|
|
|
Editör'den : Yeni deterjanımız; FENERBAHÇE!.. |
Merhabalar,
Bir kepazeliktir gidiyor dostlar. Sırtımızı dayayacak adalet kalmayınca gelen giden yanağımızdan bir makas almaya başladı. Beyin hummasına tutulmuşlar da Trabzon'da horon tepiyor. Sağa sola eserken mangalda kül bırakmayan yüce büyüğümüz memleket tehdit edilirken süt dökmüş kediyi oynuyor. "Kanunlara saygılı" TFF'yi UEFA'nın bıcırık savcısı TEFE koyup donunda sallıyor, adamların gıkı çıkmıyor. "Sıfır tolerans"la men edilen Fenerbahçe'nin yerine şüpheli Trabzonspor alınıyor, TFF gene sadece tef çalıp oynuyor.
Temizlik varmış memlekette temizlik. Deterjan olarak Fenerbahçe seçilmiş. Memleketi temizlemesi yetmez Avrupa'yı da aklasın paklasın demişler, olan olmuş. Günah keçisi bulunmuş, operasyon başlamış. Hele bir de insan taklidi hamsiler sokağa çıkıp "Hakkımızdı" diye horon tepmezler mi? Yesinler senin hakkını Trabizon! Bükemediğin bileği tehditle önünden çektiler, şu takımı yen şampiyonlar ligine katıl dediler, beceremedin elendin, sonra olası tazminattan yırtmak için seni lige aldılar ve sen kalkıp "Hakkımızdı" diyorsun öyle mi? Al o şerefsiz, onursuz hak senin olsun. Gölge etme başka ihsan istemez.
Dedik ya ortada adalet olmayınca, onun bunun çocuğu yanağımızdan makas alıyor. Hadi bizden makas alıyor, koskoca genelkurmay başkanının ağzından lokmasını alıyorlar haberi olmuyor. 10 yıllık iktidarın sözcüsü çıkıp "Vallah billah polis, jandarma yapmaz, olsa olsa yabancı istihbarat işidir." diyor, ve bu herif ciddiye alınmıyor. Adam bizzat "Memleketin anasını belliyorlar elimizden birşey gelmiyor." diyor ve bir Allahın kulu adama tokadı çakmıyor. Bunun da temizliğini Fenerbahçe'den bekliyorlarsa havalarını alırlar. Bugün genelkurmayı dinleyenlerin, Tayyibin horlamasını kaydetmediğini söylemek mümkün mü? Ama devir o devir. Şimdi askere, yarın kısmetse onlara. Nasılsa elde kayıt gani.
Ayakta yolcu taşıyan hızlı trenlerle, Somali'ye yapılan popçu çıkartmasıyla göz boyanırken, memleket parça pinçik olmuş kimin umurunda. Köprüler, otoyollar da tek kalemde, tek alıcıya satılıyor ya artık rahat olacağız. Kimin eli cebimizde bilip, fosura fosura uyumaya devam edeceğiz. İyi uykular Türkiye, her nerede seviliyor ve seviyorsan.
Önümüz bayram. Hatta çifte bayram. Ama zerre kadar umurumda değil. 30 Ağustos ta, Ramazan da önemini yitirdi benim için. Alışkanlıklara devam edeceğiz elbette ama ne yediğimiz şekerden, ne içtiğimiz likörden tat alacağız. Gene de bayramlarınız kutlu olsun. 9 Eylül'de buluşmak üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KIRLANGIÇ KANATLI YAZI -3 (SON) |
|
Yaz gelince kırlangıç sürüleri gibi kalabalık ve cıvıl cıvıl Kaleköy sahillerine koşardık. Yüzlerce yeni yetme genç bitmek tükenmek bilmeyen oyunlarda yorgunluktan canımız çıkana kadar eğlenirdik. Gün sona ererken dört kilometrelik yolu yürüyüp geri dönmek dayanılmaz bir eziyet olurdu. Elbette deniz eğlencesi her zaman bu kadar keyifli bitmezdi. Genelde hafta sonu tatilleriyle yetinemediğimiz için dersleri asmış olurduk. Ertesi gün sabah yoklamasının ardından eğitim şefi numaralarımızı okuyup bizi odasına çağırırdı. Öğrencileri birkaç sopa ile cezalandırmak onun göreviydi. Dünyalar tatlısı bir adam görev gereği bizi döverdi. Bir daha yapmayacağımıza dair söz vererek elimize indirilen cetvel sayısını azalmaya çalışırdık. O her zaman bize inanırdı ve biz yeniden birkaç gün aradan sonra derslerden kırıp denize kaçardık. Çünkü ruhumuzda göçmenlik vardı. Mevsimi geldiğinde suyun çağrısına umarsız kalamazdık.
Küçük kırlangıç uçup bir başına uzaklara gidecek erişkinliğe ulaşmadan bizim uzun bir yolculuğa çıkmamız gerekiyordu. Onu burada bırakıp gitsek yazgısı bir kediye yem olmaktan öteye varamamış olacaktı. Onu ailesinin yaşadığı, dünyaya gözlerini açtığı yerden uzaklaştırmak da istemiyorduk. Uzun uzun tartıştıktan sonra aile meclisinin kararı ile onu yanımıza almaya karar verdik. Bunca emek ve özverinin boşa gitmemesi ve bu küçük yavrunun uçup gitmesini, kendi yaşam öyküsüne başlamasını istiyorduk. Gideceğimiz yerde de sulak alanlar ve kırlangıçlar vardı. Uçup onlara karışır, onlarla birlikte doğada beslenmeyi, hatta sonbaharda büyük göçe çıkmayı başarabilirdi. Kırlangıç yavrusunu kutusu ile alıp arabanın arka koltuğuna yerleştirdik. Molalarda suyunu içirip, karnın doyurduk. Bizimle birlikte Kuzey Egeden Türkiye'nin en kuzey noktası olan Sinop'a kadar yolculuk yaptı. Bizi görmeye gelenler bu durumu pek yadırgadılar. "Bunu niye aldınız? Bunu niye getirdiniz? Bu ne kuşu? Adı ne? Bu kuşu ne yapacaksınız?" türünden yüzlerce soru sordular. İnsanların birçoğu her gün caddelerde uçan kırlangıçlara dikkatlice bakmamıştı. Biz söylemesek kimse onun kırlangıç yavrusu olduğunu bile anlamayacaktı. Hatta deve kuşu yavrusu desem inanlar çıkacaktı. Üstelik bu çabamız çok anlamsız ve saçma bulundu. Akıldanelere göre o kuş ancak doğada yaşardı. Bizim onu beslememiz mümkün değildi. Oysa biz onu büyük bir sabır ve özveriyle iki haftadır besliyorduk.
Biz yüzlerce yuvasından düşmüş kırlangıç yavrusuyduk. Sabahın ilk ışıklarında cıvıldaşmaya başlar, gecenin karanlığına kadar susmazdık. Kanatlarımız rüzgâra, genlerimiz uzak diyarların çağrısına kurulmuştu. Kekik kokan dağların, güneşli sokakların, kıyılarında yavru balıkların dolaştığı göllerin davetine karşı koyabilmemiz mümkün değildi. Kedilerden, ejderhalardan, aç kurlardan ve adını bile duymadığımız bütün canavarlardan korkmayacak kadar kalabalık ve cesurduk. Çok uzaklarda daha başka ve güzel yaşamlar vardı. Limana kocaman bir gemi yanaşsa, "Hadi gelin, bütün dünyayı görmeye gidelim," desen bir dakika bile düşünmeden güvertesine atlardık. Bütün balıklar, bütün kuşlar ve karıncalar gibi bir aradayken yenilmez, tek başımıza ise çaresiz kalıverirdik.
Kırlangıç yavrusu bir, iki gün sonra misafir kaldığımız evin gözdesi olup çıkıverdi. Bahçeye açılan mutfak herkesin uğrak yeriydi. Sabah yatağından kalkan gidip ona bakıyordu. Biz onu beslerken bütün ev sakinleri merakla onu izliyordu. Kısa süre sonra bütün akraba çocuklarının kırlangıç yavrusundan haberleri oldu. Küçük çocuklar yavru kırlangıç için hayati bir risk oluşturuyordu. Küçük kuştan hem korkuyorlar hem de ellerine alıp sevmek, öpmek, koklamak istiyorlardı. Birkaç kez sadece kanatlarına parmaklarının ucuyla dokunmalarına izin verebildik. Bu kez çocukların anne babaları bize kızıyordu. "Ne kadar da kıymetli kuşları varmış, Çocuk birazcık sevse ne olur," diye sitem ediyorlardı.
Artık iyice yetişkin haline gelmiş, oda içinde kısa mesafeleri uçmaya başlamıştı. Bir iki gün içinde götürüp geniş bir düzlükte bırakmayı planlar olmuştuk. Ha bu gün ha yarın derken hiç ummağımız bir sürprizle karşılaşıverdik. Bir sabah küçük kırlangıç güne hastalanarak uyandı. Hayvan boynunu düz tutamıyor ve ayakta duramıyordu. Yem isteyen, su isteyen çırpınışları, cıvıltısı sönüvermişti. Sadece can acısıyla kısık kısık ötebiliyordu. Hayvan sanki felç olmuştu. Kutusuna bıraktığımızda düz duramıyor, yana devrilip sırt üstü düşüyordu. Bunca çaba, bunca emek ve özen bir kalemde silip gidiverdi. Üçümüz birden gözyaşlarına boğulduk. Hayvanın neden böyle bir hastalığa yakalandığını hiç anlayamadık. Acaba biz yokken sevmek için küçük çocuklardan biri eline almış olabilir miydi? Korkuyla narin bedenini avuçlarında sıkmış olabilir miydi? Üç gün yeniden ilk günlere geri dönüp küçük kırlangıcı zorla besledik. Hayvan iyileşeceği yerde gittikçe kötüleşiyordu. Ölümünü görmek, onu toprağa ellerimizle vermeye dayanamazdık. Yavru kırlangıcı alıp çayırlık bir alana götürüp bıraktık. Ve ağlayarak geri döndük.
Biz hepimiz, yüzlerce yarı genç yarı çocuk yuvasından düşmüş kırlangıç yavrularıydık. Ölüm bizi nerede ne zaman gelip bulur, ne zaman uçmanın büyüleyici tılsımına kapılıp gideceğimizi hiç bilmiyorduk. Sokaklar kan içindeydi. Sokaklar gümrük kapılarıyla bölünmüştü. Zifiri karanlık geceler silah sesleriyle irkiliyordu. Bir yerlerde, çok uzak bir yerde güzel insanlar ve mutlu ülkeler vardı. Bütün masallar aynı yalanı söylüyordu. Ve biz masalların peşinden gidebilecek kadar sabırsız ve küçüktük….
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu 9. BODRUM ULUSLARARASI BALE FESTİVALİ (2-3) |
|
BEN, DONKİŞOT'UN DONKİŞOT'U
Ben, kendimi Donkişot'un hası sanırdım. Benim de düş gücüm, kitapların büyülü dünyasından besleniyordu. Ben de kendi çemberine tutsak; ama dünyayı avuçlarında sanan, saf ve yalnız bir adamdım. Ben de ömrünü şövalye kılıklı yel değirmenleriyle mücadeleye ayırmış biriydim.
Ben, cüce sözcüğünün anlamının, "Büyük adamların yakından görünüşü" olduğunu Cervantes'le tanışmadan da biliyordum. Elbette "gerçek ve hayalin bir araya gelmesinin trajik etkisi"ni kavramama onun da katkısı olmuştur. Ama hâla "kendi yanılsamalarımın enkazı altında" yaşadığımı nasıl inkar edebilirim.
Eğer herkesin kör olduğu yerde görmek, herkesin sağır olduğu yerde dinlemek, herkesin dilsiz olduğu yerde konuşmak delilik değil, erdemdir diyorsanız siz de La Manchalı Don Kişot'un yoldaşısınızdır. Çıkarın kafalarınızı çöp kutularından, demir çemberlerinizi kırın, hayalleri düdük seslerine ayarlı akıllı(!) adamların arasından bir adım öne çıkın ve en akıllı yanınızla alay etmeye başlayın.
Dün gece de Bodrum Kalesi'nde, yalnız Boris Eifman Devlet Bale Tiyatrosu oyuncuları yoktu. Oyun boyunca sahnede ben de vardım. Gerçi ben dünyanın en güzel coğrafyasında yaşadığım için Boris Eifman gibi Barcelona düşü kurmadım. Ama onun hamurunu yoğurduğu düşle gerçeğin büyülü dansında kendimi yeniden buldum. Bir delinin, kendisini Donkişot olarak hayal edebilmesindeki ironinin tadını çıkardım. Hatta, sinema perdesindeki oyuncuları alkışlayan veya ıslıklayan seyirci kitlesi arasında yetişmenin deneyimlerini de kullanarak, sahnedeki dansçıları "bravo" nidaları eşliğinde zırt pırt alkışlayan seyircilerle de epeyce eğlendim.
Şiir benim vazgeçilmezim. O, sözün sultanıdır. Don Kişot bir roman. Roman burjuva sanatının çocuğudur; şiir gibi eskil bir yanı yoktur. Ama dün akşam izlediğimiz Don Kişot'un şiirselliğinden söz etsek, bence hiç de abartmış olmayız.
Dans, sanatların anası. Sözden, yani şiirden önce de dans vardı. İnsan, avcılık döneminden günümüze hep onunla iç içe oldu. Çünkü o, insanın ruhunu dışavurumunun en kestirme ve yalnız kendine ait olan yolu.
Müzik, dansın olmazsa olmazı, kan kardeşi. Ancak senfonik müzik de burjuva ürünü. Ancak ha kopuz eşliğinde, şaman dansı, ha Ludvig Minkus'un müziği eşliğinde Ben, Don Kişot… "Dans büyünün erketesidir." desem, Don Kişot'u, Sancho Panza'yı, Dulcinea'yı, Kitri'yi, Basil'i izleyenler bu büyüden nasiplenmediklerini söyleyebilirler mi?
Ben Don Kişot'u böylesine güzel kılan elbette ne Don Kişot romanı, ne Ludvig Minkus'nu müziği, ne Boris Eifman'nın koreografisi, ne de sahnede dans eden sanatçılardır. Bunlardan birini hatta kostümleri bile, alsanız Ben, Don Kişot, kalplerimizde kendisine yer bulamazdı.
Her oyun gibi, "Ben, Donkişot" da bitti. Çılgınca alkışladım; ama yalnız Donkişot'u değil.
Cervantes'i alkışladım. Ciddi bir eğitim görmemiş ve engelli biri olmasına karşın, düşle gerçeğin çatışmasında uyanık olmanın yolunu aydınlattığı için alkışladım onu.
Boris Eifman'ı alkışladım. Yetmedi, böylesine biz olan bir eserde müzikle,dansın uyumunu yüksek bir estetikle işlediği için önünde ceketimi ilikledim.
Ludvig Minkus'u alkışladım. Don Kişot'u öylesine zengin motiflerle ezgileştirmiş ki sanatçılara kendilerini müziğin ritmine bırakmak kalıyor.
Ve Lorenzo'dan Kitri'ye Don Kişot'tan Sancho'ya tüm sanatçıları alkışladım. Uzun ve yorucu bir yolculuğun bedenlerini ne kadar hırpaladığını hiç hissettirmeden, dansın büyüsünü, Bodrum mavisinin büyüsüyle harmanladılar.
Kusursuz bir eseri sahnelemek kolay değildir. Seyirci, sahnedeki gösteriyi hep daha önce izledikleriyle karşılaştıracaktır. Böyle bir eserle ilgili yazı yazmak da öyledir.
Başkalarını bilmem; ama Ortaçağ Avrupa'sından kendi aklımızın eleştirisine uzanan bir serüvende bize ışık tutan bu gösterinin tadı benim hep damağımda kalacaktır.
CARMEN
Charles Bukowski'nin "Kadınlar" kitabının kapağını açtığınız anda, "Pek çok iyi adam, bir kadın tarafından köprü altına düşürülmüştür." cümlesini okur ve sarsılırsınız. Çünkü dünyaca ünlü yazarın bu cümlesini "Pek çok iyi kadın, bir erkek tarafından köprü altına düşürülmüştür." biçiminde kurmak hiç de yanlış değildir.
Kadın, kimilerine göre, kötülüklerin anası, baştan çıkarıcı, cadıdır; kimilerine göre, melek. Kimileri de bu rollerin ikisini birden kadına yükleyiverir. Örneğin Tevfik Fikret, bir yandan "Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer." derken, bir yandan da "Deniz kadın gibidir hiç inanmak olmaz ha!" deyiverir.Aynı şey Mehmet Akif için de geçerlidir. O da bir yerde "Kadın lakırdısı girmez kulağıma zati benim!" der; sonra da insanın, insanlığı anlaması için kadınlara merhamet etmesi gerektiğini söyler. Nazım Hikmet de bizim kadınlarımıza bakışımızı;
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen…
….
dizeleriyle özetleyiverir.
Aslında insanlığın binlerce yıllık uygarlık sürecinde, kadın algısının nasıl değiştiğinin en tipik örneklerinden biri Karia'nın üç başlı tanrıçası Hekate'dir. Başlangıçta sevginin, bereketin ve doğurganlığın sembolü olan kadın, erkek egemenliği yoğunlaştıkça cadılaştırılmıştır. O artık karanlıkların tanrıçası, temsil ettiği kadınlar da kötülüklerin anası, şeytan, yuva yıkan, nifak sokan, baştan çıkarandır. Ya gerçek böyle midir?
Dün gece Bodrum Kalesi'nde Meklenburg Schewerin Devlet tiyatrosundan Carmen Balesini izlerken hep aynı soruları mırıldanıp durdum: Carmen, erkek egemen toplumun günah keçisi midir? Yoksa ta Lilith'ten bu yana baştan çıkaran, cadılardan biri mi?
Carmen, Prosper Mérimée'nin kısa romanı. Belki de Lamartine, Hugo, Balzac, Stendhal gibi çağdaşı çok güçlü Fransız yazarların arasında kalmasından edebiyat tarihinde Prosper Mérimée'den (1803- 1870) pek söz edilmez. Bizzet, Carmen'i opera eserine dönüştürmeseydi, bir roman olarak Carmen'den de söz edilmezdi demek, bizce abartılı bir yargı değildir.
Carmen, "zaaf ve tutkular" arasında gidip gelen bir İspanyol Çingene kızının öyküsüdür. Konu, 1830 civarlarında İspanyanın Sevil şehrinde geçer. Carmen, bir tütün fabrikasında işçi olarak çalışmaktadır. Saf bir köylü delikanlısı ve tecrübesiz bir asker olan Don José'yi baştan çıkarır. Don José, nişanlısı Micaeala'dan ayrılır. Carmen, aynı fabrikada çalışan Mercedes'i yaraladığı için hapse atılır. Don Jose, onun hapisten kaçmasına yardım eder. Kendisi de askerlikten kaçar ve Carmen'i aramaya başlar. Bulduğunda Carmen, yüzbaşıyla birliktedir. Don jose, kıskançlıkla yüzbaşıyı da öldürür. Bu arada kedisinin peşinde kente gelen nişanlısını yüzüstü bırakır. Carmen, kendinden bıkıp boğa güreşçisi Escamillo ile aşk hayatına başlayınca Don Jose, Carmen'i de öldürür.
Mérimée, Carmen'i 1845'te yayımlamıştır. Bizzet ise onu opera olarak bestelediğinde yıl 1875'tir. Aradan geçen 30 yıl içinde bir sanat akımı olarak romantizm, yerini realizme, hatta Natüralizme bırakmıştır. Belki de bu yüzden, romandaki iyi kötü kavramlarının keskinliği, libretto yazarları tarafından Miceala ve Escamillo karakterleri, öne çıkarılarak giderilmeye çalışılmıştır.
Carmen, ününü kuşkusuz Bizzet'nin müziklerine borçludur. Gerçi eser, ilk sahnelendiğinde çok eleştirilmiş, Bizzet'nin bu eleştirilerin de etkisiyle 3 Haziran 1875 gecesi art arda gelen iki kalp krizi sonucu 37 yaşında öldüğü de söylenir. Ancak geçen zaman, Carmen'in opera ve bale sanatının baş yapıtlarından biri olmasını perçinlemiştir.
Roman gibi, opera ve bale de burjuva sanatlarıdır. Carmen, soyluların sanatı operaya, alt tabakanın yaşamından bir kesiti, hem de erotizm kokan bir dille sokmuştur. Başlangıçta yadırganması biraz da bundandır. Ne var ki ele aldığı "tutku ve zaaf" temaları insan var oldukça güncelliğini koruyacaktır. Belki bu temalardan dolayı, ilk kez izliyor olsak bile Carmen'e yabancılık çekmeyiz. Çünkü bire bir olmasa da Carmen'in öyküsüne benzer bir öykü ya okumuş ya izlemişizdir. Çevremize baktığımızda ya ateşli bir Carmen ya zaaflarına yenik bir Don Jose ya bir boynu bükük Micaela buluruz.
Carmen gerçekten yuva yıkan, ocaklar söndüren bir dilber midir? Yoksa o, erkeklerin yoldan çıkardığı aşka meyyal bir kadın mıdır? Bence Carmen'i bir de Aisop'un aslanı olarak değerlendirmek hak bilir olmanın şartlarındandır:
"Bir adam ile bir aslan birlikte yolculuk ediyorlarmış. Hangisinin daha cesur ve güçlü olduğu konusunda tartışmaya başlamışlar. Yolda, bir aslanı boğan bir adam heykeline rastlamışlar. "Görüyor musun?" demiş adam, aslana, "Bu heykel, insanın daha üstün olduğunun en iyi kanıtı değil mi?"
"O senin yorumun" diye cevap vermiş aslan, "O heykeli bir aslan yapsaydı, aslanın pençesinde en az yirmi insan olurdu."
Aslanı böyle resimleyen kim, söyle kim?
Tanrı biliyor, eğer kadınlar yazsalardı hikâyeleri
Okumuş adamların yazdıkları gibi
Onlar da erkeklerin o kadar kötülüğünü yazarlardı ki
Adem bile yetmezdi adlarını temizlemeye.)
(The Wife of Bath's Prologue 692-96) *
Sahi, Carmen'i Mérimée değil de bir kadın yazsaydı nasıl yazardı acaba?
* Kitaplarda Kadın Olmak: Chaucer ve Ortacağ ?ngiliz Edebiyatında Kadın Soyleminin Sorunsallığı- Huriye Reis- Hacettepe Üniversitesi
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu NERESİ SILA, NERESİ GURBET....* |
|
"Dönmek
Mümkün mü artık dönmek
Onca yollardan sonra
Yeniden yollara düşmek
Neresi sıla bize, neresi gurbet"*
Bazen bir şarkı sözüne dönüşür duygular. Aslında şiirin müzikle mayalanmış halidir yukardaki dizeler. Her ne kadar Yeni Türkü'den dinlemeye başlamışsak da, ben Hümeyra yorumunu severim. İçimdeki kadının sesi olur, "Neresi sıla bize, neresi gurbet" dedikçe yaşlar birikir gözlerimde…
Uzaklarda yaşamak ve memleketi özlemek arasında sıkışıp kalmış gurbetçiliğim her yaz kabarır kabarır taşar bir nehir gibi. Memlekete havalanan uçakta başlar kalp çarpıntım, her seferinde yeni bir sevgili gibi kucaklar beni şehir. Hava alanının serin ve kalabalık vücudundan sıyrılıp şehre adım attığım andan itibaren yüzüme vuran yaz sıcağı ve gürültü beni kendime getirir. O andan itibaren şehir ve ben sonu olmayan bir aşk yaşamaya başlarız.
İstanbul… Beni beklediğini bilirim de, beklerken kalabalıklaşmasına, bambaşka bir dokuya bürünmesine ve en acısı da beni unutmasına dayanamam…
Beyoğlu…Her zaman şaşırtır beni. Bu seferde hazırladı sürprizini. Sokak aralarına sıkıştırdığımız sohbetlerimiz, yudumladığımız içeceklerimizin masaları yoktu. Boş masalara alışmaya başlamıştım da yokluk ağır geldi. Hangi sokağına salacağım ben özlem dolu ruhumu. Kokularını da, dokularını da hiçe sayarak tükettiler ya güzelim caddeyi ben artık aşkımın rumuzunu değiştireceğim.
Beşiktaş…Yüzüme çarpan insan sesleri martı seslerine karışırken, karşıyı görme isteğimin en çok perçinlendiği yerdeyimdir. Deniz kokusuna kimse dokunamadı..ama yine de o binalar, o trafik…Neler oluyor, denize dökülen saçlarına inşaat harçlarına karıştırmışlar gibi. Güzelliğini eski para kesesinde saklayan yaşlı bir kadına döndün ya bu benim içimi acıtıyor.
Üsküdar…Karşıdan görmeye alışık olduğumdan mıdır nedir, beni tamamlamaz. Aramızda gizli bir anlaşmazlık var da o gün gülümsemişiz gibi yaparım kendisine. Aklım ya Kadıköy ya Haydarpaşadır da , Onu mu bilir acaba?
Kadıköy… Severim ama bu sefer sadece iskelesine bıraktım mektubumu, şişenin içinde…İki jetona, gidiş- dönüş vapurunda dolaştım sokaklarını. Sözüm var, bir dahaki yaza…
Anadolu Yakası…Bilmediğim, tanımadığım koca koca binalar, kalabalık semtler…otoyolda sadece şaşkınca bakıyor ve bir şehrin elbisesinden taşan göbeğinden alışveriş merkezlerinin içine dalıyorum. Büyük bir asansördeyimmiş gibi, çıkacağım katı unutmuşum, sadece bakıyorum...yazın sıcağında şaşkınlığım klimalardan çarpan serinliğe karışıyor, insanlar delice alışveriş yapıyorlar…
Riva…Sessizlikten bunalmış bir genç kız gibi, bıyıkları yeni terleyen ve yüzü sivilcelerle dolu bir ergen çocuk haliyle karışmış sokaklarına. Çat pat yapılmış beton yığınları arasında denize ulaşmaya çalışıyoruz. Bu betonlara ev diyorlar. Belki on gün bile kalmayacakları duvarlar için paralar saçılıyor. Bereket hala yeşil, hala bakir…Aman efendiler kıymayın ağaçlara…
Nişantaşı…Çatışırım kendisiyle. Ama sokaklarında yürüdükçe yüzümü okşar. Sevmem vitrinlerine bakmayı çünkü. Bu da onu bilir, bir iki yere kitapçı koymuş, onunla kandırıyor beni: Ve bilir kafe masalarındaki insan suretlerinden öyküler yazdığımı o yüzden bana hep red edemeyeceğim gülücükler atar. Yürürüm, yürürüm…Şık bir kadının alışveriş çantasında taşınırken bulurum kafamı...Kafam bana ağır gelir…..
Yine aynı şarkıya takılır kulaklarım "Neresi Sıla, Neresi Gurbet". Bazen Araf derim. Benim yerim.
Oradayken burada olmayı, buradayken orada durmayı özlerim.
Her gidişimde yeni bir kostümle çıkar karşıma, şaşkınlığım bazen acı olur girer koynuma, bazen mutluluk akıtır gözyaşlarımı, bir vapur düdüğünde takarım martıların peşine en umutsuz hayallerimi. Kız Kulesi'nde esir ederim hem kendimi, hem de özlemlerimi…
Giderken valizim hep hazırdır. Ne varsa toplayıp tıkarım içine. Unutulmuş olan kah kendi gençliğim, kah arkadaş gülümsemeleri, kah bir kokudur geçmişten kalan…Ne yapar, ne eder yer bulur kendine valizimde İstanbul. Bir dergi kapağındaki mavilikle, bir tişörtün üzerindeki resimle, okunmak için sabırsızlık duyulan bir kitapla sığışır gidenler arasına…
İstanbul özlemdir. Anlatılmaz bir Aşk. Bazen Sıladır, Bazen Gurbettir…
"Neresi sıla bize, neresi gurbet
Yollar bize memleket " *
Uçak havalandığında dönüş için, yeniden bir hüznü yudumlarım ikram edilen kahvemin yanında. Bir bakarım o zaman bulutların arasından gülümsüyordur bana İstanbul…Bir daha ki sefere, en çok da seneye yaza seni bekliyorum dercesine fısıldar. Ben bir yanıma Gurbet, bir yanıma Sıla'yı alıp ağlarım…
* Murathan Mungan'ın şiirinden alıntıdır. Ayrıca bu sözler Yeni Türkü ve sonradan da Hümeyra tarafından seslendirilmiş şarkıya aitttir.
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
İstiridye'mden Üflediğim Sur'lar..
Hayatın ne kadar ince bir çizgide gidip geldiğini anlamak hiç de zor değildir aslında.. Aydınlık sülietler silikleşir, sahne alkışlarla çınlar, perde kapanır.. vee göç.. Sonu olmayan sonsuzluğa göç..
Korkunç çizgilerde durmadık mı biz seninle cambazlar gibi? Oynamadık mı en güzel halimizle oyunumuzu? En şöhretli aşıklar bizler değilmiydik yoksa? Şımartmadı mı bizi de alkışların tıntınısı.. Dış kapıdaki dış mandallarla kirli çamaşırlarını iplere tutturan bu kadın; en fiyakalı aşığını mi sildi yani gökyüzünden? Çocukken değiştik, artık büyüdük.. Ağlamak yok artık! Sessizce kalkmak var, ellerimizle silmek var dizlerimizi sonra da sessizce çıkıp gitmek o hengameden.. Artık yok! Ne garip dimi? büyüdükçe ben küçülen hayallerime keseler yaptım, oralara doldurdum onları.. Bozulan sessizliklere çığlıklar biriktirdim, büyüdüm ya (!) artık onlar da o kesede! Atılamadan, fırlatılamadan gökyüzüne; keselere tıktım onları da.. Ben kendime bir dünya yarattım, seninkinden farklı, seni sevmeme engel olamayacağın, seni artık acıtamayacağım ve dilediğimce sessizlik haykıracağım ufacık bir dünya. Çok klişe biliyorum ama evet! Ben seni sensizlikle yaşamaya karar verdim bugün. Yeniden bir sen yapacağım kendime, kursağıma bir bir dizilen heveslerimi bir çırpıda yutacağım belki de. Biz aşkı dilenirken yaradandan; minicikti ellerimiz. Artık büyüdüler, artık avuçlarımıza sığan gözyaşları daha çok. Halbuki taşarken önceleri, artık dolmalarına daha çok santimetrekareler var..
Ben tattım ölümü! Kabir azabım ne zaman biter bir fikrim yok. Kimi kullar çekermiş kıyamete kadar. Ama biliyor musun ben kendi kıyametimi de kendim yaratım bugün! Ne şiddetliydi ama! Bütün kalp dağlarım yürüryüşe geçmişken, kurduğum gökyüzleri parça parça dağılırken, ve istiridye'mden sur üflenirken ben-sen ne kadar aciziz dimi?! Sana ufuklar açtım artık, sen artık özgürsün ; tabir-i caizse..
Al hadi kanatlarını, zaten senin değiller miydi? Başından beri en büyük hata'n değil miydim? Al silgiyi de, sil hadi yazdıkları-m-n-ı!
Eveeet! Artık feraşe kaldığı yerden devam etmeli değil mi? Kaldığı yerde bıraksaydın keşke onu. Şimdi o yolu dönmesi çok zaman alacak!
İstiridye'mden Sur'lar üflendiğinde; merak ediyorum mırıldanacaklarını kulağıma sesizce, korkarak, kimbilir belkide inleyerek..
Çek çıkar artık ruhumu gırtlağımdan ne olur! Çünkü sıkıldım artık Ay'la Güneşi aynı çizgide tutamamaktan ben..
"Seni Seviyorum."
Cansu Soysal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-28
*- Aşkına söz geçiremiyor musun? O zaman koyver gitsin gideceği yere kadar.
*- Benim olan eşek, elalemin katırından daha değerlidir.
*- İnsanların gücü bedenlerinde değil, kafalarındadır.
*- Kocanızı, karınızı anladığınızı söyleyerek övünmeyin. Kadın psikolojisi ile erkek; erkek psikolojisi ile kadın anlaşılamaz.
*- Gerçek hayırsever, yaptığı yardımlar duyulduğunda bundan utanç duyan insandır.
*- Yanılıp da bir cahille tartışmaya girersen, uzun bir süre üzerindeki çirkefi temizlemek zorunda kalabilirsin.
*- Kalleş kalleşliğini mutlaka gösterir. Çünkü göstermezse kendine kalleşlik ettiğini sanır.
*- Herkesi dinlememiz öğütlenmiştir bize; hayır herkes dinlenmez, çünkü bazı zırvalarla zamanımızı geçirecek kadar uzun bir ömrümüz olmayabilir.
*- Tek başına kalsan da hak ve adaletten ayrılma; bugün bu davranışın nedeniyle zarar görebilirsin, hatta öldürülebilirsin, ama yarın heykelini de diktirebilirsin.
*- Yüz güzellikleri tükenenlerin, ruh güzellikleri yoksa, vay onların haline!
*- Kötü yazmaktan mı korkuyorsunuz? Olsun, gene de yazın. Böylesi hiç yazmamaktan daha iyidir.
*- Umutsuzluktan, esaretten, üzüntülerden kurtulmak mı istiyorsun? Öyleyse seveceksin!
*- Seni sevmeyenleri de sevebiliyorsan, işte o zaman gönül adamı olursun.
*- Malımızı çalan hırsızdır; peki, mutluluğumuzu çalan nedir ya da kimdir?
*- Gamlı gönüller en çok mutluluğa özlem duyanlardır.
*- Korkularını, ihtiraslarını, öfkelerini, kıskançlıklarını at ki boşalan yerlere mutluluk dolsun.
*- Her girdiğin gönül sana bir mutluluk denizi armağan eder.
*- Güzel bir sözün, onu duyabilecek güzel bir kulağa ihtiyacı vardır.
*- Aşkın dili şifrelidir ve bu dili anlayabilen de sadece iki kişidir.
*- Bomba atıp öldürmekle neden uğraşıyorsun, bir toplumdaki insanların arasına kin tohumları ek, yeter. Bombadan daha etkili sonuçlar alacağından hiç şüphen olmasın.
*- Çok yemin eden çok da yalan söylüyor demektir.
*- Kapılar girmek ve çıkmak içindir. Girdin, hiç çıkmayacaksın zannetme; çıktın, hiç girmeyeceksin zannetme.
*- Sizde olanı başkalarının da isteyebileceğini kabul etmezseniz, dünyada barış ve huzur beklemeyiniz.
*- Ah bu şairler, ah bu şairler! Aşk dedin mi, şarap dedin mi hep akla gelirler.
*- Körün bile görenini sev!
*- Bildiğini zanneden, öğrenmekten vaz geçmiş demektir.
*- Bazı zeki insanların, neden ortaya bir eser koyamadan bu dünyadan göçüp gittiklerini mi merak ediyorsun? Öyleyse şu formüle bir bakıver lütfen: Eser=Zekâ+Alın Teri+İlham
*- Kendi ışığından veremiyorsan, bir de başkalarının ışığından vermeyi dene.
*- Senin yerine düşünen gazeteler, televizyonlar, yazarlar, siyasi liderler v.b varsa, sana ne gerek var?
*- Gözün görüş alanına giren her şey görülemez.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
Kendimi çok değersiz Hissediyorum!
Bu haftaki yazımı çok kısa bulup kafamı kızdırmayın, yani bi yazarım Nihat Genç gibi uzunluktan okuyamazsınız, ona göre!
Çok kötü durumdayım sayın Uranüslüler. Kendimi çok değersiz hissetmekteyim. Acilen psikolocik destek almaya başladım. Ama nafile.
Neden diye soracaksınız, sanırsam, benim gıymatlı okurcumlarım.
Bu kadar kötü bir durumdayım. Çünküm benim telefonlarım dinlenmiyor! Olacak iş mi bu, benim gibi kıymatlı ve yetenekli bir yazarın telefonları dinlenmesin.
Ya günün birinde yoldan çıkar ve yüce devletimize ve de hökomatımızın aleyhine bir şeyler söölücek olursam. "Seçim" isimli son tiyataroya bakacak olursak, sanırsam bu durum ihtimal dahilindedir.
Bizim kapıcı Rüstem'in bile telefonlarını dinleyen devlet böyyüklerim neden beni dinlemiyor? Hissiyatımı en derin yerinden yaralıyorsunuz!
Dinlenmek sadece muzır muhalifliğin degel, yiğitliğin, yandaşlığın ve dahi yalakalığın da alameti farikası olmalı ki, herkesi dinliyorsunuz.
Anlaşılan ben unutulmuş bir kimseyim. Hıçkırmak istiyorum sayın okurcumlarım. Benim gibi önemli bir yazar dinlenmeyecek olur mu böyle bir şey!
Hemi de zaten solcu ve yolcu Bertaraf'ta köşe bekler iken, Eski Tanyeri'nde köşe vererekten daha o zamandan bir gurur yaralanmasına yol açtınız ben de. Sizlere teessüf eder, belki de münafık muhaliflere tesadüf ederim kimbilür? Bazı pislerin kolonyamı bile dedikodu konusu yapmış olması unutulabilir bir husustur bence. Okyanus ötesine olan yakınlığımı heç dikkate almıyorsunuz sanırsam, bakın fırça yiyeceksiniz ha!
Hissiyatımı daha da fazla yaralayacak olursanız gendimi ifade edecek ve okyanus ötesi hakkında bir gitap yazarak adımdan söz ettireceğim. Zaten çok möhem bir toplantıda cep telefonum ile çaktırmadan çektiğim, bir oğlanın, bir kızın bacağını ellerken ki gizli fotoğrafları var elimde. Bakın çok fena olacak!
Şimdilik psikologum Hüsnü'yü dinleyerek kendimi frenliyor ve feda etmiyorum. Her şey iyi hoş da ben haftada bir gün Mc'a gidip fast food tıkınmazsam ölürem.
Acaba münafıkların dutulmakta olduğu yere Mc servisi var mıdır? Bakın bu iyi ki aklıma geldi, derhal notumu alıyorum. İlk iş bunu sormam gerekiyor.
Ayaklar altına alınan onurumu tamir için de zayıflayamam ki gardeş!!!!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç HAYAT RAMAZANLAŞIRKEN… |
|
Ramazan, manevî aşk ve muhabbet ayıdır. Hakk'a ve hakikate âşık olan kullar bu ayda tuttukları oruçlarla, kıldıkları namazlarla ve okudukları Kur'an-ı Kerimlerle Rablerine yakın olurlar. Ramazanın sayılı günlerini oruçla, gecelerini namazla geçirir müminler… Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek bu ayın bir şiarı olarak kabul edilir. Bu ayda Kur'an adeta ellerden inmez.
Her ay gibi ramazan da gelir geçer. Onun için bu ayı ganimet sayar müminler. Onun içini doldurmak için gecelerini gündüzlerine katarlar. Bu ay bir anlamda cemaat ayıdır. Ramazan geceleri kadınlı, erkekli, çocuklu demeden hemen herkes camilere akın eder. Teravihler kılınır, mevlid-i şerifler okunur, dualar edilir. Birlik ve beraberlik tablosu sergilenir. Küskünlükler, kıskançlıklar bir kenara atılarak İslam kardeşliğinin en güzel örnekleri gösterilir. Müminler bu güzide ayda gıybette değil, hayırda birbirleriyle yarışırlar.
Ramazan bir çeşit manevî ziyafet ayıdır. Bu ayın munis rüzgârı gönüllerimizi okşar adeta. Ramazanın geceleri de gündüzleri gibi apaydınlık olur. Minareler arasına asılan mahyalar sadece sokakları değil, gönlümüzü de aydınlatır. Bu Kur'an ayında insanlar mukaddes kitaplarına daha bir iştiyakla sarılır. Kur'an okunan evlere adeta nur yağar. Dünyevî meşgalelerle kirlenen ruhlar bu manevî çeşmeden süzülen duru sularla arınır. Rüzgârın yelkenleri şişirdiği gibi, Kur'an diyarından esen manevî rüzgârlar da boşalan ruhları şişirir, diri ve iri gösterir. Kur'an göklerinden dökülen bereketli yağmurlar, çatlayan ruh toprağımıza hayat verir. Sararmaya duran maneviyat ağacı bu bereketli yağmurlarla yeşerir.
Ramazanla birlikte manevî duygu ve düşünceler kanatlanır. İlahî isimlerin tecellileri gözleri kamaştırır. Bazen nedamet gözyaşları yerçekimine teslim olur. Sadece oruç tutanların buradan cennete girebileceği Reyyan kapısı ardına kadar açılır. Ramazanı hakkıyla ve layıkıyla idrak edenler bu kapıdan geçmeye namzet olur. Kadın-erkek, yaşlı-genç, zengin-fakir, âlim-cahil, soylular-halk bütün Müslümanlar ramazan ayıyla birlikte eşitlenir. Zerreden şümusa kadar cümle varlıklar ramazanlaşır. Hayat, ramazanla birlikte gerçek manasını bulur.
Ramazan enaniyet duygularını yok eden bir aydır. Diğer zamanlarda kendini çok güçlü zannedip kibirlenen insan, oruçla birlikte açlığa teslim olunca kolu kanadı kırılır; böylelikle zayıf olduğunu anlar. Oruç müminlere sınırlar koyarak onu belli alışkanlıklardan uzak durmaya zorlar. Bazı konularda sınırlanan kişi, böylece bir anlamda nefsiyle de cedelleşir.
Oruç, dünyevileşme eğilimi içinde olan insana sınırlarını hatırlatır; dünyaya geliş gayesini fısıldar. Dünyevileşme temayülü içerisinde olan insan, ramazanla beraber gerçek mecrasına döner. Orucu özleyen ve on bir ayın sultanını adeta iple çeken ruhlar, ramazanla birlikte mutmain olur. Diğer zaman dilimlerinde sıkılan ruhlar ramazanla birlikte genişler.
Dünya hayatının ahret hayatına galebe çaldığı bir zamanda ve zeminde yaşıyoruz. Çok zor bir imtihandan geçiyoruz. Allah bizi her iş ve hareketimizde sınıyor ve yaptıklarımız manevî kameralarla kayıt altına alınıyor. Ne yazık ki bu kirli dünyada nefes aldıkça, günahlarımız daha da artıyor. Bu durum kişiyi manevî uçurumların eşiğine kadar götürebilir.
Yıl boyunca kararmaya yüz tutan kalplerimiz ramazanla birlikte yenilenir. Dağılan bir tespih misali olan bugünkü Müslümanlar bu ayda birbirinin dertleriyle dertlenir. Oruç ibadetini yerine getirirken aç kalarak açlığın ne demek olduğunu anlayan Müslümanlar ömürleri boyunca yarı aç yarı tok yaşamak zorunda kalan fakirleri daha iyi anlarlar. İmkânı olanlar, güç durumdaki kişilere keselerini ve kalplerini açarlar. Zira yardım ve dayanışma bu ayın ayırt edici unsurları arasındadır. Müminler arasındaki paylaşma kültürü bu ayda zirveye çıkar. Böylece yıl boyunda dağınık bir görüntü arz eden Müslümanlar birlik görüntüsü verir.
Ramazan, ruhların silkinerek dirilişine ve uyanışına vesile olur. Sahura kadar uyumayan veya uyuyup da sahurla birlikte ayağa kalkan müminler, şeytanın fitne ve fesadına karşı daima teyakkuzda olurlar. Ramazanda ruhlar bir anlamda nöbettedir. Şeytanların bağlanıp zincire vurulduğu on bir ayın sultanı bu ay, nice güzellikleri ruhlarımıza nakşeder.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
HZ. ÖMER'İN DEMOKRASİSİ
Bu ifade demokrasi kültüründen gelmemiş, ataerkil, anti-demokrat, monarşik ve otokratik doğu toplumları geleneksel özelliklerine sahip toplumun fertleri olarak bizlere biraz tuhaf gelecektir.
Hz. Peygamber'in getirdiği yeni, en son ve mükemmel din, Antik Yunan geleneklerinden daha çok demokrasiyi içinde barındırıyordu. Hz. Muhammed tüm insanların en seçkini olarak hiçbir zaman sultanlık emarelerine bile yaklaşmamıştır. Meclisi mescid olan O, her konuda herkesin görüşüne yer ve değer vermişti.
İfade ettiğimiz gibi demokrasi kavramına uzak olan doğu toplumları olarak bugün Hz. Muhammed ve O'nun arkadaşlarının salt demokratik uygulamalarını bu isimle ifade edemiyor hatta çoğu kez kasıtlı olarak budan kaçınıyoruz.
Şayet demokrasiye açık bir toplum olsaydık "Hz. Ömer'in Adaleti" kavramı yerine Müslümanlar Hz. Ömer'in demokratlığını ifade edeceklerdi. Zira demokrasinin olduğu her yerde doğal olarak adalette mevcuttur. Hz. Ömer fertlerin hak ve hürriyetlerini koruma ve devam ettirme konusunda oldukça demokrattı. Onun en alt tabakadan bile olsa her ferde değer ve önem verme hassasiyeti beraberinde adaleti ortaya çıkarmıştı.
Demokrasi kavramı ve bu kavramla ifade edilen uygulamalar ilk Antik Yunan'da ortaya çıkıp uygulanmıştır. Site devletleri halinde yaşayan Yunanlılar yönetimlerine sitedeki tüm vatandaşları dahil etmişlerdir. Her fert site ile ilgili görüş ve önerilerini özgürce dile getirerek site yönetimine direk olarak katılmıştır.
Böylesine saf, sade ve doğrudan demokrasiyi başta Aristo olmak üzere zamanın bazı filozofları eleştirmişlerdir. Filozofların genel görüşüne göre yönetim bilginlerin işi olmalıdır. Aristo, halk tabakasından herkesin direk yönetime müdahil olmasını hoş karşılamamış; filozoflara nazaran çok daha az bilgili halktan insanların yönetime katılmalarının sonuçta kargaşa ve kaosa yol açacağını ifade etmiştir.
Bugünkü Batının demokrasi kaynağı Antik Yunan'dır. Avrupa, ortaçağdan çıkıp kendini yenilemesinde referans olarak hep Antik Yunan'ı almış ve yönetimde Antik Yunan'dakine benzer bir demokratik uygulama ortaya koymuştur. Demokratik uygulamalar ülkelere göre değişiklik arz etmekle birlikte Antik Yunan'a en yakın demokratik uygulamayı Amerikalılar yapmıştır.
İslam dini özünde Antik Yunan'dan daha fazla demokrasi barındırmaktadır. Bunu Peygamberin söz, davranış ve uygulamalarında gördüğümüz gibi dört halife döneminde de görürüz. Bilindiği gibi bugünkü demokratik uygulamalar benzeri o gün halifeler bir çeşit seçimle iş başına gelmişlerdir.
Hz. Ömer'in kendinden sonra gelecek halifeyi belirlemeyi tamamen Müslümanlara bırakmayıp halifenin seçiminde belirli esaslar koyup şartlar getirmesi ilginçtir. Kendinden sonraki halifeyi kendi belirlemeyecek kadar demokrattı Hz. Ömer. Bir isimde diretse veya imada bulunsa muhtemelen halife o olacaktı. O, Müslüman toplumu hiçe saymadı. Antik Yunan'daki gibi sıradan halk tabakasına da bırakmadı. Halifelik için Müslümanlar içinden altı isim belirledi. Halife seçilmemek şartıyla kendi oğlunu da bunlara ekledi. Müslümanların en ileri gelenlerinden bu 7 kişilik grup Müslümanların halifelerini kendi aralarında seçeceklerdi. Bunlar, Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, bir de halife seçilmemek şartı ile Abdullah b. Ömer'di. Bunlardan Zübeyr b. Avvam, Hz. Aliy'i; Talha b. Ubeydullah, Hz. Osman'ı; Sa'd b. Ebi Vakkas ise Abdurrahman bin Avf'ı halife olarak öne çıkardı. Abdurrahman bin Avf, halifelikten halifeyi belirleme adına vazgeçti. Her ikisinin gönüllü isteği üzerine Abdurrahman bin Avf, Hz.Ali yada Hz. Osman'dan birini halife olarak ilan edecekti. Hz. Ömer'in üstlenmekte zorluk çektiği bu önemli görevi üzerine alan Abdurrahman bin Avf doğru adayı belirlemede çok hassas davranacaktı. Ümmetin öne çıkan şahıslarıyla bire bir ayrıntılı olarak görüşecekti. Bunun dışında tüm Medine sokaklarını dolaşarak kadından erkeğe, yaşlısından gencine görüş sorarak bugünkü anlamda bir kamuoyu yoklaması yapacaktı. Ümmetin ileri gelenlerinin ve halkın genel çoğunluğunun halife olarak işareti Hz. Osman'dı. O da son defa her iki adayla açık ve net olarak konuştuktan sonra Hz. Osman'a biat ederek onun halifeliğinde karar kılmıştı.
Hz. Ömer'in bu halife seçim esasları ve o gün Müslümanların doğru halifeyi seçme uygulamaları bana hep Amerikan Başkanlık seçimlerini hatırlatır. Hz. Ömer'in hassasiyeti ve yöntemi doğru adayı belirlemede daha isabetliydi. Fert sayısından hareketle salt çoğunluğa bırakılmayacak kadar çok önemli bir iştir ümmetin idarecilerini belirlemek.
Hz. Ömer, 'yönetiminden zarar gören var mı?' endişe ve hassasiyetini toplumun en alt tabakasındaki insanlara kadar yayıp hassas şekilde cevap ararken ümmeti yönetecek halifenin seçimini de Aristo'nun eleştirdiği Antik Yunan uygulamalarına kadar indirgememiştir.
Her toplumda halk sayı olarak her zaman çoğunluktadır; ama çoğunluğun istediği her şey her zaman haklı ve doğru mudur acaba?
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
S.R.Ş. (SÜPER ROMANTİK ŞARKILAR )
Her ne kadar
Hoyrat olsam da
Sana
Ve hayata karşı
İçimde sakladığım
Ve senin asla
Erişmeyi beceremediğin
Son derece kırılgan
Ve oldukça uysal
Yönlerim de var benim.
Bilmiyorum
Bunu söylemek
Ne kadar doğru
Ya da yanlış mı
Acaba
Bile bile
Kışkırtmak seni
Bu şekilde
Birdenbire
Ama içimdeki
Ses
Artık konuşmak
İstiyor seninle.
Belki de
Bunun tek sebebi
Bugünlerde dinlediğim
Aptal ve aynı zamanda
Süper romantik şarkılar
Zaten
Bakarsan aslına işin
Ya alkoldür
Yakan beni
Yaz geceleri
Ya da dinlemeye
O ya da bu şekilde
Maruz kaldığım
Aptal
Ve süper romantik
Şarkılar...
Cenk Bölük
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Dünya'nın hali ortada. Yerküresiyle, atmosferiyle tehlike sinyalleri verip duruyor. Küresel iklim değişikliği bir dert; seller, taşkınlar, buzulların erimesi, kıyıların denizler tarafından yutulması ihtimali, kuraklık... Beslenme başka bir dert; besin bulanlar için GDO'lu ürünler, denetimsiz tarımsal ilaçlama, sakıncalı katkı maddeleri... Bulamayanların sorunu karmaşık değil: Sadece açlık! Enerji savaşları, temiz su savaşları... Yani gidişat iyi değil. En güçlü ya da yoksul olanların büyük çoğunluğu, kendi küçük ya da büyük çıkarını esas alarak, kendini dünyanın merkezine koyarak yaşıyor. Herkesin mazareti var! Müzik; yaygın, eneji dolu, durdurup kendini dinleten ya da arka plana geçip çaktırmadan varolan... Seçtiğimiz parça: "Divane Aşık Gibi" Bilmeyen yok, sevmeyen yok... www.agaclar.net 'ten Fırat Çavaş, doğdukları iller farklı, yaşadıkları mekanlar farklı, zevkleri, yaşama bakış açıları farklı 45 müzisyeni, varolan gerçekleri bir kez daha hatırlatmak için bir araya getirdi: Doğa için çal! Ben bu video'nun http://vimeo.com/6902099 web sayfasındaki kısayolunu sizlerle paylaşıyorum. Hem izlemesi, hem de dinlemesi zevkli ama en önemlisi, anlamı çok büyük bu projeye duyarsız kalmayalım.
Eğer Doğa için çal projesinin ne durumda olduğunu merak ediyorsanız http://www.dogaicincal.com/ web sayfasında projenin son videosunu izleyebilir ve hatta dostlarınızla paylaşabilirsiniz. Tabi bu zamana kadar bu projede neler olmuş? Ben de katılabilirmiyim gibi sorularınıza da cevap bulabilirsiniz. Video'daki süpriz isimleri görmek için sonuna kadar dikkatle izlemenizi tavsiye ediyorum.
http://www.kendinyapsitesi.com/ Kendi işini kendi yapanların web sayfasıdır. Aslında fazla yorum yapmaya gerek yok. Özel projeler, sorular cevaplar ve bilgi paylaşımının bol miktarda olduğu verimli bir paylaşım sitesi diye özetleyebiliriz.
Bu da ramazan imsakiyesi http://www.diyanet.gov.tr/turkish/namazvakti/vakithes_imsakiye.asp
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|