|
|
|
Editör'den : Bir hilal olsam, pampişlerime seslensem!.. |
Merhabalar,
Ah keşke gündemin peşinde koşan bir adem olacağıma, gündem yaratan bir hilal olup pampişlerime mesaj verseydim diye homurdanırken gözüm yeni YAŞ kararlarına takıldı. Yaş mı kuru mu zaman gösterecek ama bu konuyla yakından ilgili biri olarak fikrimi beyan etmemde bir sakınca yoktur umarım.
Evet asker bir aileden geliyorum. Hele son istifa eden generallerden birinin yakın akrabam olması nedeniyle tarafsız olmam da zor. Ama asla militarist değilim. 80 Anayasasına göğsüü gere gere "HAYIR" diyen azınlıktanım. O gün orduyu göreve çağıran, bugün sustalı maymun olup, orduya küfredenlerden de hiç olmadım. Ama görüyorum ki, birtakım aklıevveller, bu milletin bağrından çıkan askeri yerin dibine sokmaktan büyük haz duyuyorlar. Buna demokrasinin gereği diyenlerin ne kadar demokrat olduğu günlük uygulamalarından anlaşılıyor da, sıradan halkın buna alkış tutmasını anlamakta zorluk çekiyorum. Kim ne derse desin, bugün Türkiye topraklarında yaşayan herkesin ortak paydasıdır asker, askerlik. Asker millet kavramı genlerimize işlemiştir. Şimdi, birtakım kendini bilmezleri "Karpuz kesecektik" başlıkları atmaya iteleyen duyguların kaynağı hiç te sanıldığı gibi demokrasiye olan aşk falan değildir. Zira demokrasiden ne anlaşılacağı konusunda bile bir mutabakatımız yoktur. Avrupa'nın anladığıyla bizim anladığımız birbirinden farklıdır. Örneğin biz, terörü alt etsin diye askerin yerine faili meçhullerin failini göndererek demokrasiye katkı yaptığımızı sanar avunuruz. 80 darbesinden hesap sorulacağını sanar sonra uzattığımız yanağımıza tokadı yeyince dut yemiş bülbüle döneriz. Aynı su samuru demokratların, "Yetmez ama Evet"çilerin k.çlarına kaçan sesleri hep bundandır. İşte orada yedikleri tokadın acısını, fırsatını bulunca askerden çıkarmayı da marifet sanarlar.
Oysa saygısızlık etmeden, teamülleri de gözeterek, sivil asker ayrımı, seçilmişlerin atanmışlara olan üstünlüğü pekala hayata geçirilebilirdi. Asker yerine sivil diktayı koyma çabası yerine, askere yerini anlatma yoluna gidilebilirdi. Tabi ki bunların hepsi eğer ki, amaç üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olmasaydı gerçekleşebilirdi. Oysa amaç bağcıyı dövmektir. Atatürk düşmanlığını şiar edinmiş adamların köşebaşlarını mesken edinmesine ses çıkarmayıp, askere yüklenmek ancak böylesi karpuz kesicilere mahsus olabilirdi, oldu da. Daha yeni Anadolu Ajansının başına getirilen ademin hangi anlayışın ürünü olduğunu görmek bile yeter. Dokuz yıldır kaderimizi teslim ettiklerimizi artık saymaya bile güç yetmiyor zira.
Ne acıdır ki, dönüşüm artık son safhaya gelmiştir. Bunu görmezden gelmeye olanak yoktur. Türkiye tüm organlarını baştaki takiyyecilere teslim etmiş, tecavüz kaçınılmaz olunca zevk almanın yollarını aramaktadır. Kurbağalar ağır ateşte kıvama gelmiş, tatlı bir uykuya dalmış, haşlanıp meze olmayı bekliyorlar. Biz de olayın farkındayız ama birşey değiştirmeye gücümüz yetmiyor. İşte asıl acı olan da bu benim için. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇİFTE KAVRULMUŞ CAN SIKINTISI (3)(Son) |
|
Çocuk annesine döndü;
- Canım çok sıkılıyor ya anne . Sokakta da hiç arkadaş yok.
- Boş ver sıkılsın dursun. Sıkı can iyidir. Çabuk çıkmaz.
- Sen benimle oynasana,
- Hadi bak işine. Benim senle oynayacak halim mi var?
- Azcık oynayalım, ekmeği sonra pişirirsin.
Kadın kuzinenin başından kan ter içinde kalmıştı. Oğluna baktı. "Öf be Yusuf," dedi. "Öf ama
çekilecek dert değilsin." Geçmiş zamanlarda bir eğitimci şöyle bir şey söylemişti. "Çocukların canı sıkılmalı. Evde bilgisayar, televizyon ve elektronik oyun makinelerinden çocukların sıkılmasına vakit kalmıyor. Çocuğunuz büyüyünceye kadar bunları evinize sokmayın. Onları sürekli oyalayacak bir şeyler var. Oysa çocukta merak duygusunu kamçılayan, onu arayışa iten şey can sıkıntısıdır. Canları sıkılmalı ki bir arayış içinde olsun. Çözüm yolları üretebilsinler. Bu onların yaratıcı yeteneklerini harekete geçirir. " söyledikleri bilimsel açıdan doğru olabilir. Ama Hacırahmanlı 'da yaşayanlar için öyle değil. O kasabada can sıkıntısı genetik bir şeydir. Kuşaktan kuşağa geçip sürer gider. Düğünler, yağlı güreşler veya kasabaya uğrayan kumpanyalar sadece birkaç gün için durumu biraz farklılaştırabilir. Sonra yine her şey o eski ve olağan haline dönüverir.
Tamam, haklısınız. Sabah belli bir saatte başlar, öğlen veya akşamın da bir saati vardır. Hava aydınlanır, öğlen ortalık cayır cayır yanar, akşam karanlık çöker, yıldızlar pırıl pırıl gökyüzüne dizilir. Bütün gün iğne deliğine kadar sızan sıcak kerpiç duvarlardan, kiremitli çatılardan, bağlardan, bahçelerden çıkıp geceyi teslim alır. İnsanın kimyasını bozar, psikolojisini çökertir, cinsel yaşamını darmadağın eder. Öte yandan taze aşık ergenler gibi yemeden içmeden kesilirsin. Geceleri uyku uyuyamazsın. Ter içinde sırılsıklam sabaha kadar yatağın serin bölgelerini arar durursun. Sıcak, can sıkıntısı, uykusuzluk, can sıkıntısı, yemeden içmeden kesilme, can sıkıntısı… Buradan çıkarılacak tek bir sonuç var. Bunları üst üste koyarsan kocaman bir depresyon... Bu yüzden işte yaz bizim oralarda cinnet mevsimidir.
Ayakkabıcı Saadettin'in dükkanı ana yol üzerindeydi. Selam verip geçirdik. Yaşça bizden büyük olduğu için hürmet eder, selamın ötesine geçmezdik. Bazen Viran Kamil onun kapısının önündeki ağacın gölgesinde bazen de kendi evinin köşesindeki duvar dibine oturur gelip geçene bakardı. Hastalıklı ve yaşlı adam aslında kendi başına bir fenomendi. Ben kendimi bildim bileli hastaydı. Tarlaya bahçeye gidemezdi. Kuru bir yaprak gibi sallanır, ayakta bile zor dururdu. İşte o söyledi. Sadettin zaten sıcaktan bunalmış, makaraya dayanacak hali mi kalmış? Elindeki geniş yüzlü deri ezme çekicini indirivermiş gencin kafasına. O çekice kafa mı dayanır? Tuz çanağı gibi yarılıvermiş, kan revan. Bütün bunları Viran Kamil anlattı. "Hak etti ama," dedi. "Zaten adamın canı burnunda. Gençler de biraz oturmasını kalkmasını bilecek. Büyüklere hürmet gösterecek. O senin akranın mı ?" İşte böyle deliye çıktı Ayakkabıcı Saadettin'in adı. O günden sonra kimse ona takılmaya cesaret edemedi. İyi de oldu. Bir musibet bin nasihatten iyidir. Deli Nazmi bu unvanı nasıl almıştır bilmiyorum. Sadece atıyla kavga ederdi. Sanki akranıymış gibi ona bağırıp çağırır, söverdi. Atını arabaya koştuktan sonra da dört nala kasabanın içinden geçip giderdi.
Adının önüne deli lakabı yapıştırılanların hiç birisi deli falan değildi. Bütün bunların tek bir sorumlusu vardı. Çifte kavrulmuş can sıkıntısı… Bunun önüne geçmenin mutlaka bir yolu olmalı. Örneğin kasaba dozerlerle yerle bir edilmeli. Bütün hafriyat götürülüp okyanusa dökülmeli. On, on beş kilometrelik bir mesafede yeniden bir kasaba kurulmalı. Bütün evlerin bahçeleri çiçeklerle bezenmeli. Yaz gelince parklara klimalar konmalı. Çocuklara her hafta yeni bir oyuncak verilmeli. Hatta büyüklere de… Bu kasabada yaşayanlar ayda bir kez zorunlu olarak geziye götürülmeli. Diğer insanların yaşam enerjilerini görmeli ve hissetmeli. Ayda birkaç komedi filme izlemek de zorunlu hale getirilmeli. Can sıkıntısı kuşağında doğanlar bebeklerle temas ettirilmemeli. Yeni kuşağa can sıkıntısı virüsünün geçmesi engellenmeli. Bu önlemlerin belki de en etkilisi olarak kasabanın kızları ve erkekleri dışarıdan insanlarla evlendirilmeli. Genlerindeki dominant olan can sıkıntısı geni zaman içinde resesif hale getirilmeli.
Herkesi sıcaklığı ve can sıkıntısı ölçülü günler dilerim…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KARPUZ |
|
Neye "taraf" olduğu herkesin malumu olan gazete, İstanbul baskısına, komutanların istifası ile ilgili "Daha Karpuz Kesecektik" diye bir manşet atmış.
Espri, kültür ve zeka işidir. Sahibinin bunlardan ne kadar nasiplendiğinin aynasıdır. Espriye bak, adam hakkında yargını ver, yanılmazsın.
"Daha karpuz kesecektik." Eski bir banka reklamından kalan bir söz. Güya gitmek isteyen konuklara, çok bile kaldınız demenin bir yöntemi.
Sözüm ona Taraf'ın esprisi, bana Amerikan fıkralarını anımsattı. Bizim kültürümüzde misafir, baş üstünde tutulur. Mahkeme kadıya mülk değildir; ama bu halk konuklarının, hele hele ömrünü bu ulusun güvenliğine vermiş komutanlarının ardından böyle hafif, sulu espriler yapmaz. Kaldı ki, o komutanlar, bu ülkede sivillerin asla beceremediği bir kültürün, istifa kültürünün örneğini vermişlerdir.
Bugünlerde Yaşar Kamal'in "Teneke"sini yeniden okumalı.
Bu espriye bağlı olarak Bakan Bağış'a ne sordularsa o da "Türkiye normalleşiyor. Şimdi Türkiye'de kimileri tartışıyor; 'Karpuz kesecektik, kesmeyecektik. Karpuz kabuğu suya düştü mü, düşmedi mi?' Ama asıl üzerinde durulması gereken nedir biliyor musunuz? Artık karpuzun göbeğini Türkiye'de sadece belli bir takım elit kesimler yemiyor, paylaşılıyor." diyerek karpuzlu muhabbete katılmış.
Mevsim yaz, muhabbet de karpuz olunca insanın aklına neler gelmiyor ki…
Ahmet Uluçay adını bu memlekette kaç kişi bilir, bilmem. O, deyim yerindeyse tam bir sinema delisi olarak yaşamış. Ekmek parası kazanmak için hamallıktan, kamyon şoförlüğüne yapmadığı iş kalmamış. Ama o, 54 yıllık çileli ömrüne, 11 film ve 22 ödül de sığdırmış.
"Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak", Ahmet Uluçay'ın seyretmeye doyamadığım filmlerinden biri. Filmde, karpuzcu çırağı Recep ile berber çırağı Mehmet'in sinema tutkusu, azmi ve dostluğu, kasaba ve köy yalınlığı içinde anlatılır.
Bay Bağış, 2002'den bu yana bu halkın kaderini elinde tutan ekibin baş aktörlerinden biri. Adının önünde de hep "Avrupa" etiketi vardı. Kendilerine, 2009 yılında yokluklar içinde aramızdan ayrılan Uluçay, o karpuzu paylaşanlar arasında var mıydı, diye sorasım geliyor.
Filmde çırağını döverek, ona hakaret ederek meslek öğretmeye çalışan bir berber vardır. Adamın, çırağının bu mesleği öğreneceğine aklı kesmemektedir. Çünkü kasabalı kafasında "Köylü milletinden esnaf sanatkâr olduğu nerde görülmüş, gitsin çiftini çubuğunu sürsün." düşüncesi vardır. 60 yıldır bu ülkeyi yönetenlerin kafasında bu mantık olmasaydı, daha dün İngiliz milletvekilleri, parlamentolarına Türkiye'nin AB'ye üye olmasıyla birliğin, göç ve organize suçlar konusunda daha çok riske maruz kalacağı doğrultusunda rapor sunarlar mıydı?
Benim ilk sinemacım Eskihisarlı Hamdi Gürsel Ağabey'dir. Hamdi Ağabey 1950- 60'lı yıllarda köylerde gezici sinemacılık yapardı. Bizim köye sinema geldiğini taş plaklardan tüm ovaya yayılan şarkılardan anlardık:
Dalgalandım da duruldum Koştum ardından yoruldum
Müzeyyen Senar'dan "İki karpuz bir koltuğa sığar mı?" türküsünü de o zamanlar dinlemiş olmalıyım.
Attan indim gül dalına bağladım
Asker oldum mavzerimi yağladım
Vardım baktım nazlı yarim uykuda
Öptüm sevdim kana kana gözlerinden, ağladım.
Ben, Ateşten Gömlek, Boş Beşik, Kanun Namına, Ayşecik, Beyaz Mendil gibi nice filmi onun sinemasında izledim. Biz o zamanlar, filmleri izlerken askerlerimizle de polislerimizle de gururlanır, onları alkışlardık. O zamanlar büyüklerimiz, ne "İmamın Ordusu" ndan, ne de "İmamın Polisi"nden söz ederlerdi. Bahçe de bizimdi, bostan da; ne gübresi ithaldi, ne çekirdeği hormonlu.
Bu yıl Ramazan, yazın en uzun günlerine denk geldi. Eskiler oruçlarını zeytinle açar, hararetlerini bu mevsimde karpuzla söndürürlerdi. Artık, zeytinin yüzüne bakan yok. İthal hurmalar revaçta. Sade vatandaş, kabak aşılanmış ham hışır karpuzlara devam derken, dini bütün zenginlerimiz, hararet gidermek için sahurda ithal İnka eriği yiyormuş. Bağış'ın sözünü ettiği "karpuz göbeği" paylaşanlar bunlar olsa gerek. Ne diyelim "Hayırlı Ramazanlar!"
Türkiye, AB'ye 31 Temmuz 1959'da giriş için başvurmuş. Bağış, Türkiye'de o tarihte kişi başı gelirin 400, bugünse 11 bin dolar olduğunu, söylemiş. Hadi 11 bini doğru kabul edelim. O tarihte milli geliri 400 dolar olan Avrupa ülkelerinde bu rakamın bugün ne kadar olduğunu da bir söyleseydi ya! Malum, ağızlarını açtılar mı CHP'lilere millet size 60 yıldır iktidar yüzü göstermedi, derler. Doğru söze ne denir? Bari 52 yıldır AB'ye giremeyişimizin vebalini üstlenseler. Ne gezer?
Lambayı korumaya, ışığını yaymaya, dağıtmaya ya da ışığının rengini değiştirmeye yarayan, saydam ya da yayıcı maddeden yapılmış kılıfa da karpuz dendiğini biliyor musunuz? Demek ki ampule de kılıf oluyormuş karpuz.
Bu halk, bir kimseyi, bir yolunu bulup düzenle işinden uzaklaştırmayı "Ayağının altına karpuz kabuğu koymak" atasözüyle anlatmış. Bu sözün, bu dönemde çok söylenmesinin bir nedeni olsa gerek? "Eşekten düşmüş karpuza dönmek" de var bu sözlerin arasında.1980 darbesiyle bu halkın düşünen, sorgulayan, üreten beyinlerine her türlü zulmü reva görenlere elbette bir diyeceğimiz olmalı. Tarlasına karpuz eken, kavun toplayacak değil ya!
Ben deniz kenarındaki odamda,
Pencereye hiç bakmadan
Dışarıdan geçen kayıkların
Karpuz yüklü olduğunu bilirim.
Orhan Veli, "Deniz" şiirinde karpuz gemi/kayık ilişkisini böyle kurar. Keşke birileri Orhan Veli'ye:
"Ey şair, karpuzun da mevsimi var. Ya karpuz mevsimi geçince gemiler ne taşır?" diye sorsaymış.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Yaşamın Varlığı ve Zamansız Ölüm |
|
Ay ışığının denizin üzerinde oluşturduğu yakamozları seyrederken hayatı düşündüm durdum. Deniz geceleri öyle sessizdir, öyle hüzünlüdür ki dalgaların fısıltılarına şahit olurken, yaşam ve ölümün gerçekliğini düşünmemek elde değil. Yaşamak ne kadar güzel? Doğanın güzelliklerini görebilmek, dokunabilmek, yürüyebilmek, koşabilmek, gülebilmek ve hatta ağlayabilmek, sevebilmek, aşık olabilmek, bunların zıttı üzülmek bile yaşamın güzellikleri değil midir? Yaşamı anlayabilen ve düşünebilen insan, ne kadar şanslı olduğunu da bilir. Tüm acılara, tüm isyanlara rağmen hayatta mutlu olmak için küçücük sebepler bile bulunabilir. Her şeye rağmen hayat güzeldir.
Yaşamın kötülüklerini içinden atamayıp mutsuz olanlara bir sözüm var: "Bir yola çık, ama yürüyerek! Yanında hiçbir şey olmasın, ne cep telefonu, ne süslü topuklu ayakkabılar, ne araba anahtarı. Ellerin boş olsun ki avuçlarında hissedebilmelisin rüzgarı. Sadece yürü ve seyret etrafını. İnsanlara bak, herkesin bir hayatı ve bir derdi olduğunu düşün, düşün ki sadece senin derdinin olmadığını anla da üzülmeyi bırak artık. Bir ağaç altında dinlenirken başını kaldır da bak yeşilliğe. Ağacın hayat enerjisi sana yaşamın varlığını işaret eder; her dal, her yaprak gittiğimiz yollar, yaşadığımız günlerdir. Kuşları seyret, ne kadar özgür olduklarını gör, onlar ki hiçbir amacı olmayan varlıklar... Varsa deniz, yoksa bir göl kenarı, göl yoksa nehir, o da yoksa şehrin fıskiyesi önünde dur ve suyun akışına dalgalanışına bak. Suyun musikisinde dinlensin ruhun, bütün kötülüklerden işte o zaman arınmalısın. Yürürken karşılaştığın küçük çocuklara gülümse, göreceksin ki bazıları sana el sallayacak, gülümseyecek. Düşün ki onlar yaşamın en doğal, en temiz varlıkları. Onlarla zaman geçirmek, hayatın en huzurlu ve kötülüksüz anlarıdır. Yaşamı hisset, her baktığın karede, bir yaprakta, bir çiçekte, bir çocuk yüzünde, suyun dalgasında, yüzüne çarpan rüzgarda…" Yaşamı hissetmek budur, böyledir işte!
Yaşamın değerini bilmek lazım. Değerini bilmemek, bizi sessizce sonsuzluğun başlangıcına götürür. Öyle ki her şeyin kayboluşuna, bilinmeyene boyun eğdirmiş olur. İnançlarımıza hatta kendimize bile zaman zaman sorular sordurtan bu bilinmezlik, ölümün ta kendisidir. Yaşamın zıttı olan ölüm, bizi sevdiklerimizden hayatımızdan zamanlı ya da zamansız ayırır. Beni en fazla etkileyen zamansız ölümlerdir. Böylesini, ilk defa bir çocuğun ölümü ile tanıdım. Küçüktüm, o benden de küçüktü. Necmettin'di adı. Yan apartmanda oturan komşu çocuğuydu. Sarışındı, kocaman mavi gözleri vardı. Sokakta oynarken hızlıca eve kaçışından anlardık ki yine birisi onu sünnet etmekle korkutmuş. Necmettin sünnetten çok korkardı. Bir gün apartman önünde, elimdeki yapboz küpü oynamak için benden istedi. Ona uzattım ve küçücük elleriyle küpü çevirip durdu. Meğerse o zaman onu son görüşümmüş. Ablası ile bakkaldan aldığı cam su şişesini taşımak isterken ayağı tökezleyip cam şişenin üstüne düşmüş. Kırık cam parçası boynuna gelince daha hastaneye gidemeden arabada can vermiş. Annesinden yardım için koşarken yerlere akıttığı kanları görmüştüm, uzun zaman kırmızı benekler gözlerimin önünden gitmedi. Necmettin artık yoktu. Tüm mahalle onun için yas tuttu. Bu korkunç olay, bana ilk defa ölümü düşündürdü. Ne kadar da zamansızdı? Yaşlı değildi, hasta değildi, daha dört yaşında küçücük bir çocuktu. "Vakti gelmiş o kadar nene, dede varken neden Necmettin?" dedik. Büyükler susturdu sorgulayanları: "Kaderi böyleymiş" dediler. Duyduk ki birkaç yıl sonra annesi yeniden bir erkek bebek doğurmuş, adını da Necmettin koymuş.
Yıllar sonra ben biraz daha büyüdüm, ergenlik günlerimde uykucu oldum. Bir sabah çok ilginç bir rüya ile uyandım. Bir gül bahçesi vardı rüyamda, rengarenk güllerin olduğu; sarı, kırmızı, turuncu, beyaz kocaman güller… Bahçenin arkasında yeni inşaat olan ev vardı. İkinci katında daha yapılmamış boş pencerede beyaz elbise giymiş bir kız duruyordu. Gülümsüyordu güzel kız. Uzun saçlarını camdan aşağıya, gül bahçesine doğru sarkıtıyordu. Gül bahçesinin tam ortasında taze kazılmış boş mezar görünce korkuyla uyandım. Nefesim kesilmişti, bir bardak su içip kendime geldim. Hemen anneme anlattım. Yarım saat geçmedi ev telefonu çaldı. Akrabamızın genç kızı, amansız hastalıktan vefat etmişti. İşte o anda yine zamansız ölümü hissettim. Bu defa daha da yakındı, gördüğüm rüya ile beni korkutmuş, bana yine sorular sordurtmuştu.
Yıllar geçti biraz daha büyüdüm. Bir gün apartmanın önünden geçerken kalabalık gördüm. Konuşuyordu insanlar, yine zamansız ölüm hakkında. Ne olduğunu sordum, karşı apartmanın dördüncü kat penceresini gösterdiler. Pencerenin altında, aşağıya doğru uzayan dört tırnak izi vardı. Bir gece önce bir kadın atmıştı kendini pencereden aşağıya. O kadını birkaç kez görmüştüm, genç ve güzel kadındı. Ne derdi vardı da iki küçük kızını ve şu güzel hayatı terk edecek kadar? Ne zaman oradan geçsem gözlerim takıldı hep tırnak izlerine. Ölümü tekrar tekrar düşündüm ve tırnak izlerini. Pişman mı olmuştu acaba kendisini camdan sarkıttığında? Belki de çırpınmıştı geri dönmek için? Fakat gecenin ortasında onu ne kocası, ne çocukları, hiç kimse duymamıştı. Birkaç yıl geçti, tırnak izleri ve genç kadın silindi gitti.
Ölümü bir anne yüreği ile hissettiğim vakit, en derin acı içimde büyüdü. Başka ülkeden gelen bir gelinin intiharıydı beni yıkan. Onu tanırdım, haftada bir veya iki kez görürdüm. Başını öne eğip selamıma yarım yamalak karşılık verdikten sonra yanımdan hızlı geçerdi. Ben aslında azıcık da olsa bilirdim onun içinde büyüyen fırtınaların ne olduğunu? Evin tek kızıydı, nazlı büyütülen, başka ülkeye gelin gidince alışamamıştı anne baba yokluğuna, sevgisiz evlendirilmişti belki de? Sonra çocuğu olmayınca tüp bebek işleri ile ikiz dünyaya getirdi ama çaresizliği ile içinde büyüttüğü fırtınalarda daha da ezildi. Karanlıklardan kurtulamayınca, çamaşır suyu içerek canına kıydı, hem de benim sadece üç kat yukarımdaki evinde. O gün evde olsaydım, beni derinden etkileyen acıyı daha fazla hissedecektim. Duyduğum vakit, zamansız ölümü yine sorguladım. Nasıl bir karanlıktı ki onun gözlerini köreltmiş, ölümü istetmişti. Tüp bebekle doğan üç yaşındaki ikiz çocuklarını öksüz bırakacak hangi büyük dert onu sonsuzluğa itmişti? Ben bu ölümü ve nedenlerini de uzun zaman kabullenemedim, kabul etmek istemedim. Bu kader değildi işte! Bu, ölümü çaresizliğe yenik düştüğü için kabul etmekti. Yaşamı inkar etmekti, en kötüsü de Tanrıyı hiçe saymak demekti.
Zaman biraz daha geçti, halam, anneannem, babaannem derken gördüm ki aile ağacımızın yaprakları dökülüyor yavaş yavaş. Ölüm, onlarda zamanlıydı, beklenendi. Onca yaşadıkları yıllar, gördükleri bir asra kadar yakın yaşam, kardı onlar için. Hasta olsalar da son vakitlerinde, gözlerini kapattıklarında mutluydular, huzurluydular. Bu ölüm tatlı ölüm olmalı. Ben onu sorgulamadım hiçbir zaman. Sorguladığım, zamansız olanlardı; Şahit olduğum yakınlar, tanıdıklar, asker şehitler, trafik kazalarında ölen bebekler, kansere yakalanan çocuklar, gençlerdi. Ne yazık ki sorguladığım zamansız ölümler, şimdi dünyanın her yerinde. Hani teknoloji çağı, barış çağı demiştik? Büyük bir yalan bu, çünkü her yerde savaş var yine! Doğuda savaş, Batıda terör, güneyde açlık… Yine zamansız ölümler var haberlerde. Biz kendi sorunlarımızın içinde tüm bunlara şahit olurken, yaşamın varlığını, güzelliğini bir kez daha düşünmeliyiz bence? Yaşam, zamanlı zamansız ölümün varlığına inat, bugün ellerimizde ise onun değerini bilmeliyiz. Bütün kötülükleri bir kenara itip, hayatımızı en iyi şekilde yaşamalıyız. Ama zengin ama fakir, ne fark eder? Yaşamı güzel yapan küçücük mutluluklar değil midir?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Hacivat'ı Büdü olanın Karagöz'ü Edi'dir - 4 |
|
- Aaah ah ..! Nasıl da geçiveriyor zaman, yine gelivermiş mübarek Ramazan. Editör'üm Karagöz'üm; hayırlı ramazanlar dilemek istemiştim Kahve Molası'na ve sizin o muhterem şahsınıza. Bir de meşhur selamımı göndereyim kabul ederseniz huzurunuza, aç kulağını da dinle bak : .... Haaay-i hak ..!
Eh be Hacı Cavcav, söyle bakayım şu odunlardan hangisi kafana müstehak ?
- Haydaaa..! Hiç öyle şey olur mu Karagöz'üm şu mübarek ayda ?
Yine vır vır vır kafa ütüleyeceksin ama yok ki bana bir fayda ..!
- Karagöz'üm; faydası olmaz mı bunca senedir konuşur dururuz seninle. Bak şimdi neler söyleyeceğim, gel otur şuraya önce ben anlatayım sen iyice bir dinle, belki sen de üç beş kelam edersin o davudi sesinle ..!
Davulun adı bile geçmiyor bakarsan esamesine ? Lakin tokmak evde istersen patlatayım Hacı Cavcav'ın semiz ensesine...
- Yahu Karagöz'üm; ne davulu, davudi demiştim. Yani; senin sesin toktur ..!
Çok şükür ki karnımız toktur, derdimiz çoktur ama hastalığımız yoktur. İstemem yani doktur, moktur ..!
- Anlaşılan uzaklardan boş geliyor benim söylediklerim, in aşağıya da bir kahve içelim, yakından duy bakalım neymiş dediklerim... Dur dur, oraya oturma şuraya otur..
Geldim işte pis mendebur..! Lem Hacivat, senin yaptığın kahveler hep berbat ..!
- Karagöz'üm derler ki; bir fincan kahvenin olurmuş 40 yıl hatırı...
Kim tutmuş ki yanında 40 yıl boyunca o uyuz katırı ?
- İlahi Karagöz'üm, katır demedim hatır dedim. Hani münevverperver, kadirşinas anlamında diyorum. Hatır var ya hatır..
Öyle desene Hacı Cavcav, aaa ..! Kadir de gelsin birlikte gideriz hamama. Fakat birkaç gün kalıyor olsun bayrama.. Bilirsin severim hamamda natır...
- İyice ihtiyarladın be Karagöz'üm, ne desem balık hafızanla uçup gidiyor havaya ..!
Haklısın Hacivat, iyice kızarmadan atmayacaksın balıkları tavaya..!
- Eskiden olsa 3-5 laf ederdik giderdi hoşuna, bu kulaklarla hiç girmeyelim istersen ince mevzulara boşu boşuna..
İnceden inceye dokunduruyorsun gibi geldi bana Hacı Cavcav.. Geçen gün de buukunu çıkardığın feysden, dürtmüştün beni zaten..
- Ee be Karagöz'üm, sende İncesaz Suzidil'in peşinde bütün gece sürtmüştün..
Ha Suzidil ha Şeker Binnaz, hepsinde pabuç gibi bir dil, bir o kadar da naz...
- Saza değil caza gidelim istersen bu akşam, nasıldı o şarkı : Her yerdeee caz var..
Caz yapma bana, mehteran yetmiyor mu Hacı Cavcav sana ..?
- Efendim bir vesile ile gitmiştim caz şehri Louisiana'ya.. Bak sana anlatayım; cazın anasıdır bu Louisiana.. Adı üstünde işte Louisi Ana...
İyi salladın Hacivat, sen kapağı istersen bir televizyon kanalına at, o da olmadı boyalı basında bir köşeye yat..
- Hatta; bir rivayete göre bu Louisi Ana'nın bir de oğlu varmış, eee sonuçta ana değil mi ? Bil bakalım oğlanın adı neymiş..? Louis... O da gitmiş cazın en babası olmuş iyi mi ?
Pes doğrusu Hacivat'ım...
- Ne o açıldı galiba kulakların ? Demek ki; öyle kulağa böyle dil gerekecek...
Sıkı dur Hacı Cavcav; şu meşe odunu şimdi kafana gelecek ..!
- Ahhh ..! Karagöz'üm yine perdeyi yıktın..
Bu ramazanda da yine baklava yerine lafları boğazıma tıktın...
- Kelam-ı velhasılı, sürçü lisan ettikse bu hasbıhalı...
Haydi git artık burnumun mayasılı...
Mola'sız Kahve olur mu,
Telvesiz fincan kurur mu,
Karagöz'ün Hacivat'la,
Didişmesi durur mu ?
Mani'niz yoksa hayırlı ramazanlar dilerim...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran YAZ'IN GETİRDİKLERİ |
|
Bunlar aslında yaz'ın değil, Fransızların ünlü kanalı mezzo'nun armağanlarıydı.
Önce büyük kemancı David Oystrah'ı anlatan belgeseli yayınladılar; bu yetenekli yorumcuyu çaldığı çeşitli yapıtlardan bölümlerle karşımıza getirdi belgesel.
Onun yetiştiği yıllarda SSCB'de toplumcu yapı daha arayış içinde; Çarlık döneminin gelenek ve kurumları yürürlükten kaldırılmak istenmiş, ama yerlerine yenileri konamamış henüz; derken 30'lu yılların küresel bunalımı patlak veriyor; milyonlarca insanı besleyip yaşatabilmek için devlet eliyle-zoruyla planlı kalkınmaya geçiyor Stalin ve Partisi.
Ama toplumsal-tarihsel koşullar izin vermediği için, Küba'daki gibi, her şeyi halka açıkça anlatarak; büyük çoğunluğun gönüllü onayıyla-katılımıyla yürütemeyen sözde ortaklaşmacı Çar Stalin ve buyruğundaki küçük Çarlar ( Parti yöneticileri ) aksayan bütün işlerden anamalcı düzenin savunucuları ilan ettikleri kişileri sorumlu sayıp kırıp geçirmeye başlıyorlar. İnsan bu korkulu düşleri görmeye başladı mı, nerede duracağını, ne yapacağını kimse kestiremez; nitekim öyle oluyor: en çarpıcı örneği anmak gerekirse, Kremlin Sarayı'na kurulan yeni Çar'ı eğlendirmekle görevli insanlar arasından, Rus Bale Sanatı'nın gerçek yıldızlarından Maya Plisetskaya'nın o güne dek Parti'nin en güvenilir yandaşlarından biri sayılan babası, birden ortadan yok oluyor: Sibirya'daki Gulag Takımadaları'na mı gönderildi, kurşuna mı dizildi? Kimsecikler bilmiyor. Kremlin'de dans etmeye çağrılan Maya da bunu kimselere soramıyor elbet.
Sevgili David Oystrah buna benzer bir öykü anlattı belgeselde; sanırım 1937 yılında, o korkunç karalama-suçlama-yok etme kasırgası eserken, Oystrah ailesi de, çok daireli bir yapıda oturuyormuş; her gece sabaha karşı 4'te ( demek ki, yönetimlerin sözümona toplumcu ya da anamalcı olması bir şey değiştirmiyor, uygulanan yöntem aynı: sabaha karşı alıp götürüyorsun insanları! ), bütün dairelerdeki erkekler götürülüyor; yapıda erkekli iki daire kalmış yalnız: Oystrah'lar ve komşuları.
Bir gece yine 4'te yapının kapısı güm güm çalınıyor; Oystrah'lar hemen fırlayıp yatağa oturuyorlar; eşi küçük çantasını, birkaç parça çamaşırını, biraz peksimeti çoktan hazır etmiş; titreşerek bekliyorlar; neyse ki onlarınki değil, komşu kapı çalınıyor ( insan böyle bir şeye sevinmek zorunda bırakılmalı mı? ).
Sonra, çileli, yoksunluk yılları; neyse ki, günün birinde Belçika'da Uluslar arası bir Keman Yarışması düzenleniyor; David Oystrah o yarışmada birinci oluyor; bunun üzerine Devlet'in ve kollayıcılarının ona bakışı epey değişiyor. Kazandığı ilk parayla kendine yeni bir keman ve küçük bir araba alabiliyor; ama o kadar; yetkililer bundan sonra uyanıp yabancı ülkelerde kazandığı bütün paralara el koyuyor, ona yalnız belli bir aylık veriliyor, bütün öbür sanatçılar gibi.
Ona büyük bir hayranlık besleyen Yehudi Menuhin'le SSCB'deki ilk buluşmaları da epey olaylı; Mehuhin'in arkasında bir yığın denetçi falan.
Belgeselde Menuhin'le, Rostropoviç'le, Richter'le çekilmiş kayıtlardan eşsiz örnekler vardı; onlardan daha değerli bölümse, David Oystrah'ın Mozart'ın bir yapıtını yorumlatmak üzere orkestrayla çalışmasın gösteren sahneydi; Menuhin'in onu överken kullandığı bütün nitelemeleri haklı çıkarıyordu o çalışma; keşke bu yazıya onu koyabilme olanağı olsaydı. ( Neyse, aklınızda bulunsun, mezzo'da belgeselin yeni yayımına rastlarsanız, sakın kaçırmayın.)
Mezzo'nun ikinci armağanı, Caz İkonları dizisinden geldi; şimdiye dek yalnız plaklarda sesini dinlediğimiz Nina Simone'u 1965-68 yıllarında verdiği üç dinletiden bölümlerle önümüze getirdiler.
Cazseverler Nina Simone'un 60'lı, 70'li yıllarda dillerden düşmeyen şarkılarını anımsarlar elbet; ama dinlerken Sevil'le şu görüşte birleştik hemen: örneğin Ruhi Su gibi kimi yorumcuları canlı görememişseniz, kişiliği konusunda da, sanatı konusunda da izleniminiz, yargınız eksik kalır.
Nina Simone'un resmini plağında, cd'sinin kapağında görmek başka, canlı izlemek bambaşka: ustalığı, kişiliği, bütün hücrelerine sinmiş soylu kederi ancak o zaman anlaşılıyor.
Küçük bir gece kulübünde, bir avuç gerçek sevdalıya çalıp söyledi şarkılarını; çoğunu zaten kendisi bestelemiş. Hepsi ezilen, horlanan, insan yerine konmayan 60'lı, 70'li yılların Karaları'ndan söz ediyor; daha çok da kadınlarından.
Ama örneğin Charles Aznavour'un büyük olasılıkla bir sevda şarkısı olarak yazdığı Yarın Sıra Bende'ye İngilizce'sinde öyle sözler bulmuş ki, unutulmaz bir Karaderili hakları savunması olup çıkmış.
Adını yazamayacağım bir basçının, büyük önderleri Martin Luther King'in öldürülmesinden sonra yazdığı ağıtsa unutulur gibi değil.
Kendisine eşlik eden Karaderili arkadaşlarıyla birlikte gerçek bir insanlık onuruydu Nina Simone.
Onun gibi Karaderili üç hanım, geçende İstanbul Caz Şenliği için İstanbul'a gelmiş; Ninan Simone'un şarkılarından oluşan bir dinleti vermişti; bu hanımlar şimdi bütün Avrupa'yı dolaşıp ustalarını anıyorlar.
Unutmayın, bunu da kovalayın mezzo'nun yayınlarında, bakarsanız karşısıza çıkar, izler kaydedersiniz.
Biliyorsunuzdur belki, 26 Temmuz, Küba'da, Fidel Castro ve arkadaşlarının, Batista'yı devirmek üzere, ünlü Moncada Kışlası'na saldırıp yenilgiye uğradıkları gündür; Devrim'den sonra Ulusal Bayram ilan edilmiştir, her yıl kutlanır.
Küba Dostluk Derneği, 23 Temmuz akşamı Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde bir anma düzenledi; Küba Büyükelçiliği Yazmanı, TKP Yazmanı da katıldılar, birer konuşma yaptılar.
Ardından, üç erkek bir hanımdan oluşan Kübalı bir topluluk ünlü müziklerinden örnekler çaldı.
Ama benim için asıl şaşırtıcı ve sevindirici olanı, onların arkasından sahneye gelen, bir kız dört delikanlıdan oluşan bizim topluluktu; Küba müziğinden, Venezüella müziğinden, bizden parçalar, düzenlemeler çalıp söylediler. Doğrusu, yıllardın bu kadar uyumlu, bilgili, saygılı topluluk dinlememiştim. Can Yücel'den, Cemal Süreya'dan, Nâzım Hikmet'ten müziklendirdikleri şiirlere de, Ruhi Su'yla birlikte söylediğimiz Çamdan Sakız Akıyor, Bugün Ayın Işığı türkülerini düzenlerken gözettikleri titizliğe, elde ettikleri başarıya gerçekten hayran kaldım.
Yazık ki, gecenin verdiği coşku içinde, adlarını öğrenip yazmayı akıl edemedim; ama söz verdiler, sanırım Eylül'de ilk cd'lerini çıkaracaklarmış; ararlarsa, hem yeniden anar, hem yapıtlarını duyururum.
Gerçek bir üretimde bulunmayan; kanser gibi elindeki sanal dolarları ufalaya ufalaya ayakta kalmaya çalışan; bunun için yerkürenin her yerini kana bulayan; bütün öbürleri gibi ülkemin de altını üstüne getiren KÜRESEL HARAKİRİ olanca hızıyla sürerken, çıldırmazdan önceki son sığınak sanat biliyorsunuz.
Hadi yine Ali Yüce'nin bir şiiriyle bitirelim sözümüzü.
BOYUNDAN UTAN DARAĞACI
Çürümüş karanlık
Bin kere bin yıl
Kuyularda beklemekten
Kokmuş küflenmiş
Ürkmüş kendi renginden
Kaçmış karanlık
Yıllanmış soğuklar doluyor
Yetimlerin et koynuna
Polis düdükleri doluyor
Uluyor altın dişli bir köpek
Ağzında sönmüş köz
Güneşi ısırıyor düşünde
Nedir bu diye
Soruyor yalınayak çocuklar
Sağımız solumuz diken
Önümüz yokuş ardımız yokuş
Ya kuşlar çocuk olsun
Ya çocuklar kuş
Gebe bir kadın gibidir
Kafalarda düşünce
Büyümeye başladı dünya
Tohum toprağa düşünce
Korkuyor kanlı canavar
Kendi çirkinliğinden
Eşkin bir attır şimdi
Kanımızla beslediğimiz bahar
Bindirmiş rüzgârı sırtına
Kişner orman orman
Koşar ırmak ırmak
Yelesinde yangın var
Kovuluyor yılan ıslıkları
Taze gelinlerin yatağından
Et koynundan genç kızların
Boyundan utan darağacı
Kırk canlı oğlan doğuruyor
Kocasını astığın kadınlar.
1975.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder BİZİM PARTİ HANGİSİ |
|
Ortaokul bittikten sonra babam, kısa yoldan bir zenaat öğrensin, diye İzmir'e götürdü; bir sanat okulunun giriş sınavlarına katıldım. O sıralar ara meslekler vardı. Çocukların yarış atı gibi dershane dersane koşmasına, en çok parayı kazandıracak fakülteye gireceğim diye yırtınmalarına gerek yoktu. Zaten dershane de yoktu. Öğrencilerin koşulları arasındaki uçurum bugünkünden daha bir yufka idi. Eğitim ve öğretim Milli Eğitimin okullarında yapılır, burasına inanamayacaksınız, bütçeden eğitime yeterli ödenek ayrıldığını söyleyenler bile olurdu.
Neyse bunlar olayımızla çok ilgili değil. Köyden İzmir'e gitmiştik ya, benim o kazanamadığım sınav için, oraya gelelim. Babamın köydeymiş gibi, karşılaştığı herkese selam vermesi, o herkesin bize bir değişik bakmasına, gülüşmelerine sebep oluyordu. Durumu anlayınca biz de onlara güldük, ödeştik.
Asıl sorun, büyük kentte kadınların, kocalarının elinden tutup çay bahçelerine, parklara gidişini dönüşte anneme "Şehirde karılar kocalarının elinden tutup kahveye gidiyor" diye anlatmamdan doğdu. Annemle babam birlikte kahveye gidecekler! Tefe konmak için, yıllarca alay konusu olmak için, belki. Yoksa birlikte kahvelerin önünden bile geçilmez. Haa, dört beş yılda bir, birlikte, kahvelerin önünden geçip okulda oy kullanmaları hariç. Bu gidişte doğal olarak babam önde, annem arkada… Seçim günleri çok büyük heyecan yaşardık. Babacığım çok da iyilik severdi. Annemi sandığın başına kadar götürür; hiç bir zahmetten kaçınmaz, elinden tutup mührü pusulaya bastırmasına kadar oy kullanmasına yardımcı olurdu. Dönüşte mi? Koskoca kadın evini bulup geri dönemeyecek mi? Babam kahveye oturur, annem işinin başına dönerdi.
Bir de kahvelerin ters yönünde, yani tarlaya giderken birlikte görülürlerdi. Buradaki görüntü de yine her karı kocanın olağan görüntüleriydi. Kocalar önde, kadınlar sırtlarında su testisi, ellerinde ekmek çıkısı ile arkada. Eşek varsa adamlar eşeğe biner ve sağdan soldan kedi köpek çıkıp eşeği ürkütmesin, adamı düşürmesin diye kadınlar önden yürürlerdi. Eşeğin varlığı her yönden yararlı olurdu. Çünkü, testi ve ekmek çıkısı heybeye konup eşeğe yüklenirdi.
…
Annem, kentli kadınların kocalarıyla el ele tutuşup çay bahçesine gittiğini duyunca bir çeşit oldu. Haklarını arama, özgürlüklerini yaşama geçirme konusunda daha bir hassasiyet göstermeye başladı. Seçim günü için:
- Mektebe rey vermeye beyimin golunda gidecem. Dönüşde gayveye oturup çay içecem. Yek başıma gidersem, yanlışlıktan sorumluluk gabul etmem, demeye başladı.
Bir de ekledi:
- Çoluk çocuğunan da gitmem.
Babama göre bu bir tahrik "Herif beni döv. Hatta elin değmişken bir kuşbaşı yapıver" filan demek gibi bir şeydi.
Babam bir yandan da korkuyordu. Annem gider gider de yirmi iki yıldır, bir sınır anlaşmazlığından küs olduğu dayımın partisine oy verir miydi? Ki bence verirdi.
Bizim evimizde, demokrasi tüm kurum ve kuralları ile geçerliydi. O sert mizaçlı görünen babam, bir günden bir güne "Bu evde İbram'ın partisine oy vereni şöyle şöyle ederim!" dememişti. Eceline susayan herkes dayımın partisine oy verebilir, bunu da açık açık söyleyebilirdi.
Babam en demokratik biçimde:
- Öğretin bizim partiyi ananıza, dedi.
Biz çocuklar hep birlikte derslere başladık. Çünkü annemin partiyle, politikayla uzaktan yakından hiç bir ilgisi yok. Her seçim günü ayrı bir eziyet onun için. "Bir oyla ne olacakmış" sözünü duydu mu, yüzünde gülücükler açıyor, arkadan babamın "Bir bir daha iki" lafını duyuyor, sevinci yarıda kalıyordu.
Annem, partinin adını, işaretini söyledikten taş çatlasa yirmi dakika sonra unutuyor. Hiç değilse yarım saat aklında tutabilse, sandığa ulaşıp oyunu kullanacak.
Dersler başlıyor: Önce on parmağını açtırıp, her parmak için bir kez Cehepe dedirtiyoruz abimle. Elde parti bayrağı ve amblem olmadığı için, arka planda kızlar bir ellerinin beş parmağına öteki ellerinin baş parmağını ekleyip, altı işareti yaparak tempo tutuyorlar: "Altıok altıok altıok!"
Ona kadar saydıktan sonra, evden gidip oyunu atabileceği süre yarım saat bekleyip soruyoruz.
- Anne bizim parti hangisi?
Yanıt olarak, omuzlarını kaldırıp başını eğiyor, bilemedim işareti yapıyor.
…
Sayıyı önce yirmiye, sonra otuza, kırka çıkarıyoruz. Kızlar arka plandan elleriyle işaretlerini yapıp, "Altıok altıok altıok!" sesleri ile ortalığı inletiyorlar.
Yanıt:
- Bilemedim.
Günler propaganda çalışması ile geçiyor. Babam bastırıyor:
- Naapın yapın, bu işi bitirin.
Ne yapıp edip o bir oyu kurtarmalıyız ama, olacak gibi de değil. Bu kez anneme son bir şans veriyoruz: Elli kez. Elli kez parti adı, kızlar aynı tempoda el işaretlerine devam.
Ama o da ne? Elli kez yineleme işe yarayacak gibi. Bitirip yarım saat da bekledikten sonra, annemin yüzünde beklenmedik bir gülümseme belirdi. Tabi, asıl sevinci yaşayan bizleriz. Başladık zıplamaya, çığlıklar atmaya: "İşte bu kadar. Politika budur. Adam adama markaj denen eylem budur. Oylar altıoka "
Sevinç gösterileri bitince hep birlikte annemin yüzüne baktık:
- Söyle anne. Bizim parti hangisi?
Annem mutlu görünüyordu; hepimize gülücükler dağıtarak tek tek baktı, sonra da bir soru sordu:
- Demirli bir şey değil miydi o?
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-25
*- İşlediği suçtan dolayı pişmanlık duymayan insan çok azdır; pişman olduktan sonra tekrar suç işlemeyen insan da çok azdır.
*- Yaşarken yaşamanın zevkine varamamak ne büyük bir acıdır?
*- Karnını doyurabilirsin, ama kalbini asla!
*- Acılarla dost ol; nasıl olsa çok sık karşılaşacaksın.
*- Kusursuz insan aramaya kalkışmak büyük bir kusurdur.
*- Hiçbir zalim hükümdar gerçekten mutluluk ve zevk içinde yaşamamıştır. Halkına çektirdiklerinden daha fazlasını çekmek zorunda kalmıştır. Çünkü korkan insan korkutmaya, acı çeken de acı çektirmeye çalışır.
*- Zaman hepimizden bir şeyler götürür; bir daha geri dönmemek üzere. Ama biz gene de aptalca onları geri getireceğimizi zannedip, boş yere çabalarız.
*- Her acıyı unutturan bir başka acı vardır.
*- Her kötü söz bir kaleyi yıkarken, her iyi söz ancak o kalenin bir duvarını inşa edebilir.
*- Her zevk bir bedel karşılığı elde edilir, ama bittiğinde de bir başka bedel ödenir.
*- Ekşi suratlı komşundan sirke bile isteyemezsin.
*- Her güzellik güldeki gibi dikenli midir?
*- Gerçekte bizim olan hiçbir şey yok. Biz aslında o şeyleri emanet almış bir emanetçiyiz. O nedenle bizim zannettiğimiz o şeyleri iyi kullanmalı ve giderken de hak edenlere emanet etmeliyiz.
*- Karnı aç olan, ister kral olsun ister dilenci; ondan kork!
*- Irmak suyunu, alim de bilgisini başkaları için akıtmak zorundadır.
*- En güçlü görünen insanın bile öyle zayıf bir tarafı vardır ki, anlayınca şaşar kalırsın.
*- Doğal ortamda kendiliğinden beslenen hayvanlardan alacağımız çok ders var: Zehirli yiyecekleri asla yemezler, karınları doyunca da yiyeceklere kafalarını çevirip bakmazlar bile.
*- Yüzüne karşı kusurları söylendiğinde, bundan hoşlanan kaç kişi tanıyorsunuz?
*- Aşı pişiren ile iyi geçinirsen aç kalmazsın.
*- Sevdiğinde kusur aramaya başladığın an, o iş bitmiş demektir.
*- Fakir zenginin, korku hayatta kalmanın, kötü de iyinin gizli sigortasıdır.
*- Her itiraf samimi değildir. Bazı itiraflar bir çıkar ya da en azından bir hoşgörü görmek amacıyla yapılır.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ELVEDA
Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımın düğününde ne giyeceğime karar vermeye çalışıyorum.
İnternette elbise modellerine bakarken gözüm hep gelinliklere gidiyor. Ben kabarık, dantelli gösterişli modelleri severim ama o bunları sevmez diyorum daha sade modeller seçiyorum, sonra aklıma geliyor, gözlerim doluyor çünkü biz ayrıldık.
Sen benim beyaz elbise hayallerimi yarıda bıraktın gittin…
Yalnızca beyaz elbise hayallerimi mi?
Para biriktirecektik senin fikrindi ilk sen benim aklıma sokmuştun evlilik fikrini. Evet sen ilerisi için para biriktirmeye başlayalım demiştin ben de ilk o zaman düşünmüştüm
seninle aynı yastığa baş koymayı… İlk o zaman kurmaya başlamıştım birlikte yaşayacağımız evimizin hayallerini.
Senin sevdiğin yemekleri yapmayı öğrenecektim. Akşamları hep senin sevdiğin yemekleri
yapacaktım. Sabah senden önce kalkıp kahvaltıyı hazırlayacaktım. Evimiz çok güzel olacaktı böyle kutu gibi sıcacık. Arkadaşlarımızı zevkle ağırlayacağımız yemek odamızı bile beğenmiştim. Koltuklarımızı iki renk seçmiştim, perdelerimizi çiçekli. Haksızlık olmasın diye senin annene de benim anneme de yakın oturacaktık.
Belki bir kedimiz olacaktı yavruyken alacaktık. Arkadaşlarımızı hafta sonları
yemeğe davet edecektik Sen benim yaptığım yemeklerle övünürken ben gururla benim kocam diye başlayan cümleler kuracaktım.
Artık hiçbiri olmayacak çünkü ben öğreniyorum seni unutmayı çünkü sen beni yarı yolda bıraktın. Artık birlikte hayallerimiz yok artık sen istesen de yok çok sevsem de yok
geri dönsen de yok…
Telefonu kapatırken geri dönersin umuduyla ben hoşçakal demiştim sen elveda…
Ama alışıyorum ya seni unutmaya ne zaman çıkarsan çık karşıma artık duyacağın tek kelime elveda..
Betül Sürücü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
BAŞLARKEN
Deli, deli tepeli, kulakları küpeli. Pek sayın, makbul ve değerli okurcumlarım. Beni okumak külfetine ve de işkencesine katlanan aziz Satürnlüler ve Uranüslüler! Sizleri gezegenlerimizin en sıcak duygularıyla selamlarım efendim!
Bendeniz bunca yaşanan irezilliklerden sonra başka bir çıkışı yolu bulamayarak tırlatmış bulunuyorum, efendim!
Bu dellenmenin acı bir sonucu olarak, mizah yazarı olmak gibi bir densizlikde bulunmuş gibi oluyorum. Büyük usta Aziz Nesin, beni affetsin! Amin!
Biliyorsunuz sayın Uranüslüler, en son sözlüklerimizde değişti! Enteresan bi şey yani!
Açtım, bir de baktım, aaa ne göreyim! "T" harfinde "Tutuklu" kelimesinin üstüne geldim. Sanki kafama tuğla düştü.
Uranüsçe sözlüğümüzde Tutuklu= USK'da (Uranüs Silahlı Kuvvetleri demek oluyor) General yazmıyor mu!
Son yaşadıklarımıza şööle bir bakim diyorum da, hani komik desem mi acaba diye düşünmekteyim de bu arada. Ulan, güle güle ölücez be! O kadar çok gıdıkladılar ki, kahkahadan kırılırken kazığa oturtacaklar, gülmekten haberimiz olmayacak!
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Ortaya tükürme orada sen varsın. Oraya saldır, bi halt olacağı yok, buraya koş, "solcu" zannettiklerin habire irticayı öper çıksın. Anaaa! Bir de koro halinde "Amerika, I love you" şarkısını söylemezler mi? O saat zıvanadan çıkmışım yani!
Madem öyle, gelin böyle! Öbür tarafta Aziz Nesin pirimizden, "Bre densiz, mizah yazısı böyle mi yazılır?" diyerekten bir çuval sopa yemeyi göze aldım ve konulara balıklama daldım.
Hoop, hanfendi!! Sen, sen sarı saçlı ve de gözlüklü olan. Çıkarın şu mübarek kafanızı TV ekranından kardeş! Sana ne be, "Muhteşem Yüzyıl"da kimin kimi öptüğünden kardeşim, sen ekrana bu kadar gömülmüşken, seni habire öpüyorlar haberin bile olmuyor! Çüşşş yani! Gel, gel, çık şu hayal Uranüsünden de, ayakların toprağa bassın biraz. İzrael tohumundan karpuz yiye yiye beynin sulanmış senin! Birkaç on gün TV'yi kapat, beynini biraz nadasa bırak. Karpuz falan yemeyi de kes! Tamam mı canım ablacım!
Beni daha fazla konuşturmayınız!
Yakında görüşmek üzere, hoşça ve isterseniz boşça kalınız!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SENİNLE BEN
Seninle ben , satır aralarında saklı bir şehir gibiyiz
Ne travmalar atlattık,tek bir söz bile söylemeden
Seninle ben , yazlık evde unutulmuş eski kayık gibiyiz
Zaman nehrinde eskidik ve yıprandık,hiç fark etmeden.
Cinnetti belki doğru sözcük,bilemedik, adına aşk dedik
Yan yana gelmemiz bile olaydı, aramızda engeller vardı
Bazen akrep gibi ısırdık zamanı ,bazen yelkovan gibi geç geldik
Geriye sadece gönlümüzün hafızasındaki görüntüler kaldı.
Seninle ben, gizli şarkılarda yazılı birer nakarat gibiyiz
Dönüşü olmayan gidişlere inat ,bütün yollardan beraber döndük
Seninle ben, ipleri dolaşmış iki eski uçurtma gibiyiz
Kopmuştu kuyruklarımız, biz onları sevgimizle yeniden ördük.
Cenk Bölük
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Dünya'nın hali ortada. Yerküresiyle, atmosferiyle tehlike sinyalleri verip duruyor. Küresel iklim değişikliği bir dert; seller, taşkınlar, buzulların erimesi, kıyıların denizler tarafından yutulması ihtimali, kuraklık... Beslenme başka bir dert; besin bulanlar için GDO'lu ürünler, denetimsiz tarımsal ilaçlama, sakıncalı katkı maddeleri... Bulamayanların sorunu karmaşık değil: Sadece açlık! Enerji savaşları, temiz su savaşları... Yani gidişat iyi değil. En güçlü ya da yoksul olanların büyük çoğunluğu, kendi küçük ya da büyük çıkarını esas alarak, kendini dünyanın merkezine koyarak yaşıyor. Herkesin mazareti var! Müzik; yaygın, eneji dolu, durdurup kendini dinleten ya da arka plana geçip çaktırmadan varolan... Seçtiğimiz parça: "Divane Aşık Gibi" Bilmeyen yok, sevmeyen yok... www.agaclar.net 'ten Fırat Çavaş, doğdukları iller farklı, yaşadıkları mekanlar farklı, zevkleri, yaşama bakış açıları farklı 45 müzisyeni, varolan gerçekleri bir kez daha hatırlatmak için bir araya getirdi: Doğa için çal! Ben bu video'nun http://vimeo.com/6902099 web sayfasındaki kısayolunu sizlerle paylaşıyorum. Hem izlemesi, hem de dinlemesi zevkli ama en önemlisi, anlamı çok büyük bu projeye duyarsız kalmayalım.
Eğer Doğa için çal projesinin ne durumda olduğunu merak ediyorsanız http://www.dogaicincal.com/ web sayfasında projenin son videosunu izleyebilir ve hatta dostlarınızla paylaşabilirsiniz. Tabi bu zamana kadar bu projede neler olmuş? Ben de katılabilirmiyim gibi sorularınıza da cevap bulabilirsiniz. Video'daki süpriz isimleri görmek için sonuna kadar dikkatle izlemenizi tavsiye ediyorum.
http://www.kendinyapsitesi.com/ Kendi işini kendi yapanların web sayfasıdır. Aslında fazla yorum yapmaya gerek yok. Özel projeler, sorular cevaplar ve bilgi paylaşımının bol miktarda olduğu verimli bir paylaşım sitesi diye özetleyebiliriz.
Bu da ramazan imsakiyesi http://www.diyanet.gov.tr/turkish/namazvakti/vakithes_imsakiye.asp
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|