|
|
|
Editör'den : Kimi muhatap alacağız?!.. |
Merhabalar,
Hiperaktif gündemi yakalamak hayli zor. Recep Bey'in Türk siyasi hayatına kattığı "tükürük, omurga, diklenme,vs." diye uzayıp giden delikanlılık(!?) jargonunu tam anlayıp didiklemeye başlayacakken, şikecilerin itirafları kulağımıza çalınıyor şaşırıyoruz. Hadi oradan başlayalım deyince de Güney Doğu'dan gelen şehit haberleri ile yüreğimiz burkuluyor. İktidarın demokratikleşme süreci diye başlattığı ama başlayamadan bitirdiği açılım ve saçılımın geldiği son noktada, kapı önünde katledilenler, iş yerinden kaçırılanlar ve son olarak 13 genç şehidimiz var. Acılar bitsin diye, yeni anayasa da dahil, pekçok girişimin konuşulduğu, alenen İmaralı'daki teröristbaşının muhatap alındığı, bizzat onun BDP'li vekillere "Gidin yemin edin." dediği bir dönemde yaşanıyor tüm bu pislikler. Konuşup anlaşalım, peki anladık ta, kiminle konuşup anlaşacak bu devlet? İmralı'da yan gelip yatanla mı, yoksa Kandil'de katliam planları yapan yılanla mı? Ya da siyasi temsilcisi olduğu varsayılan BDP ile mi? Son dakika haberi de Aysel Tuğluk'tan geldi. Demokratik özerkliklerini ilan etmişler. Bir bu eksikti diyeceğim ama daha bunun bir başlangıç olduğunu bildiğimden şimdilik susacağım. Yarın sabah uyandığımda ne ile karşılacağımı bilemediğimden, yersiz ve zamansız ötme olasılığım yüksek diye çekiniyorum.
...
Şike davasını, şalvar davası olmaktan kurtaracak bir takım itiraflar olmuş dün. Aldım, verdim, yaptım olarak özetlenebilecek bu itiraflar doğruysa, vay ki başımıza gelenler. Sizi bilmem, benim sıtkım sıyrıldı artık. Bu sene gönül rahatlığıyla maç seyredemeyeceğimden korkar oldum. Futbolun memlketimizdeki yeri düşünüldüğünde, hele karışan takımların isimlerine bakıldığında, bu işin öyle kolay atlatılamayacağı ortada. Ben şahsen, 2011-12 sezonunu yok sezon olarak şimdiden tescil ediyorum. Küme düşmelerde yenecek maddi darbelerin, cezayı alanla birlikte tüm camiayı etkileyecek olması nedeniyle, küme düşürme cezasının uygulanmamasını, onun yerine şampiyonluğun geri alınması, Avrupa kupalarına katılınmaması, suça göre 10 ile 30 puan geriden başlanması ve suçu sabit görülenlerin bir daha dönmemek üzere camiadan uzaklaştırılması gibi nisbeten hakkaniyetli cezalardan yanayım.
Giderken, terör denilen belaya lanet okuyor, şehitlerimize rahmet, geride bıraktıklarına sabır ve başsağlığı diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BU PAZAR DENİZ'E KAÇALIM-3 |
|
O akşam derenin üzerinde pervaneler gibi uçuşan kırlangıçlar ufacık gagalarıyla kırmızıya boyanmış suyun tenine dokundular. Zeytinliğin kenarındaki kuru otlarda binlerce cırcır böceği hep bir ağızdan şarkılar söylemeye başladılar. Güneş tepenin arkasındaki sulara indiğinde sahilde sadece aşıklar kaldı. Bazıları el ele tutuşup büyülenmiş gözlerle akşamın renk cümbüşünü izlediler. Yorgun olanlar sevgililerinin dizlerine uzandı. Dalgaların mırıltısı usulca söylenen aşk sözcüklerini örttü.
Abla, kardeş iki kız bir süre sonra elbise ile denize girmenin verdiği sıkıntıdan kurtulmak için üzerlerindeki çıkarıp attılar. Mayoları ile kumların üzerinde oturup etrafı kolaçan ettiler. Herkes onlara bakacak sanıyorlardı. Ama kimsenin onları taktığı yoktu. Asiye ile Bahadır neredeyse bütün zamanlarını denizde geçirdiler. Öğleyin biraz ara verdiler. Sahildeki büfeden alıp köfte ekmek yediler. Gazoz içtiler. Yeniden denize koştular. Çünkü denizin içinde birbirlerinin elinden tutabiliyor, bedenleri birbirine değebiliyor, çarpışabiliyor, durmadan şakalaşabiliyorlardı. Bütün genç insanlar gibi birbirlerine dokunmaktan, sarılmaktan, ellerini tutmaktan büyük keyif alıyorlardı. Enişte ve abla zaman zaman gençleri uyarmaya niyetlendi ama başkalarına ayıp olur diye sustular. Akşam dönerken kulaklarını biraz çekseler yeterdi.
Öğleden sonra Bahadır ve Asiye izin alıp yürüyüşe çıktılar. Yazlıkların kantininden dondurma aldılar. Derenin üzerindeki mavi köprüden sahildeki insanları izlediler. Fazla oyalanmadan geri döndüler. Kibrit çöpünden kura çektiler. Piyango enişteye çıktığı için kuma gömüldü. Ona türlü türlü şakalar yaptılar. Denizden su getirip üstüne döktüler. Yanlışlıkla olmuş gibi yapıp ağzına burnuna kum kaçırdılar. En sonunda onu öylece bırakıp hep beraber denize koştular.
Akşamüzerine doğru herkes iyice yoruldu. Gidip kafeteryada bir masaya oturdular. Oturup biraz dinlendikten sonra güneşten feci şekilde yandıklarını anladılar. Öyle güzel vakit geçiriyorlardı ki bunun keyiflerini kaçırmasını istemediler. Yoğurt süreriz geçer dediler. Zaman ilerledikçe kumsalı dolduran binlerce insan sır olup kayboluverdiler. Kumsalda sadece birkaç aile ve küçük çocuklar kaldı. Asiye ile Bahadır yeniden denize dönüp ayaklarını ıslattılar. Kıyılardan midye kabukları ve renkli taşlar topladılar. Gidip yazlıkçıların boşalan şezlonglarına uzandılar.
Güneş zeytin ağaçlarıyla bezenmiş tepenin arkasına inerken bir top beyaz bulutla karşılaştı. Bulut kızardı, deniz turunculara boyandı. Cırcır böceklerinin sesleri azalırken sazlıklardan gelen kurbağa sesleri iyice çoğaldı. İki genç cayır cayır yanan omuzlarına aldırmadan akşamın büyüsüne tutsak olup kaldılar. Zaman ve bu resim donup kalsın istediler. Sonsuza kadar her şey böylece kalıversin…
O akşam dünyanın en güzel renkleri bütün zeytinlikleri, gökyüzünü, mavi köprüyü, denizi boyarken resmin kenarında küçük bir boşluk kalıvermişti. O delikanlı tam üç gündür uykusuzdu. Tam üç gündür aç, susuz ve çaresizdi. Okulu bitireli iki yıl olduğu halde bir türlü öğretmen olarak atanamıyordu. Bu yılki KPSS sınavı da kötü geçmişti. "Ben geri zekâlıyım galiba," diyordu. Bunu binlerce, on binlerce kez kendisine söylemişti. Bütün bir yıl geceyi gündüzüne katıp ders çalışmıştı. Dershaneye bile gitmişti. ''Demek ki kapasitem bu. Ben ortalamanın altındayım'' diyordu. Bu sınavı başarabileceğine ilişkin bütün umutları uçup gitmişti. Bir iş bakmalı artık, sigortalı bir iş, amelelik bile olabilirdi. Yaşıtları çoluk çocuğa karışmıştı. O ise hala öğretmen olacağım diye çabalıyordu. Üstelik olabilse bari... Nerde? Keşke ellerim demirden, parmaklarım çelikten olsaydı. Şu beynimi çıkarıp atabilseydim. Hiçbir işe yaramayan şu zavallı beynimi. Annemin ağlamaklı bakışlarını görmektense, onun umutlarının yıkılışını görmektense gözlerimi söküp atabilseydim. Kırmızılar içersinde yıkanan denize karşı oturup ağladı. Gözlerinde sağanaklar, sicim gibi bir yağmur başladı. Karınlık onu bütün gözlerden saklayınca küçük bir çocuk gibi içini çeke çeke ağladı. Göz yaşları katran karası kederini azaltmaya yetmiyordu.
Karanlık çökünce bizim günü birlik tatilciler bol güneş yanığı deri, kumlu giysiler ve bol tuz ile yola koyuldular. Menemen yolunda yine kaza olmuştu. Bütün asvalt domateslerle kaplanmıştı. Kamyon şoförü başını ellerinin arasına almış öylece oturuyordu. Enişte;
- Ziyan olacak ya bunca domates, günah vallahi" , dedi.
- Kamyon gitmiş sen hala domatesin derdindesin," dedi diğeri.
- Kamyon gitmiş ama bu domatesler işe yarar hala. Salça yapılır mesela. Sağlamları fakir fukaraya dağıtılabilir mesela.
Bahadır;
- Bizi de salça yapsınlar o zaman. Hepimiz domates gibiyiz baksana.
Gülüştüler. Domateslerin üzerinden geçip gittiler. Virajlı rampayı çıkarken onların yeni bir türküsü vardı. Domatesin çekirdeği kırmızı kırmızı…
SON
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu D-MARİN KONSERLERİNİ İZLERKEN (1) |
|
ÇOKSESLİ MÜZİK VE DEMOKRAT OLMAK
Kimi eserler vardır, yıllar sonra da neredeyse her sayfasını tek tek anımsarsınız. Azra Erhat'ın İşte İnsan- Ecce Homo'su benim için bu türden eserlerdir.
"Kim ermişse yüce mutluluğuna
Bir dost ile dost olmanın"
Azra Erhat'ın kitabı Schiller'in bu dizeleriyle başlar. Bu dizeler beni bir anda Gönen İlköğretmen Okulu yıllarıma götürür. Piyanoda belki İsmet Çetin belki Seyfullah Yılmaz, belki Seniha Hanım vardır. Onlardan biri çalar, biz köy çocukları söyleriz:
Medeniyet insanlığa güneş gibi nur saçar
Bilgimizin ışıkları karanlıkta yol açar
Bu yol bizi kardeşliğe doğruluğa götürecek
Gözyaşları silinecek hayat neşe verecek
Bu, Beethoven'in 9. Senfonisi'nden bir şarkıdır. Sonra Mozart gelir, Bach, Vivaldi, Chopin… uzar gider bu liste.
D-Marin Turgutreis 7. Uluslararası Klasik Müzik Festivali'nin açılış konserini izlerken, bana bu müziği dinlemeyi, anlamayı öğreten öğretmenlerimi bir kez daha minnet duygularımla andım.
Açılış konserinin yıldızı kuşkusuz çellist Mischa Maisky'ydi. Maisky tam bir dünya adamı. Letonya'da doğmuş, Rusya'da yetişmiş, İsrail'de olgunlaşmış, şimdi Brüksel'de yaşıyor.Onu dinlerken farklı kültürlerden beslenebilen sanatçıların algılama ve yorumlamaları daha derin ve etkileyici olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Onun "Yeryüzünün en mükemmel enstrümanı insan sesidir. Ondan sonra çellonun geldiğine inanılır."sözünün doğru olabileceğine onu dinlemeden pek de inanmazdım. Bence her sazın, usta elinde, ruhumuzun derinlerine yolculuk yapabilecek niteliği var. İkinci gün Julian Rachlin'in kemanıyla bunu doğrular gibiydi.
Bir senfoni orkestrası, bana yaşamın bir çok girdisi çıktısının örneğini sunabiliyor.
Moskova Tchaikovsky Senfoni Orkestrası'nın Şefi Vladimir Fedoseyev, güler yüzlü, ufak tefek ihtiyar bir adam gibi geliyor sahneye. Ama sahnede büyüyor, büyüyor, bir dev gibi ayrılıyor sahneden. Baton değil elindeki, sihirli bir değnek. Onun her deviniminde onlarca saz, yüzlerce notayı cem ettikçe uçup gidiyoruz ezgiler eşliğinde. Bazen bakışıyla yanı başımızdaki teknelere "Ne duruyorsunuz, haydi, sularla dans edin!" diyor. Bazen bir yay gibi geriliyor bedeni; bir dalga sırtında kayan bir kayıktayız. Ve hiç ummadığımız bir yerde fırtına duruyor: Asude bir bükte demirlemişiz. Öyle ya, ay ilk dördün. Yıldızlar hala çok yakında. Bodrum, Çaykovski'nin "Beyaz Geceleri"ni selamlıyor.
Dünyanın en demokrat şefleri, orkestra şefleri olmalı, diye geçiriyorum içimden. Aynı anda onca farklı sesi duyabilmek, bu farklılıklardan uyumlu bir birlik yaratabilmek… Demokratım diyebilmenin vazgeçilmez koşulu, "farklılıkların birliği"ne saygı değil mi?
Biz, niye demokrasi gibi insanoğlunun en insancıl yönetim biçimini ters yüz etmekte mahiriz, diye soruyorum kendime.
Galiba, iki üç şarkı söyleyenin kendini assolist olarak hayal ettiği; ama üç kişi bir araya gelip bir türküyü bile birlikte söyleyemediği toplumda, birilerinin tek başına, "Beraber yürüdük biz bu yollardaaa.." diye şarkı çığırması, ne onu ne de dinleyenlerini demokrat yapmaz, görüşü yabana atılası değil.
Arp sazların bilgesidir. Bir sahnede en arkada dursa da ilk göze çarpan odur. Konser süresince ikide bir ezgilere karışmaz. Ancak her ezgisi esere renk katar.
Kimileri Çembalo gibi, aslını anımsatır kimi sazların. Kimileri iddiasız; ama içten yerel ezgilerin sazıdır. Kimilerinin adını bile pek çok şef bile bilmez .Onlar, konser boyunca tek notaya hayat verebilmek için sabırla bekler. O notayı onlardan duydunuz an, eserin büyüsü daha da sarar sizi. Onların her biri, toplumların gözden ırak kahramanlarına nasıl da benzerler, değil mi?
Orkestra şefleri gibi toplumları yönetenler de yanı başlarındakiler kadar, uzaklarda sabırla bekleyen o farklı, iddiasız; ama demokrasiye renk katan o değerlere de kulak verebilmeli.
Mischa Maisky, tam da yazın en tenha gecesinde dolaşırken, kulağıma çıkarma yapıyor bencil, saldırgan, otokrat dump dump du dum sesi. Ardı arkası kesilmek bilmiyor. Hay Allah, böylesine güzel bir yaz gecesini işgale ne hakkı var başkalarının. Ne denli duymamaya çalışsam da olmuyor. Bodrum mültikültürel bir şehir. Kimse kimsenin inanma, düşünme ve eğlenme hakkını gasp etmemeli.
Demokrasi, yalnız güçlünün yeri göğü inlettiği bir rejim değil, herkesin kendisini güvenle ifade edebildiği bir rejimdir. Bunu en güçlüler de kabul etmeli.
Bu yıl, festival "Mevsimler "le başladı, ikinci gün mevsimlerle devam etti. İlk gün Çaykovsky'nin Nisan- Haziran- Aralık'ını, ikinci gün Vivaldi'nin Mevsimler konçertosunu ve Astor Piazzola'nın Buenos Aires'te Dört Mevsim'ini dinledim. Üç farklı ulustan bestecinin bir temayı nasıl yorumladığını sorgularken konser alanının hemen sağındaki dev posterinden bizi izleyen Atatürk'le göz göze geldim. Onun,
"Ulusal; ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce, modern müzik kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal müziği yükselip, evrensel müzikte yerini alabilir." sözlerini kavramaya çalıştım.
O, bir başka konuşmasında, " Hayatta müzik lazım değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzik ile ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise müzik mutlaka vardır." diyordu.
Kanımca, insan uygarlığının, gelişmesinde müziğin, demokrasinin gelişmesinde de çok sesli müziğin önemini yeniden yeniden değerlendirmek gerek.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-22
*- Zorluk cahili bocalatır, korkağı kaçırtır, akıllıya ise çözüm yolu aratır.
*- Düş kurmayı kötü bir şeymiş gibi göstermeye çalışanlar büyük bir hata yapıyorlar. Çünkü her buluş bir insanın düş kurmasından sonra ortaya çıkmıştır.
*- Düşünce tohumların zehirliyse onları ekmekten vaz geç. Hiç olmazsa bir kere daha gözden geçir. Belki de biraz insanlığın hayrına çabalasan, onları sağlıklı tohumlar haline bile getirebilirsin.
*- Bilinç altının gücünü küçümsersen bir gün sana öyle bir oyun oynar ki şaşar kalırsın; çok da abartırsan onun kölesi olursun.
*- Eskiden bu dünyada birçok şey bedavaydı. Şimdi ise su, hava gibi şeyler bile parayla. Ama üzülme hâlâ gülmek bedava.
*- İyiliğin bile fazlası zarardır.
*- Kolay çaktığın çivi, o kadar da kolay çıkar.
*- Güzel olan, iyi olan şeylerin sizin olmasını istemeden önce onları nasıl koruyabileceğinizi düşünmelisiniz. Çünkü onları sizden almak isteyen o kadar çok kişi olacak ki…
*- İntikam duygusu meyve içindeki çürük gibidir. Bir süre sonra tüm benliğimizi çürütür.
*- "İnanıyorum" diyen insan karşısında akıldan, bilimden, felsefeden pek yarar bekleme.
*- Gerçeğin ve doğrunun, yalanı yeneceği görüşüne katılmıyorum. Öyle yalanlar var ki yüzlerce yıl hüküm sürebilmiş.
*- Açlık sınavından başarı ile geçenleri yeryüzünde korkutacak başka hiçbir sınav yoktur.
*- Temelinde duygu bulunan dostluktansa temelinde akıl bulunan dostluğu tercih ederim.
*- Dostun yüreğimize attığı bir çiziğin açacağı yarayı hiçbir düşman silahı açamaz.
*- Bir arkadaşlık ilişkisini dostluğa dönüştürmeden önce iyi düşün. Çünkü dost kazanacağım derken bir arkadaşını kaybedebilirsin.
*- Öyle bir ışığa sahip ol ki; onunla kendini aydınlattığın zaman bile etraf da aydınlansın.
*- Bal çanağın varsa, sineklere karşı önlem almak zorundasın.
*- Sen kendini anlatırken karşındaki seni dinlemedi diye üzülme; çünkü ödeşmiş oldunuz!
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Mutlaka gel, beklerim...
Adresinde yoktur
Mutlaka gel, beklerim...
Tatilde mutlaka gel, beklerim... Bak evi tarif edeyim, çok kolay.
Geleceksen önce giyinip süslenip evden çıkacaksın. Almadıysan eğer, eli boş gelinmez, bir hediye alacaksın.
Sonra garaja gidip S.... otobüslerinden bir tanesini seçip bineceksin. S....'ye gelince inmeyi unutmayacaksın.
Otobüsten indiğin zaman önce şaşkın şaşkın etrafa bakınıp sonra sağa dönüp yürüyeceksin.
Önüne çıkan ilk bakkala M........ dolmuşlarının nereden kalktığını sorarsın. Dolmuş ücreti 1.300 TL.
M......'in içine girmesi için dolmuş şoförüne yalakalık edip gerekirse yalvaracak, ikna edeceksin.
M......'e gelince iner inmez A........ caddesine girip ( Tam karşıdaki cadde ) dümdüz yürüyeceksin.
Zaten sapacak başka yer de yok.
Sokağın sonunda, pastanenin karşısında bizim oturduğumuz apartmanı göreceksin.
Alttan yukarı doğru sayıp 4. zile uzun uzun basacaksın. Büyük ihtimalle cevap vermeyecek kimse.
Eğer evde yoksak plajdayız demektir.
Sahile inip banklardan birine oturup dönmemizi bekleyeceksin....
Ya da bir kafeteryaya gidip bir kahve içersin. Falına da baktırmayı unutma.
Birkaç saat çabucak geçer nasılsa, olmadı sahilde yürüyüş yaparsın.
Karnın acıkırsa dondurmacının solunda bir dürümcü var, çok da güzel yapıyor. Orada karnını doyurursun.
Hava kararmaya başlayınca yine bir uğra bizim apartmana, zili çal...
Dönmüş oluruz büyük ihtimalle.
Bu kadar basit işte...
Ne zaman istersen buyur gel, mutlaka bekleriz.
Müşerref Özdaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
AYNADAKİ BEŞ ŞEHİR: BURSA
Ey Rûhâniyetli Şehir!
Bu satırları sana zamanın hemen kıyısından yazıyoruz. Bir ân sonrasının mâzi olduğu bu yekpâre mefhûmun sana pek de uymayan bir mahalde olduğunu hepimiz elbette ki biliyoruz. Fakat sana buradan yazmamızın nedeni bu değil. Bu durum bilakis senin âşina olduğun kendine has zamanının efsûnundan ve bizim bunu asla idrâk edemeyişimizden kaynaklanıyor. İşte bu yüzden buradan yazmayı uygun gördük desek hata olmaz. Öyle ki yeşilin rûhuna huzur katan tarafını, bu huzuru besleyen sularının zamana vuran akislerini, tâ derinlerde bir yerlerde bu akislerin tılsımlı bir ikinci zamana dönüşmesini hayretle izleyerek sana kucak dolusu selâm ediyoruz.
Asırlık çınar dalları gibi ebediyete uzanan kollarını açtığın ezelî mekânlarda rûhunun bıraktığı izleri, biz mâzi olarak görürken; senin her seferinde canlılara hayat veren su gibi maddeye can katarak sonsuzluğa akışını öylece izliyoruz. Bizden sakladığın meçhûl bir iksirinin olduğunu ciddiyetle düşündüğümüzü bilmeni isteriz. Çünkü sana uğrayıp da senden her geçen, yanı başında oturduğumuz zamanı unutarak bambaşka bir iklime giriveriyor ve geçmişin hemen yakınında hâlis bir hayat buluyor. Üstelik bununla da kalmayıp hayâl içinde gerçeğin, gerçeğin çok az dışında bir hayâlin keyfini tadıyor. Bu tat! İşte bu tat, seni sen yapan en özge nitelik! Senden bu iksiri talep edeceğimizi düşünüyorsan yanılıyorsun. Sen kendi masal ülkende bugüne ve yarına ebedî bir ışık dağıtırken, bu ışıktan nasibimizi istemekten gayrisi sana yapacağımız gerçek bir haksızlık olur. Hakîkat şu ki bu tadı senin ellerinden tatmak, mecliste sâkilerin elinden âşk şarabını kana kana yudumlamaya müsâvidir. Her dokunduğun şeyin ellerindeki zaman aynasında farklı şekillere bürünerek senin ahengine uyması, kaçınılmaz ritmine kapılması, zaman imbiğinden geçerek kendine tarihin içinde bir yer bulması bütün mefhûmları ortadan kaldıran apaçık bir gerçek! Bu gerçek karşısında olmak ise büyük tâlih!
Şimdi hepimiz; yani kâdim dostların, sana hasretle yüklü rûh esintilerimizi takdim ediyoruz. İlk defa sensiz kurduğumuz bu divânda olmayışının elem dolu havasını, rûh esintilerimizin sürüklediği bulutlara yükleyip sana yolluyoruz. Hüznümüzün emâresi semâlarında kesif bir yağmur olabilir! Bu yağmur sana varıp da yağdığında sularına karışan hüznümüz, serencâmına uyup tarihinde bir hazine gibi gizlediğin çeşmelerinden, derelerinden, suyollarından, kemerlerinden geçerek tüm şehre yayılacak. İşte o vakit sen bu hüznü bile öğütüp bambaşka bir şekilde önümüze buruk bir coşkuyla sunacaksın, eminiz. Öyle ya senin bir zerre suya dokunuşun bile o suyun vardığı yere rûhunu taşır! Bizde kaybolan şeylere duyulan üzüntü, sende geçmişten bugüne umutla taşınan bir iştiyâktır.
Kendi masal ülkende sana has bir husûsîyetle yaşanan ikinci zaman, zamanın üç çizgisinin dışında belki de üçünü bir araya getiren bir zemberektir. Oysa zaman, Emirgan, Beykoz, Ortaköy, İstinye, Çengelköy, Sarayburnu'nda seninkine asla benzemeyen bir şekilde günün her saati birbirinden oldukça farklı, birbirinden farklı olmakla birlikte kendi içinde bile hep başka başkadır. Aynı sesleri bir daha duyamayacağın, mütemâdiyen değişen, adeta ayrı ayrı dünyâlardır her bir semt. İstanbul'un cumbaları birbirinin yüzünü samimiyetle öpen dar sokaklarında artık sucuların çıngırakları, zerzevatçıların nidâları ve geceleri bozacıların tok sesleri duyulmaz oldu. Bütün bu hatıralar artık devâsâ pazarlara, kahve köşelerine, çarşıların keşmekeşliğine taşındı. Saatin zembereği koptu da İstanbul zamanı elinden kaçırdı sanki! Ya sen öyle misin? Zaman; Nilüfer, Çekirge, Gümüşlü, Geyikli Baba, Yeşil, Fomara, Murâdiye'de zembereği ellerindeki saatte ikinci zamana itâat ederek usulca ilerliyor. Maksem'de Temenye'den gelen Uludağ'ın buz gibi kaynak suları tüm şehre taksim edildiğinde; bu sudan içenlerin içine taptaze bir ferahlık doluyor ve büyülü bir şekilde zaman senin ellerinde âniden duruveriyor.
Güneşin hayat veren ışığı; sana şarkın serhât şehrinden îtinayla, erdemli başı göğe değen dağlarının arasından Anadolu kartalı gibi süzülerek gelir. Bu ışık ki Malazgirt zaferinin açtığı o mukaddes gedikten yeni bir vatanın geniş coğrafyasına yavuz bir ışık gibi yayılır. Bu yayılışın engel olunmaz bir güçle garba sökün ettiği en mühim kaynak işte bu gediktir. Bu ebedî ziyâyı besleyen ölümsüz rûhun Türk merhâlesindeki yeri, tabii ki sâdece bu serhât şehridir. Heyhât; burası ölüm ve zafer arasında bir yerdir. Ölüm ile parçalanan, zafer ile tekrar tekrar canlanan bir şehirdir Erzurum. Rengârenk cam kırıklarını benzersiz bir mahâretle terkip eden cam ustaları… Tuğrul'lar, Çağrı'lar, Şehzâde Kutalmış'lar, Alparslan'lar, Yavuz'lar, Gâzi Muhtar'lar, Kazım Karabekir'ler ve daha nice isimsizler burada yaşar. Bu kutlu serhâddin sana doğru akan sınırsız ışığını bin bir renk ile sana ulaştıran bu görkemli muhayyile; sende en az Serhoş İbrahim'in ölülere can katan sanatı kadar yüksek bir menzile varır. Işığın efsûnlu oyunları pencerelerdeki vitraylardan süzülerek mekâna aktığında etrâfı saran rûh; yeşilde fetih rüyâsı, kırmızıda zafer çığlığı, siyahta kekre bir hüzün, mâvide sonsuz ufuk, kahverenginde vatan toprağında var olmanın hazzı, sarıda estetik, pembede âşk, morda ihtişâm, lacivertte asâlet, beyazda zerâfet olup duvarlara akseder. Kutlu mabetlerin nümâyişi, mâneviyâtı hatta rûhu da bu akislerde gizlenir. Mekânı kuzu sarmaşığı gibi saran bu rûh, maddeye nüfuz ettiğinde maddenin derûnuna da mutlak tesir eder. İşte Ulu Câmî'n güneşe denk bu ziyânın pây-i tahtıdır. Sekiz köşesinden sekiz bin meleğin bu müstesnâ rûhu mîrâca taşıdığı zâviyedir. Minberinde kâinatı taşıyıp mihrâbıyla Kâbe'ye nûr ile açılan kapıdır. Vâsî kubbelerini beş safta beşer evliyânın taşıdığı beşinci mertebeye, mâkam-ı İslâm'ın beşincisine merhaba! İsmâil Hakkı'ya, Emir Sultan'a, Şeyh Üftâde'ye, Hızır Dede'ye, Somuncu Baba'ya sâmîmîyetle selâm ederiz.
Ey Bursa! Sen ancak hakîkat ile varsın. Ve hakîkat ile mâlumu meçhûlde aşikâr eden takât; mâverâdan sana pek güzel bir muştu takdîm etti. Sana kereminden bir göze verdi, varlığın özünden küçücük bir zerreyi, hakîkat kefesinde cihan yükünce tartıp münzevî sadrına gizledi. İşte böylece gönüller âşk ile birbirine yaklaştı, can ile cânân âşk meydanında buluştu. Rengârenk cam kırıklarını mahâretle terkip edip türlü ışık oyunlarıyla mekânın rûhuna can katan cam ustalarının yerini, bu meydanda aynı cam kırıklarını mâneviyât ikliminde yoğurup tek bir renk ile yekvücût önümüze sunan gönül sultanları aldı. İşte bu hakîkatin tecellîcisiydi! Akşemseddin'i bu meydanda karşılayan o pek güzel muştu, bu meydanda garp ile şarkı, şimâl ile cenûbu birbirine yaklaştırdı, zamanı gelince de yine burada buluşturdu. Mesâfeler eksilmeye durmuştu. Öyle de denilebilir ki seni var eden hakîkat ışığı, ilk burada yandı. Kalenin hemen dibinde, eski medeniyet kalıntılarının; Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Galatlar, Helen, Roma, Bizans ve daha pek çok "birbirine canlı bir şekilde karışmış, birbiriyle haşır-neşir olan" medeniyet mirâslarının harâbeye döndüğü yerde, taptâze bir fidan baş vermişti. Şehir, Büyük İskender'i karşıladığı gibi Kral Yolu'nda karşılamamıştı bu fidanı. Harâbeler arasındaki mahalde yeşeren çiçek, gül oldu, nihâyet rengini buldu. Bu sefer kırmızıdaki zafer çığlığı, bir cengin ardından değil hüdhüd kuşunun Hz.Süleyman'a bu mektubu ulaştırmasından az evvel vukû buldu. Gül rengini, meydan ahengini, mâneviyât cengini ve cânân dengini buldu. Söze gerek kalmadan gönüller bu meydanda muhabbete daldı, aza gerek kalmadan kanaatkâr güllerin verdiği meşk mâşuka kaldı, yaza gerek kalmadan daha baharda yeşil bir huzûr engin gönüllere samimi bir sıcaklık saldı, saza gerek kalmadan âşık hasretlerin ince şarkısını çaldı. İnan ki bu meydanda var olmanın tadı târifsiz bir hâl aldı. Bu yetim ovada gülleri deren canlar, gülden öte bir kırmızıya bulandı da Hacı Bayram'ın sessiz çığlığında avaz avaz cânâna dolandı. Şeyh Edebâli'nin rüyâlarını boyayan bu âteşîn kırmızı, Ahi ocağında âşkı ham iken pişirdi, muhabbetle yaktı. Serhât şehrinden akıp gelmekte olan bu müstesnâ rûh, kendisini sevgide tamamladı. Ledünde ahiret saâdetini kucaklayan bu iştiyâk, yepyeni bir nizâmı binâ ederek -maddenin derûnuna tesir edip maddeyi kendine benzeten rûh gibi- sûretinden bir parçayı hakîkat akislerine nakşeyledi. Bu arayış, kendi derinliklerinde Hâkk'ı arayan bir murakâbe olarak bizzat kendisiyle sevgi deryâsında buluştu. Bu deryâdan sâdece bir zerre, bütün gönüllere serpildi de gönülleri ferahlatmaya yetti de arttı.
Bir elinde Kur'an, bir elinde kılıç, yağız atlarıyla fethe yel gibi koşan yeşil sancaklı kutlu bir soy, âşk ile cihânı asırlık, koca bir çınar ağacı gibi ebedî dallarıyla sardı. Ve sen kutlu şehir; bu aşkın en sadık döşeği oldun, sardın sarmaladın bu yeşeren fidanı, bağrında şefkatle emzirip büyüttün. Ne mutlu ki Âşk sende tekâmül etti!
"Keşke uyuyabilseydik de, rüyâda yüzünü gösterseydin." diyerek hasret denizinde boğuluyoruz şimdi her birimiz. Bu bir rüyâ ki; Âşk etrâfında dört dönüp ayyûka çıkan semâzenlerin ateş etrâfında tavâf eden pervânelere denk düştüğü bir yangın! Bu yangın, Şems'e meftûn olan gönlün yürekleri dağladığı, arz-ı endâm ederek var olmanın hazzını tattığı mesâfedir. Bu mesafe ki nice canları cânâna yakın olmak arzusuyla daha yaklaşırken yakıp yok etmektedir. Bilirsin yok olmanın asıl manası Âşk libâsını giyip ebediyen var olmaktır. İşte" bozkırın tam çocuğu", "Selçuklular'ın pây-i tahtı", nâm-ı diğer: Konya; bu rüyâyı bir serâp vehmiyle görüp mutlak var olanların vatanıdır. Evliyâ derde düşeli ancak bu kadar mesâfe kaldığında ham iken pişmiş, yanmıştı lâkin canı cânân için çarptığında kanatları târifsiz bir heyecan ile kıpırdanmış, uçmaya ramak kala cânân'a canı için fedâ olmuştu. Semaha durup da dönmeye başladığında döndükçe hafifleyen kanatları arzuyla bu yangına yaklaşmış, nihâyetinde hafifleyen kanatlarını ateşe kaptırıvermişti. Bozkır'da kurşun kubbelere vuran yangını ve mesâfeyi sana yaklaştıran mutlaka Evliyâ'nın duâlarıdır. Bir Şeb-i Aruz gecesi bahçeye dolan uhrevî esintiler, gece yarısını ayan kandilleri üflediğinde aynı zamanda Evliyâ'nın kulağına kutlu bir havâdis de fısıldamıştı. "Bursa" demişti, "mesâfelerin yok olduğu yangındır."
Âşk libasını giydiğin o gece muştulara gebe âşk menzilinde kurşundan miğferleri parlayan üzerlerinde bu libastan kaftanlar kuşanmış, ellerinde ışıktan kılıçlarıyla yürekleri senin için çarpan, sende yok olmayı dahi düşünmeden yağız atlarını menziline şevkle süren binlerce meftûn; yeşil bir fetih rüyâsıyla vuslatına erişmişti. Yeni doğacak güneş; Alparslan'ın mirası kırmızı zafer çığlıklarını müjdelerken bu müjdeyi alamadan rahmete kavuşan meftûn, siyaha bürünmüş hüznü diğerlerine bırakırken kendisi beyaza sarılmış bir zarâfetle kahverengi vatan toprağının bağrında ebediyen var olmanın hazzını tattı. Bu buruk müjde, sonsuz mavi ufka kutlu bir kapıdan merhaba demişti. Mor bir akşamüstünde Ulu Cami'nin amelelerine tâze gönlünün dumanı üstünde tüten ekmeklerini dağıtan Somuncu Baba, ihtişâmı gören gözlere gün laciverte dönerken asâleti Kur'an ile tattırdı. Kutsal kitabın sarı sayfalarına Münhanî tezhipler ve emsâlsiz bir Mustasımi hat ile dokunmuş estetik, Somuncu Baba'nın davudî sesinde pembe bir âşka dönüşmüştü. Kur'an sesine karışan yatsı ezanını duyup irkilenler, zaman içindeki gezintilerinden uyandıklarında Yeşil Medrese'de zaman uyuyakalmıştı.
Ve Âşk menzile vardı, mesâfeler tükenip mekânın sınırını aştı. İkinci bir zaman, masal ülkende zamana râm olup saatinin zembereğini sana emânet etti. Tıpkı bu ikinci zaman gibi mekân da idrâk hududunun ötesine geçip, maverâda ikinci bir mekâna dönüşüverdi de sana vâsıl oldu. Bu ikinci mekân; menzilden başka bir yer değildi şüphesiz!
Söyle, bir gönle iki sevgili girer mi? Ya bu iki sevgili; çift sûretin tek sîretiyse! Ya gönülde ağyâra asla yer yoksa! Âşık aynaya baktığında sırf mâşuku görüyorsa!
Ardında sümbüllü bağlarıyla Hüdâvendigâr'a içten kucak açan ikinci pây-i taht, Arda boylarından Anadolu'ya selam ettiğinde gereksiz bir hüzne kapılmıştın. Rütbesi alınıp başkasına verilmiş emektar bir asker gibi infiâldeydin. Tunca, Arda ve Meriç'i eşsiz bir îtinâyla buluşturan bu kalenin ani yükselişi seni bîzar etmişti. Oysa ilkler hep farklı ve hep apayrı bir yerdedir. İlkler gönüllerin tahtına kurulur, bırak dünya tahtı Sümbüllü'ye kalsın; ne çıkar! Sen kılavuzdun, sen akıncıydın hülâsa sen hep öndeydin. Unutulacağını sanmıştın oysa bu ikinci yükseliş seni kutlu ellerde daha da yüceltti. Münzevî âlemine sığınmak yerine garba kararlıca koşmalıydın. Bak, "ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!" "Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kâfilelerle..." Biz "bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik" ve "o gün dev gibi bir orduyu yendik!"
Seferler seferleri, zaferler zaferleri birbiri ardınca kovalarken ikinci sevgilinin de çıkagelişi; bilemeyiz seni "boş sarayının odalarında" içlendirdi mi? Sana bir sırrı arz ediyoruz, kabul et ve kimseye söyleme! O yeni sevgili sana ithâfen bir semtinin adını Vefâ koydu. Ahde vefâ olarak!
Vâkıa odur ki buraya gelene kadar merhâlenin gerçekteki ilk safhası sırf sensin, kalanları ise senden türeyen bir terakkî. Bunu mektubu nihayete erdirmek üzereyken malum bir hikâyeyle ispat edelim isteriz. Hikâye şöyle:
Rivâyet odur ki günlerden bir gün, âlemdeki tüm kuşlar "Kuşlar Meclisi"nde bir araya gelmişler ve meydana getirdikleri "Kuşlar Şûrâ"sında pâdişâhsız bir ülke olmadığı mütâlaasıyla, bütün kuşları idâre edecek bir pâdişâh seçmeye karar kılmışlardı.
Hz.Süleyman'ın postası olarak bilinen Hüdhüd ki; çok uzaklardaki suyu gökyüzünden seçebilme ve keşfedebilme husûsiyetiyle "hükümdâr elçiliği" makâmına kadar erişmiş ender, zatî ve îtibârlı bir kuştur, mecliste ilk sözü alarak kuşların Simurg adında bir pâdişâhları olduğunu açıklar. Hiçbir kuşun ondan haberdar olmadığını fakat her kuşun hükümdârının sâdece o olduğunu söyler. Sayısızca nûr ve zulmet perdesinin ardında nihan olduğu için bilinmediğini belirtir ve "o, bize bizden yakın, biz ise ona uzağız" diye ekler. Son olarak; eğer onu bulmak isterlerse kendilerine kılavuzluk edip yola çıkabileceklerini müjdeler. Tüm kuşlar hiç tereddüt etmeden, Simurg'u bulacaklarına yemin ederek çetin bir yola revan olurlar.
Yol çok uzun, yorucu, zor ve menzil uzaktadır. Kuşlar yolda bir bir yorulup hastalanmaya başladıkça türlü türlü bahâneler üreterek niyetlerinden teker teker caymaya başlarlar. Çünkü gayeleri dünyevî bir arzudan ibârettir: Bülbül güle meftûndur, tavuskuşu behişte; dudu kuşu âb-ı hayâta kanmak ister, kaz ise sade suya. Keklik mücevherler hayâl eder, puhu kuşu ise harâbelerdeki defineyi. Üveyk denizin ihtirâsındayken, hümâ nefsini gurur ve kibir ile besler. Sülün kimseye benzemek istemez, şahin ise kanat çırpmadan gökyüzünün tadını çıkarmak sevdâsındadır. Ve bütün diğerlerinin bunlara benzer çeşitli özür ve mâzeretleri vardır.
Onları dinleyen hüdhüd, hepsine ayrı ayrı inandırıcı cevaplar vererek onlara Simurg'un fevkalâde hassalarından bahseder.
Hüdhüd:
"O meydanda olmasa hiç gölgesi olur muydu?
Gizli ise, hiç âleme gölgesi vurur muydu?
Gölgesi düşüyorsa belli olur görünür
O, gönül sûretinde bir aynaya bürünür"
Diğer kuşlar:
"Bizde o güzelliği görecek göz yoktur inan
Tâkatimiz kalmadı yol gittikçe an be an
Sabır desen bizde yok, lâkin aydınlık nerde?
Gölgesi düşen güzel bizi saldı bu derde"
Hüdhüd:
"Görecek gözün yoksa gönlün ayna değildir
Aydınlığı görmeyen; bakan kör bir câhildir
O ayna ki gönüldür, bakan yüzünü görür
Hem gönül aynadır, şavkı gölgesinde yürür"
Hüdhüd'ün söylediklerine iknâ olan kuşlar tekrar Simurg'u aramak için yola koyulurlar. Yol hâlâ uzun, zahmetli ve menzil de oldukça uzaktatır. Yol boyunca çetin şartlar devam ettikçe kuşlar, yeniden hastalanmaya başlar ve bitkin düşerler. Hüdhüd'e sordukları "Daha ne kadar yol gideceğiz?" sorusunun ardında yine dünyevî arzular, nefis, gurur, kibir, servet arzusu, ayrıldıkları köşke ve sevgiliye duyulan hasret, ölüm korkusu, umutsuzluk, himmet, vefâ, kararsızlık, ferahlık arzusu gibi yüzlerce bâhane ve mâzeretler yatmaktadır.
Hüdhüd ise usanmadan onlara tatminkâr cevaplar verir ve önlerinde aşmaları gereken daha "yedi vâdî" olduğunu söyler. Ancak bu "yedi vâdî"yi aştıktan sonra Simurg'a ulaşabileceklerdir. Kuşlar gayret edip yeniden yola düşerler. Vâdîler sırasıyla arzu, âşk, mârifet, istiğnâ, vahdet, hayret ve fenâ'dır. Kuşlar bu çetin vâdîleri bir bir aşmaya çalışırken çoğu; ya yem ararken kaybolur, ya aç ve susuz kalıp can verir, ya vahşî hayvanlara yem olur, ya güneşin sıcağında kavrulur, ya denizlerde boğulur, ya hastalıktan ve bitkinlikten kâfilenin gerisinde kalır, ya da kendilerini eğlenceye kaptırıp sürüden ayrılır. "Yedi Vâdî"yi sâdece otuz kuş geçebilir. Bu otuz kuş gâyelerine eriştiklerinde yorgun ve bitkin bir hâlde rastladıkları herkese Simurg'u sorarlar. Bu sırada Simurg tarafından bir elçi onlara gelerek her birine bir yazı verir. Kâğıtlarda her birinin bu çetin yolculuk esnâsında başlarına gelenler ve bütün yapıp ettikleri yazılıdır.
Nihâyet Simurg tecellî eder. Kuşlar, Simurg'un mâna olarak kendilerinden ibâret olduğunu görüp şaşırırlar. Çünkü kendilerini Simurg olarak görmüşlerdir. Tam da bu esnâda Simurg tarafından bir ses gelerek onlara şöyle der:
"Siz vardığınız bu yere yani Bekâ'ya otuz kuş geldiniz, otuz kuş olarak göründünüz. İnanın daha fazla ve ya daha az gelseydiniz yine o kadar görünecektiniz. Çünkü burası bir aynadır."
Velhâsılı; kuşlar Simurg, Simurg da kuşlardır. Onlar bunu anladıklarında; artık ortada ne yolcu kalmıştır, ne yol ne de kılavuz. Çünkü hepsi Bir'dir.
Aradan belli bir zaman geçtikten sonra Fenâ'da kaybolan kuşlar yeniden Bekâ'ya dönerler yani yokluktan varlığa ererler.
Ey bâki şehir! Hepimiz senin kılavuzluğunda hakîkate kanat çırpan dirâyetli kuşlarız. Sen olmasan padişâhı arzulayabilir miydik hiç? Âşk etrâfında pervane olup yanabilir miydik? Mârifet, sevgi deryâsında kendiyle buluşabilmek değil mi? Vahdet, hep birlikte hakîkate kanat çırpmak değil de ne? Hayret, ikinci zamana teslim olup zamanda yok olmak değil mi? Hülâsa sende yok olmak; aslında bâki kalmaktır. Tıpkı Orhan Gazi gibi…
Yekûnda Bursa asıl bizleriz, haddizatında bizler ise Bursa. Merhâlenin başından mâverâya biz Bursa'yı tamamladık, Bursa'da tekâmül ettik. Bursa, bizim için bir ayna değil de ne? Biz onda göründük ve hakîkat tecellî etti. Şimdi bu meydanda ne bizler kaldık, ne de Bursa!
İşte bu rüyâ da bittiğinde başladı, keşke uyuyabilseydik. Neler görecektik daha!
Kâdîm dostların, aynandaki Beş Şehir;
Erzurum, Ankara, Konya, Edirne ve İstanbul
Şehirler Meclisi, ?
Önder Kurt
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Arzum Günay BİR AYAZ |
|
Ne istediğimi bilerek duruyorum kapı eşiğinde, ya da bildiğimi zannederek…
Duraksıyorum…
Susuyorum…
Kelimeleri yutuyorum boyna. Bağrımın yandığını hissediyorum. Boğazımdan zıplayarak çıkmak isteyen harfler arasında boğulup kalıyorum. Kırmızı kesiyor tüm vücudum, istemediğim bir karede sevmediğim insanlarla poz veriyorum.
Sokağımda hüzün ve ölüm kol gezinirken bakındığım bu şehre homurdanmalarım uzun ve öfkeli sürüyor.
Büyük bir aşk çalıyor kulağımı, anlatmak istedikleri olsa gerek. Tüm huzursuzluğum öfkem zaten aşk adına.
Usulca dinliyorum.
Seçimler belki yanılgıdır diyor şaşırıyorum, elimdeki kahveyi balkon kenarına bırakıyorum, dinleniyorum uzunca. Bunaldığımı, ne yapmak istediğimi karıştırıyorum diyecek oluyorum, sesim buz olup havada asılı kalıyor.
Gençliğim savruluyor ateşe ve rüzgâra karşı.
Sabrı gösteriyor, aşkın yangınına işareten. Yıldız kaymaların hayatı mahvetmediğini, can yanmasının geçici olmadığını. Kaderin aşkın varlığına şahitliğini anlatıyor. Oysa derdim başka iken , derman olmuyor yürek akıntıma.
Aşk diye sarsarken tüm bedenimi, ben yüzümü kapatıyorum. Evet ağlıyorum. Babamın inci tanelerini savuruyorum yok yere. İçimdeki çiçeği kurutuyor gökyüzü…Seviyor ; pehh diyorum , önemsemiyorum.
.
Durgunlaşıyorum.
Kahvemi yudumluyorum ve gittiği yere gidebiliyor aşk…
Arzum Günay Yılmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
TÜRKÇE OLİMPİYATLARI VE KELEBEK ETKİSİ
Dokuz yıldır düzenlenen Türkçe olimpiyatları etkinlikleri Ülkemiz ve Türkçemiz adına geçmişte hayali bile kurulamayacak büyük bir başarıdır. Farklı ırk ve ülke çocuklarından kendi dilimizi dinlemek bizlere mavera ötesi duygular yaşatıyor. Bu başarıyı alkışlamamak mümkün değil.
Bilindiği gibi bu, özel gayretlerle farklı ülkelerde açılan Türk okullarının başarısı. Dokuz yıldır bu okullarda öğrenciler arasında Türkçemizi en güzel şekilde icra etme yarışı hızlanarak devam ediyor.
Şubat ayı başlarında gece geç vakit -yanlış hatırlamıyorsam samanyoluhabertvde- Türk okullarında Türkçe olimpiyatlarına hazırlıkların başladığı haberini izledim. İnternette yüzeysel araştırmamda olimpiyat hazırlıklarının bir çok ülkede ekim kasım aralık gibi çok erken bir zamanda başladığı bilgilerine ulaştım.
Gerçek ya da suni gündem, her zaman insanları birinci dereceden meşgul etmiştir. Okullarda öğrenci psikolojisi açısından baktığımızda eğitim yılı başında oluşturulan gündem tüm yıl boyu öğrencilerin birinci önceliği olup onları meşgul eder. Lise ikinci sınıfta, 1981 sonunda Milli Basketbol takımımız Yunanistan'ı yenerek ilk defa Balkan şampiyonu olduğunda o ve devamı yıllarda okulun hep boş kalan basketbol sahası öğrenci kaynar olmuştu. Futbol topunun aksine iri ve ağır pekte sevimli olmayan basketbol topları, pota ve küçük beton çizgili saha öğrencilerin gözdesiydi. Öğretmenler bile bir anlamda dinlenme ve stres atma amacıyla oynadıkları voleybolu bırakıp basketbol oynamaya başlamışlardı. Aynı yıllarda Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in sağlık için spor yapmanın önemine vurgu yapması ve siyah beyaz ekranlarda eşofmanıyla koşması sonrası kadın-erkek bir çok insan eşofmanlarıyla sokakları doldurmuşlardı.
Halk nazarında üstün Batı dillerini ve bilim ve tekniğini en iyi öğreten okullar olarak görülen yabancı okullar bizde Osmanlı'nın son döneminde açılmaya başlamıştı. Bazılarınca kabul edilmese de bu okullar misyonerlerin ülkemizdeki eğitim faaliyetleriydi. Misyonerlerin eğitim faaliyetlerinin amacı Afrika'da direk hıristiyan yapmak iken Türkiye ve benzer Müslüman ülkelerde ise daha farklıydı. Robert Kolej'in kurucusunun okul yeri olarak Fatih'in fetihte İstanbul'a ilk girdiği bölgeyi özellikle seçtiği anlatılır.
Seksenli yıllarda peş peşe öğrenci yurtları açan dindarların en büyük hayali ülkemizdeki yabancı kolejler benzeri okullar açmaktı. Üstat Said Nursi Hazretleri eserlerinde fen ve din ilimlerinin birlikte tedris edilmesi gerektiğini vurgular. Bu özellikte bir üniversiteyi Van'da açma girişimleri yarıda kalmıştır. Fen ilimlerinin tedrisi çok önemlidir. Doksanlarda dindar insanların açtığı kolejler azda olsa meyveler vermeye başlamıştır. Bilimsel çalışmalarda bu okullarda okuyan öğrenciler öne çıkmıştır. Asıl popülerliğe de bilimselliğiyle ulaşmıştır.
Bilimsel gelişmesini tamamlamış Batı dünyası beraberinde oluşturduğu Batı Kültür'ünü teknolojik ürünleriyle birlikte tüm dünyaya dayatmıştır. Bilimsel çalışmaları ile sonuç ve verileri kendinde saklı kalırken dil kültür ve teknolojik ürünlerini dünyaya empoze etmektedir. Her toplumun kendine has bir kültürü vardır; ancak bir diğerini etkilemek için bilgi ve teknik ve teknoloji olarak ta güçlü olmanız gerekmektedir. Hala Batı kompleksinden kurtulamamış 'muasır medeniyetler' seviyesine ulaşamamış millet olarak bizim başkaları üzerinde etkin ve etkili olmamız; Batı tarzı kültür transfer etmemiz gerçekçi olmak gerekirse pek mümkün olmayacaktır. Bir İngiliz, dilini öğretirken kültürünü de empoze eder; ama bu bizim Türkçe öğretimimizde yukarda bahsedildiği üzere bu aşamada tam geçerli ve etkin değildir.
Türkçe olimpiyatları, Türk okullarının, bu okuldaki öğrenci ve ailelerin birinci gündemi olmuştur. Şampiyonluğa ulaşmak için aylar öncesinden hummalı bir folklorik çalışma yapılmaktadır.
Bizde 23 Nisan ve 19 Mayıs folklorik çalışmaları nisan ayından itibaren okullarımızda eğitim-öğretimi en asgari düzeye indirir.
Avrupa'nın bizim nazarımızda güçlü olması bilim ve teknikteki gelişmesi nedeniyledir.
Güçlü ve etkili olmak spordan folklardan ve müzikten değil, bilgiye ulaşmaktan geçmektedir. Elbette ki bunlarda onu tamamlayacaktır.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
NEŞELİ BİR AKŞAMÜSTÜ
Mesai bitişi ve rıhtım yarım saat.
Boynundaki bağı bir kenara at.
Ve kıyısındasın boğazın,
karşında ilahi sanat.
Dev martılar çırpıyor,
binlerce kanat.
Gök kızarmış, dalgalar kararmış,
Vapurlar dağ gibi yan yana.
Alkolsüz deniz suyu bu,
iç kana kana.
Kadıköy'ün kadı kızları her yanda.
Bu akşam neşe var, neşe kanda.
Yazılır, çizlir, gezilir be bu akşam.
Yenir, içilir, sevilir be bu akşam.
Dağ gibi yalnız ama büyük bir sevdasın.
Yollar kurak, sen bağ gibi salkım saçaksın.
Bal gibi aşıksın, yanmışsın ama gururlu.
Kanın kaynıyor coş! böyle ruhsuz durulur mu?
Varsın anırsın meydanda bıyıklı politik.
Varsın bütün aşklar, olsun platonik.
Bu akşam para, pul, köle, kul yok içinde.
Bu akşam yaşanır be, en güzel biçimde.
Boş ver dostum öldür beyninin hücrelerini.
Takma sen, kapitalizmin göbekli cücelerini.
Herşey gelir geçer.
Millet layık olduğunu seçer.
Bu akşam, sende geçir üstüne bir kimlik
Nede olsa her şey bir içimlik.
Semih BULGUR
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Duman grisi rengi ve tatlı suratlı bir kedi, karşınızda yalvarır gözlerle durup miyavlamaya başlarsa ne düşünürsünüz? http://www.izlesene.com/video/bu-kedi-ne-anlatmaya-calisiyor/3300847 Bu kedi sadece miyavlamakla kalmıyor, birde patilerini kullanıyor. Filmin sonunda ne olduğunu anlıyorsunuz ama sabırla izlerseniz en kötü ihtimalle yüzünüzde bir tebessüm ya da gülümsemeye sebep olacağına eminim.
Uzun zamandır yapmadığım bir şeyi denedim ve flash oyunlarla ilgili kısa bir araştırma yaptım. http://www.freeworldgroup.com/ bu konuda en beğendiğim web sayfası oldu. Özellikle tavsiye ediyorum.
http://www.msdyt.com/ "Modifiye Suç Değil Yaşam Tarzı" sloganıyla yola çıkan bu web sayfasını gönülden destekliyorum. Hele "Ölümüne şahin, modifiyeli şahin" videosunu kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Gerek altyazı desteği, müzik kullanımı, röportajlar, görseller adeta bir Aston Martin tanıtım reklamı tadında. Abimiz taverna müziğinden şaşmıyor ve ömrünün yettiğince Şahin'den vazgeçmeyeceğini söylüyor. O bir kuş serisi hayranı. Bu bir tutku. Unutmayalım ki Şahin şöförü olmak bir ayrıcalıktır…
Fotoğraf çekmeyi sevenler bilirler, başarılı (!) çalışmalar için standart bazı kurallar vardır. Örneğin: fotoğrafta bir kitap, üzerine bir gül ya da kalp deseni oluşturacak bir nesne koyarsanız. Ya da tamamen siyah beyaz bir fotoğrafta sadece bir obje renklidir, özellikle kırmızı olanlar tercih edilir. http://brainz.org/14-horribly-overused-photography-tricks/ bu web sayfasında hem başarılı bir o kadar da klişeleşmiş 14 kuraldan bahsediliyor. Bunları bilmeyen kalmadı artık, hadi bi zahmet siz de öğrenin.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|