|
|
|
Editör'den : Kabotaj Bayramınız Kutlu Olsun!.. |
Merhabalar,
Terör illa topla tüfekle bombayla olmaz. İçine düştüğümüz kargaşaya da terör desek başımız hiç ağrımaz. Maksat milleti zıvanadan çıkarmaksa, alın size terörün dik âlâsı.
Başbakan grubunun önünde stand up yapıyor, seçilmiş vekiller kah ağlıyor kah kahkaha atıyor, hepsi bir olmuş, Meclise derdini anlatmak isteyen yüz yetmiş küsur diğer cenahın vekiliyle dalgasını geçiyor. Ne kürsüdekinin, ne aşağıda onu dinleyenlerin empati kurmaya niyeti yok. "Bana ne, bana ne" diyen haylaz bir çocukla aynı kum havuzunda hepsi. "Başka adam mı bulamadınız?" "N'apayım, gidip hakime ricacı mı olayım?" "Size ihtiyacımız yok, biz bize yeteriz." gibi veciz cümlelerle terörü, anarşiyi körüklüyorlar, farkında bile değiller. Ya da farkındalar, bile bile lades diyorlar.
Memleketin orta yerinde bembeyaz uzun bir direk var, birileri bakıp yemyeşil selvi diyor, diğerleri simsiyah çalı. Kucaklaşmanın anlamı, kucağa oturtmak olmuş, anlaşmak mümkün değil.
Velhasıl, bu Meclisten ne köy olur ne kasaba... demek istiyorum ama diyemiyorum. Umutlarımı cebimde saklıyorum, elimden gelen bu.
Bardağın dolu tarafına bakıp huzur buluyorsanız, buyrun bu bayramı da kutlayın. 1 Temmuz Kabotaj ve Deniz Bayramınız Kutlu Olsun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BU PAZAR DENİZ'E KAÇALIM-1 |
|
Deniz derenin ağzını son yağmurların ardından kumlarla kapatmış, uzun bir gölet halene getirmişti. Olta meraklısı birkaç kişi her akşam köprü civarında kefalleri avlamaya çalışıyordu. Mavi gözlü küçük kız demir köprünün üzerinden oltasını atmıştı, Bakışları suların üzerinde dolaşıyordu. Benim yanında durduğumun farkında bile değildi.
- Çok balıkçı gördüm. Ama senin kadar güzelini daha önce hiç görmemiştim, dedim.
Gülümsedi, kısa bir süre yüzüme baktı. Başka hiçbir tepki vermedi. Dikkatini yine oltasına verdi.
- Hani nerde senin balıkların?
- Daha tutamadım ki,
- Tutamadın ama kararlısın değil mi?
Eh, yani…
- Tamam öyleyse, oltanın başında konuşulmaz. Hadi sana rastgele…
- Teşekkür ederim, diye cevap verdi. Köprüyü geçip yazlık sitenin bahçesinde yürüyüp gittim. Küçük kız gerçekten güzeldi. Mavi gözleri, mısır püskülü rengindeki saçlarına menekşeler iliştirilmiş gibi duruyordu.
Bizden birkaç yüz metre ötede zeytinliklerle bezenmiş küçük tepenin ardından güneş batıyordu. Tepenin yamacındaki, zeytinlerin içinde küçük beyaz badanalı bir ev tek başına resmin tam ortasında oturuyordu. Zeytin ağaçlarlarıyla bezenmiş tepe dik bir yamaçla denize uzanıyordu. Denizin kırmızıya boyanmış suları, zeytin ağaçları ve o küçük beyaz ev yarım saate kalmadan koyu bir karanlığın arkasına gizlenecekti. Her dakikanın, her saniyenin tadını çıkarmaya çalıştım.
O sabah ikisi kız, iki erkek dört genç beyaz boyası yer yer paslanmış eski, klimasız bir arabayla denize gelmişlerdi. Önce kumsalda bir aşağı, bir yukarı turlayıp arabayı çekecekleri bir gölge aramışlardı. Dolanıp durduktan sonra hemşerileri olan sahildeki kafeteryanın sahibi onlara güzellik yapmıştı. Gölge değildi ama kafeteryanın önü en azından kimsenin arıza çıkarmayacağı bir yerdi. Güneş iyice kızdırmadan önce otomobillin içinde biraz uyumaya çalıştılar. Uyuyamayınca arabadan çıkıp kahvaltı etmeye karar verdiler. Yanlarında getirdikleri, zeytin, peynir ve domatesleri kafeteryanın masalarından birinin üzerine açtılar. Büyük bardakta dört çay söylediler.
Gençlerden ikisi evli, ikisi nişanlıydı. Nişanlı çiftler abla ile eniştenin gözetimi olmadan zaten denize gitmek için izin alamazlardı. Doğal olarak bir sürü de yalan söylenmişti. Bu gün Urla'daki bilmem ne teyzelerin yazlığına gidilecekti. Ya da en azından büyükler öyle sanıyordu. Ne böyle bir yazlık, ne de böyle bir teyze vardı. Evli genç kadının nişanlı kız kardeşi daha önce hiç denize gitmemişti. Hiç mayo giymemişti. Ama nişanlısıyla birlikte bunu uzun zamandır istiyorlardı. Zaten abla ve enişteyi de kafaya alabilmek için epey eziyet çekilmişti. Beyaz Lada araba da emanetti.
Asiye Bahadır'la bu kış, Şubatta nişanlanmıştı. İkisi de aynı tekstil atölyesinde çalışıyorlardı. Biri makineci, öteki kesimci… İyi kazanmıyorlardı ama birlikte çalışırlarsa gül gibi geçinip gideceklerine inanıyorlardı. Anne babadan pek hayır yoktu. Düğünlerini bile kendileri yapmak zorundaydı. İstedikleri de atla deve değildi. Ama Asiye illa gelinlik giyecekti. Asiye iş yerinde Bahadır'la rahat rahat görüşebiliyordu. Ama sokakta ille ablasının gözetiminde olmalıydı. Arkadaşların düğünlerine de sadece abla ve enişteyi de yanlarına alarak gidebiliyorlardı.
Gün batarken mavi demir köprünün altından ve üzerinden uçan kırlangıçlar suyun üzerine değiyor ve küçücük daireler oluşturuyorlardı. İleriki gazinonun önündeki akasya ağaçlarının altında birkaç kişi oturuyordu. Radyodan sahile yayılan şarkıları dinleyerek biralarını yudumluyorlardı. Güneş denizi mora gökyüzünün kırmızıya boyamıştı. Şimdi toz içindeki akasya yaprakları bile günbatımının renkleriyle bezenmiş, dünyanın en güzel ağacı oluvermişti. Akşam sihirli bir değnek gibi demir köprünün altındaki kahverengi sulara, kurumaya yüz tutmuş çimenlere, yazlık sitenin kapısındaki külüstür traktöre değmişti. Onları gerçekliğin ötesine bir masal dünyasına götürmüştü. Bir saat önce gördüklerimizle şimdiki resmin zerre kadar bile benzerliği kalmamıştı.
O sabah sahilde sadece Manisa'dan denize gelen dört genç yoktu. Saat ona doğru sahil bir sürü araçla doldu. Hatta karı koca motorlarıyla denize gelenler bile vardı. Çocuklar kucaklarında karpuz desenli toplar taşıyorlardı. Araba lastiği motifli deniz simitleri genellikle orta yaşlı amcaların tercihiydi. Ama gelenlerin neredeyse hiç birinin güneş şemsiyesi yoktu. Ve bademli sahilinde gölgesine sığınılacak ağaç bulmak imkânsızdı. Bir gün içersinde onlarca insan gün batımı gibi kıpkırmızı olup evlerine acılar içersinde döneceğini bilmek beni rahatsız etti.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KUYU |
|
Kuyu…
Söylenişinde bile bir derinlik var. Bizi içine çekiveriyor: Gizemli. Çağlar boyunca kırsal yaşama
can vermiş, kervanlara durak, şairlere esin kaynağı olmuş.
Akşamdan beri yolumu bir şarkı kesiyor. Ümit Yaşar'ın dizeleri, Münir Nurettin'in ezgileriyle nasıl da güç kazanmış.
Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın
Oysa şiirin kendi dışında bir ezgiye gereksinimi olmamalı derim. Onun, ezgisi kendinde. Bir başka sanatçıya niye gereksinsin ki?
Yaz, kuyulardan su içme mevsimidir. Kışın yal gibi olan kuyu suları, baharla birlikte serinlemeye başlar. Öyle kuyular vardır ki, suyu yaz ortasında dişlere kemane çaldırır. Tarlada, bahçede çalışanlar, köylerden köylere yol alanlar hararetlerini bu sularla dindirirler.
Kırsalın kültürü, çeşme üzerine değil, kuyu üzerine kuruludur. Kuyuların hemen hepsi birer hayrattır. Bu topraklarda bin yıllardır, hayır yapmak isteyen kişiler, yol kenarlarına kuyu kazdırmıştır. Harman yerlerinde, yol kenarlarında gördüğümüz birçok kuyunun molla, hacı, bey, hanım… unvanlı adının olması bundandır. O kuyular, suyundan bir tas içenin hayır duasını almak için kazdırılmıştır.
Anadolu'nun birçok yerinde köylüler evlerin su gereksinimini hâlâ kuyulardan karşılar. Bizim buralarda bile evlerdeki musluklardan su akmasının üzerinden çeyrek asır ancak geçmiştir. Çocukluğumuzda büyüklerimiz atla, eşekle ya da omuzlarında güğümlerle, testilerle evlerine su taşırlardı. Gençler manilerini, türkülerini çeşme başında değil, kuyu başında söylerdi.
Evlerinin önü kuyu
Uyu sevdiğim uyu
Bana sarhoş diyorlar
İçtiğim üzüm suyu.
manisinin, Neyzen'in veya Hayyam'ın söyleyişlerinden eksiği nedir ki?
Kuyu, deyimlerimize ve atasözlerimize de yerleşerek hayata ışık tutan kavrama dönüşmüştür. Biz, elde, amaca ulaşılacak bol araç varken emek harcayarak başka yollar arayanı "Çay kenarına kuyu kazıyor" diye eleştiririz. Birine güvenmiyorsak "ipiyle kuyuya inilmez" deyiveririz. Başkasına tuzak hazırlayan için " el için kuyu kazan, evvela kendisi düşer." atasözü ne kadar da uyarıcı bir sözdür. Çok güç bir işi, yetersiz araçlarla, sabırlı bir biçimde çalışıp başarmaya çalışmayı "İğne ile kuyu kazmak"; birini, haklarına kavuşturmayı, "kuyudan adam çıkarmak" deyimleri, ne de güzel somutlaştırıverir.
Anadolu'da bostan kuyularının suyu, genellikle dolapla çekilir. Gözleri bağlı bir at (dolap beygiri), kuyunun çevresinde dönerek çıkrığa bağlı kovalarla suyu yalağa taşır. Dolap biteviye iniler. Yunus varıp derdini sorar, yanıt da kendi dilindedir:
Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş çalap
Derdim vardır inilerim.
Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Yunus da dolap da aynı aşk derdinden muzdariptirler. Aradan yüzyıllar geçer. Söz benim yürek şairlerimden Hilmi Yavuz'dadır:
sümbül sinan! seni ağır
kuyulardan derledim; seni
aşklara, aşklara yolladım
Bu dizeler "kuyu" ların, bizim düşün dünyamızın simgeleri arasındaki yerini hâlâ koruduğunun bir göstergesi değil midir?
Necip Fazıl Kısakürek, Dipsiz Kuyu şiirinde, bizi ebedi uykularla buluşturur:
Ağzıma soğuk kurtlar dolacak, gözüme kum;
Dipsiz kuyu, sürdükçe zaman, sürecek uykum...
O uyku, hepimizin tadacağı uykudur. Hal böyleyken anlı şanlı insanlarımızın üç kuruş daha çok kazanmak, iktidarda üç gün daha kalmak için yaptıklarına bakıp da "Eyvah, eyvah!" dememek mümkün müdür?
Bu yazıyı sonlandırırken kulağım haberlerde. İçerdeki milletvekilleriyle ilgili somut bir gelişme olmadığı için meclis iki muhalefet partisi olmadan açılacak. Bunu, "Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış." atasözüyle ya da Ziya Paşa'nın:
" Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim,
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde"
(Nice taze müneccim, gökte yıldız ararken gaflet ile yolunun üzerindeki kuyuyu görmez.)
beyitiyle açıklayabilir miyiz? Ya şu La Fontaine masalı ne söyler bize?
"Tilki, dostu tekeyle çıkmış yola. İki ahbap öyle susamışlar ki yolda, inmek zorunda kalmışlar bir kuyuya. İçtikçe içmiş ikisi de şapır şupur. İçemez olunca artık, tilki demiş ki:
- Kuyudan su içmesi kolay; ama çıkması zordur. Sen, kaldır ayaklarını daya duvara, önce ben sırtına atlar, tırmanırım yukarıya doğru. Sonra atlayıp boynuzlarına çıktım mı yukarı; çekerim seni de dışarı.
- Yuf benim sakalıma, demiş teke. Amma da akıl varmış sende! Ben dünyada bulamazdım doğrusu, böylesi bir kolaylığı."
Tilki, bırakıp tekeyi dipte, çıkıvermiş kuyudan böylece.Sabırlar dileyerek, tekeye,şöyle bir nutuk da çekmiş üstelik:
- Allah sana sakal vermiş yalnız, babalık! Sakalın kadar aklın olsa, hiç iner miydin bu kuyuya? Ben çıkmasını bildim, Allahaısmarladık.Sen de kullan aklını,bul yukarı çıkmanın yolunu.Sana yardım etmek isterim ama, acele işlerim var, kusura bakma.Susadın mı kuyuya inmesine inmeli;ama, nasıl çıkacağını da düşünmeli.
Birilerinin yine içimizdeki yalakalarını kullanarak, bizi bir kör kuyuya itmeye çalıştığını görmemek için kör olmak gerek. Yazık, o kör kuyuda yalnız tekeler olmayacak, gönüllerinin pasını Yunuslarla, Mevlanalarla, türkülerle, manilerle silen, Mustafa Kemal ışığında çağdaşlığa koşan
Anadolu halkı da olacak.
Dilerim yanılırız. Kimseye:
"Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın" demeyiz.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : İlknur Odabaşı SON ANONS |
|
Buzlu camın arkasındaki siluetlerden gelen fısıltıları duydu, bekleniyordu.
Aynada kendini gördü ,hiç tanımadığı bir insanda yıllar sonra kendini bulmuş gibi garip bir duyguya kapıldı , her nedense kendini olduğundan daha değişik bulmuştu.
Saçları daha uzun , göz kenarındaki kırışıklar daha belirginleşmişti.
Çokta çirkin bir kadındı , daha dikkatli baktı hayır, hayır her zamanki gibi güzeldi.
Bir gözüne kalem çekti diğerine de tıpkı bir heykele son rötuşlarını yapar gibi,
Göz kapaklarını maviye boyadı ulaşamadığı hayallerdeki gibi, kirpikleri taşıyamayacağı kadar ağır geliyordu .
Buzlu camın arkasındaki insanları fazla bekletmedi yola koyulmuşlardı bile.
Bahçe duvarları yüksek bir kapının önünden geçtiler, kapı aralığından merdiven boyunca sıralanmış teneke saksıları gördü.
Çocukluğunda resim derslerindeki , küçük evlerin önüne yaptığı devasa saksılar geldi aklına.
Artık havaalanına ulaşmışlardı , tüm kontrollerden geçtiler gümrüklü sahada biraz rahat nefes aldı o siluetler den uzaklaşmıştı.
Berlin yolcuları için son çağrı 101 numaralı salondan uçağı teşrifleriniz rica olunur anonsu
duyuldu...
Bekleme salonunda üst üste tekrarlanan anonslar nedeniyle dikkatler kapıya en son gelen yolcuya yönelmişti. Yolunu şaşırmış ürkek bir çocuk edasıyla görevliye kartını uzattı, körüğe girdiğinde sonsuzluğa uzanan bir yolda ilerleyen ne olduğunu ne olacağını bilmeyen biriydi.
Bir anda ; Durun Lütfen! Ben gitmiyorum diye seslendi .
Telaşlanan görevlilere bir anlam veremedi.
Meraklı yolcular küçük uçak camından olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Uçak altında bagajları ile kalan tek yolcu idi. Uçaktaki yolculardan bir çift göz ve yürek rahat bir nefes almıştı. Helal sana dedi içinden helal sana başardın.
Kapı kapandı uçak çekildi , etraftakilerin garip bakışları arasında körüğe geri döndü .
O an uzun bir hayatın ayrıntılarını yeniden yaşamış bir insandan daha çok yoğun duygular yaşadığını hissetti, çok yorulmuştu .
Yaşam bir süreç değil miydi, ve o yolcular sevdiklerine ya da sevmediklerine gitmiyorlar mıydı.
Hiç bilmediği bir Kentin kalabalığında buldu kendini , neon ışıkları gözünü alıyordu , 24 saat ne kadar uzun geldi,
Anlaşılmaz başka bir serüven başlıyordu kaldığı yerden.
Uçak çoktan Berlin'e inmişti ...
İlknur Odabaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder İNTİKAM YEMİNİ |
|
O dönem çoğu arkadaşın yaptığı gibi, biz de, bir meslek sahibi olalım başımızı kurtaralım, diye İzmir'in yolunu tuttuk. Arkadaşım Kenan; birlikte yola çıktığımızdan arkadaştan öte, kardeş gibiyiz.
Birer iş bulup, çalışmaya başladık. Tek sorun, arkadaşımın kısa sürede kendini ele veren savurganlığı, kazandığını tutamaması. Öyle bir çocuk ki, herhalde yetiştirilişinden, her şeyi tam, eksiksiz olacak. Örneğin; cebinizde beş lira kaldı da üç gün para kazanma olanağınız yoksa ne yaparsınız? Beş lirayla üç günü aç kalmadan geçirmenin yollarını ararsınız değil mi? İşte bizimkine göre öyle değil; başlıyor bir beşlik daha borç aramaya. İlle de mükellef bir sofra kurup, karnını öyle doyuracak. En yetenekli olduğu konu da geri vermeyesiye borç almak. Sürekli istediği için bu yönde yetenekleri oldukça gelişkin. Paranın varlığını duyumsuyor; ve adamın çevresinde dört dönmeye başlıyor. Her zaman da yerden göğe kadar haklı bir gerekçesi oluyor.
Kenan'ın en gözde kurbanı benim. İlk iki haftadan aylığı bitiriyor, üçüncü haftanın başında sıra benimkine geliyor. Yıllarca yarıya girmesine karşın hiç geri ödemekten bahsetmiyor, habire istiyor.
…
İnsan zorda kalınca, kendisine göre savunmalar geliştiriyor. İsteme huyuna alışkınım ya, ne zaman kapıdan içeri girse başlıyorum ağlayıp sızlanmaya. "Battım, bittim!" diye bağırıp kendimi yerden yere atmaya. Ama ne yapsam etkilenmiyor. Sözde işi şakaya vurup, başlıyor:
- Hadi hadi, sen kirli çıkısındır. Sökül sökül!
Cebimde yüz lira varsa yetmiş beşini saklıyorum. Yirmi beşin on beşini alıkoyup onunu uzatıyorum. Onluğa küçümseyerek bakıp söyleniyor:
- Yahu ne pinti adamsın. Haydi; gene kazıkladın beni.
Ben de bir saldırıyı daha az kayıpla atlatmanın sevinci ile derin bir nefes alıyorum.
…
Olağan, ayın ikinci haftabaşı onurlandırmalarından başka, hısım akraba düğünleri, dinsel ve ulusal bayram arifelerinde mutlaka onurlandırıyor. Bu konuda kararlılık abidesi denebilecek bir kişiliğe sahip. Sanıyorum, bende, tokatlama konusunda uyarıcı etki yapan bir şeyler buluyor.
…
Ama, beterin beteri varmış; insan güzelliklerin değerini yitirince anlıyormuş. Bu anlattıklarım, benim mutlu günlerimin olaylarıymış. O söğüşleye, ben söğüşlene geçinip gidiyormuşuz. Bir gün kötü haberle geldi. Zaten gelişinden de şüphelenmiştim; ay sonu değil, bayram arifesi değil, köyde düğün yok niye geldi bu, diye. Alışkın ya hemen de söze girdi:
- Mehmet ben sözlendim.
Al başına belayı. Elde yok avuçta yok. Bu çocuk aylık gelişleri haftalığa, gitgide haftada ikiye çıkarır. Ah, garip başıma gelenler:
- Sen yarın nişana düğüne de kalkışırsın, paran var mı?
- Boşveer; göç yolda düzelir.
"İki tane adam. Ne güne duruyoruz. Çalışır çabalar nişanı, düğünü yaparız. Hem bir eve bakamayacak mıyız?" demek istiyor.
Tam da düşündüğüm gibi aylık, bayramlık gelişler haftalığa, hafta içi şöyle bir toslamalara kadar indi. Nişandır düğündür, ne elde kaldı ne avuçta.
…
Şimdi de kötü haberlerin ikinci aşaması, maalesef ve maalesef gelin hanım yüklü.
Bizimki iyi aile babası ya, çocuğun cinsiyetini, sağlık durumunu merak ediyor. Biraz, yani biraz dedimse birazdan epeyce fazla para…
- Kenan, dedim, cebimde bir kira parası var. Ondan başka bir simit parası bile yok.
Onun umrunda mı.
- Ne olacakmış yahu? Ben kendisiyle konuşurum. Birkaç ay idare eder, o kadar itibarımız vardır. Hem senin ev sahibin çok anlayışlı. Bu güne kadar "Gık" dediğini duymadım. Benimkini biliyorsun!
Kenan'ın kira ödemek gibi gereksiz şeylerle ilgisinin olmaması ev sahibini kızdırmış olmalı:
- Kardeşim, kirasını tıkır tıkır alanla hiç almayan bir olur mu?
Kime söylüyorsun:
- Haydi ordan; denk getirmişsin şeker gibi adamı!
…
Doğum yaklaşırken bir büyük sıkıntı daha. Giderlerinin yüklü olacağını "Çocuğumun, karımın sağlığını riske etmem, paraysa para!" deyişinden anlıyorum.
Bir hafta arası gelişinde de:
- Bugün beşliğe fitim, ama doğum yakın; yüklü borç vermen gerekecek. Artık kredi mi çekersin, dövizle mi borçlanırsın? Amcalar böyle günlerde gerek.
Sinirlenmişim:
- Bunları sen düşün. Bana ne?
Ne çare, damardan girmeyi biliyor:
- Şimdi sen evlenince, yeğenimizin doğumunda biz de böyle mi davranalım? Sen ne vicdansız adamsın. Evladına karşı şu kadar sevgi yok mu o taş kalbinde?
Bu sözler yüreğimi cız ettirdi.
- Olur mu, dedim. Yeğenime canım feda.
Bulduk buluşturduk, doğumu da sağ salim geçiştirdik.
Bu arada Kenan'ın, yeğeni de bahane edip söğüşü arttırdığından şüpheleniyorum ama o her çıkışmamda duygusal ve mantıklı bir yanıt buluyor.
…
Kenan bir ramazan bayramı arifesinde çıkageldi. Üzüntülü, hatta ağlamaklı:
- Ne oldu?
- Eve haciz geldi. Ahlaksızlar eşyaları aldı götürdü.
Anlaşıldı ki, borç oldukça kabarık. Tüm paramı versem ancak yetecek. Ben ne yapacağım, bayram arifesi. Ama Kenan bu, yeteneğini kullanıp paranın tamamını aldı gitti.
…
Haciz olayından sonra ilk kez köy kahvesinde karşılaştık. Baktım yeni bir takım elbise almış. Gömlek, kıravat, ayakkabılar pırıl pırıl. Kontlar yanında uşak gibi kalır.
Onun yüzünden hiç bayramlık alamadığımdan, sırtımda günlük elbiselerim; yanına oturdum. Ankara'dan bakan gelmiş de getir götür işlerini yapan hizmetkârını da yanında getirmiş gibi bir görüntü oluşturduk. Bizim Kenan tıpkı kurt adam gibi. İzmir'de dilenci, köyde büyük işadamı.
Elbette bu görüntüye, ikimizi de iyi tanıyanlar inanmadılar; ama iyi tanımayanlar? Bir amca, şaka mı yapıyor gerçek mi bilmem:
- Yahu Kenan, bu Memedin, işleri mi kötüdür, yoksa koca İzmir'de işsiz mi dolaşır belli değil. Eski zıbınla çıkmış gelmiş. Yanında bir iş ver, sevaptır. Böyle şeyler Tanrı'nın da hoşuna gider.
Benim gözüm kulağım Kenan'da. "Yok amca, bana borç verdi de ondan; yoksa çok gömlek alırdı" demesini bekliyorum. Çevreden "Yap bir iyilik Kenan!" sesleri yükseliyor.
Kenan bir çevredekilere baktı, şöyle yukarıdan aşağıya bir de bana:
- Bir düşüneyim.
Az önceki amca yine söz aldı:
- Düşünmesi mi kalmış Kenan? Baksana, çocuğun üstü başı ğlıyor. Yap bir büyüklük.
Kenan, tamam, der gibi başını salladı. Ardından sağ elinin başparmağıyla küçük parmağının tırnak ucunu gösterdi:
- Şu kadarcık adam olma yeteneği göreyim, yanıma alacam. Hem de bizzat hizmetime. Hepinize söz.
Bu sözler çevredekilerin çok hoşuna gitti. Yaşlılar birer birer:
"Aferim aferim", "Adam gibi adam", "Helal süt emmiş maşallah" diye övgüler yağdırdılar.
Çevredekiler dağılınca, niçin yalan söylediğini sordum, "Şaka yaptım. Sen de şakadan hiç anlamıyorsun, hem ben onlara gerçeği daha önce anlatmıştım" diye savundu kendini.
Öğrendim ki, benim paralarla hava basıp, bir de ne denli beceriksiz olduğumu anlatır dururmuş. İşte, öç alma kararını o an verdim.
…
Kenan bu olaydan sonra, sözde unutturacak, kurban bayramı arifesine kadar hiç uğramadı. O süre içinde kimin parasıyla hovardalık yaptığını bilemiyorum. Ama ne yapar eder arife günü bulunur gelir, diye düşündüğümden,elemanım Enis'i pencere kıyısına oturttum. Enis cin gibi, söylenenden fazlasını anlar. Ben iç odaya saklanacağım, o "Gitti" diyecek.
Aynısını yaptık:
- Nerde?
- Gitti.
- Ne zaman gelir?
- Bilmem. Gelmez herhalde. Bir arkadaşının karısı ameliyat olacakmış. Kasadaki tüm parayı aldı, hastaneye gitti.
- Her iş bitmiş de, sıra onun bunun karısının ameliyatına mı gelmiş?
- Ben bilmem.
Kızıyor, söyleniyor:
- Bilmezsin tabii. Biz nerelerden geldik bu günlere. Vicdansız herif! Biz de ona böyle mi yapalım? Çoluk çocuk, üstte yok, başta yok. Beş parasız, gurbette mahsur mu bırakalım?
- Ben bilmem.
- Bilmiyorsun, anladık! Bari hangi hastaneye gittiğini söyle. Belki paranın birazını kurtarırız.
- Onu da bilmem.
- Hay Allah. Biz kardeşimle kader birliği yaptık. İyi günde kötü günde birbirimizi yalnız bırakmadık. Böyle mi olacaktı?
Sonunda, ağlamaklı bir sesle çıktı gitti.
…
Bayramın ilk günü köydeyim. Arkadaşlarla sohbet ediyoruz; bir el omzuma dokundu. Baktım, Hayri diye bir arkadaş; şaşırdı:
- Afedersin, Kenan sandım. O gelmedi mi?
Hiçbir şey demeden öylece durdum. O sürdürdü:
- Bir alacak meselesi vardı, bugün için namus sözü verdiydi de…
Yeni elbiselerime, ayakkabılarıma baktım; içimden "Çok beklersin!" dedim. Sonra bir kaç kişi daha geldi. Kenan'ı arıyorlarmış. Niye aradıklarını sormadım.
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin Kadın ve Erkek Olabilmek… |
|
İnci Aral'ın Ölü Erkek Kuşlar Kitabı ile Yabancılaşmış Cinsiyet Özelliklerinin Sorgulanması:
Toplumsal Zırhlar İçinde Kadın ve Erkek Olabilmek…
Onur:
"Yıllar sonra otogarda bir adam görür, bir banka çökmüş ölesiye ağlayan bir adamdır gördüğü! Uzunca bekler, otobüsü gecikir, otobüsü kaçar, ama Onur, adamı izler durmadan. Uzuuun uzun düşünür: "Annesi mi öldü acaba, karısı, çocuğu mu ölmüştü, malını mülkünü mü kaybetmişti?" Hiç kimseyi, hiçbir şeyi fark etmeden, durmadan, umursamadan ağlayan bu adam Onur'u olduğu yere adeta mıhlar. Acısını dindirmek, yanına gitmek ve onu teselli etmek ister ama adama bakmaya bile korkar bazen: Ve rüyalarında ağlayan adamlar görür Onur, Kendi yanlarına gelip ağlaması için yalvaran adamlar…
Otogarda hiçbir şeyi umursamadan ağlayan bu adam Onur'u varlığının çok derinlerinde bir yere götürür. Belki üç belki beş yaşlarında susturulmuş, yasaklanmış ama insan varlığı kadar gerçek olan bir yanına götürür. İnsan varlığı kadar gerçek olan ama öbür yandan yok sayılan, varlığı erkek kimliğinde reddedilen ve yasaklanan yanına götürür. Ve bir gün kentlerin elektrik ve telefon tellerine asılı ölü erkek kuşlar çizer Onur. "Deniz ve göl kıyılarına vurmuş kuş ve balık cesetleri… Dişleri tırnakları dökülmüş, hastalıklı, sünepe köpekler balıkların ve kuşların üzerine basa basa dolaşır artık sokaklarda."
Suna:
Son yılların en büyük aşk faciasını anlatacak filmi için bir yazlık sinemasında hazırlık içerisindedir Suna. Muhabirler, mahallenin bakkalı, kasabı, sanat eleştirmenleri, sinema çalışanları, yazarlar, oyuncular, çocukluğundan, gençliğinden, eski yeni tanıdıklar görür kalabalık arasında. Sonra perde duvarının önündeki çıkıntıya tırmanmaya çalışır. Tam o anda bir utanç duyar. Etekleri sıyrılır, "keşke" der, "etek giymeseydim, sanırım külotum göründü". Bu utanca bir de korkunun eşlik ettiğini söyler, bir elin kulağına asıldığını fark eder. "Ben sana ne tembih ettim" der yengesi, "o hurda kamyona tırmanma, oğlanlarla oynama demiyor muyum sana, kıçını, başını bu yaşta açmaya başlarsan nasıl baş edeceğiz biz seninle" der ve vurmaya başlar. O el darbeleriyle o anda ikiye bölünür Suna. Artık Su ve Na olmuştur. Su olan tarafı oğlanlarla oyun oynamaz, oynamamalıdır artık. Evinde peçete koleksiyonu yapmalıdır. Oyuncak çay fincanlarında misafirlerine çay ikram eder, dantel-örgü örer, fasulye ayıklar, kek ve kurabiye tarifleri alıp verir misafirlerine. Korkaktır, edilgen bir kız çocuğu olarak yetişir. Uzlaşmacıdır, uysaldır, evcildir. Bir erkeği her yönden mutlu edebilecek koşullanmalarla eğitilmiştir. Ve Na olan tarafı, oyun oynarken oynadığı oyunun içinde oğlanlar olduğu için suçlanmış tarafıdır. Varlığının bir etek ve bir külot içine sıkıştırılmaya çalışılmasına isyanıdır. Düzene karşı olan, özgür, baskı altında olmaya dayanamayan, uzlaşamayan, yürekli, bencil, yaşamı boyunca bir erkeği her yönden mutlu edebilecek bir kadın olarak yetiştirilme koşullandırmalarına yani Su olan tarafına savaş açmış tarafıdır. O artık Suna değil Su ve Na'dır.
Onur ve Suna:
İkisi de evliliklerinde kendi özbenliklerine hiç ulaşamayacakları toplumsal zırhların kurbanı olmuştur. İçinde oğlanlar olduğu için oyunları bölünen Suna, bir erkeği mutlu etmek için koşullanmalarla zırhlandırılırken, aynı oyunun içindeki oğlanlardan olan Onur'lar gözyaşlarını saklamaları gerektiğine ilişkin koşullanmalarla zırhlandırılmıştır. Daha doğmadan önce başlayan bu zırhların renkleri bile ortadadır. Biri pembe diğeri maviyle kimliklendirilir. Geçen yıllar içerisinde erkeklik ve kadınlık zırhları oynadıkları oyunları ve tüm hareketlerini şekillendirerek gittikçe kalınlaşırken içerideki özbenliğin çığlıkları da gittikçe artar. Ve bir gün biri otogarda, diğeri eteğinin sıyrılıp külotunun göründüğünü düşündüğü anda zaman kaymaya başlar.
Kendine, kendi doğana karşı zırhlandıkça mutlu olacağını vaat eder tüm toplumsal
öğretiler. Masallarda hiç "hayır" demeyi bilmeyen kırmızı başlıklı kızlar vardır ve bir yumruk darbesiyle kahraman olan erkekler… Tüm masalların mutlu sonları evlilikle biter. Ama tüm evliliklerin ilerleyen yılları ise özbenliklerin imdat çığlıkları ile geçer. Çünkü evli oluncaya dek güçlendirilmiş zırhlarla bir araya gelen roller karşı taraftan kendi zırhının işe yaraması için öğretilen rolün oynanmasını ister. İşte tüm karmaşa bu noktada başlar. Böylece her iki cinsiyete de mutluluk vaat eden öğretilerin doğruluğu çürümeye yüz tutar. Çürümeye yüz tutmuş öğretilerin kadınlık ve erkeklik zırhları ise yavaş yavaş delinmeye başlar. Tutunacak başka dalı olmayan her iki cinsiyet ise bu delik deşik zırha inatla daha sıkı bağlanır. Çünkü çocukluk yıllarında baskıyla şekillendirilmiş roller artık iyice kemikleşmiştir.
Suna Na'nin en güçlü olduğu zamanlarda Su'ya yenilir. Çünkü toplumsal öğretiler Na'ya soluklanacak hiçbir yer bırakmamıştır. Na tam da "ben oluyorum" derken karanlık izbe bir apartmanda komşusunun "karı koca arasında olur böyle şeyler, erkek döver de sever de" dediği anda, polisin " aile içi küçük sorunlar işte" dediği anda, tanıdık tanımadık herkesin geçiştirip yok saymaya başladığı anda Su tarafına yenilir. Yenilmek ise Su'ya giydirilmiş zırhın içinde başından sonuna var olan, onunla şekillenen tarafıdır.
Onur ise kendini hep güçlü zanneder. Yaşamda her zaman güçlü yumrukları olmuştur. Kızlar gibi uğur böcekleriyle falan oynamaz mesela, böyle bir durum ailenin en büyük korkusudur. Kızların etekleri ve külotları korku oluştururken erkeklerin kıza benzemesi korku oluşturur ve penisleri her zaman gurur konusu olmuştur. Sürekli, her fırsatta Onur ve Onurların erkeklikleri yüceltilirken Suna'ların kadınlıkları aşağılanır. Babalar oğullarını "erkek oğlum" gibi tamlamalarla severken, anneler "evin erkeği" yüklemelerinde bulunurlar. "Evin erkeği güçlü olur, dimdik durur, cesurdur. " Sürekli bir penis egemenliği yüklenir erkeklere. Bir gün baba, anneyi döverek evden ayrıldığında onur, artık evin erkeği olmuştur. Anne, baba karşısında ezikçe susup dayak yediğinde ağlayan annenin gözyaşlarını izler Onur ve Onurlar. Ve sırtlarındaki ağır zırha bir parça daha demir eklenir. Anneler, Gülerler ağladıkça zaten ben olamayan özbenlikler iyice kahrolur. Bu kahırlı durum karşısında yine de
güçlü olmalıdır ve evin erkeği olma rolünü yerine getirmelidir. Onur olan bitene üzülse bile ağlayamaz onun için, çünkü o bir erkektir ve Onur Güler'den ayrılmak istemez onun için, böyle bir şey aklından bile geçmez, çünkü o evin erkeğidir. İçinden babası annesini dövdüğü için ağlamak gelse bile ağlamamalıdır. Çünkü erkek ağlamaz, eğer evde erkek çocuk ağlıyorsa bu uğursuzluktur, gibi öğretilerle yetiştirilmiştir. Ve bir gün bir otogarda bir adamı bir başka adamın ağlarken görmesi oraya mıhlanıp kalmasına sebep olur. Çünkü orada, öyle, ağlayan bir adam, daha doğmadan önce hazırlanmaya başlanmış zırhın, rollerin, her şeyin yıkılıp yok olması, dağılıp paramparça olması demektir. Hep her zaman güçlü olması
gereken erkeğe yok oluş darbesinin inmesidir.
Bir de aşklar vardır Onurların ve Sunaların yaşamlarında. Aşk nedir? Onurların ve Sunaların içlerinde susturulmuş, yasaklanmış, varlığı toplumsal cinsiyet rolleri içerisinde yok sayılmış özbenliğe seslenir. Tüm yıkılmışlıkların, yenilgilerin, kahroluşların olduğu yerde filizlenir aşklar. Ölüme yaklaşan tüm canlıların üreme güdüsü gibidir. Bir çiçek susuz kalıp ölüme yaklaştığında varolmak için nasıl çiçeklerle bezenirse insan da ölüme yaklaşırken varolmak için, yaşamak için aşık olur. Onun için Suna Na olan tarafıyla aşık olur. İçinde oğlanlar olduğu için yarım kalan çocukluğu ve oyunlarını oynamak ister. Bir etek ve bir külota sıkıştırılmamış bir benlik arayışındadır. Kendini bedeninden utandıran değil, bedeniyle bir bütün olarak varolabildiği aynalarda kendini görmek ister. Onun için aynada kendine bakarken Onur'un omzuna kondurduğu bir öpücük Suna için bir gelincik olur.
Suna Na olan tarafıyla aşık olurken Onur ve Ayhan'larda Suna'nın Na olan tarafına aşık olurlar. Suna ne zaman özbenliğinden gelen değil, toplumsal öğretilerin vaat ettiği mutluluk oyunlarını oynamak istese, ne zaman evcil ve edilgen Su olmak istese o zaman Ayhan da Onur da karşı çıkar. Onur onun için evdeki Güler'i istemez. Onun için cinsel fantezilerinde hep kadınlara hayır der ve onun için kadınlar karşısında kendini hep güçlü görür. Suna ise tüm bunlara Na olabildiği ölçüde onlar için başkadır, farklıdır. Çünkü onlar da Suna'nın Na olan
tarafıyla özbenliklerine ulaşırlar. Suna Na olan tarafıyla toplumsal öğretilerin yıkıp yok ettiği cinsiyetlere umut sunar. Onur'un gösterirken titreyen elleriyle üretip Suna'nın Na olan tarafına gösterebildiği resimleri ve yazılarıdır umut. İşte günümüzün acı çelişkisi tam da bu noktada gizlenir. Suna Na olan tarafıyla her şeye başkaldırıp Onur'dan ve Rekla'dan ayrılmak istediğinde Onur'un hep korkutulup utandırıldığı gözyaşlarının her şeye başkaldırarak ve hiçbir şeyi umursayarak akabilmesidir. Bir gün bir otogarda ağlayan bir adam gördüğünde yanına yaklaşmaya bile korkan, rüyalarında hep ağlayan adamlar gören ve yanlarına gitmeye korkan Onur, Suna ayrılmak istediğinde gözyaşlarına teslim olur.
Çağdaş Drama Derneği içerisinde Edebiyat ve Yaratıcı Drama Birimi olarak İnci Aral'ın "Ölü Erkek Kuşlar" kitabında yabancılaşmış bir toplum içerisinde varolmaya çalışmış, belki varolmuş belki yok olmuş bir aşkın ve özbenliklerin direnişi üzerinde çalıştık. Aşkı ve özbenlikleri tam buluyoruz dediğimiz noktada kaybetmenin sorgusunu yaptık. Toplumsal zırhlar içerisinde hiçleşmiş bireyin bir aşk içerisindeki çabasına tanık olduk. Sonuç olarak ise, toplumun varlığını da unutmayarak, her bireyin kendi içerisinde, özel bir yerde saklı bir sonucu olduğu düşüncesiyle çalışmamızı sessizce sonlandırdık.
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-20
*- Güç sahibi iken affetmeyi bilmiyorsan; güçsüz kaldığında affedilmeyi bekleme. Varken bölüşmüyorsan; yokken başkalarının seninle bölüşeceklerini umma. Yolunu kaybedene bulması için yardım etmiyorsan; kaybolduğunda bir kılavuz bulacağını zannetme.
*- Gerçeğin değişmeyeceği söylenmiştir bize hep; peki değişenler de bir zamanlar gerçek olarak kabul edilmiyor muydu?
*- Bildiklerini uluorta söylersen başına geleceklere karşı da önceden tedbir almayı unutmamalısın. Çünkü başkalarını rahatsız edecek sözlerin, dostlarının bile kolayca saf değiştirmesine neden olabilir.
*- Aşk en az bir asır sürerdi eskiden, şimdi ise o güzelim aşkı dakikalara indirdiler.
*- Düşünce, en gelişmiş silahtan daha etkilidir. O nedenle bir toplumu esir etmek için önce elindeki silahını değil, kafasındaki düşünceyi almalısın.
*- Durakları olmayan bir yolculuğun, başlangıcı da sonu da yoktur.
*- Özgürlük istiyorsan aşık olma; aşıksan "özgürüm" diye havalara girme!
*- Tüm iyiliklerin de kötülüklerin de anası bilgidir.
*- Felaketlerden ders çıkaran onu hiç yaşamamış sayılır.
*- En etkili ilaçlar, zehirden yapılmıyor mu? Seni sözleriyle zehirleyenlerin söylediklerini, kişiliğini güçlendirici bir ilaç olarak kullanabilirsin.
*- Bıçağı eline geçirdiysen, mutlaka bir şeyleri kesmek zorunda değilsin.
*- Yalancılar yalanlarını çok çabuk unuturlar. O yüzden de yeni yalanlar uydurmak zorunda kalırlar.
*- Bugün sizinle beraber gülen, yarın sizinle beraber ağlamayabilir. Şaşırmayın!
*- Aşkın yarası olmaz, çünkü aşk yaralamaz; aşk, kişiliğin maske takmış bir suretini öldürür. Kişi başka bir maske takarak yeni bir kişilik yaratır ve yaşamına devam eder…
*- Gözlerin anlatamadığını, dudaklardan bekleme; bakışlar anlatamıyorsa sözler ne yapsın!
*- Şüphe bazen beynin kurdudur, bazen de motoru.
*- Birlikte hareket eden güç ve zekanın yenemeyeceği zorluk yoktur.
*- Düşenlere kahkaha ile gülenleri anlayabilmiş değilim. Bu eylemlerinin nedeni kendilerinin düşmemiş olmaları mıdır, yoksa düşmekten korkmaları mıdır? Şöyle ya da böyle; ama burada komik olan ne?
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
bir çift eldiven
Moskova'da çalıştığım dönemde okuldan bir arkadaşımı ziyaret etmek için şehrin kuzeyindeki bir şantiyeye sabah çok erken gitmiştim. Yönetim binasının önünde duran bekçiye kendimi tanıtıp arkadaşımı görmeye geldiğimi söyledim. Beyazlığın ortasında siyah bir paltodan ibaret olan bekçi, istersem arkadaşımın odasında bekleyebileceğimi, karnım açsa eğer, dik çatılı bir barakayı işaret ederek, orada bir şeyler bulabileceğimi söyledi. Aç değildim ama baraka ilgimi çekmişti. Temizlenen yolun çevresinde biriken bir metrelik kar kümelerinin arasından tek katlı yapıya ulaştım.
Kapıyı açıp eşikte durarak, yüzüme çarpan sıcaklığın vücudumu karıncalandırmasını beklerken içeriye göz attım. Dört işçi, masaya sabitlenmiş bank şeklindeki kahverengi sıralarda oturmuş kahvaltı yapıyorlardı. Selam verip herkesi görebileceğim bir yere oturdum. Burada itibar gördüğü hem selam alırken kullandığı ses tonundan hem de arkasına yaslanıp dirseklerini sıraya dayayıp bacaklarını bükmeden öne uzatarak oturuşundan anlaşılan işçi kim olduğumu sordu. Tacik olduğunu tahmin edip tamamı üç kelimeden müteşekkil Tacikçe'mle cevap vermem hoşuna gitti. Mühendis olduğumu söylersem samimi davranmayacaklarından, Türk olduğumu söylemekle yetindim. Kafamda tavşan derisinden kuyruklu kalpak, üstümde Moskova Metrosu kopuklarının giydiği türden deri ceketle ne mühendise ne de Türk'e benzer bir halim vardı. Odanın tek penceresinden sızan ışık buz tutmuş camdan geçerken parçalara ayrılıyor, odadaki tozları belirginleştirerek gözlerimi acıtan sarı şeritler yaratıyordu. Bir şey söylemek istiyorlarda ne söyleyeceklerine karar veremiyorlarmış gibi baktıklarından bu civarda kiralık ev aradığımı söyleyip herkesin konuşmaya katılabileceği bir konu açtım. Tavsiye ettikleri yerler bizim Yüksekkaldırım, Boğazkesen karakterinde yerler olduklarından keyifli bir sohbete başladık. Sohbet sırasında, ellerini yumruk yaparak tuttukları kaşıklarını iştahla tabaklarına daldırıyor, ekmeği bölmeden bütünden ısırarak yiyor, söyleyecekleri söz kafalarından geçerken gülümseyip tam söyleyecekleri sırada bir an durakladıktan sonra konuşuyor, söylenen sözü beğendiklerinde hep birlikte gözleri ince bir çizgi haline gelerek gülüyorlardı. Hiçbir kafa karışıklığının izine rastlanamayacak bu surat ifadelerini izlemek hoşuma gidiyordu. Tacik, tabağını masadan kaldırırken burayı temizlemek için birinin geleceğini söyleyip sohbetin bitmesine karar verdi. Arkadaşlarıyla çıkarken benim kalmamı yadırgayarak bakınca, temizlikçi geldiği zaman kalkacağımı söyledim.
Odada tek başıma kaldığımda, işçilerin uzaklaşan seslerini dinleyip buzlu camdan dışarıyı seyrederken kapı açıldı. Hemen dönüp bakmadım, ayak sesinden gelenin görüntüsünü tahmine çalıştım. Hiç ayak sesi duymayıp, yanımdaki masaya bırakılan bir çantanın sesine döndüm. Göz göze geldiğimizde açık kahverengi gözleri kısa hareketlerle sağa sola bakıp tekrar bana döndü. Temizlikçi dedikleri karşımdaki kadınsa eğer bugüne kadar gördüğüm temizlikçilerde bir yanlışlık olmalıydı. Yabancı olduğum için bir açıklama yapma ihtiyacı hissederek kendimi tanıttım, rahatsız edeceksem gidebileceğimi söyledim. "İsterseniz kalabilirsiniz, rahatsız olmam" dedi. Bir an için kısık duyulup hemen netleşen çatallı bir sesi vardı. İnce çenesinin kıvrımlarıyla hatları belirgin ağzının kenar kıvrımları uyumlu motifler yaratıyor, kemerli burnu çıkık elmacık kemiklerini çok hafif sola doğru asimetrik ayırıyor, göz kenarıyla kaş çizgisi harika bir paralellik yaratırken genişçe alnı kompozisyonu taçlandırıyordu. Teknik olarak kusursuz bulduğum bu tabloya ruhunu veren alta doğru moraran gözaltı torbalarıydı. Malzemeleri almak için kapının yanındaki bölmeye yöneldi. Düz, kestane rengi saçları siyah kazağının sıkıca sardığı biçimli omuzlarından sarkarak kot pantolonunun bel hizasında üçgen teşkil ediyordu. Malzemeleri masanın dibine koydu, soğuktan yer yer pembeleşmiş uzun parmaklı elleriyle çantasını açıp lastik bir toka çıkardı, dirsekleri omuz hizasına yükseldi, iki elinin zarif hareketleriyle saçlarını topladı, eskiden beyaz olduğu anlaşılan havludan bozma bir bezle masaları silmeye başladı. Adını sordum. Katya. "Katya, beğendiğim bütün elleri piyano tuşlarının üzerinde hayal etme alışkanlığım olduğundan şu anda senin eldiven kullanmadan bu pis bezi tutan ellerinin adalet saplantılı düşüncelerimi uyandırıp bilincimin her köşesine yerleşmelerine sebep olurken bende ne tür hezeyanlar yarattığını bilemezsin" cümlesini Rusça söyleyemezdim. Nereli olduğunu sordum. "Moldova'lıyım, ülkemde iş bulamadığımdan buraya geldim. Peki siz neden buradasınız?" Cevabını benim de merak ettiğim bir soruydu bu. Gecenin nerede geçirileceğinden emin olunamadığı, bir anda oluşan fırsatlar ve tehlikelerle dolu Moskova yaşantısını sevdiğimi söylersem kalma sebebimi açıklamış olurdum. Gelme sebebimi açıklamaya kalkarsam felsefe yapma tehlikesini göze almam gerekirdi ki böyle aptallıklar yapmayalı çok olmuştu. "Tam da şimdiki gibi tesadüfleri sevdiğim için buradayım" dedim. Daha söylerken erken mi davrandım diye kuşkuya düştüm. Bu tür sözler hep gülme tepkisiyle karşılandığından, karşıdaki adam iyi bir şey söylediğini zanneder. Ben önemli olanın gülme değil gülmenin zamanlaması olduğunu öğrenmiştim. Eğer çok küçük bir an bile tereddüt ettikten sonra gülseydi, bu gülmenin nezaketten kaynaklandığına dair şüphem kalmayacak, daha birinci konuşmada zamanlama hatası yapmış olduğumdan bundan sonrası için şansımın az olduğunu düşünüyor olacaktım. Cümlemi bitirdiğim anda bakışlarını yere çevirirken sanki dudaklarının açılmasını istemiyormuş gibi yanaklarını kasarak gülümsedi, sonra dudaklarını açmasıyla yanakları pembeleşerek gevşerken bakışlarını tekrar bana çevirdi. İyi bir şey söylemiştim. Söz sırası onda olsa da, iltifat almış olmanın yarattığı utangaçlığa, iltifat aldıktan sonra ne cevap vereceğini düşünmenin sıkıntısı da eklenmesin diye sözü tekrar aldım. "Neden eldiven kullanmıyorsunuz?". "Bilmem, hep böyle çalıştım"."Böyle elleriniz zarar görmüyor mu?" Kadınlara, pratikte sağladıkları yararlara göre değer verilip ne hissediyor olabilecekleri umursanmadan davranılan eski Sovyet ülkelerinin başkentinde bir yabancının, bir temizlikçinin elleriyle ilgili kaygı duymasını minnetle karışık bir şaşkınlıkla karşılayan Katya: "Burada bunu kimse önemsemez, çok düşüncelisiniz" dedi. Vedalaşmayı saymazsak aramızda geçen bütün konuşma bundan ibaretti. Zorlama konuşmalar doğuran suskunluklar yaşanmadan, gitme vaktimin gelmiş olmasına sevindim. Ayağa kalktığımda beni baştan aşağı inceleyen Katya'ya bakmamak için, masadan aldığım kalpağımın tüyleri arasındaki su damlacıklarını silkeleyerek oyalandım. Gitmem gerektiğini söylerken kalpağımı takıp yüzüne bakarak: "Değişik bir sabah oldu, tanışmış olmamıza sevindim" dedim. "Ben de" diye cevap verirken biten sahneye perde indirirmiş gibi kirpiklerini eğmesinden, buraya bir daha geleceğim kesin olduğu için etkilenmedim. Buraya cebimde hediye paketi yapılmış bir çift eldivenle birkaç kere daha geldiysem de onu bir daha görmedim.
Fırat Sasaoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam AŞKOGRAF |
|
Doğu'daki kadim aşk bütüncüldür; eril, dişil, yersel, göksel diye ayrılmaz, çünkü her şey Hak'tan gelir, Hakk'a gider, yani şeylerin hepsi O'nun evrendeki tecellisidir, sıfatıdır. Aşk da... Aşk da ilahîdir ve duyguların en yücesidir! Hâl böyle olunca, Leyla ile Mecnun'un, Ferhat ile Şirin'in, Kerem ile Aslı'nın bireysel aşklarına dahi birer yücelik, birer erişilmezlik, birer "acıların en yücesi" sıfatı verilmiştir. Yusuf tanrısal bir güzelliği ve şefkati temsil eder, Züleyha ise o güzellikle tanışmak için her şeye katlanan bir âşığı...
Batı'daysa, Avrupa'nın coğrafî güzellikleri ve yağışlı ikliminin yarattığı fiziksel olanakları sayesinde göklerden fazlaca bir şey beklenmemiş, bulutların ötesindeki tanrılar ideal insan imgeleriyle algılanmış. O nedenle de inançların, duygu ve düşüncelerin neredeyse hepsi zihinselleşmiş! Çünkü Batı dünyası -Antik Yunan'dan bu yana- beş duyu ile algılayabildiği her şeyi önce parçalarına ayırmış, sonra o parçaları birleştirerek bütünü anlamayı yeğlemiş.
Böylece tarihsel süreçte, Batı'daki kültürel öğeler beş duyunun algılayamayacağı bir öteâlem zemini üzerine değil; tanrıların birbirleriyle savaştığı ve seviştiği Yunan Mitolojisi üzerine inşa edilmiş. Birkaç filozof haricinde her düşünür kendi kavramlar dünyasını somut zihinsel ve toplumsal temeller üzerine oturtmuştur.
Ve Batı ancak o sayede somut dünyanın ve evrenin fiziğini ve kimyasını tahsil edebilmiştir. Sonuçta, hem atom altı parçacıkların kimliğini, hem evrenin karmaşık yapısını Doğu'dan daha iyi anlamış; elde ettiği somut gerçekliği kendi refahı uğrunda kullanabilmiştir. Peki ya aşkı?.. Batı kültürü aşkın kimyasını ve fiziğini de iyi anlamış mıdır?.. Evet... Aşkı da beş parçaya ayırarak, Doğu'dan daha detaylı çözümlemiştir; ama kimyasını çözerken simyasını bozduğu için de aşkı "beş paralık" etmiştir!..
Önce ruh ile aşkı özdeş kılmış ve ancak ondan sonra tanrıyı aşkın kendisi yapmış (God is love.). Hıristiyanlığı kabullenince de, tanrısını üç parçaya ayırıp baba-oğul-kutsal ruh üçlemesine hapsetmiş (Holy Trinity) ve sonra da tablolara, mozaiklere, heykellere ve kiliselere nakşedip neredeyse taşlaştırmıştır. Bu bir...
Eros'u keşfetmiş... Eros ve Piske (Psyche) arasındaki aşkın o düzeyli ve derin parçasını.
Sonra Filya'yı (Philia), yani dostluğa, arkadaşlığa, hümanizmaya yakın bir sevme biçimini.
Agape ise bir başka parçası yapılmış aşkın... Karşılıksız, nalıncı kesersiz, çıkarcılığa değil vericiliğe dayalı bir sevme biçimi.
19'uncu Yüzyıl Batı kültürü ise, aşkın son parçası olarak Libido'yu kabul doğurmuş. Yani cinsel arzuyu veya cinselliği tatmin etme dürtüsünü...
Evet, "aşk kokteyli"ni hazırlarken aklı baştan alan beş tür "içki" kullanmış Batı kültürü. Alışkanlık bu ya; onları da ayrı ayrı damıtmış, ayrıştırmış, betimlemiş ve anlaşılır birer "katkı maddesi" olarak günlük yaşamında ve edebiyatında kullanmış, hâlâ da kullanıyor. Ama aşkın büyüsünü ve otantik kimliğini fena hâlde bozduğunu fark edemeden!.. Fark edememiş; çünkü "Bir bütün, kendisini oluşturan parçalardan daha büyüktür." gerçeğini unutmuş; bütünü bozunca da aşkın sırrını yitirmiş Batı kültürü. (Bkz: Kritik Kütle Gizemi)
Şimdi biz de -son 150-200 yıldır o kültürü yüklene yüklene- aşkın son dört parçasını arar olduk ya... Ve üçüncü Binyıl'a girdiğimizden bu yana, tekrardan bir kültür devrimi yaratmaya, kimine göre "Öz'e Dönüş"e başladık ve dördünü birden unutup birinci parçasını, tanrısal aşkı aramaya geri döndük ya... Acaba 2023'ten önce içimizden birileri "beşi bir yerde"yi bulur da, aşkı bütüncül olarak ve simyasıyla duyumsamayı/yaşamayı bizlere de öğretir mi dersiniz?!
Belki de o "beştaşlı aşk" asla bulunmayacaktır. Belki hiç bulunmamıştır. Eğer asla bulunmamışsa, acaba bitip tükenmeyen bir enerjiyle aşkı sürekli arama, aşkı betimleyememe, aşkı tam bir tatminle yaşayamama o bulunmayıştan kaynaklanıyor olabilir mi? Yoksa Libido ile Filya'yı, Eros ile Agape'yi birlikte yaşatamadığımız için mi tüm bu aşksal doyumsuzlukları yaşıyor, aşka biçilen ömürlerin kısalığından şikâyet ediyoruz!? Mutlu aşkın olmamasının nedeni bu bölünmüşlük, bu temel taşlarıyla oynanmışlık mı, ne?..
Belki de altıncı, yirminci, kırkıncı boyutları vardır aşkın! Olamaz mı?.. Acısı bir boyut, kederi bir boyut, kıskançlığı bir boyut, bırakacağı yara korkusu bir başka boyut... Acaba aşkların giderek azalıp bozulması bu boyutların duygusal ağırlığından mı, o yoğunluktan korktuğumuz için mi?.. Aşkın bizi savunmasız, güçsüz veya bağımlı kılacağından korktuğumuz için mi yaratıyoruz bunca aşkı bereketsiz yılları, ıssızlaşan yürekleri, yalnızlıktan buz kesmiş bir yanı boş yatakları?..
Biz aşkı disiplinli sevgiye mi dönüştürdük yoksa?.. Define avcıları gibi aradığımız şey kontrollü, vitesli, direksiyonlu bir tür libido ve ten tatmini mi? Hayatımızın bir parçası yapmak istediğimiz şey istediğimiz zaman parka çekebileceğimiz bir aşk türü mü yoksa?
Aşkın bütünlüğünü parçaladık ve simyasını bozduk ya... Sanki içinde yabancılığı ve alıştığımız yalnızlığı da barındıran bir ucube, kördüğüm olmuş bir duygu yumağı istiyoruz adı aşk olan... Bir zamanlar yüreğimizi titreten o aşk sözlerinin edilmediği, duygularımızı kabartıp abartmayacak, ilk yağmurun ilk damlaları arasında eriyip iz bırakmadan kendini toprağın bağrına gömecek aşklar...
Biz var ya biz; hepimiz aşk korkağıyız!!! Ruhumuzu soyup göstermemek için, bedenimizi soyacağımız sözde aşklara kaçışlarımız ondandır mutlaka...
Dip not: Cem Mumcu'nun "Kendine Bakma Kitabı"nın daha ilk çeyreğini okumuşken aniden gelen bir esinle yazdım bu satırları. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Psikoloji sevenler bu kitabı okumalı bence.
Günün sorusu: "Hepimiz 'O'nu ararken, neden kimse kimseye 'O' olamıyor; bu da 'O' değil, dedikçe, bir başka 'O' olma olasılığını kolaylıkla bulup onu da tüketebileceğimiz için mi?" CM
Günün sözü: "Aşk mı; bize sormadan gelen, bize sormadan giden, hiç yaşlanmayan saygısız misafiridir yüreğin... Kalbe kazınmış bir aşk simgesiyle doğanlarsa, hiç eskimeyen bir acının masal kahramanlarıdır."
Kendi aşkografım: Aşk; gözlerin birbirini beğenmesi değil, sevmeye ve sevilmeye susamış iki yüreğin gönül enerjisiyle bağlanışıdır.
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Bana Seni Seviyorum Deme
Kaybetmek gerek kazanmanın değerini bilmek için
Kazanmak gerek kaybettiklerini anlamak için
Yorulman gerek ne kadar uzaklaştığını anlaman için
Geri dönmen gerek uzaklaşırken ne kaybettiğini anlaman için
Ne kaybettiklerim ne kazandıklarım hiçbiri sen olmadı
Yerini doldurmadı hiç bir hatıra hiç bir anı
Ne silebildim ne karalayabildim adını
Yinede aklım gidişini değil gelişini unutmadı
Kim ne derse desin kötü söylesinler arkandan
İnsanın ağzından çıkan kelimelerdir ya değeri
Ben sana değer biçecek kelimeyi daha bulamadım
İçimde kopan fırtınaya hiç bir kelimeyle ben seni anlatamadım
Suskunluğum hissizliğimden değil
Ben senin adını hiçbir kelimeyle yakıştıramadım
Mutluluk dedim olmadı hüzün dedim olmadı
Aşk dedim sen aşktan daha temizsin
Sustum ne sen beni anladın ne ben seni
Ben sana kelime bulamadım
Sen bana dünyanda ufak bir köşe
Ben sana sıfat bulamadım
Sen bana lügatinden bir kelime
Bana seni seviyorum deme
Nuray Şahin
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Duman grisi rengi ve tatlı suratlı bir kedi, karşınızda yalvarır gözlerle durup miyavlamaya başlarsa ne düşünürsünüz? http://www.izlesene.com/video/bu-kedi-ne-anlatmaya-calisiyor/3300847 Bu kedi sadece miyavlamakla kalmıyor, birde patilerini kullanıyor. Filmin sonunda ne olduğunu anlıyorsunuz ama sabırla izlerseniz en kötü ihtimalle yüzünüzde bir tebessüm ya da gülümsemeye sebep olacağına eminim.
Uzun zamandır yapmadığım bir şeyi denedim ve flash oyunlarla ilgili kısa bir araştırma yaptım. http://www.freeworldgroup.com/ bu konuda en beğendiğim web sayfası oldu. Özellikle tavsiye ediyorum.
http://www.msdyt.com/ "Modifiye Suç Değil Yaşam Tarzı" sloganıyla yola çıkan bu web sayfasını gönülden destekliyorum. Hele "Ölümüne şahin, modifiyeli şahin" videosunu kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Gerek altyazı desteği, müzik kullanımı, röportajlar, görseller adeta bir Aston Martin tanıtım reklamı tadında. Abimiz taverna müziğinden şaşmıyor ve ömrünün yettiğince Şahin'den vazgeçmeyeceğini söylüyor. O bir kuş serisi hayranı. Bu bir tutku. Unutmayalım ki Şahin şöförü olmak bir ayrıcalıktır…
Fotoğraf çekmeyi sevenler bilirler, başarılı (!) çalışmalar için standart bazı kurallar vardır. Örneğin: fotoğrafta bir kitap, üzerine bir gül ya da kalp deseni oluşturacak bir nesne koyarsanız. Ya da tamamen siyah beyaz bir fotoğrafta sadece bir obje renklidir, özellikle kırmızı olanlar tercih edilir. http://brainz.org/14-horribly-overused-photography-tricks/ bu web sayfasında hem başarılı bir o kadar da klişeleşmiş 14 kuraldan bahsediliyor. Bunları bilmeyen kalmadı artık, hadi bi zahmet siz de öğrenin.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|