|
|
|
Editör'den : Zorlu Ekim!.. |
Merhabalar,
Kimi zaman şöyle geriye çekilip, hatta biraz da yukarı çıkıp, aşağıda, önümde neler olup bitiyor, öylece görmek istiyorum. Görmek istiyorum çünkü kıyaslama yapmak istiyorum. İçindeyken farklı, dışındayken farklı görünüyorsa bu memleket, öylece uyumak istiyorum. Yorgunluktan, uykusuzluktan değil, görmemek, duymamak için uyumak istiyorum. Yanyana yürüyen insanların birbirini görmediği bir memleket oldu burası. Herkesin gündemi farklı, çeşit çeşit. Kendi gürültümüzden etrafımızda olan bitene üç maymun kalıyoruz galiba.
İsrail, Gazze, Filistin, ortalık yıkılıyor, Manisa tarzanı Akdeniz'de savaş çığlıkları atıyor, sanırsın memleket İsrail'le yatıp Kıbrıs'la kalkıyor. Yok öyle değil, hiç te değil. Pakize Suda Aydın'da milleti çevirip soruyor; "Gazze nerde?", cevaplar bir hoş. "Karadeniz'de şirin ilçe, Rusya'da eğlence merkezi, yok abla sorma bana gaz tuz, namaza gidiyorum ilgilenemem sizinle, vb." Alacağı cevaptan utanacağı için, ölü anasının karnından sağ çıkan ama sonra ölen bebeden haberi olup olmadığını, yeni evli mühendise kaç kurşun sıkıldığını, kaç öğretmenin derdest edilip dağa götürüldüğünü, Hasdal'da kaç amiral olduğunu, soramıyor.
Bugün benim de gündemim farklıydı. Öğleden sonramı dişçi koltuğunda geçirdim. Bir yirmilik, bir azı dişimle vedalaştım. Yediğim morfinin uyuşukluğu şu saat oldu hala geçmedi. Hoş keşke kalıcı olsa da, ben de unutsam şehitleri, hainleri, istifa eden yargıtay hakimlerini, sürülen, hakkında soruşturma açılan dürüst memurları, elektriğe yapılan zammı duymasam. Olmuyor, olamıyor işte.
Hayli zorlu bir Ekim ayına giriyorum bencileyin. Otuz günün yirmisinde dışarlarda olacağım, çokça iş, yanında az eğlence, memlekete yukarıdan bakacağım. HBir de önüme gelene soracağım; "Siz Tayyip Beyi tanıyor musunuz? Kendisini nasıl bilirsiniz?" Alacağım cevapları birbirine ekleyip size mutlaka ulaştıracağım.
Üç gün önce bir mesaj düştü posta kutuma. 11 yıla yaklaşan Kahve Molası yayın hayatında, evlenmelere, boşanmalara, doğan çocuklara, yazdığından pişman olanlara sıkça rastladığımdan, duyduğumda şaşırmıyorum artık. Ama bu haber ilkti galiba. Antalya'dan bize yazılar gönderen Avukat Abimiz Beltan Göksel'i kaybetmiştik. Mesaj oğlu sevgili Emrah Göksel'den geliyordu. Çok üzüldüm çok. Beltan Abi'ye Allahtan rahmet, geride kalanlara ve Kahve Molası ailesine başsağlığı diliyorum. Ve bir daha bu tür haberler almak istemiyorum. O nedenle iyi bakın kendinize. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan VELESPİTİM UÇAR GİDER- 1 |
|
Toz içindeki bisiklet depoda tam yirmi yıldır yatıyordu. Beklemekten yorulmuş, zincirlerindeki, pedal dişlilerindeki yağlar çoktan kurumuştu. Nikel kaplı cantları, cantları çepeçevre saran telleri, dişli aynası, hatta direksiyonu bile pas içinde kalmıştı. Lastiklerin yıllardır beklemekten çatlamış, yer yer yarılmıştı. Pembe-beyaz çizgili bu bisiklet tam yirmi yıldır güneş görmemişti.
Son birkaç yıldır adam bisikletini onarmayı istiyordu. İşten güçten bir türlü bisiklete sıra gelmemesinin yanında eşinden de çekiniyordu. Ortalığı kirletiyorsun, toz içindeki bisikletin burada işi ne diyecekti. Adam kadınların taktiğini kullanarak eşini aylar içinde buna razı etti. Uyguladığı strateji gayet basitti. Haftada bir iki kez "çıkarıp şu bisikleti tamir etmeli," diyordu. Yeter artık, yıllar süren uykusundan uyansın. Eşi ilk başlarda karşı çıktı. En sonunda kadın sürekli aynı sözleri duymaktan bıktı. Ve adama "ne halin varsa gör," dedi. Kapının girişine, ayakkabılığın yanına geniş bir örtü serdi. Bisikleti getirip örtünün üzerine ters şekilde bıraktı. Sonra pastan kullanılmaz hale gelen, değişmesi gereken parçaları inceledi. Bisikletçiye gidip gerekli parçaları almadan önce bir liste yaptı.
Adam ilerleyen yaşına ve onca yaşam deneyimine rağmen bisikletçiye apışıp kaldı. İç ve dış lastikler, fren pabuçları, arka teker göbeği ve bilyeleri, pompa, makine yağı, pas açıcı için ödediği paraya neredeyse yeni bir bisiklet alınabilirdi. Onarımın bütün maliyetine rağmen adam o eski bisikleti yürütmek ve yirmi yıl sonra ona yeniden binmek istemiyordu. Parçalara ödediği parayı eşine söylese kadın hiç tereddüt etmeden kaldırıp emektar bisikleti sokağa atabilirdi.
Adam bisikletin onarımı için hiç acele etmedi. Çok sevdiği bir yemeği yer gibi her vidayı söküşte, her parçayı silerken tadını çıkardı. Bu nedenle bisikletin yeniden ayağa kalkması bir ay sürdü. Eski bir bisikleti onarmanın bir başka güçlüğü daha vardı. En küçük vidasına kadar bu gün bisikletlerde kullanılan parçalar eski bisikletlere uymuyor ve zor bulunuyordu. Önce direksiyonu (gidon) söktü. Sonra pedalları, oturağı, arka dişlileri, tekerlek göbeklerini… Kurumuş yağları parçalardan kazıyarak temizledi. Tiner ve pas açıcı ile temizledi. Sonra yeniden yağlayıp yerine taktı.
Artık bütün saçları beyazlamış o adam bisikletini aldığında otuz yaşındaydı. Çevresindeki insanlar; "Sen çocuk musun? Niye bisiklet aldın? Herkes araba alıyor, sen gidip bisiklet almışsın," demişlerdi. Bu yüzden arkadaşlarına darılmadı. Hiç kimseye kırılmadı. Onların sözlerine akıllı karşılıklar bulmaya da çalışmadı. O bisikleti çocukluğundan kalmış bir hevesi gidermek, çok istediği halde, babası ona bisiklet alamadığı için almıştı. Ama bunu kimseye söyleyemedi. Önceleri sabahları erkenden kalkıp kimseye görünmeden bisikletine biniyordu. Sonra denize gidip gelmeye başladı. Sonra ekmek almaya, gazeteye, bakkala ve zamanla her yere bisikletine binip gitti.
Beyaz saçlı adam bisikletini aldıktan sonraki yaz bir arkadaşı da onun gibi bisiklet aldı. Bazıları kömürlükten çıkardıkları eski bisikletleri onardı. Küçük bir bisiklet ekibi kurdular. Hatta başkasından emanet bisiklet alarak bu ekibe katılanlar oldu. Hepsi sabahın alaca karanlığında sokağa çıkıyorlardı. Önce kısa mesafeleri gidip geldiler. Sonra işin rengi yavaş yavaş değişmeye başladı. Haciselli ile Gerze arasındaki dik yokuşlarla dolu Samsun Asfaltı'nda her gün gidip gelmeye başladılar. Bu zorlu parkur tam kırk iki kilometreydi. Yokuşlar metre metre çıkılarak rüzgâr gibi iniliyordu.
Gürcü Kenan ekibe katılınca bisiklet turlarının havası yeniden değişti. Dönüşte Gürsüvet'te uğradıkları ve çay içip soluklandıkları benzinliğin sahibi onun akrabasıydı. Benzinlikte küçük bir lokanta vardı. Yoldan gelip geçenlere sadece benzin satmıyor, ayrıca karnını doyurmak isteyenlere kuzu pirzola da yapıyordu. Birkaç kez çay ile yetindikten sonra nasıl olduysa bisikletçiler pirzolaya dadandı. Kimsenin üzerinde cüzdan, para falan yok ama sorun değildi. Sonra verirsiniz diyorlardı. Öyle oldu… Dönüş yolu sürekli iniş olmasına rağmen artık tırmanışlardan daha uzun sürüyordu. Pirzola-bisiklet parkuru kocaman bir yaz aynı ekiple sürdü. Bir sabah İdemli' den son sürat bayır aşağı inerken bisikletlerden birinin ön tekeri diğerinin arka tekerine sürterek iki kişinin düşmesine neden oldu. Kafalar yarıldı, dizler kanadı, dirsekler sıyrıldı. Kaza ucuz atlatıldı ama korkusu bedenlerine sinip kaldı. Kimse tek bir kelime bile söylemeden ekip kendiliğinden dağıldı. Bisikletler kömürlüğe, tavan arasına kaldırıldı. Yılda bir veya iki kez anılarda kalan keyifli bisiklet turları sohbetlere kısacık konu oluyordu. Şimdi o bisikletçilerin en genci kırk sekiz yaşında. Bundan sonra tek bir kez bile o bisikletlere yeniden bineceklerine zerrece ihtimal yok.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu SUDA DUMAN, GÖKTE ATEŞ |
|
Ne zaman Yerkesik üzerinden Bodrum'a gelsem, Akbük'ü gördüğüm bir dönemeçte durup nefesimi tutar ve tutkulu yeşilin, esrik maviye uçuşunu seyrederim. Bu yeşil, Kıranlar'ın zirvesinden çağıl çağıl akan çam yeşilidir; denizin dudağına yaklaşırken pırnal, sandal ya da mersin çalılarına göz ederek, kendisini cumbadak mavinin koynuna atar. İşte o zaman müthiş bir şey olur. Ya bir gümüş martı ayartır beni, ya bir deli rüzgâr dolduruşa getirir. Kendimi, karşı kıyıda buluveririm.
Ada, adayla kapı komşusu; koy, koyla halvette, bük bükün sırdaşıdır buralarda. Bu Sedir dersiniz, bu Boncuk, bu Hırsız, bu Löngöz, Yediadalar, Bördübet…
Balıklar şahidimdir
Ant içerim ki
Yakamozların tapınağıdır
Kutsanır kumları
Ve gümüş taraklarıyla tarar ay,
Kömürden de kara saçlarını Ada'nın.
Siz, Ada yerine Kleopatra da diyebilirsiniz, Afrodit de. Çünkü göz ufkunuzdan sonsuza uzanıyormuş hissi veren yarımadanın ucunda Knidos Afrodit'i Ege'yi Akdeniz'le baş göz etmektedir.
Mevsim böyle güz ucu ve hava hâlâ sıcaksa, mavi gümüşlenir, gümüşün buram buram buğusu tüter. Belki sizin de dilinize benimkine benzer bir şarkı yerleşiverir:
Smoke on the water, a fire in the sky" (Suda duman, gökte ateş)
Dımp dımp drıımmm, dımp dımp dırıııım… Bu dağlar gibi gümbür gümbür, bu deniz gibi baştan çıkarıcı.
Deep Purple, bu şarkıyı 1972 yılı Montreux Caz festivali'inde yaşanan yangın felaketi üzerine yazıp bestelemiş.
Sözle müzik arasında garip bir ilişki var. Kimi müzikler sözle hayat buluyor, kimileri ise vahşi atlar gibi. Sözün buyruğuna girmekten hoşlanmıyor.
Geçenlerde aklıma nereden estiyse, yetmişli yılların bu hit şarkısını dinlemek istedim. İnternetten kolayca buldum. Deep Blue'nun bir konserinden kayda almışlar. Klipi izlerken binlerce insanın müziğin ritminde dans edişleri dikkatimi çekmiş "Ölüm şarkılarının eşliğinde dans etmek" gerçeği yine kapımı çalıvermişti. Biz de ölüm türkülerinin önünde oynamıyor muyuz?
Vurulmuş da kanıyor
Kerimoğlunun her yanı da her yanı…
Zeybek oynarken, bu türkünün yarım saat önce evinin önünden geçtiğim Kerimoğlu'nun ölüm türküsü olduğu hangimizin aklına gelir?
Dans, bedenin ezgiyle uyumu, Dans, düşlerimizi sadece bizim kılan bir esrime hali. Yay gibi gerilen bir belin omurlarının, piyano tuşlarıyla binlerce seyirci önünde sevişmesini anlamak için şaman olamaya gerek yok. Dansta sözün, anlamı birden çıplaklaştıran işgüzarlığı yok. Şarkının ya da türkünün sözleri dans edenlerin pek de umurunda olmaması bundan olsa gerek…
Montreux Caz festivali, dünyanın en önemli caz festivallerinden biri. 1967'den beri her yıl temmuzun ilk iki haftası yapılıyor. Dünyanın en ünlü müzisyenleri bu festivalde performanslarını sergiliyor. 2006 yılının festivali, bir Bodrum aşığı Ahmet Ertegün'e adanmış. İşte o festivalin DVD'sini geçen cuma akşamı İskele Meydanı'nda binlerce Bodrumlu izledi.
Claude Nods, gerçek bir başarı öyküsü. O, Monteux festivalinin yaratıcısı ve sürdürücüsü. Sekseni aşkın yaşına karşın hâlâ coşkulu, hâlâ müzik adına bir şeyler yapmanın düşlerini kuruyor. Onu gösteri sonunda ağız mızıkası çalarken izleyenler, herhalde yaşlılık kavramının, yaşla olmaktan çok, hayat bağlarımızla ilişkili olduğunu bir kez daha düşünmüşlerdir.
Bugün buralar daha bir farklı görüyor bana. İş güç, eş dost ve sorumluluklar olmamalı, Nietzsche gibi kalmalıyım bu dağ başında….
Cova'ya doğru ömrüm, deli dolu özlem
Çam sakızlarında giz, martı kanatlarında meltem
Bu dizeleri yazıya döktüğümde 1970'li yılların başıydı. Örenli Orhan'ın piyade kayığıyla Gökova boyu ha bu yanda, de karşı yanda dolaşırdık. Orhan, gübre taşır, balık tutar; ben şiir yazardım. Cova, Orhan için aş işti, benim için de şiir köşkü.
Yıllar Gökova'yı da beni de değiştirdi elbette. Benim gönlüm duruldu; ya Gökova?
Aklıma birden Turgay 'ın ( Mutlu) sözleri çörekleniyor. Turgay, son on yılda köşeyi on kez dönen biri için: "Buralardan yüzlerce dönüm toprak aldı." demiş, şaşkınlıkla açılan gözlerime bakıp "2B yasasını bekliyor." diye eklemişti.
Çevreme, az sonra kasabın canını alacağı kurbanlık kuzuya bakar gibi bakıyorum. Parmağım durmadan fotoğraf makinemin deklanşörüne basıyor. Kareye alınmamış hiçbir görüntü kalmamalı. Ah o kız, içimde şarkı söylemeye başlıyor yeniden. Sesi pırıltılı. Duruşu Gökova: tedirgin.
Nihân ettim seni sînemde ey meh-pâre cânımsın
Benim râz-ı derûnum sevdiğim dilber-nihânımsın
Gönül sende gözüm hâk-i derînde ey şeh-i devrân
Benim cân ü cihânım rûz ü şeb vird-i zebânımsın
(Ey ay parçası, seni kalbimde gizledim, zira canımsın. Benim kalbimdeki sırrım, sevdiğim, gizli aşkımsın. Ey zamanın şahı, gönlüm sende, gözüm kapının toprağındadır. Canım ve dünyamsın, gece dilimden düşmeyensin.)
Bu şarkıyı Özge Eyüboğlu'dan Bodrum Kalesi'nin orta avlusunda dinleyeli bir hafta olmuş.
Karsanat'ın 2. Barok Müzik Festivalinde onca güzel şarkı dinlemiştik oysa. Her bir sanatçı bizi yüzyıllar öncesine alıp götürmüştü. Onları, plastik sandalyelerde birbirimizin ensesine bakarak dinlediğimizi fark etmemiştik bile. Hatta antik müzik seven kargaların bağrış çığrışları da aldığımız hazzı azaltmamıştı. Hal böyleyken benim Dede Efendi'nin bu Sultânîyegâh ağır semaîsiyle içli dışlı olmamın bir nedeni olmalı?
"Anılar geçmişten, düşünceler gelecekten yanadır." Böyle bir söz anımsıyorum; ama kimin? Bu aralar sırtımı ikide bir geçmişe dayayıp duruyorum. Acaba yaşlılıktan ya da zamana ayak uyduramamaktan mı bu?
Hayır, Hayır!
Yüzyıllar geçse de eski şarkıları dinlemek, eski yazıları okumak mümkün; ya bu Akbük'ü böyle seyretmek, Gökova'yı böyle yaşamak mümkün mü?
Biz, bu güzellikleri sindire sindire yaşadık. Görmeyenler ve yaşamayanlar için zaten Gökova
bir değer ifade etmez, deyip buraların talan edilmesine hangi aklı başında biri göz yumabilir?
Kimse bizden asla böyle bir şey beklememeli.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
VADESİNİ BEKLEYEN HİÇ'LİK
Başında ağlaya ağlaya gözlerini çürüttüğü iki kişilik mezarın başından zorlukla kalktı. Son yıllarda daha bir zor gelir olmuştu bu mezarlık ziyareti ona. Yaşlı bedeni, isyankâr ruhuna direnemiyor, sürüklene sürüklene geliyordu, ama bir an önce kaçıp gitmek, yılların isyanını taşıyan ruhuna 'artık yeter' demek istiyordu.
Ayrılmadan önce mezar taşında ellerini oyaladı bir süre. İpek saçlarını okşarmış gibi, kızının isminin yazılı olduğu girintilerde gezindi, eğildi öptü. Yanı başındaki damadının taşına da yaşlı gözleriyle kısa bir bakış fırlatıp yorgun bedenini yola sürdü. Yolu uzundu, köye kadar bir saat yürümesi gerekiyordu. Yirmi yıldır her ay bir saat geliş, bir saat gidişle hiç aksatmadığı bu ziyaretler önceleri ona terapi gibi gelirken şimdi artık bir azaba dönüşmüş durumdaydı. Yine de yürümekten alıkoyamıyordu kendini.
Güneş biraz insin diye bekleyip öğleden sonraya kaldıysa da bugün, yine de kavurucu sıcaktan fazlasıyla nasibini alarak ter içinde kalmıştı. Şakakları zonkluyor, başı çatlayacak kadar ağrıyordu. Neyse ki mezarlıklarda sık dikili servi ağaçlarının gölgesi ona hafif de olsa bir serinlik veriyordu.
Mezarlığın kapısına ulaştığında bekçi Süleyman'ı görüp başıyla selâm verirken bir eliyle de cebini kurcalıyordu. Yıllardır onu her ay burada görmeye alışmış Süleyman hemen anladı ne aradığını ve kendi cebinden bir kâğıt mendil çıkarıp uzattı. İtiraz etmeden aldığı mendille gözlerini kurulayan yaşlı kadına alıcı gözle bakınca,
-Anne, sen pek iyi görünmüyorsun bugün. Yürüme, bin dolmuşa git yat evinde, dedi.
Yaşlı kadın karşılık vermeden sadece, elini 'boş ver' anlamında havada döndürüp yürümeye devam etti. Meydana kadar zar zor da olsa gelmişti, ama galiba Süleyman haklıydı, bugün köy yolunu yürüyecek takati yoktu. Dolmuş durağına bakındı, vardı bir araba, çardağın altında oturan kimse kalmadığına bakılırsa kalkmak üzereydi, girdi oturdu en arkadaki boş kalan tek koltuğa. Tam, başını cama dayamış gözlerini kapatacakken, kolunda bir dürtü hissetti, döndü baktı.
-Hayrola hacım, sen hiç binmezdin dolmuşa, hasta falan mısın?
Azime'ydi bu, nereden çıkmıştı şimdi Allah aşkına? Susmak da bilmez, işin yoksa dinle dur. Yok, bugün hiç bu kadını çekecek hali yoktu, değil onu hiç kimseyi çekecek durumda değildi.
-Yok Azime, uykum var biraz, mezarlık yordu, müsaadenle uyuyayım.
Bu ters cevaptan alındıysa da umursamadı, diğer yanındaki kadına dönüp konuşmaya başladı Azime.
Rahatlamıştı, tekrar başını cama dayadı ve gözlerini kapattı. Motor gürültüsüne karışan Azime'nin sesi hiç durmadan vızıldayan bir arı gibiydi. Dert etmedi. Şunun şurasında on on beş dakika sonra evinde olacaktı. Nasıl da buluyorlardı bu kadar lakırdıyı bu kadınlar, hâlâ anlayabilmiş değildi. Almanya'dan yeni geldiğindeki gibi her seferinde aynı şaşkınlığı yaşıyordu. Oysa alışması gerekmiyor muydu artık? Burada doğup büyümüştü, ama otuz yaşlarındayken kocasıyla Almanya'ya işçi olarak gitmişti. Demek ki sandığından daha büyük bir etki bırakmıştı on beş yıllık Almanya macerası onda.
Almanya…
Kucakladıkları ümitleriyle koşa koşa gittikleri, tanıştıkları yeni dünyada bu ümitleri çoğaltarak üst üste koydukları, her bir adımda hayallerine biraz daha yaklaştıkları neşe dolu Almanya.
Biraz memleket hasreti olsa da, ayrılmak istenmeyen Almanya.
Köyde, babadan sonra anne de ölünce, mecburen ayrılmak zorunda kalınan Almanya.
Kızıyla damadı ve üç torununu gözü yaşlı, arkasında bırakmak zorunda kaldığı Almanya.
Ve bir izin gelişinde, arabayı kullanan kızının yaptığı kazayla üç torununu öksüz ve yetim bırakıp kucağına veren Almanya.
Kahrolası Almanya…
On yaşındaki Emre'nin, cenazeler kalkana kadar koruduğu soğukkanlılığını bozduğu o an, hiç aklından çıkmadı. O haykırış, o uzaklara kaçış dünmüş gibi gözünün önünde.
Ersin'le Esma ise teyzesi ve dayısının kucağında, hiçbir şey anlamadan bakıyorlardı etrafa. Abilerinin haykırışıyla korkup ağlamaya başladıkları da, dün gibi gözünün önünde.
Üç tane çocuk büyüt, evlendir, "rahata erdim çok şükür" de, hayat sana şaka yapar gibi üç tane daha versin. Yürek acısı da yanında hediye. Allah'a karşı gelinmez, başa gelen çekilecekti elbet, çekti o da. Kocasıyla el ele verip kimseye muhtaç etmeden büyüttü kızının parçalarını. Babaanneye, halaya, amcaya vermedi, almak isteyen de olmadı zaten. Kolay mı tabi üç çocuğa bakmak. Şaşırmıştı o zaman bu duruma, bir babaanne oğlundan kalan canları nasıl geri çevirirdi ki? Allah korusun, kendi oğlunun başına böyle bir şey gelse hiç durmaz, üçün yanına öbür üçünü de katar canını feda ederdi. Ama herkes bir olmuyordu işte, insanoğlu çeşit çeşit, nesep nesepti.
Bozuk yoldaki çukurlara, tümseklere gire çıka ilerleyen dolmuşta, sesler uğultu halinde ulaşıyordu kulağına. Konuşulanları anlamıyordu, ama biliyordu; hep aynı şeyleri konuşurdu buranın köylüleri. Arazi davaları bitmezdi hiç, kefenin cebi olmadığını bile bile dünya malına tamah edip birbirlerini mahkemeye verir, o da yetmez ortalık yerlerde birbirlerine girer, ağıza alınmadık küfürler ederlerdi. Bu kadar şeyden sonra yüz yüze bakabilen de olurdu yani. Yaşlı kadın, onlar gibi olmadığına şükretti bir kez daha. Kızını yitirmesine sebepti, ama hayat dersini çok iyi vermişti ona Almanya. Çocuklarını orada yetiştirmesinin ne kadar yerinde bir karar olduğunu çoktan anlamıştı zaten, her geçen gün daha da iyi anlıyordu. Oğlu çok kalmamıştı, üniversiteyi memlekette okumuştu, yine de o bir iki yıl yetmişti adam olmasına.
Adam olmuştu olmasına da evlilik seçimini iyi yapamamıştı. Başından beri gözü tutmamıştı Hediye'yi, en başından beri. Şimdikiler daha beter ya, o zaman da söz geçmiyordu ki gençlere. Ne söylediyse fayda etmedi, üç de çocuğu oldu Cahit'in. Başta iyiydiler, geçinip gidiyorlardı; kim bilebilirdi ki darmadağın olacaklarını? Çocukların her biri ayrı yerde, gelin annesinin yanında. Cahit yalnız, yapayalnız… Artık bir evi bile yok, niye sattıklarını hiç anlayamamıştı. Bu yalnızlık derbeder edecek oğlunu diye korku içindeydi yaşlı kadın. Eskiden yetimlerle biraz olsun ilgilenirken, şimdi onlar umurunda bile değil gibi davranıyordu.
Yetimler de dağılmıştı zaten artık. Emre evlenmişti, hem de tam dayısının yaptığı hatayı yaparak. Tutumsuz, görgüsüz gelin Emre'yi onlardan uzaklaştırmış, dedelerinin onlar için uğraşıp didinerek bin bir güçlükle aldığı malı mülkü satıp savıp bir güzel yemişlerdi.
Ersin daha tutumlu, akıllıydı, ama o da gösteriş meraklısıydı. Köy yerinde, kimilerinin ev alabileceği parayla gitmiş araba almış, meydanlarda caka satıyordu. Yine de ondan umutluydu yaşlı kadın, müsrifti, ama hiç değilse para kazanmanın yolunu iyi biliyordu. Aç kalmazdı yani.
Anne babasının ölümünde iki yaşında olan Esra, bahar dalı gibi güzeller güzeli bir kız oldu, üniversite okudu. İstanbul'da da iş bulunca teyzesinin evine yerleşti. Arada Ersin de gidiyor, kalıyor orada. Ya bir gün damat, "Yeter artık" derse? Ne yapacaktı bu çocuklar?
Çok yorgundu, tüm vücudu dayak yemiş gibi ağrıyordu. Başında ki ağrı daha da artmıştı. Kısa bir an gözlerini açıp baktı dışarıya, sonra tekrar kapadı, yavaşça. Uyuyamıyordu.
Şimdi tek düşündüğü, kocasının hayatta olup ona güç vermesiydi. Yaşasaydı asla dağılmazlardı çoluk çocuk, torun torba. İzin vermezdi başıboşluğa, öyle bir bakardı ki kalın çerçeveli, şişe dibi camlarının arkasından, kimse gıkını çıkartamazdı. Bırak ülke değiştirmeyi, karşı odaya geçemezlerdi korkudan. Yaşarken ne kadar da şikâyetçiydi ondan oysa. Sigarasından, öksürüğünden, inatçılığından, despotluğundan.
Bilmiyormuş ki O bir zamkmış; ailesini kopmamacasına bir arada tutan bir zamk. Bilmiyormuş ki bir gün gelip O'nu özleyecek.
Kendisi ise bir hiçmiş. Koskoca bir hiç! Hem kendini hem başkalarını yıllardır yanıltan bu iri gövde, meğer içi çürümüş kof bir ağaçmış.
Demek, hiçliğiyle sonsuzluğa uğurlanacakmış vade geldiğinde.
Kapalı gözünden bir damla yaş süzülüp çenesine ulaştı, silmek istedi, eli kalkmadı, boş verdi.
Nurten Demirel (Karahasanoğlu)
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan GÖÇ YOLDA DÜZÜLÜR |
|
İnsanın kendi yaşam biçimini belirlemesiyle başlayan olaylar zincirinin yeni halkasının nerede ve kimlerle birleşeceği bilinmiyor. Astrologlar yıldız haritasına bakarak belki bazı tahminlerde bulunabilir.
Eğer sizin yaşamınızda kitabın yeri birçok şeyin önüne geçtiyse, yolda karşılaşacağınız insanların büyük çoğunluğunun da sizin gibi bir kitap düşkünü olması kaçınılmaz. Mesut Tim adını duyuşumu, kitap ve doğal uzantısı kütüphaneyle özdeşleşen hareketiyle tanışmamı da böylesi bir yolculuğa bağlıyorum. Kendini bu yola adamış gerçek bir nefer olan Tim'i tanıyalı beri ben de bu işin gönüllüsü oldum. Bu yolda birçok gönül dostunu da yakından tanıma olanağı buldum.
Yine benim gibi bir kitapsever öğretmen arkadaşla yıllar önce Urfa Harran'da tanıştım: Ramazan Göçen, mesleğini severek yapan, görev aldığı her okulda canla başla proje üreten ve bunların gerçekleşmesi yolunda ter akıtmaktan yılmayan biri. Köylere kütüphane kurulduğunu duyan Ramazan öğretmen görev yaptığı Bıçakçı köyüne de aynı kütüphaneyi kazandırmak isteğiyle benden yardım istediğinde düşünmeden evet, dedim. Ancak geçen zaman içinde bu işin kolay olmayacağı anlaşılınca bu kez rotayı bir başka köye çevirmek zorunda kaldık. Bunu duyan Ramazan Bey bir hayli üzüntülüydü. Ancak başkanlığını Mesut Tim'in yaptığı derneğin kurallarına da uymak gerekiyordu.
Ege'de kavurucu yaz sıcakları başlayalı bir hayli olmuştu. Bir gün telefonla arayan Tim, "Ömer hocam, seni almaya geliyoruz. Yılanlı'ya gideceğiz birlikte," deyince, sevindim. Demek kütüphane için başlama düdüğü çalmıştı. Aydın Beyin özel aracıyla Ödemiş yoluna düştük. Arabada Yılanlı muhtarını aradım. Muhtar Sami, hiç beklemediğimiz bir haberle bizi şaşırttı. Köyün okulu öğrenci azlığı nedeniyle öğretime kapanmış! Çaresizce sağlık olsun, dedim. Dedim ya, arabamız yola devam ediyordu. Süratle bir çözüm bulmalıydım. Hemen aklıma Ramazan hoca geldi. Onu aradım. Durumu özetledim. Sevindi. Gideceği yoldan vazgeçti, bizi Ödemiş'te bekledi. Onu da alarak Bıçakçı'ya geldik. Kütüphane yeri olarak gösterdiği binayı inceledik. Sonra da ver elini Ovacık Yaylası! Muhtar Mehmet Yağcı'yla buluşup, derneğin amacını ve yaptıklarını anlattık. Kendisi de emekli bir öğretmen olan ve emeklilik sonrası muhtar seçilen Yağcı, önerimize destek vereceğini söylediğinde, içimiz rahatlamıştı.
Köye dönüş yolunda uğradığımız kiraz bahçesinde bizi ağırlayan Bıçakçılı dostun hediyesi kirazları yedeğimize alarak eve geldiğimizde zor bir işi başarmanın mutluluğu yüzlerimizden okunuyordu.
Yaşadığım kent Ödemiş'in ikinci Atatürk Çocukları Kütüphanesi'ni açacağımız gün Bıçakçı'nın sevecen insanlarıyla birlikte birçok dostu ağırlayacağız ve gençlerin kitap yolculuğuna merhaba deyişlerini sevinerek izleyeceğiz.
Bu hareketin denize düşen taşın yarattığı halkalar gibi her geçen gün daha da genişlediğin görmek insana ayrı bir kıvanç ve mutluluk veriyor.
Yıllar önce duyduğum ve doğrusu benimsemediğim "Göç yolda düzülür" deyiminin Bıçakçı Atatürk Çocukları Kütüphanesi kuruluşunda ete kemiğe büründüğünde bana söyleyecek söz kalmamıştı. Ne diyelim, serde Yörüklük de olunca, inanmak gerekiyor bazı deyimlere…
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı YALANCI MI OLMALIYIZ? |
|
Yazıma bir soruyla başlamak istiyorum. Hepimiz doğru söylediğimizi, gerçekleri, gerçekçi kişileri sevdiğimizi iddia ederiz. Öyleyse kimdir bunca yalanı üstümüze salan? Yalan söyleyen kadar yalana inananlar, yalanın yayılmasından ağızlar kadar kulaklar da sorumludur.
Eskiden yalan söylemek ayıptı, şimdi ise meydan yalancılara kaldı, doğrular oldu kayıp! Peynir ekmek gibi yalan söyleniyor, yalan baklava börek gibi sunuluyor. Medya yalan organı haline geldi, yalan bulaşıcı bir hastalık oldu, gerçekler unutuldu, her taraf yalancılarla doldu. Eskisi gibi vicdan azabı çekmiyor yalan söyleyenler, aksine insanları kandırdım, yalanı gerçek diye yutturdum diye göbek atıyor. Bu konuda bakın Haşmet Babaoğlu ne yazıyor: "Yalan denilen şey ve başkalarının kandırılması üzerine kurulu hayatlar; sevilmenin, ona buna hava atmanın, şıklığın, zekânın, işini bilmenin bile temel harcı..." (Nerede O Eski Yalanlar) Vatan gazetesi. Yazarımız haklı; eskiden gerçekle hancıydı, yalan yolcu, şimdi tersi yürürlüğe konuldu: Yalan hancı, gerçekler yolcu!
Neymiş, yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Yanıyor ya, ona bak sen. Doğrunun ışığına bakan, kulak asan var mı? Hem günümüzün yalancıları çok donanımlı; hem projektörleri var hem jeneratörleri. Borularını öttürmek için her türlü önlemi almışlar yani. Gerektiği zaman ortalığı öyle ışığa boğuyorlar ki, gözler kamaşıyor, gerçekler görülemiyor...
Şirazi, "Doğru söyleyip zincire vurulmak, yalan söyleyerek zincirden kurtulmaktan iyidir" diyor. "Çok usta bir yalancı değilsen en iyisi doğruyu söylemektir" bu sözü söyleyen de J. K. Jerome.Kimi sanatçılar, düşünürler de sanatla yalanı özdeşleştiriyorlar: "Sanat gerçek değildir. O gerçeği anlamamıza yarayan bir yalandır." Picasso. "Tüm sanat yapıtları yalancıların özgeçmişidir." Oscar Wilde
Dostoyevski, Suç ve Ceza romanında yalan söylemeyi övüyor!
"Bir insanın yalan söylemesi bağışlanabilir. Sevimli bir şeydir yalan, çünkü gerçeğe götürür bizi. Hayır, kötü olan, yalan söylerken söyledikleri yalana kendilerinin de inanmaları...(...)Bütün öteki canlılara karşı insanın tek üstünlüğüdür yalan söylemek. Yalan söyleyerek gerçeğe ulaşırsın! Yalan söylüyorum, öyleyse insanım!(...) Kendi yalanını söylemek, başkasının gerçeğini söylemekten çok daha iyidir Kendi yalanını söylediğinde bir insansın sen, ama başkasının gerçeğini yinelediğinde yalnızca bir papağan.."
Ben de yalanla ilgili özdeyiş niteliğinde sözler yazdım. İsterseniz onları sunayım. "Sen daha bekle sofra önüme gelecek de, karnım doyacak diye
Yalan aslanım yalan! Çoktan mideye indirdi balları börekleri
Gerçekleri susturan, doğrulara kan kusturan yalan.
***
Yalan bir elma şekeridir; yalarsın zevkle ama kazıktır sonunda elinde kalan.
***
Kırk yerde yeri varmış yalanın
Ama hiçbir yerde yoktur mecliste söylendiği kadar...
***
Yalandan kim ölmüş?
Dokuz köyden kovulurken doğrucu Davutlar
Yalancı arkalarından kıkır kıkır gülmüş.
***
Muhalefette doğru söyler, iktidarda şaşar
Politikacı kendi yalanını yiyerek yaşar.
***
O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan
Yalana sığınır gerçeklerden yılan.
***
Yalan yılandan daha kötüdür; yılan genellikle rahatsız edilmeden saldırmaz
Ama yalancı yalan söylemekten, rahatsız etmekten zevk duyar.
***
Aşktır en güzel gerçek, en tatlı yalan.
***
Yabancı dil öğreneceğine yalancı dil öğren, eğer rahat etmek istersen.
***
Bu dünyada iyi yaşamak istiyorsan yalan söylemekten çekinme
Öldükten sonra arkandan "iyi adamdı" denilmesini istiyorsan
Doğru yoldan ayrılma.
Yazımızı bir kısa öyküyle renklendirelim.
Padişahın biri inandırıcı bir yalan söyleyene yüz altın vereceğini söylemiş. Her gelene, her yalan söyleyene, "Olabilir. Bu bana pek inandırıcı gelmedi" demiş ama biri öyle bir şey söylemiş ki, padişah ne diyeceğini şaşırmış. Adam, "Rahmetli babanızın bana yüz altın borcu vardı, demiş. Avlanmaya çıktığı zaman kardan kıştan kulübeme sığınmıştı. Onu iyi ağırladım, ısınmasını sağladım, karnını doyurdum. Bana yüz altın vereceğini ama yanında olmadığını söylemişti ama ne yazık ki borcunu ödeyemeden öldü. Oğlu olduğunuza göre bu parayı sizden istemeye geldim. Herhalde babanızın ruhunu azapta bırakmak işinize gelmez."
Padişah bakmış ki, yalan dese adama yüz altın vermek zorunda kalacak, doğru dese babasının borcunu kabul etmek zorunda kalacak, adamın önüne bir kese altın atmış, "Bir daha karşıma çıkma, yoksa elimden bir kaza çıkacak" demiş.
Toplumumuzda yalancı pehlivanlar, yalancı şahitler pek boldur. Kimi yasaların vatandaşı yalancılığa teşvik ettiğini, yalan söylemeye zorladığını biliyor musunuz? Bu yüzden adliyede yalancı şahitlik etmeye gelenler, yalancı şahitlikle yolunu bulanlar vardır!
Bir süre önce bize bir miras kalmıştı. Tapu dairesine gittiğimizde, tapu sahibi dedenizin tapu senedinin kiminde Ahmet, kiminde ise Ahmet Remzi yazılmış. Bunu mahkeme kararıyla düzelttirmelisiniz, yoksa mirası hak edemezsiniz, dediler. Çaresiz mahkemeye başvurduk. Oradan da, "Dedenizin nüfustaki kaydında Ahmet Remzi yazılı; bunu iki şahitle kanıtlamalısınız. Dedenizi tanıyan, bilen iki kişi getirin, yoksa işiniz olmaz" yanıtını aldık. Dedem 1958 yılında öldüğü için o devirden kalan pek kimse kalmamış. Kalanlar da çok yaşlı olduğu için mahkemeye çıkacak halde değiller. Üstelik dedemi Ahmet Remzi diye değil Ahmet olarak biliyorlar. İki yalancı şahit bulduk da davayı öyle kazandık, yoksa miras elden gidecekti...
İşte durum bu; yalan söylemek mi lazım, doğru söyleyip de burnunun dikine gitmek mi? Orası sizin becerinize ya da kişiliğinize, namus anlayışınıza kalmış...
Son olarak diyeceğim şu; dikkat edin aman, ister doğru söyleyin ister yalan, söyleyeceğiniz ve yapacağınız şey etmesin mutluluğunuzu talan.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç TAK TAK TAKINTI… |
|
İsmine bayıldığım, ama gidemediğim için kafamdan atamadığım, Ali Poyrazoğlu'nun bir oyunu. Sahnelendiği ilk yıl olan 2007'den beri gitmek var kafamın bir köşesindeki yapılacaklar listesinde.
Nasıl? Bence kendime çok uygun bir başlık. Her dönem bir şeye sarmışlığım var. Takıntılarım had safhada!
Mesela şu anki takıntım oğlumu en iyi şekilde yetiştirmek. Zorlayıcı olunmayacak, baskıcı olunmayacak, bir birey olması sağlanacak, mutlu bir insan yetiştirilmeye çalışılacak, sıcağa alıştırılmayacak, kalsiyumu eksik edilmeyecek, e demir de çok önemli……
Doktorun söyledikleri hatip edilmek suretiyle buna ek olarak İnternette ne var ne yok hepsi araştırılır, sağdan soldan duyulan kitaplar alınır okunur. Neden derseniz benimki çocuğumu geleneksel yöntemlerle yetiştirmemek, bilinçli olma tutkusu.
Geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ediyorduk, grip olduğu için 4 yaşındaki oğlunu doktora götürmüş, muayeneden sonra hiç göz muayenesi oldu mu diye sormuşlar ve de hayır demiş. Oysaki bana sorsaydı bebeklerin ilk göz muayene tarihini, yaptırmayı öneren ve önermeyen doktor görüşlerini, nedenlerini, ikinci göz doktoruna gidiş tarihini ve hatta sonrakini, ne zaman gözde kayma olabileceği, göz bozukluklarının tüm bebeklerde var olduğu bilgilerimi seve seve paylaşabilirdim kendisiyle.
Hatta arkadaşım sorsaydı kreşe gitme yaşını, bilinenin aksine 3 yaşın özellikle erkek çocuklar için erken olduğunu, 1,5 yaşında gidilirse daha çabuk adapte olacağını ve de yaratıcılığını geliştireceğini, Alman ekolunu, Amerikan ekolunu, bebeklerin uykusuyla ilgili bilmesi gereken gerekmeyen herşeyi... Evet anladınız ben EN antipatik olanım, okurum, araştırırım, paylaşırım, kafa karıştırırım, dağıtırım, bırakırım….
Ama normal olan arkadaşıma normal gözükmek adına sustum ve dinledim.
Aile büyüklerimize göre ama çok rahatım çok. Ve de bir gün oğlumun üşütme haberi gelirse hiç şaşırmayıp son derece mutu olacaklar onlar en iyisini bildikleri için. Oysa bir bilseler mikrop türleri konusunda bile ne kadar fikir sahibiyim.
Oğlumla beraberken çok iyi vakit geçiriyoruz, onu sıkan ve boğazlayan bir anne değilim, izlemeyi ve özgür bırakmayı severim;keşfetmesine izin veririm. Sakin ve mutlu bir çocuk olmasını da buna bağlıyorum. O güldüğünde dünyada hiçbir şey o AN dan önemli değildir. Gelin görün ki o yokken bu rahat annenin yerini onun için en iyisini bulmak için çırpınan kültür mantarına dönüşen bir anne alıyor.
Neyse ki bana rağmen akıl sağlığı normal olan ve de beni de normalleştiren bir eşim var da normal kalabiliyorum ve de davranabiliyorum.
Ey yeni nesil mükemmel anneler! En güzel çocuk bizimki! En şirini en akıllısı bizimki! En yeteneklisi de.. Hayır öyle olmasa bile biz yaparız, kim tutar ki bizi. Zavallı babalar müdahale etse anında sustururuz. 9 ay biz taşıdık bizzz.. Neler çektik dünyaya getirebilmek için. Biz her şeyin en iyisini biliriz biricik yavrumuz için.
Anneyiz biz ANNNEEEE
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-32
* İnsanlık için yaptığın her şey en güzeldir.
* Aşk yarasını geçirecek ilaç henüz bulunamadı; ama iyi para getireceği düşüncesiyle çok sayıda uyanık tarafından araştırılıyor.
* Dostumu benden övgü beklemeden översem, gerçek değerini ifade etmiş olurum.
* İnsana değer vermeyenlerin, insanı sömürenlerin "insanlık"tan söz etmeleri ne kadar inandırıcı olabilir?
* Aşkını taşa kazımayana ben aşık demem.
* Sadece dost bulabilmek değil; dost olabilmek de bir şanstır. Ancak bencil insan dost olabilme şansını kaybetmiş demektir.
* Mutsuz musun, acı mı çekiyorsun, tüm benliğini karamsarlık mı kuşatmış ? Cevabın "evet" ise bile, henüz her şey bitmiş demek değildir. Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez, yarınlar mutlaka aydınlıklara da gebedir.
* Aşkın güzelleştirmediği bir tane bile insan bulamazsınız.
* Dostluk ilişkisine girmeden önce yüreğine bir bak; yeterince geniş mi?
* Neyi hak ediyorsan, onu bulacaksın. "Ben bunu hak etmemiştim" diye sızlanmayı bırak! Daha iyisini hak etmek için bir şeyler yap!
* İçin yanmıyorsa, gözlerin her ayrıntıyı görüyor ve kulakların her sesi duyuyorsa sen aşık değilsin arkadaş; boşuna kendini kandırma!
* Onu kaybetmek pahasına da olsa dostuna her zaman doğruyu söyle. Ama onu kırmadan ve onun anlayabileceği bir şekilde.
* İnsanlar hayvanlardan uzaklaştıkça mutsuzlukları çoğaldı; ama hayvanlaştıkça zalimlikleri daha da arttı.
* Aşıkların konuştuğu dili sadece aşıklar anlar.
* Düşmanlarınızdan sakınmak için dost tutuyorsanız, bu düşman sayınızı artırmaktan başka bir işe yaramaz.
* Vardığın hedef, son nokta değildir. O nedenle sadece kısa bir mola verip devam et. Çünkü, yol ve yolculuk asla sona ermeyecektir !
* Aşkı, bir kere yaralayabilirsin ve bu yaralama da onu mutlaka ölüme götürür.
* Dostun açtığı yarayı tedavi edecek doktoru zor bulursun.
* Evrendeki uyumu görüp, fark edip kendine uygularsan, gerçek mutluluğa da çok yaklaştın demektir.
* Aşkın sarayı betonsuz ve demirsizdir; ama diğer saraylardan daha uzun süre ayakta kalabilir.
* Olaylar seni değil; sen olayları yönetmelisin.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ADİL-İYYE MACERALARIM 2.FASIL
- Anaaa, ha bu ne biçüm binadır daa! Uy Babooo! Hoop, sayın cübbeli hemşerim, aloooo sana diyurum daaa! Şinci ben şu elimdeki dilekçeyi uygun bir yere bırakacağım da, o uygun yerin neresi olduğunu bir vatandaş olarak haliylen bilmemekteyim tabiatıylan.
- (Ulan, bu moruk da nereden çıktı beee!) Hee, Amca sen şimdi bunu trafik cezalarına bakan nöbetçi Mahkemeye götüreceksin. Yani, şimdi bu koridordan dümdüz ilerle, birinci grup asansörleri geç, ilerle, ikinci grup asansörlere bin 4.kata çık, orada yeniden sor olmaz mı?
- (Olur, olur da ulan kız istemeye mi gidiyoruz be, ne bu böyle yorgunu yokuşa sürmek, bu dehliz de kaybolmayalım da) Tamam, tamam anladım çok saol!!!
Offf babo, nerede ulan bu ikinci grup hasansör! Hah, burası olsa gerektir. İnşallah 22.yüzyıla eriştiğimizde gelecek bu garip alet yaaa! Hah, tamam şimdi 4.kata da basalım bakalım.
- Inııııın, son anda yetiştim. Ben de 4'e çıkıyorum.
- Hanım kızım, bu trafik cezaları için, başımızı gözümüzü yarmadan nereye baş vuracağız, biliyor musun?
- Trafik cezaları için başvurulacak bir yer mi varmış? Amca sen Nakil Vasıtaları Vergi Dairesi yerine yanlışlıkla buraya gelmiş olma? Burası Adliye binası bak!
- Anaaa, ben de burasını Vergi Dairesi sanmıştım. Neyse ilk defa bir Adliye sarayına gelmişken 4.katı da bir gezeyim. Sonra dönerim. Maksat torunlara anlatacak bir hikaye olsun! (Ulan, Vergi Dairesi ile Adliyeyi birbirine karıştıracak kadar da salak bir görüntüm mü var be! Yuh olsun sana, kılığından belli yeni çaylak Avukat!)
Asansörden inip sağa dönerek, sanki gittiği yeri çok iyi biliyormuş gibi çaktırmadan
İlerlerken "Fotokopi Çekim Merkezi"ne rast geldim.
- Hemşehrim, trafik cezaları için hangi mahkemeye gitmek gerekiyor, biliyor musun?
- E, herıldın yani...... Senin adres 11.Sulh Ceza hacı amca!? (Ulan iyi ki top sakal bırakalım dedik, neremiz hacıya benziyor be!) Şimdiiiii, bu koridoru doğru takip et, birinci değil ikinci göbekten sonra gelen ilk kapıdan sola dön, koridorun sonuna kadar yürü, 11 Sulh Ceza orası
- Saol hemşerim (Ulan bu ne bu İzmir'den İstanbul'la gitsem daha kolay olacaktı) Ooffff, pööööf hay cezasının da mahkemesinin de....... Hah işte geldim. Eheeem ehem Öhööö, öhööö Şey hanım kızım ben trafik cezası için
- Amca görmüyor musun? Kayıt yapmakla meşgulüm çatladın mı işin ne bekle!
- (Ya sabır, ya sabır....)
- Ver bakıyım, şu evraklarını. Anaaaa, bu ne be! Amca burada sadece başvuru dilekçesi var! Hani senin dosyan, harç makbuzun, posta pulun falan?
- Onlar ne ki hanım kızım?
- (Anlaşıldı, yolu ilk defa adliyeye düşen bir çaylakla karşı karşıyayız...) Bak amca sen şimdi dosdoğru geldiğin yere geri git, Orada Vezne'yi sor, bu dilekçeyi oraya göster, onlar sana ne yapacağını, kaç lira bayılacağını filan söyleyip, eline bir şeyler tutuştururlar. Sonra onları kap, tekrar buraya gel!
- Peki hanım kızım, peki (Ulan senin neren hanım beee! Bir daha bulabilirsem burasını gelirim elbette!) Dön baba, dönelim, nasıl ossa Ülke'de geri gitmekte, bu arada biz de bir miktar geri gitmişiz çok mu yani? Ahaaa....işte geldik zemin kata, şu önünde kalabalık bir birikim olan küçük dükkancık, vezne olsa gerektir. hoş bulduk sayın kuyruk, ne kadar bekleteceksin bakalım beni yani!!!...Hah, sıra geldi nihayet.
- Eeeee, ben trafik cezası için dava açacaktım ama.....
- (elimdeki dilekçeye bi nazar attıktan sonra) 60 TL rica ediyim.....
- Neeeee, şey yani eee buyurun bakalım.....(Elime iki adet makbuz, bir telli dosya, bir miktar posta pulu tutuşturduktan sonra) Şimdi bunlarla birlikte, doğru 11.Sulh Ceza'ya çık, haaa gitmeden dilekçenden 2 tane fotokopi çektirmeyi de unutma tamam mı....
- (Ah ulan ah, tevekkeli değil millet dava açmaktansa, ya ceza yatırıyor, ya da sallıyor gitsin.) Ooffff, püüüüf, küüüüf dön baba dönelim, varalım ki, ilk istasyona gelelim.
- Buyur hanım gızım, sanırsam istediklerinin hepsi bi tamam olmuştur şimdi.
- Tamam ya tamam, bi Dakka bekle dedik, çatlama. Şimdi ben bunu bi kayda alıyım. Tamam, hadi güle güle......
- Nası yani ya..... üzerine kayıt düşülmüş bir nüsha, bir alındı filan vermeyecek misiniz?
Bana, hani mahkemeye baş vurduğuma dair (başım yarılsaydı da, baş vurmaz olsaydım....) bir belge filan.
- Öffff ya, tamam sen şimdi şu dilekçenden bir fotokopi daha getir bakalım, üstüne kayıt tarihi ve numarası yazalım. Ya işimizde başımızdan aşkın yaaaa!
- Al, hanım gızım getirdim. Peki, şimdi ne zaman sonuçlanır bu.......
- Ne biliiiim amca ya, daha tevziatta hangi hakime düşeceği bile belli diiil. Sen şimdi evine gidiyosun, orada bekliyosun,.bu posta pulları ne için zannediyosun ki. Elbet bir gün postayla gelir cevap, bu işin yazı var, kışı var......
- ( Aaaah postacı ah! Kaderde gene sekiz gözle seni beklemek var yani......)
MERAK EDİNİZ EFENDİM, DEVAM EDECEK
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Yaşayabilmelisiniz..
Yüreğine dokunduğunuz insanlar olmalı hayatınızda..
Tozlu raflara kaldırılmış cümleleriniz..
Unuttuklarınız da olmalı..Unutamadıklarınız da..
Yok olup gidebilmelisiniz geçmişin karanlık sayfalarında..
Aynı hızla geri dönebilmelisiniz şu anın umut dolu nuruna..
Öyle bir aşka tutulmalısınız ki,
Kırıldığınız,kırdığınız,kızdığınız herkesi affedebilmelisiniz..
Boşluğu asla dolmayacak insanlara gerekenden fazla önem vermelisiniz..
En başta aileniz gibi mesela..
An'ı yaşarken,o an'ın bir daha asla geri gelmeyeceğini bilerek kazımalısınız hayatınıza carpe diem'lerinizi..
Durulabilmelisiniz en deli çağlarınızda bile..
Ama an'ı kazımak ya güncelimiz,
Coşabilmelisiniz,o ne der,bu ne der tasasından uzak..
Tuttuğunuz takım kaybettiğinde üzülebilmelisiniz..
Ya da kapının önüne koyduğunuz su kabından bir kuş su içerken gurur duyabilmelisiniz kendinizle..
Yağmurlu bir günde,bir salyangoza basmadığınız için mutlu olabilmelisiniz..
Ya da dünyanın herhangi bir yerindeki insanın acısını paylaşabilmelisiniz..
Allah yolundan savaşın aslında kendi nefsinizle savaş olduğunu bilecek kadar olgunlaşabilmelisiniz..
"Bir daha sigara içmeyeceğim" diyebilmelisiniz..
Susabilmelisiniz,yaşadığınız şehrin tüm kargaşasına rağmen..
Ya da tüm dünya susarken bir çocuğun gözyaşlarına,
Siz avaz avaz bağırabilmelisiniz..
Aşktan korkmamayı öğrenebilmelisiniz mesela..
Bir köpeği sevdiğinizde onun sizi ısırmayacağını,
Sokaktaki bir kediyi doyurduğunuzda eksilmeyeceğinizi,
Bir çiçekten fal olmayacağını bilecek kadar,
Aşık olabilmelisiniz her canlıya..
Yaşayabilmelisiniz..
Yaşattıkça içinizdekileri,
O içinizdeki çocuğu öldürmedikçe,
Yaşayacağınızı bilmelisiniz..
O çocukla yaşayabilmelisiniz; özünüzle, ASLInızla var olabilmelisiniz..
Aslı Gültekin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Emperyalistler ve Kuyruklar |
|
Kuyruklu Şiir
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyâsı görürsün, ben kemik.
Ama, seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrı'nın günü.
Orhan Velî
Obama ile Erdoğan arasındaki görüşmeler bize, Orhan Velî'nin bu şiirini hatırlatıyor. Obama'yı "ciğercinin kedisi"ne, Erdoğan'ı da "sokak kedisi"ne benzetirsek bu şiir, görüşmeleri özetlemeye sanırız yeterlidir. İkisi de İsrâil'in türlü hedef ve projelerine âlet olmuşlardır/olmaktadırlar; aralarındaki fark ise Obama'nın ekonomik ve siyasî nedenlerle İsrâil'e mahkûmiyeti, Erdoğan'ın ise o Kasımpaşalı diliyle "kafa tutması".
Ne kadar üzücüdür ki, Filistin'in bağımsızlığının ilân edilmesi ve Filistin Devleti'nin tanınması gibi son derece hassas bir konu bile, Erdoğan'ın siyasî şovlarında açıkça kullanılmaktadır. Erdoğan, İsrâil yönetimine "gözdağı" vermek ve Ortadoğu'da popülaritesini arttırmak; BOP çerçevesinde kazandığı saygınlığı pekiştirmek hevesindedir ve bu şartlar altında Filistin'in bağımsızlığının ilân edilmesi bir yönüyle, Türkiye-İsrâil ilişkilerinde Filistin'in yeni bir "yem" olarak kullanılacağının ifâdesi olacaktır ki, böyle bir şeyi en başta Filistinliler reddetmelidir.
Kezâ Filistinliler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bağımsızlığını nasıl kabûl ettirdiğini aslâ unutmamalı ve örnek alacaklarsa Erdoğan'ı değil, Mustafa Kemal Paşa'yı örnek almalıdırlar. Başka bir milletin gölgesinde ve başka bir "lîder"in "desteği"yle; hele bu "lîder", emperyalizmin maşası ("eşbaşkanı") olmayı kendi rızâsıyla kabûl etmişse, böyle bir "lîder"in çabalarıyla gelecek özgürlük ve bağımsızlık, bir diğer yönüyle de emperyalizmin bölgedeki çıkarlarına hizmet etmekle sonuçlanır ve kendilerine "bahşedilenler", yüzlerine her defâsında vurulur.
Kaldı ki, Bağımsız Filistin konusunda ABD'nin tutumu bellidir; İsrâil'le kesin bir çözümde anlaşılmadan Filistin'in bağımsızlığını tanımayacağı ve BM'deki gücünü karşı yönde kullanacağı açıktır. Filistin konusunda Batı emperyalizminin ABD ile Türkiye arasında bir tercihe zorlanması hâlinde, ABD'den yana olacakları da açıktır. Yâni Bağımsız Filistin, mevcut reel-politikte bu şartlar altında zâten olanaklı değildir ve Erdoğan'ın Mısır gezisinde yarattığı "coşku ve heyecan", Ortadoğu için hüsrânla sonuçlanmaya mahkûmdur.
Mâvi Marmara katliâmı ve Arap baharından önce ABD'nin Ortadoğu'daki müttefikleri (Türkiye, Mısır ve İsrâil), birbirleriyle uyum içindeydi ve BOP'un gerçekleşmesi için birlikte hareket ediyorlardı. Fakat bugün, İsrâil'e karşı Türkiye ile Mısır arasında yeni bir ittifak kuruluyor ve İsrâil, bölgede iyice yalnızlaşıyor. ABD, Erdoğan'ın önce "one minute" şovu, ardından da Mâvi Marmara katliâmından sonra yaptığı açıklamalarla ilgili olarak sessiz kaldı ve "Türkiye-İsrâil dostluğu"nun(!) yeniden kurulmasını istedi.
Bugün itibâriyle bakıldığında, böyle bir olanağın en azından yakın dönemde söz konusu olamayacağı açıktır. Mısır'da da Müslüman Kardeşler, İsrâil karşıtlığı üzerinden ve Mısır'daki iç dengeler nedeniyle önde görünüyor ve iktidâra gelmeleri durumunda Mısır, Türkiye ve İran'ın da desteğiyle, İsrâil üzerinde baskılar arttırılacak. Bölgede İsrâil'den hoşnut olmayan halklar için "sevindirici" gelişmeler gibi görünse de bütün bunlar, İsrâil'in teokratik bir idâreye sâhip olduğu ve aşırı dinci grupların hedef ve amaçlarına uygun bir biçimde yönetildiği gerçeği dikkate alındığında, bölgemiz açısından son derece hassas bir döneme girildiğinin ifâdesidir.
İsrâil, İsrâil halkından ziyâde, binlerce yıl öncesine âit haham masallarına hakîkat pâyesi veren ve Nil'den Fırat'a uzanan coğrafyada ebedî hüküm sürmenin peşinde olan bağnaz bir Yahudi topluluğunun psikopatolojik görüş ve önerileriyle hareket etmektedir ve Mısır ile Türkiye arasındaki bu yakınlık, İran'ın da desteğiyle, eski bir Yahudi kehâneti olan Armagedon savaşının fitilini ateşleyecektir. İsrâil açısından bu savaşın tüm evreleri, hızla gerçekleşmektedir ve ABD'deki evanjelistlerin de böyle bir savaşın gerçekleşmesi için türlü katkılarda bulunduğu bilinmektedir.
Hâl böyleyken, Obama'nın da eli kolu bağlanmaktadır; bölgeye "barış ve demokrasi" vaad eden Obama, bugün itibâriyle barış ve demokrasi konusunda bölgede hiçbir inandırıcılığa sâhip değildir. Bütün bunların anlamı ise BOP bağlamında Erdoğan'a tanınan ayrıcalık ve statünün bölgede diyalektik bir sonuç doğurmakta olduğudur; tez, kendi-karşıtını kendi içinden çıkartmaktadır. Bu süreçte bizlere düşen görev, Ortadoğu halklarının önlerine gerçek bir model koymaktır ki, bu da Kemalist Türkiye'den başkası değildir.
Türk milleti, özgürlük ve bağımsızlığını savaşarak, çok ciddî bedeller ödeyerek kabûl ettirmiştir; bir başka devletin (örneğin SSCB, Fransa, İngiltere, vb.) kapısını çalıp da "Bizi tanıyın!" dememiştir, kendisini tanımaları için bir başka devletten yardım da istememiştir. Savaş meydanlarında sergilediği direniş ve Lozan'daki kararlı tutumuyla Türkiye, "medenî milletler topluluğu"nda saygın yerini kendi azim ve kararlılığıyla kazanmıştır. Kemalist Türkiye, tüm Ortadoğu için gerçek ve doğru tek modeldir; Erdoğan'ın Türkiye'si ise "bir ülkenin savaş olmaksızın emperyalizme nasıl teslîm edilebileceği" konusunda güzel bir örnek olarak siyâset bilimi kitaplarında yerini almıştır.
Arap baharında AKP, Batı emperyalizminin çıkarları söz konusu olduğunda, önemli bir rol modelidir; bir ülkede sözde "demokratik yollarla" işbirlikçi bir idâre nasıl göreve gelir, ülkenin ordusu nasıl tasfiye edilir, hukuk sistemi nasıl çökeltilir, askerî müdahâle olmaksızın bir ülkenin doğal kaynakları ve insan gücü Batı emperyalizmine nasıl teslîm edilir, vb. konularda AKP, emperyalizm açısından son derece başarılı bir sürece imzâ atmıştır. Hatırlanacağı üzere, Davutoğlu'nun Suriye gezisinde verdiği öğütler de aslında bunlardır ve Erdoğan'ın "Büyük Türkiye"si, "küçük Osmanlı"nın tekrârıdır; buna kısaca, Sevr sınırları da diyebiliriz.
Dolayısıyla Erdoğan'ın "Filistin bayrağı, Ortadoğu'da barış ve adâletin sembolü olacak!" açıklaması, tam olarak bunu ifâde etmektedir; "barış ve adâlet" diye bir milletin özgürlük ve bağımsızlığının emperyalizme teslîm edilmesi. Erdoğan, Türk bayrağının bizim için taşıdığı değer ve anlamı biliyor mu ki, Filistin bayrağı hakkında böyle bir açıklama yapabiliyor! Kendince, İsrâil'i uluslararası toplumdan "izole" etme ve bölgede kendi saygınlığını arttırma çabasında; ama, hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni izole ediyor ve onurunu yere düşürüyor, hem de Filistin sorununu daha da içinden çıkılması güç bir hâle getiriyor.
Bugün Filistin'de bile, Bağımsız Filistin için henüz hazır olmadıklarını düşünen ciddî bir halk kitlesi var. El-Fetih ve Hamas arasındaki iktidâr çekişmeleri ile İsrâil'in uyguladığı sıkı ambargo ve işlediği insanlık suçları, öncelikle ülke içinde siyasî birliği kurmayı ve güçlendirmeyi; tek ses hâlinde örgütlenmeyi gerektiriyor. Batı emperyalizmi açısından bakıldığında, bu parçalanmış siyasî yapı, İstanbul Hükümeti ile Ankara Hükümeti arasındaki rekâbetin barış görüşmeleri sırasında nasıl kullanılmak istendiğini hatırlatmaktadır.
Bilindiği üzere Ankara Hükümeti, "güçler birliği ilkesi" ve İstiklâl Mahkemeleri aracılığıyla yurt genelinde meşrûiyetini tesis etmiş, bu meşrûiyeti siyasî güce dönüştürmüş ve Türkiye'nin tek meşrû hükümeti olarak kendilerinin muhatap alınması gerektiğini Batı emperyalizmine açıkça kabûl ettirmiştir. Böyle bir durum, Filistin örneğinde henüz söz konusu değildir ve bu şartlar altında bağımsızlığın ilân edilmesi, Filistin'in iki ayrı devlet olarak tanınması çabalarını da berâberinde getirir ki, bu da sonuç olarak Batı emperyalizminin ve İsrâil'in çıkarlarına uygun bir durum yaratır.
Görünen o ki Filistinliler, çok ciddî bir yol ayrımındadır ve bir seçim yapmaları gerekmektedir; ya Erdoğan'ın popülist ve hissî kalkışmalarına âlet olup Batı emperyalizminin dümen suyuna girecekler, ya da el ele verip önce ülke içinde tek ve güçlü bir irâde ortaya koyarak kendi özgürlük ve bağımsızlıklarını kendileri kazanacak/savunacak; İsrâil ve Batı emperyalizmine karşı ölümüne savaşacaklar. Onurlu bir millet için, aslında tek bir seçenek vardır: "Ya istiklâl, ya ölüm!"
SSCB sonrası dönemde NATO'ya "Ortadoğu jandarmalığı", TSK'ya da "öncü kuvvet" görevi verildi. Mustafa Kemal Paşa'nın ordusunun yeri ise NATO değil, mazlum milletlerin safıdır. Paşa'nın öngördüğü Ortadoğu Federasyonu'nu kuramadığımız için TSK, daha uzunca bir süre "piyon" olarak kullanılmak istenecek ve bu nedenle, belirli birtakım çelişkilerin gündeme gelmesi de kaçınılmaz olacaktır. NATO söz konusu olduğunda TSK'nın temel çelişkisi ise radar sisteminin burda olmasına rızâ göstermek değil, NATO'da yer almaya devâm etmesidir.
Ortadoğu'nun (ve tüm mazlum milletlerin) kaderi ortaktır. Libya örneğinde de açıkça anlaşıldığı gibi, önce Suriye ve sonra da İran'la Türkiye'yi karşı karşıya getirmek istiyorlar. İran'la kaç yüzyıldır savaş yapmamışız, Batı emperyalizminin de savaşmaya cesâreti yok. Hem, parası da yok, kendi kamuoylarını iknâ etmek için mâkûl bir gerekçeleri de yok, kendi halklarına karşı güvenirlilikleri de yok. Erdoğan, yalnızca kendi sonunu hazırlamıyor, tüm bölgeyi ateşe sürüklüyor.
Gönül ister ki TSK'daki Kemalistler, yalnızca sözde "Ergenekon çetesi" için değil, aynı zaman NATO ve Arap baharı konusunda da kararlı bir tutum sergilesinler. Dört kuvvet komutanı, istifâ edip köşelerine çekildi. Bu olmaz. Mustafa Kemal Paşa da sırasında ordu müfettişliğinden çekildi; ama, halkın safına karıştı. TSK'daki Kemalist çekirdek, bu kararlı tutumu keşke bu konularda da ortaya koyabilse. Bir milletin onuru, silâhlı kuvvetlerinin koruması altındadır ve onursuz bir millet, ciğercinin önünde kuyruk sallamaya devâm eder.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
KAHVALTI MASASINDA KONUŞULANLAR
Seni bu sabah beklemiyordum
Ama hoşgeldin
Ben de tam
Çayı demlemiştim
Otur
Beraber
Kahvaltı edelim
Sanıyorum
Bana önemli
Birşeyler söyleyeceksin.
Vişne reçeli var bak
Sen seversin.
Ne?
Evlenecek misin?
Hani şu çocukla
Benimle olmak için
Terkettiğin.
Ekmek bayat biraz
İstersen kızartabilirim.
Hala beni mi
Seviyorsun?
Aslında
Teşekkür ederim
Ama
Bekar kalmayı
Tercih ederim
Çünkü
Şu sıralar
Bir nevi
Ruhsal tatildeyim
Efendim?
Allah belamı mı
versin benim?
Anlıyorum
Çok gerginsin
Vişne reçeli
Yemeyeceğine
Emin misin?
Dur gitme
Hemen
Bari bir çay içseydin...
Cenk Bölük
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|