerek şehre döndüler. Cadde ve sokaklar da en çok göze çarpan Che nin çok sıklıkla resmedilmesi ayrıca hediyelik eşyalarda tişortlerde pek çok yerde Che günlük hayatın her alanına girmiş gibiydi bu çok güzeldi özgürlük mücadelesi vermiş bir kahramanı hatırlamak çok onurlu diye geçirdi içinden .

    Otele dönüp lobiye indiğinde çok güzel bir müzik vardı piyano çalan zenci kadın bir müddet sonra sakince kalkıp çantasından bir şeyler çıkarıp gülümseyerek masaları dolaşmaya başladı , o sırada rüküş abartılı makyajlı kadınların sayısının arttığını farketti öylesine dalmıştı ki , yan masadan bir yabancı işte hayatını arayan kadınlar dedi .
    Devlet yasaklamış ama başedemiyorlar .

    Zenci piyanistin kasetini sattığını anlayınca kesin almalıyım şahane çalıyor ve söylüyor bu fırsat kaçmaz diye düşündü . İyi akşamlar ben Candidat Juban beğendiniz mi ? şarkılarımı diyordu şarkıcı yaklaştığında asil ve hüzünlü duruşunu farketmişti.

    Sesiniz de piyano çalmanızda mükemmel , evet öyledir annem opera sanatçısıdır şimdi havaalanında tuvalet temizliyor dönerken uğrayın size güzel şarkılar söyleyecektir dedi fısıldayarak , El mahito da çok güzel dedi bardağı göstererek o içkiyi ülkenize döndüğünüzde de hazırlayabilirsiniz işte tarifi çok kolay en az 3 yıl bekletilmiş rom olmalı sadece , bir çay kaşığı şeker , bir duble Havana Club Rom, bir miktar tuz , göz kararı maden suyu ,limon ve taze nane yaprakları hepsi bu afiyet olsun diye seslendi uzaklaşırken .

    Gün boyu satıcılarla herkesle bir şeyler konuşup paylaştı tıp eğitimi tüm dünyaca kabul görüyormuş , ancak yine de doktor lar şeker kamışı ya da fabrika işçilerinden 3 kat fazla maaş alabiliyormuş bunun yanında ilginç olan meclis başkanın maaşı doktorların maaşından çok daha aşağılardaymış. Her ne kadar sokak ressamlarının eserleri bedava denilecek kadar ucuzken , havaalanına yazar şair Jose Marti nin adı verilerek maneviyata ne kadar önem verdikleri anlaşılıyor.
    Sokaklarda çok rastlanan bisikletler devlet tarafından dağıtılıyormuş çünkü petrol sıkıntısı oldukça büyük sorun , ayrıca '' Camel bus '' deve hörgücü gibi iki ayrı bölümle ayrılmış devasa otobüsler çok değişik bir görüntü oluşturuyor .

    En romantik alımlı adeta casablanka filmini hatırlatırcasına eski model arabalara her yerde raslamak mümkün . 1959 ylından beri hizmet veren La maison , tropicana gibi gece klupleri ve caz ilginç kılıyor bu ülkeyi , gitmeden olmaz dedi cafe lerin önünde matador tarzı giyimli latin müzik grupları şahane şarkılar çalıyordu .

    Ernest Hemingway Küba'da uzun süre yaşamış, el bodegito del medio ve la floridita adli iki barı mesken edinmiş. Ailesinin genetik intihar eğiliminden kendisine de pay düşmüş ve intihar etmiştir.

    Fidel Castro , Che Guevera şarkılara konu olmuş cadillac lar ça ça rumba ey özgürlük güzel Küba Havana . 100 yıl uyumuş uyanmış masal ülkesi.

    İlknur Odabaşı


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      VERESİYEYİ KESTİK

    - Sen kan kuyususun, sopalıksın!
    - Ne bileyim. Akıl edemedim. Düşünemedim.
    - Yahu on beş gün önce niye gelmiyorsun? İşin gücün ihmalcilik. Hiç bir işi zamanında yapmaz mısın sen?
    - Abi, bir kenara sıkıştırıverseydin. Öteki okul çok uzak da.
    - Bak bak bak; şimdi benim yeğenim sıkış tepiş bir sınıfta mı okusun? Sende hiç vicdan yok mu? Babalık denen şey bu mu?
    - Bilmem?
    Anlattığına göre adam haklı. Okul yeni açılmış. Müdür uzun süre öğrenci aramış sınıfı tamamlamak için; başka mahallelerden bile öğrenci almışlar. Şimdi de sınıflar dolmuş, akrabam diye benim için eğitim düzenini altüst edecek değil ya. Müdür yardımcısı da olsa bu doğru değil. Hem yirmi beş kişilik sınıfa yirmi altıncı öğrenciyi tıkıştırmak kimin vicdanını sızlatmaz?



    Ben, eşimden dostumdan, akrabamdan hep memnun olmuşumdur. Onlar bana hiç bir zaman olumsuz yanıt vermemişlerdir. Zamanında ve haklı olan, hiç bir isteğimi reddetmemişlerdir.

    Hataları hep ben yapmışımdır. Hiç bir şeye zamanında yetişememişimdir; bulunmam gereken yerlerde hazır olamamışımdır. Kabahatler hep bendedir, kabul ediyorum.

    Öyle ya, treni kaçıran adam için istasyon şefi ne yapabilir?



    Dedim ya, beni hep hoşnut etmişlerdir. Örneğin, para sıkıntım olduğunda, hiç kuşkum yok, derdime ortak olurlardı. Ama ben? O ben var ya o ben. Şanssızlık mı desem, beceriksizlik mi desem, hep onlar paralarının son kuruşunu harcadıktan sonra yardıma gereksinim duymuşumdur.

    Kemal örneğin; yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Bende para olunca, sormaya bile gerek duymadan, çeker cüzdanı, gerektiği kadar alırdı. Bir gün paraya çok sıkışığım, dükkânına gittim; cüzdanını çıkardı bomboştu. Kasayı açtı, in cin top oynuyor. Sitem etti tabii:

    - Ah be kardeşim, insan yarım saat önce gelmez mi? Madem açığın var, akşamdan bir çıtlatılmaz mı? Yarım saat önce günü gelmemiş faturaları bile ödedim. Yani sen de Mehmet!
    - Sağol kardeşim. Bilemedim, düşünemedim.



    Bir ara işsiz kalınca da yaşadım bunu. Bu kez Seyfi'nin yanına gittim:
    - Kardeşim, dedim, bana yanında bir iş ver. Geçici de olsa olur. Çok zor durumdayım.
    Bu konuda o da dertliymiş. Üç ay işçi aramış, ne eş dost kalmış ne işçi bulma kurumu. Çalmadık kapı bırakmamış. Bilseymiş benim işe ihtiyacım olduğunu, hiç arardurur muymuş?

    - İşte, dedi, işçi bulmanın zorluğunu bildiğimden, iki tane birden aldım. Varsın çift aylık ödeyeyim. İşim görülsün.
    Bu arada haklı olarak bana da kızdı:

    - İlahi kardeşim, sen de sopalıksın yani. İnsan işsiz güçsüz dolaşır da bir uğramaz mı? Biz yabancı mıyız?
    Bir dostun varlığını düşünemeyen, vefasız bir arkadaş olarak nasıl mahçup olduğumu anlatamam. Boynumu büktüm:
    - Akıl edemedim, bilemedim. Bağışla.



    Ev sahibi, "Tadilat yaptıracağım evi boşalt" deyince, şanssızlık yine peşimi bırakmadı.
    Okul arkadaşım İsmail'in en az on oniki kiralık dairesi olduğunu biliyordum, yanına gittim. Onca yıllık canciğer arkadaşım, beni sokakta bırakacak değildi ya.
    Evine vardığımda konuklarını uğurluyordu. Buyur etti. Hoş beş derken konuyu açtım. O daha çok sinirlendi:
    - Pes artık, sen gerçekten sopalıksın. Oğlum, insan on dakika önce gelmez mi? Aylardır bir sürü daire boş duruyordu. Kiracı diye çıldırıyordum. Hatta boş kalmasınlar diye ikisini öldüm pahasına verdim. İnanmayacaksın, dördünü bu hafta verdim. Az önce gidenlerinki sonuncu daireydi.
    Hiç bir şeye zamanında ulaşamıyorum. Cepte de kuruş yok. "Bari gidip babamdan borç isteyeyim" dedim… Sabah abim gelmiş, sıkıntıdaymış; son kuruşuna kadar ona vermiş. Ben de ne sopalık evlatmışım. Madem sıkıntım varmış da niye erkenden gelmemişim. Ağabeyime kırk kez "metelik yok" dediği halde, allem kalem son kuruşuna kadar söğüşlemiş. Ben o insanın kardeşi değil miymişim? Niye böyle beceriksiz çıkmışım?



    Şanssızlıktan çok beceriksizlikten olsa gerek hiç bir işim bitmiyor. Bütün yollar kapalı. Hepsine gecikmişim. Ayak ayak mahalleye vardım. Yedi yıl önce sigarayı bırakmıştım; üstelik para da yok, artık veresiye alırım. Bir sigara yakayım içimin sıkıntısını bari dağıtayım. Büfeye daldım:
    - Ali, bir sigara ver.
    Sigarayı bıraktığımı biliyor ya, şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Bir yandan da rafa uzanıp bir paket uzun samsun aldı, tezgâhın üstüne fırlattı. Unutmamış tabi, bir zamanlar günde üç paket sattığı sigarayı. Bir gün dertlenip yeniden içeceğimi düşünmemiştir.
    Ama Ali de dertliymiş, hatta dokunsan ağlayacak:
    - Mehmet abi, dedi, biliyor musun benim başıma geleni?
    - Hayrola…
    - Ben batıyordum yahu. Veresiye defterleri oldu aha bu kadar. Bir kuruş ödeme yok. Mal bitti yerine koyamıyorum.
    - Geçmiş olsun. Çok üzüldüm.
    - Sağol abi, geçen hafta veresiyeyi kestim de elim para gördü. Batmaktan kurtuldum.
    Geçen hafta veresiyeyi kaldırıp, batmaktan kurtulmuş adama "Şunu yazıver" tümcesi nasıl bir yanıt alırdı, bilemiyorum.
    Paketin üstündeki "Sigara öldürür!" yazısı şirinlikler yapa yapa gözümün içine bakıyor; ama olmaz… Tam kapıdan çıkacağım, Ali arkadan seslendi:
    - Sigaran kaldı Mehmet abi.
    Ardıma bile bakmadım:
    - Vazgeçtim, sağlığa zararlı.

    Mehmet Önder
    av.mehmetonder@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Buket Çetin

     Kahveci : Buket Çetin


      Hypnos, Morpheus ve Ay Dede

    Koşarak çıktı balkon demirlerinin önündeki sandalyenin üstüne. Her çıkışında annesinin içi ürperirdi, "bak görüyor musun yine çıktı o sandalyenin üzerine, aşağı düşecek şimdi" diye telaşla oturduğu yerden kalkar, küçük kızının yanına koşardı. Küçük kızınsa boyu kısaydı. Balkon demirlerine ayaklarının ucunda, elleriyle uzanmasına rağmen yine de başına bir iş gelebilecek kadar boyu yetişmiyordu. Şu an ise zaten annesi içeride mutfakta onu göremeyecek kadar uzaktaydı. Her akşam üzeri ya da evde canının çok sıkıldığı zamanlardaki gibi koşup gelmişti yine balkon demirlerine. Böyle, sandalyenin üzerinde balkon demirlerine uzandığı zamanlarda bulutlarla, yıldızlarla ama en çok da ay dedesiyle konuşurdu. Koşarak balkona geldiğinde kenarda duran sandalyeyi balkon demirlerinin önüne çeker ve bas bas bağırırdı "ay dedeeee, ay dedeeee" diye. Çoğu zaman apartmandakiler bu bağıran çocuğun sesini duyduklarında şöyle bir balkona başlarını çevirirler ve sonra da yarım bıraktıkları işlerine, düşüncelerine devam ederlerdi. Onların şöyle bir dönüp bakan bakışlarını bile fark etmezdi çocuk, sandalyesinin üzerinden ay dedesine seslenirken. Küçük parmaklarındaki ojelerini gösterirdi bazen: "baaak annem sürdü" derdi Bazen de gizlice annesinin makyaj masasındaki renkli renkli rujları, kalemleri ile oynar, sonra yine balkona koşar ve ağzında çiğnediği küçük sakızıyla ay dedesine seslenirdi. "Annemin rujunu, kalemini, farını…" diye başlar bir sürü makyaj malzemesini sıralar, arkasından da "sürdüüüm" derdi. Daha sayı saymayı bilmiyordu ama annesinin makyaj masasındaki bir dolu tuhaf isimli makyaj malzemelerinin isimlerini saymayı biliyordu. "Bu hangi renk?" diye soranlara gördüğü rengin tüm tonlarını sayar ama sayılarını sorduklarında ise ağlamaklı bir sesle bulunduğu yerden hızla balkona kaçardı.

    Bazı zamanlarda balkon demirlerine çıktığında babalarıyla birlikte okuldan dönen ve apartmana giren çocukları görürdü, ay dedesiyle söyleştiği akşam üzerlerinde… Yüzünde rengarenk makyaj tonları, ağzında annesinin onu oyalamak için verdiği küçük sakızıyla, yeni doğmakta olan ay dedesiyle konuşmasını anında böler ve onları dinlerdi. Okuldaki günlerini anlatırdı çocuklar babalarına ve sonra küçük kız, kendisini düşünürdü, kendisini, babasını ve elele tutuşmuş okuldan eve dönüş dakikalarını… Kendi babasını çok az hatırlıyordu ve daha çok rüyalarında görüyordu onu, ama yine de okula başladığı zaman babasıyla birlikte olacağından adı gibi emindi. Annesine de sormuştu bir kere, "anne, ben okula başlayınca babamla birlikte geliriz biz de değil mi" demişti. Sonra annesinin gözlerinden tıpkı ay dede gökyüzüne ilk çıktığı zamanlarda etrafta dolaşan karanlık bulutlar gibi bir rengin uçuştuğunu gördü. Annesi üstünü giydiriyordu tam o sırada. Küçük kızın sorusuyla bir an gözlerinden karanlık bulutlar geçse de hemen toparlayıverdi kendini. Üzerini giydirmişti artık zaten, konuyu değiştirmek için "bak sana ne getirdim?" dedi. Küçük kızın çok sevdiği sakızlardan vardı elinde bir tane. Küçük kız gördüğü sakızla sorduğu soruyu bir an için unutuvermişti. Babasıyla ilgili bildiği tek şey ise uzaklarda bir yerde çalıştığı ile ilgiliydi. Öyle demişti bir keresinde annesi, "baban uzakta çalışıyor!" Renkli kağıtlarını keyifle açarak ağzına bir atışta alıverdiği sakızlar ise babasını ve çok sonraları da özlediklerini, acıyla andığı zamanlar olacaktı. Ağzına attığı her bir küçük sakız bir özlem, bir avuntu zamanıydı. Sakıza batırdığı her bir diş hamlesi, gözlerinden süzülmesin diye yuttuğu gözyaşları olacaktı.

    Apartmandan babasıyla içeri giren çocukları izledikten sonra ağzındaki sakızı keyifle çiğnemeye devam ederek ay dedesine anlatmaya devam ederdi, "baaak sakızımı babam aldı ay dede" diye seslenirdi ay dedesine. Sonra okula başlayınca babasıyla birlikte okuldan döneceği günleri anlatırdı ona. "Babamın sırtında bir çantası var ay dede, ben okuldan dönerken çantasından çıkardığı çikolatalı keki verecek bana" diye anlatırdı. Babasına ilişkin hatırladığı tek tük anılardan biriydi bu. Tıpkı okul çocukları gibi sırtına atarak kullandığı bir çantası vardı babasının. Evde misafirlerin olduğu bir gün onlara tekerleme söylemişti ve babası da "aferin" diyerek çantasından çıkardığı çikolatalı keki kendisine uzatmıştı. Büyük bir ihtimalle her okul dönüşü diğer çocuklara babalarının "aferin" dediği gibi apartmana girerken de böyle yapacaktı babası. Küçük kızı okulda yaşadıklarını anlattıktan sonra babası ona "aferin" deyip çantasından çikolatalı kek çıkarıp ona verecekti. "Biliyor musun ay dede" dedi küçük kız, "ben onu çok özlüyorum" Sonra yine ağzındaki sakızı çiğnemeye başladı hızlı hızlı ve bir şarkı uydurdu, "ben okuldan geldiiim, babam eve geldiii, ben okuldan geldiiiim, babam eve geldiiiii..." Şarkıyı söylerken hem daha çok bağırmaya, hem sakızı daha hızlı çiğnemeye başladı ve durduğu yerde duramıyordu sanki, sandalyenin üstünde hızlı hızlı zıplamaya başladı şarkıyı söylerken. Sonra birden sandalye kayıverdi ayaklarının altından. Sandalyenin kaymasıyla kendini yerde bulması bir oldu. Üstelik düşerken balkon demirlerine tutunmaya çalışmış ama başaramamış ve çenesini balkon demirlerine çarpmıştı. Şimdi canı iki kat daha fazla acıyordu. Hem babasını özlüyor, hem de çenesi çok acıyordu. Ay dedeye bakarak canının acısıyla ağlamaya başladı. İçeriden küçük kızın ağladığını duyan annesi koşarak balkona geldi ve ağlayan küçük kıza içi parçalanarak sarılıverdi. Kenarda devrilmiş sandalyeden yere düştüğünü anlamıştı. Küçük kız çığlıklar atarken başını iyice bastırdı göğsüne. Küçük kız ise ağlarken "ben babamı özledim" diyordu. Kızını sakinleştiremeyeceğini anlayan anne ise saatin de geç olduğunu düşünerek onu odasına götürdü. Yatağın üstüne onu oturttuğunda ise hala ağlıyordu. "Ben onu çok özledim" diyordu küçük kız. Annenin gözlerinden bir kez daha aynı kara bulutlar geçti. Küçük kızın gözyaşlarını sildi ve "eğer ağlamazsan ay dede sana bir masal anlatmamı istedi" dedi. Küçük kız, "ay dede mi söyledi?" diye sordu. Annesi başını salladı ve "ağlamaman şartıyla" dedi. Küçük parmakları gözlerinin etrafındaki yaşların üzerinde dolaştı küçük kızın. Annesi anlatmaya başladı:

    "Çok eski zamanlarda adı Selene olan bir ay çocuk varmış. Bu ay çocuğun babasının adı Endymion'muş. Selene bir gün artık babasının gökyüzünde olamayacağını ve çalışmak için yeryüzüne çobanlık yapmaya ineceğini öğrenmiş. Başlarda bunun nasıl bir şey olduğunu anlayamamış ama zaman ilerledikçe Selene'nin canı çok yanmaya başlamış. Çünkü Endymion'u sadece gecenin yavaş yavaş inmeye başladığı kısa saatlerde görebiliyormuş, bu saatler o kadar kısaymış ve Endymion o kadar uzaktaymış ki Selene ona dokunmak için ellerini uzatıyor ama bir türlü dokunamıyormuş, Endymion'un Selene'nin yüzüne bakıp masallar anlattığı saatleri ve o saatlerde izlediği gözlerini düşünüyormuş Endymion'un. Onu görmeye çalıştığı kısacık akşam saatlerinde ise sadece uzaktan sırtını dönmüş giderken görüyormuş, saçlarını okşadığında içine çektiği kokusunu bile çok özlüyormuş. O artık yeryüzüne inip çoban olduğu günden beri ise, Selene gökyüzünde belirmeye başladığında, Endymion uzaklara doğru, yok olup, gidiyormuş. O giderken arkasından çığlıklar atıyormuş Selene, seni çok özlüyorum, gitme, diyormuş. Ama Endymion onu duymuyormuş bile, öylece, arkasını dönüp uzaklarda kayboluyormuş. Selene günden güne daha çok üzülmeye başlamış. Öyleki artık geceleri bile uyuyamıyormuş ve Endymion'nu düşünüyormuş. Bunu gören uyku tanrısı Hypnos Selene'ye çok üzülmüş ve arkadaşı Morpheus'la birlikte onlar için bir plan kurmuş. Selene'nin Endymion'a ulaşmaya çalıştığı ve Endymion'un sürülerini toplayıp evinin yolunu tuttuğu o alacakaranlık saatlerinde Hypnos bir büyü yapıp ikisine birden deriiin bir uyku vermiş. Morpheus ise Selene ve Endymion'un tüm düşlerini gerçek yapmış. Hypnos onları sonsuza dek uyuturken Morpheus onların sonsuza kadar birlikte olmalarını sağlayan düşler vermiş. Böylece Selene ve Endymion sonsuza dek birlikte olmuşlar. O günden beri birbirlerinden ayrı kalıp birbirlerini özleyenler için Hypnos ve Morpheus birlikte dolaşmaya başlamışlar, her gece yıldızlara, ya da ay dedeye bakıp özlemlerini anlatanlar için birleşsinler diye büyüler yapıp onları uyutup düşlerde birleştirmişler . "

    O gece ve sonraki gecelerde küçük kız yatmadan önce hep balkona çıktı ve ay dedesine "onu çok özledim ay dede" dedi, "onu çok özledim!".

    Buket Çetin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hilal Bayram


    O ANIN SURETİ

    Her gece gibi bir gece… Tam bir saattir elinde kalem, kâğıda bakıyor, bomboş kâğıdın her bir noktasını ezberlemek istercesine, içinde yazan gizli yazıları ortaya çıkarmaya çalışırcasına, boş, beyaz kâğıttan medet umarcasına. Aslında kâğıdın bir köşesine çizdiği minik yüzü saymazsak bomboş… Çizdiği minik yüz bakıyor kâğıdın bir köşesinden "Ne bekliyorsun?" dercesine. Düşünceler kemiriyor her bir yanını: "Hayat akıp gidiyor, ucundan, kıyısından, ortasından, hiçbir yerinden yakalayamıyorum. Seyrediyorum ben. Dondurmuşum sanki. Benim zamanım durmuş kendime yıllardır."

    - Hah, bir bu eksikti! Kendi çizdiğim yüzle konuşmadığım kalmıştı, o da oldu, tam oldu!

    Bir tebessüm yerleşti dudaklarına. O, geldi aklına. Burada olsaydı şimdi çok eğlenirdi bu haliyle. "Yazmak zorunda olduğunu düşündükçe yazamıyorsun. Rahat ol biraz, akışına bırak." derdi.

    Akışına bıraktı, aktı gitti avuçlarından.

    Yüz dil çıkarıyor kâğıttan. Başını iki yana sallayarak gülümsedi ve şizofrenik ruh haliyle gözlerini tavana dikti. Düşünceler hala bedeninde dolaşıyor: Benim zamanım durmuş kendime yıllardır. Şu anda dakikalar normalin iki katı hızla akarken ben kendi oluşturduğum bir yüzün eşliğinde tavana sabitlenmiş zamanı durduruyorum.

    "Neredesin?" diye fısıldıyor karanlığa. Kâğıtta bir hareket fark ediyor birden. Yüz kaşlarını çatmış, sitem dolu gözlerle bakıyor, sence dercesine. Bir an hırsla silmek istiyor, kâğıdı yırtarcasına hırpalamak. Sonra derin bir nefes alıp "Allah'ım, daha neler!" diyor. Yüze bir bakış atıyor hızlıca hareket yok. Gözleri yine tavanda "O, olsaydı…" diyor "O, olsaydı…"

    Ne demişti O'na: "İtme beni umursamazlık çukuruna, benden önce sen kaybolursun orada!"

    O, ise gülüp geçmişti. Bütün boş vermişliğiyle "Yaz bunu." demişti. Farklıydılar ne de olsa. Kadın ne kadar gergin, o, o kadar sakin… Kadın ne kadar tez, o, o kadar ağır… Kadın ne kadar endişeli, o, o kadar rahat… Zıt kutuplar birbirini çeker! Evet, çeker ama çektikten sonrasını kimse niye anlatmamış bugüne kadar. Öyle bir çeker ki, ne kopabilirsin ne o zıtlıkla yaşayabilirsin. Araf'ta kalmış gibi, iki arada, ne yapacağını bilemez bir halde, içinde büyük bir boşluk, öyle delice sevmenin bile çare olamadığı bir boşluk…

    Yüze bir bakış daha atıyor. İfadesi değişmiş, düşüncelerini okumuşçasına yumuşamış, gözlerinde anlayış… Biliyor musun, diyor, silmeyeceğim seni buradan. Bir sevinç dalgası geçiyor yüzden sanki. Fakat kâğıt hala boş. Düşüncelerini uzaklaştıramıyor ki O'ndan! Bir toparlanabilse…

    "Yüz"ün ifadesi değiştikçe değişiyor. Daha mı hızlı akıyor ifadeler? Bu sefer de yüzdeki ifadelere yetişemiyor. Yine dondurdu zamanını. Yüz gülüyor, ağlıyor, kızıyor, dil çıkarıyor, gözlerini deviriyor, başını eğiyor, başını kaldırıyor, sitem ediyor, çığlık atıyor… O ise elinde kalemi, tavanda gözleri, sessizliğinde nefes alış verişleri, zamanını bir kez daha durdurmanın, hayallerini O'na adamanın ilk kez mutluluğunda hafifçe elini oynatıyor. Kâğıdı okşarcasına… Yüz dondu bu sefer!

    Başını eğince kâğıda gözleri hayretle açılıyor. O'na söylediği son sözler: "Geç kalmış bir aşk bizimkisi! Yorgun, adım atamayacak kadar ürkek ve inadına zayıf… Kurtarılamayan, can çekişen... Masal aşk yok, unuttun mu? Masal ve aşk var! Anka kuşu sandığın aşkımız gerçek, küllerinden doğamayacak kadar gerçek! Sadece veda et sevgilim, zorlama. Geç kalmış bir aşk bizimkisi! Zıt kutupların devamı, devamı yarınların yaşananı… Sadece veda et sevgilim, zorlama!"

    Yüz çizdiği gibi, kıpırdamadan, ifadesiz…

    Hilal Bayram


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Oruç Baba'dan Aforizmalar-19

    *- Daha sonra yaparım, nasıl olsa önümde daha uzun yıllar var, diye düşünme. Çünkü zamanın cömertliği sadece kendinedir.
    *- Biz gelecekte ölmeyeceğiz, çünkü öldüğümüzde de şimdi olacak.
    *- Ölümden kaçırabileceğimiz bir şeyler olmalı.
    *- Mezarlıklar hayal gücüne pranga vurduklarını sananlarla doludur.
    *- Düşüncemizde öldürdüklerimizi gerçekte öldürmesek de olur.
    *- Bir ülkenin ölü kahramanlarını öldürme cesaretini, en korkaklar bile kendilerinde bulabilirler.
    *- Bu dünyadaki hiçbir şey sizin değildir. Çünkü kaybetmekten korkup da kaybetmeyeceğiniz hiçbir şey yoktur.
    *- Doğaya uygun yaşayıp da mutlu olmayan yoktur; mutsuzlara bir bak bakalım hangi doğa kuralına karşı çıkmışlar!
    *- Yaşamımızı şekillendiren rastlantılar mıdır? Oysa biz bunu irade ve bilgimizle becerdik sanıyorduk!
    *- Başkalarının günahları, neden bizim sevaplarımız olsun ki!
    *- İhtiyaçlarını azaltırsan, esaretine de son vermiş olursun.
    *- Yer yüzünde hiç ahmak olmasaydı, bir tane bile düzenbaza rastlanmazdı.
    *- Bazı konularda zamana fazla bel bağlama; çünkü o zaman aralığına ulaşman konusunda bir garantin yok.
    *- Tesadüflerin varlığını ve önemini kabul edersek, onları yönetme imkanına da sahip olabilir miyiz?
    *- Evren; benim gördüğüm, işittiğim, tattığım, kokladığım, dokunduğum yani algıladığım ya da yaşadığım kadardır; ne az ne de fazla...
    *- Evrendeki her şeyde bir sır saklıdır; tabii görmesini bilene...
    *- Evrende yasalar hakimdir, tesadüflerin ortaya çıkmasını sağlayan da bizim şu anda açıklayamadığımız bir evrensel yasadır.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    VİRGİNİA WOOLF

    "şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki"


    "Kendine ait bir oda" kadın harekâtının, elden düşürmediği kitaplarından biri. 1929 tarihli kitap şu an elimde. Konusu; "Kadın ve Edebiyat." Bu kitap da, kadın hakları, sınıf farklılıkları, aşk, evlilik, özgürlük, mücadele ve umutlar, anlatılıyor.

    Kendimden bir şeyler bularak okuduğum kitap da, hiç şüphe götürmeyen, katıksız bir samimiyet buldum. Neler yapmam gerektiğini, hatalarımı, zamanımı nasıl kullanmam gerektiği, anladım.

    Hızlı hızlı, bir solukta bitirdiğim kitabın bir bölümünde, Virginia Woolf şöyle diyordu;

    "Para kazanın, kendinizi ait, ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın."

    Daha önce, uzun bir sürede bitirdiğim "Dalgalar" kitabından sonra "Kendine ait bir oda" bana biraz daha okuması kolay ve anlaşılır geldi.

    Dalgalar, kişilerin, iç dünyasını yansıtan, şiirsel, tiyatrolu, öznel bir romandı. Bu üç özelliği barındırmasın dolayı da, diğer romanlardan farklı olarak, gerçekçi romandan uzaklaşmış, bilinçsel romanın en önemlisi olmuştu.

    Mrs. Dalloway' se de bilinç akışıyla yazdığı, başarılı kitaplarından diğeridir.

    Yeni bir roman, türünün gelişmesini sağlayan, modernist hareketin, en önemli kişilerinden biri olan Virginia Woolf'un kitaplarının, hayatınıza güzellikler katacağına eminim...

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    YÜZDE ELLİNİN KODLARI

    Ak partinin, 12 Haziran seçimlerinde yüzde elli oy alarak iktidarını koruması beklenen bir durum olmakla birlikte aslında aydın kesimimiz açısından iktidarın yıpratıcı özelliği dikkate alındığında artırarak yüzde elli oy alması sürpriz oldu. Alttan alta ciddi eleştirilere bakarak Ak partinin bu seçimlerde yüzde kırk beşin üzerine çıkamayacağı kanaatindeydim. 2007 seçimlerinde yüzde elli beklentisindeyken 2011 seçimlerinde bu sonuca ulaşması benim açımdan da sürpriz oldu.

    Peş peşe devam eden iktidarlarda gözlenmiş bir kural olarak Ak partinin oy kaybına uğramayıp tam aksine başarı grafiğini sürekli yükseltmesinde elbet bir çok sebep vardır:

    1. Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın ekstra katkısı: Doğru gördüğünü ve bildiğini yapma ve yaptırmadaki kararlılığı Erdoğan'ı diğer liderlerden ayıran ve ekstra üstünlük sağlayan en önemli özelliğidir.

    2. Halkın genel çoğunluğunun en büyük sorunu olan maddi imkansızlık ve sağlık konusunda Ak partinin yaptığı çalışmalar toplum tabanında büyük beğeni bulmuştur. Rahmetli Özal'ın canlandırmaya başladığı sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfı yoluyla yoksul halka devlet el uzatmış, onun zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Bunda artırarak sürekliliği devam ettirmiştir.

    Sağlıkta yapılan iyileşmeler ve değişiklikler halkın hastanelerdeki sıkıntılarını azaltmış ve doğal olarak bir rahatlama getirmiştir.

    3. "Duyduğuma değil, gördüğüme inanırım" anlayışındaki halk, daha kapsamlıda olsa muhalefetin yoksulluk vaad ve projelerine ikna olmamıştır.

    4. Ecevit hükümeti döneminde uygulamaya konulan ekonomik programın başarıyla uygulanması sonucu durdurulan enflasyon canavarı karşısında memur kesimin maaşı erimeyip Türk parasının değerlenmesiyle kazancı korunmuştur. Unutmayın halkı geçmiş ve gelecekten çok yaşadığı an ilgilendirir. Bunun için halk nazarında her zaman son durum geçerlidir.

    5. Yüksek enflasyonlu dönemde stok ve yüksek kar marjıyla kısa sürede çok kazanç sağlayan eski esnaf, başlangıçta feryat etmekle birlikte yeni sisteme uymayı sağladıktan sonra mevcut ekonomik sistemin zannettiği kadar kötü olmadığını anlamıştır. Değerli para sisteminde kar her zamankinden daha caziptir.

    6. Tarım ve hayvancılıktaki sıkıntılara rağmen hükümetin değişik konularda uygulamaya koyduğu desteklerle tarım ve hayvan üreticilerinin sıkıntıları giderilmeye çalışılmıştır. Tohum ve gübrede dışa bağımlılık devam ettiği sürece bu sektörlerdeki sorunlar her zaman devam edecektir.

    7. Kobi'lere verilen eğitim ve maddi desteklerle imalatçı ve sanayicilerin sıkıntıları çözülmeye çalışılmıştır. Bir çok bölgeye sanayi teşvikleri verilmiştir. Zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması sonrası bu sektörde istihdam edilecek kalifiye eleman sorunu daha da çoğalmıştır. Devlet bu soruna kalıcı bir çözüm getirmelidir. Aksi durumda imalat ve sanayide kalifiye eleman her zaman sorunumuz olacaktır.

    8. 28 Şubat sürecinde zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılması ve mevcut batı eğitim sisteminin uygulanması başarıyla devam ettirilmiştir. Üniversiteyi kazandırmada halkın memnun kaldığı eğitim sisteminin hükümetin uygulamasına güven ve itimat şifre iddialarına rağmen sarsılamamıştır.

    9. Başbakan Erdoğan, İstanbul belediye başkanlığı döneminde yaşam tarzına müdahale konusunda güven vermiş; iki dönemlik iktidarında da bunu pekiştirmiştir. Böylece halk Erbakan'ın dini tabanlı partisinden bu yana 'şeriat gelecek' korkutmacasından emin olmuştur. Ekonomideki nispi iyileşme ve yaşam tarzında görülen rahatlık dünya hayatı öncelikli geniş halk kitlelerini memnun etmiştir.

    10. Laik devlet sisteminin en güzel şekilde uygulanmasıyla laik kesimin Ak parti hükümetinin laikliğinden herhangi bir endişeleri kalmamıştır.

    11. Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin eserlerinde ifa ettiği üzere Türk halkı çok dindar olmasa, ibadetlerini düzenli yerine getirmese de başındaki yöneticinin dindar olmasını ve ibadetlerini yerine getirmesini bekler. Namaz kılan bir başbakan dindar ve dindar olmayan Türk halkı tarafından büyük beğeni kazanmıştır.

    12. Başbakan Erdoğan, milliyetçilik duygularını öne çıkararak ve Davos ile Obama görüşmeleri benzeri uygulamalarıyla dünya konvansiyonelinde güçlü bir Türkiye ümid ve beklentisi vermesi Türk halkını heyecanlandırıp ümitlendirmiştir. Bu ümitle Türk halkı büyük bir beklenti içindedir.

    13. Başbakan Erdoğan, Kuran kursu ve İmam-hatip okullarıyla sembolleşen din eğitimi ile başörtüsü sorununu bir süreç içerisinde çözeceği beklentisi yaratmıştır. Cemaatler destek takviye ve sakinleştirmesiyle şimdilik bu büyük bir sorun olarak beklemektedir.

    Ak partinin seçim başarısını bir çok ayrıntıya girmeden bu şekilde özetlemek mümkün. Vurgu yaptığımız üzere geniş halk kitlelerinin ciddi ve büyük beklentileri vardır.

    Şayet Ak parti bu üçüncü iktidarı döneminde halkın öncelikli beklentilerine kalıcı bir çözüm getiremez yada bunun çözümü için henüz süreç gerekli önceki teziyle halkı ikna edemez ise elbette ki Anavatan partisi gibi misyonunu bitirip ortadan çekilecektir.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    9 Haziran

    Daha az önce öldüm şu köşede
    Hani var ya..
    Dönen Topağacı'na ince zarif bir kıvrımla
    Az önce, çok değil..
    Atarken kalbim, birden bire vazgeçti hayatı pompalamayı damarlarıma
    Topağacı'nda kaldı yaşanmış dolu
    Bir ömür
    Ayak izleriyle ve sesleriyle serseri çığlıkların.
    İsmimdeki aylak Z dolaşmaktan vazgeçti alfabenin içinde
    Kıvrıldı asırlık çitlembik ağacının altına
    İnanamadım
    Silinirken hayat gözlerimin önünden
    İnce bir esintiye dönüşürken tenimi yakan rüzgar
    Elimi uzatıp tutmak istedim
    Yetmedi, yetmedi çabam..
    Yas tutarken Sarman başımda
    Bir anda siliniverdi arnavut kaldırımlarından.
    Kocaman bir ömrü sana adanmış
    Ve bir evreni
    Atışlarını kalbimin
    Nefesimi
    Ruhumu
    Adımlarımın seslerini
    Kırmızı uçan balonumu
    ve
    SENİ..
    Bıraktım Topağacı'nın kıvrımlı dallarına..
    Mutlu yaşa.

    Özge YILDIZ

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Duman grisi rengi ve tatlı suratlı bir kedi, karşınızda yalvarır gözlerle durup miyavlamaya başlarsa ne düşünürsünüz? http://www.izlesene.com/video/bu-kedi-ne-anlatmaya-calisiyor/3300847 Bu kedi sadece miyavlamakla kalmıyor, birde patilerini kullanıyor. Filmin sonunda ne olduğunu anlıyorsunuz ama sabırla izlerseniz en kötü ihtimalle yüzünüzde bir tebessüm ya da gülümsemeye sebep olacağına eminim.

    Uzun zamandır yapmadığım bir şeyi denedim ve flash oyunlarla ilgili kısa bir araştırma yaptım. http://www.freeworldgroup.com/ bu konuda en beğendiğim web sayfası oldu. Özellikle tavsiye ediyorum.

    http://www.msdyt.com/ "Modifiye Suç Değil Yaşam Tarzı" sloganıyla yola çıkan bu web sayfasını gönülden destekliyorum. Hele "Ölümüne şahin, modifiyeli şahin" videosunu kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Gerek altyazı desteği, müzik kullanımı, röportajlar, görseller adeta bir Aston Martin tanıtım reklamı tadında. Abimiz taverna müziğinden şaşmıyor ve ömrünün yettiğince Şahin'den vazgeçmeyeceğini söylüyor. O bir kuş serisi hayranı. Bu bir tutku. Unutmayalım ki Şahin şöförü olmak bir ayrıcalıktır…

    Fotoğraf çekmeyi sevenler bilirler, başarılı (!) çalışmalar için standart bazı kurallar vardır. Örneğin: fotoğrafta bir kitap, üzerine bir gül ya da kalp deseni oluşturacak bir nesne koyarsanız. Ya da tamamen siyah beyaz bir fotoğrafta sadece bir obje renklidir, özellikle kırmızı olanlar tercih edilir. http://brainz.org/14-horribly-overused-photography-tricks/ bu web sayfasında hem başarılı bir o kadar da klişeleşmiş 14 kuraldan bahsediliyor. Bunları bilmeyen kalmadı artık, hadi bi zahmet siz de öğrenin.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Dünya dönüyor
    Nilüfer









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20110624.asp
    ISSN: 1303-8923
    24 Haziran 2011 - ©2002/23-kmarsiv.com