|
|
|
Editör'den : Çok pahalı çok!.. |
Merhabalar,
Uzaklarda bir otel odasındayım. Saati 5 Avro'dan internetim, yanımda bir şişe suyum, hazır dilimlenmiş meyvam var. Bu koşullarda fazla dayanmam mümkün değil. En iyisi kaçıp gideyim. Sizler de kusuruma bakmayın artık. Hoşçakalın.
Not: Dün gece tam yeni sayıyı yollamak üzereyken internet hakkım doldu, yeni dolum için sabahı beklemem gerektiğinden gönderim bu saatlere kaldı. Bu arada Tayyip Bey'in annesinin vefat ettiğini de öğrendim. Allah rahmet eylesin, geride bıraktıklarının başı sağolsun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan VELESPİTİM UÇAR GİDER- 2 |
|
Beyaz saçlı adam küçük bir çocukken o kasabadaki bütün çocuklar gibi hep bir bisikleti olmasını düşlerdi. İlla kırmızı bir Bisan'ı olmasını… Şengül'ün abisinin kırmızı bir bisikleti vardı. Metal çamurluğuna bir de siyah tozluk taktırmıştı. Üzerine de "Ya Sen Ya Hiç" yazıyordu. "Her şey bir yana sen bir yanasın," sözlerine anlam yükleyen bu kızın kimliği bilinmiyordu.
Beyaz saçlı adam küçükken sarı saçlı çilli bir çocuktu. Köylülerin velespit dediği, kitaplardaki adı bisiklet olan o iki tekerlekli araca sevdalıydı. Sadece çok zengin çocukların bisikletleri vardı. Bir de Almancı çocuklarının. Onlar da kimseyi bindirmiyorlardı. Küçük çocuklar sadece bayram yerlerindeki bisikletlere elli kuruşa binebiliyorlardı. Kiralık bisikletlerin turu çok kısa ve pahallıydı. On iki yaşına bastığı yaz pamuğa, üzüme gündeliğe gitmeye başladı. Günlerce hiç üşenmeden hesaplar yaptı, düşler kurdu. Tek bir gün bile ara vermeden bütün yaz gündeliğe gidebilirse eylül ayı sonunda bir bisiklet alabilecek para birikiyordu. Düşüncesini babasıyla paylaştı. Gündeliklerimi biriktirip bir bisiklet alabilir miyim? Yoksul babası güdü, " Hesabını iyi yaptın mı? Bütün yaz hiç ekmek yemeyeceksin. Ayakkabı giymeyeceksin, sinemaya gitmeyeceksin, Eylül ayında okula başlarken yeni giysiler istemeyeceksin. Defter ve kitap almayacaksan neden olmasın?. Üstelik bizim bisikletten daha önemli dertlerimiz var. Kış gelince odun kömür lazım... Un lazım, sabun, şeker lazım, yağ, lazım. Lazım da lazım…"
Çocuk babasının ne dediğini çok iyi anladı. Zaten hesaplar hayallerle çoğu zaman örtüşmezdi. Bazen yağmur yağar, bazen de iş olmazdı. Yani kocaman bir yaz her gün gündelik kazanmak mümkün değildi... O küçük kasabada bazen fakir babalar da oğullarına bisiklet alıyorlardı. Ortaokulu bitirip Saruhanlı'da liseye gidenlerin bir kısmı okullarına bisikletle gidip geliyorlardı. Sürekli tren parası vermektense bu biraz daha hesaplı görünüyordu. İşte bu yüzden sarı saçlı çilli çocuk derslerine çalışmalı, liseye başlayabilmeliydi. Ama Manisa'da veya başka bir yerdeki liseyi değil. İlla Saruhanlı Lisesi'ne...
Sarı saçlı çocuk hep bir velespiti olsun istiyordu. Aslında bisiklet sürmeyi de çok iyi bilmiyordu. Sadece arkadaşlarının yardımıyla bir iki kez bilebilmişti. Her seferinde birkaç metre sonra o çocuklar bisikletlerini geri almışlardı. "Hadi in, bu kadar yeter," demişlerdi. Bir tek Ünver ona bisikletini veriyordu. Üstelik onun bisikleti ötekiler kadar büyük ve yüksek değildi. Her seferinde de binmesi için cesaretlendiriyordu. Bisikleti görünce aklı başından uçup gitmesine rağmen Ünver'den bisikletini hiç istemiyordu. Her seferinde onun kendisinin vermesini sabırla bekliyordu.
Yazın başında bir gün mahalledeki bütün çocuklar toplanıp kanala gittiler. Sıcaklar yeni yeni bastırıyor, kanal sezonu da yeni yeni açılıyordu. Ünver kanal boyundaki düzlüğe çıkınca okul arkadaşı olan sarı saçlı, çilli çocuğu bisikletine bindirdi. İlk pedal için de bisikleti arkasından tuttu. Önce biraz yalpaladı. Sonra bisiklet ince kum serili yolda akmaya başladı. Çocuk bisikleti yavaşlatmayı unutup geri dönmek istedi. Direksiyonu çevirdi ama bisiklet dönmedi. Kanalın kıyısındaki kurumuş otların üzerinden kanala uçtu. Çocuk bisikleti derinliği iki metreye yakın suyun içersinde bırakıp yüzerek kıyıya çıktı. Zaten daha önce yüzme öğrenmemiş olsaydı o gün kesinlikle boğulup giderdi. Üstü başı sırılsıklam kanalın başında oturup ağlamaya başladı. Aklı tutuldu, ne yapacağına, nasıl davranacağına karar veremedi. Bütün vücudu zangır zangır titriyordu.
Öteki çocuklar bisikletin kanala uçtuğu yere koştular. Hepsi birden üstlerini çıkarıp kanala atladılar. Bulanık akan suda dibe dalıp bisikleti aramaya koyuldular. Bisiklet suyun içinde on metre kadar sürüklenip beton zemin üzerine yatmıştı. Teknrar nefes alıp yeniden daldılar. Bisikleti dipten çıkarıp kuru otların üzerine yatırdılar. Zincirini, pedallarını, aynasını, ışıl ışıl parlayan kırmızı gövdesini incelediler. Tek bir çizik bile bulamayınca hep beraber sevindiler. En çok da sarı saçlı çilli çocuk sevindi. Eğer bisiklete bir şey olsa babası Ünver'i mutlaka döverdi. Çünkü o yıllarda çocuklar ne kadar dayak yerse o kadar dikkatli ve terbiyeli oluyordu. Öteki çocuklar o gün akşama kadar gördükleri olaya bin katarak onun nasıl kanala uçtuğunu anlatıp dalga geçtiler. Sarı saçlı çilli çocuk arkadaşlarına hiç kızmadı. Mademki bisiklete bir şey olmamıştı, gerisi sinek vızıltısı sayılırdı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu SARIKEÇİLİLER |
|
Bodrum Yeni Türk Filmleri Haftası, Yüksel Aksu'nun Anadolu'nun Son Göçerleri: "Sarıkeçililer" belgeselinin gösterimiyle başladı.
Sarıkecililer, bir zamanlar İçel'den Aydın'a geniş bir coğrafyada konar- göçer yaşam sürdüren bir Yörük oymağı. Ancak bu oymaktan günümüzde, Mersin- Beyşehir arasında konar -göçerliği sürdürebilen 200 kadar hane kalmış.
Yörük denince aklımıza ilk gelenlerden biri de keçidir. La Fontaine'nin etkisi nedir bilinmez; ama ona bir sürü olumsuz özellik yüklemişizdir:
"Taşa çıkan keçinin ağaca çıkan oğlağı olur.","Ahfeş'in keçisi gibi başını sallamak." , "Harman dövmek keçinin işi değil.", " Keçide de sakal var."," Keçileri kaçırmak"," Keçilik etmek", " Keçinin uyuzu, çeşmenin gözünden içer suyu." ,"Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler."
Acaba aynı sözler, bir yörük için de geçerli midir?
Belgeseli izlerken, bunun hiç de doğru olmadığını bir kez daha anladım.
"Keçi, seçicidir." diyor Yörük. "Eşini de aşını da seçer."
Keşke insanlar da seçici olabilse.
"Dağda bayırda kendini korumanın bir yolunu bulur." diyor ve ekliyor: "Koyun gibi şaşkın değildir."
Yörük, böyle söylese de bizim keçiyi koyundan beter ettiğimizi bilmeyen yok. Bugün hangimiz"angora" diye satın aldığımız yünün "Ankara" keçisine ait olduğunu biliyor? Bir zamanlar bu ülke tiftik ambarıydı, şimdi Güney Afrika'dan tiftik ithal ediyoruz.
Akdeniz'in, Ege'nin tüm dağlarında eskiden keçi sürülerinin çıngırakları duyulurdu. Ormana zarar veriyor diyerek keçiciliği yok ettik. Şimdi dağlarda keçiler yok. Peki dağlar ne alemde? Şöyle bir başımızı kaldırıp bakalım. Yakarak çıplaklaştırdığımız, maden çıkarma ayaklarıyla hallaç pamuğu gibi attığımız dağlara kaç keçi sürüsü böylesine zarar verebilirdi? Yaptığımız, günahlarımızı keçiye yükleyip arındığımızı düşünmek.
Yüksel Aksu, bu filmin çekiliş öyküsünü şöyle anlatıyor:
"2008 yılıydı, Çevre ve Orman Bakanlığı çıkardığı bir yasayla; Sarıkeçililer'in göçebelikten vazgeçirilip yerleşime geçmeleri amaçlanıyordu. Bu durumu danışmanım ve hocam dediğim Üstün Barış'la birlikte değerlendirdik. Üstün Hoca da bana; "Bu son göç olabilir, git bu göçü kayda al ve gelecek kuşaklara bu kültürü aktaracak görsel bir malzeme olsun" dedi.
Sarıkeçililer, oldukça başarılı bir film. Ancak işlev açısından çok daha önemli. Çünkü Yüksel Aksu, bu filmle Anadolu'nun binlerce yıldır sürüp gelen bir yaşam biçiminin son görüntülerini kayıt altına almış.
Bir bütün olarak baktığımızda Sarıkeçililerden birkaç tane daha sinema klasiği çıkarmak olanaklı. Filmi seyrederken aklıma Akira Kurosava'nın Dersu Uzala'sı geldi. Bu tür filmler bizi doğayla buluşturuyor; bize, kendimizi yeniden yeniden sorgulama fırsatı veriyor.
Sarıkeçililer, 47. Antalya Film Festivalinde kendi dalında altın portakal almış. Şimdilerde de Amerika, Brezilya ve İngiltere gibi ülkelerde gösterimleri varmış. Salt bizim değil, dünyanın temel sorunlarına ışık tutan Sarıkeçililer belgeselinin, başka ülkelerde de ilgi çekeceğini söylemek kehanet değildir.
Filmi, Flaman arkadaşım Paul Noben'in "Dünyada hiçbir şeyi Toroslarda bir yörük çadırında uyanmaya değişmem." sözü eşliğinde seyrettim sanki. Paul,bu sözü yıllar önce bir Türkiye gezisi dönüşünde söylemişti. Aslında genlerimde yörüklük var. Bir dede tarafım Çine yörüklerinden. Çocukluğumda yaylaklara ya da kışlaklara giderken köyümüzün yakınına konan Yörüklerin kara kıl çadırlarına girip çıkmışlığım ve peynir kızartmaları yemişliğim de var. Kıl çadırda bir iki gün uyumanın çok güzel olacağını ben de tahmin edebiliyorum. Ne var ki bir ömür dağlarda yaşamak her baba yiğidin harcı değil. Bunun için başka değerler sistemine ve beceriler sahip olmak gerek. Aynı durum, yerleşik yaşama zorlanan Yörükler için de geçerli olmalı. Konar - göçerlik bizim için ne kadar zorsa, yerleşik yaşam da onlar için o kadar zor olmalı. Ha tavuğu dağa bırakmışsın, ha kaya kekliğini, kafese tıkmışsın…
İskan, yüz yıllardan bu yana süren bir toplumsal sorun. Osmanlı, Avşarları yerleşik hayata geçirmek için üzerlerine kuvvet göndermekten çekinmemiş. Dadaloğlu, bu zulümlerin dillendiricisi olmuş. Avşarlar "Ferman padişahın dağlar bizimdir." deseler de "Derviş Paşa yaktı yıktı illeri / Soldu bütün yurdumuzun gülleri / Karalar giydik de attık alları / Altınımız geçmez akçe tunç oldu." dizelerinde söylenenler yaşamlarının gerçeği olmuş.
Zaman, konar göçerliği hep kıskaca almış. Bazen devlet, bazen yaşam koşulları onları yerleşikliğe zorlamış. Devlet, şimdi son 200 aileyi de iskana zorluyor. Ne kolaycı bir yaklaşım!
Ağzını açtığında gelenek, görenek, töre…diyenler nerdesiniz? Anadolu'nun bin yıllardan bu yana getirdiği bir yaşam biçiminin tarihe gömülmeye çalışıldığının farkında değil misiniz?
Bırakalım Sarıkeçililer yazın yaylaklarda, kışın kışlaklarda sürüleriyle yaşasınlar. Devletin görevi, onları, yerleşik yaşama zorlayarak bir kültürü tarihe gömmek değil, seçtikleri yaşam tarzının standartlarını yükseltmek olmalıdır. Belçikalı Paul Noben'in o cümlesi bizim için bir ışıktır. İnsanlar, farklı kültürleri, farklı yaşam biçimlerini keşfetmenin peşinde. Anadolu, bu konularda dünyaya model olabilecek her türlü zenginliğe sahip.
Yüksel Aksu, bu belgeseliyle bize "Bu yurdun kültürlerine gönül vermek, sorumluluk üstlenmeyi gerektirir. Ben kendi payıma düşeni yaptım." diyor. Umarım "Ben de bu yurdun kültürlerine gönül verenlerdenim." diyen sorumlular da sorumluluklarının gereğini yaparlar.
Son söz: Bizi böylesine güzel etkinlikle buluşturdukları için Başkan Mehmet Kocadon ve Cinemarine Yönetim Kurulu Başkanı Cenk Sezgin'e yürek dolusu teşekkürler.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
40 Hatırlı Kahve : Sedef Özkan EL İZİ KOL SÖZÜ |
|
Bir aşk öyküsü seyrettim; sadece benim gördüğüm. Soğuk sopsoğuk bir aşk öyküsü; gördükçe benim de üşüdüğüm…
Hep senin koluna girerdi. Kolunda güvendeydi, kolunda özeldi.
'Kolun' da mutluydu; ona, "Ben hep seninim…" diye fısıldardı.
Fırtına gibi eserdin, alt üst ederdin meydanları, "yoluma çıkanı tanımam!" derdin ama o koluna girdiğinde… Sakinleşirdin… Gurur duyardın… "Ne kadar essem de orada burada sonunda seninim" derdi gözlerin… "İşte bu güzel kadın benimle güvende ve benim…" Gururun ona geçerdi, sırtı dikleşirdi.
Kolun başka yerde bulamadığınız huzurdu. Kadınının ihtiyaç duyduğu sığınak… Kolun birlikteliğinizin mührüydü. Sihirli bir yoldu gövde gösterisine dönüşen.
İkiniz de bilirdiniz; kolun erkekliğindi.
Çok zamanlar sonra, bir gün başka bir kadın, "Aşkım…" dediğin kadın, koluna girmek isteyince ürperdin, koca gövden şaşırdı, kafan karıştı. Çünkü hâlâ ve hâlâ, aslen onun erkeğiydin; ayaklansa da yüreğin aslında geçmişinin muhafızıydın. Bunu sen telaffuz etmesen de kolun etti. Çünkü onun elinin izi hâlâ erkekliğindeydi.
Kol, yeni kadına haddini bildirmede gecikmedi, sesi hiç de fısıltıyla çıkmıyordu! "Nereye girersen gir ama benim alanıma giremezsin!" tonuyla hizaya getirdi kadını:
"Kendini hep yarım hissedeceksin. Hiçbir zaman tam birleşemeyeceksin. Sen ne kadar sevsen de sevdiğin kadar sevilemeyeceksin. Seni, senin kadar çok sevmek isteseler de bunun gerçekleşemeyeceğini anlayacaksın. İlk aranılan değil ama her zaman ulaşılabilen olacaksın. Değil bir eş, bir anne olmak, refakatçi olmak için bile yazı turaya ya da oylamaya tabi tutulacaksın. Artık görüşülmeyen eski eş, ne kadar resmiyetini kaybetse de ömür boyu 'hatun' kalacak, sen resmi makamlara 'yakın' olarak tanıtılacaksın.
Gelinliğin falezde asılı kalacak; ne giyebileceksin onu, ne de sürüklenebilecek dalgalarda. Araf'ın bekçisi olacaksın. Önceleri bu derin hüzün verse de sana, sonra alışacaksın. Zaten sınırlı olan beklentilerin zamanla yerini tamamen beklememeye bırakacak içinde bir yerlerin hep yanarken aslen. Bu yüzden gövden başka, yüreğin başka konuşacak. Yüreğin monologda ustalaşırken, diyalogların profesyonelleştiğini zannedip acemi, acemi yoluna devam edecek.
Kendine ait bir düzenin olduğunu sanacaksın saf, saf. Oysa varlığını başka düzenlere montajlamaya çabalayan bir acuzeye dönüşeceksin. Kolun bi yerde, bacağın bi yerde kalacak, burnun da haliyle bu kadar yoldan; koku alma hissini kaybedecek, sonra bir bakmışsın 'anlayamamışsın'. E tabii, elbette, kuşkusuz ve şüphesiz "Beni anlamıyorsun…" masalıyla baş başa kalacaksın. Sen gerçekten de hayli gerçekçi bir aşk masalının başkahramanı olacaksın ve sayende yaşamın bir başyapıt edasıyla sürünecek, tozla kaplanacaksın. Ama unutma, yalnız değilsin! Yolun tozlu başyapıtlarla dolu… Sen onlara acırken, zavallılığın daha bi parlayacak, ışıldayacak."
Kadın irkildi, seyrettiğim yerden de ben! Ürperdi, sonra ben… Gözleri doldu… Gözlerim…
Sense durdun sadece, şöyle istemsizce bakındın etrafına. Hiçbir şeyin farkında değildin ya da bu öykünün resmini zaten tamamen sen çizmiştin.
Çok huzursuzdun. Başka şeylerden konuşmaya başladın; hava güzeldi, evet, bu şehirse küflü… Kadın öylece yürüyordu yanında, onun yüzünü görmedin, darmadağın ama haddi bildirilmiş yüzünü… Nereye koyacağını bilemediği elini tuttun, güzeldi bu; sıcaktı, hatta eli terledi kadının! Midesinde ise yumru, yumru el izleri…
Bense… Kaçtım seyrettiğim yerden, ayazdan… Donmaktan değil, girdaptan korktum… Sonra bir el… Eller…
Ensemde nefes… Kulaklarımda, saçlarımda… Eller sonsuzumda… "Bir tanem…", "Bir tanem… Nasıl da üşümüşsün… Seni ısıtma vakti gelmiş… Nerelere gittin? Gitme bu kadar uzaklara… Hep benimle kal… Benimle…"
Ahhh, bu nefes…
Ben… Deli âşık…
Sedef Özkan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan YORGUN SESLER KOROSU |
|
Kuşları dinlemedeydi, sokaktan pertavsız geçip giden arabalara inat. Eskiden ne keyifliydi şu yol, kilit taş döşenmeden önce. Toz toprak her rüzgârla evin içine hücum etse de hiç olmazsa bir sessizlik vardı burada. Şimdi öyle mi ya, ipini koparan yolda buluyor kendini hem de hiç yaya var mı yok mu düşünmeden.
Kuşların hangi saatlerde eş çağırma, arama yaptıklarına, nasıl ses çıkardıklarına odaklanıyordu. En çok da baykuşun hangi evlerin çatılarını tercih ettiğini merakla gözlemliyordu. Sessizliği seviyor, hiç dinmesin istiyordu. Yaz, takvime göre çoktan bitmişti. En sevdiği mevsimin en sevdiği ayı kapıya dayanmıştı. Kim o dese, giriverecek gibiydi. Sabırsız bir arkadaş ya da uzun yol yorgunu biriydi sanki. İmbat esintisi sabahın ilk saatlerinde başlar gün ortasına değin sürerdi. Denizin sabahları ütülü bir kumaşa benzeyen görüntüsü ise tüm yorgun gönlünü çekip alıyordu işveli bir yosma gibi kendine.
Denize çok yakın bir zeytinliği kurtarılmış bölge ilan eden kuşlar, börtü böcekler, yılanlar, çıyanlar velhasıl görülen görülmeyen, işitilen işitilmeyen her tür hayvanla birlikte doğal bir yaşam sürmenin keyfini bozansa yoldu.
Yazlıkçıların kışlaklarına birer birer çekildikçe ıssızlaşan sitede kalan üç beş komşu ile yapılan sohbetlerin daha çok hava raporuyla ilgili olmasına şaşılmıyordu. Yıllarca site problemleriyle boğuşan insanların çözümsüz gibi görünen sorunlarda dahi son dakikada çözüm bulmasına alışılmıştı. İnsan ilişkilerinin karmaşıklığı ve anlaşılmazlığı üzerinde en çok tartışılan konular arasındaydı. Öyle ilginç kişiler vardı ki, bunlardan biri, kerameti kendinden menkul denen tip; herkesin konuştuğu ve yaptığı yanlış, yalnızca kendisi doğruymuş gibi sürekli problem üretirdi. Kavgalı olmadığı, tartışmadığı pek az kişi vardı. Her toplantıya katılır ve her toplantıya muhalefet şerhi koyar, alınan hiçbir kararı kabul etmezdi. Böylesi birinin toplu yaşanan bir yerde ne işi olabilirdi, anlaşılır gibi değil.
En iyisi kuşlara dönmek! Çünkü en kötüsünün sesi dahi bay muhalefetinkinden iyi. Hiç olmazsa kendi diledikleri zamanda ve kendi gereksinimleri için ötüyorlar. İnsanların kendilerinden keyf alıp almadıkları hiç umurlarında değil!
Sıkı sosyalist, "Eskiden denize giderken zeytinliğin içinden geçilirdi. Şu yol yapıldı yapılalı, sanki çok rahatmış gibi unutuldu birden." Bir diğeri atıldı, "Kardeşim hayat boşluk tanımaz, bak, şimdi orayı hurdacılar doldurdu, kendilerine yer edindiler," dedi. Öyle ya, görülen manzara hiç iç açıcı olmasa da gerçek buydu. Adamlar bir de masa koltuk koymuşlar çöp toplama tanklarının yanına, nefis bir büro manzarası!
Yorgun sesler korosundan hüzzam makamında şarkılar dinlenir gibiydi ada otel sohbetleri. Hiç bitmeyen bir derde giriftar olmuş yorgun bedenlerden çıkan mırıltılara kulak kabartan yeni bir dinleyici topluluğu aranıyordu belki de.
Bu topluluğun koruyucu meleği Melisa her zamanki yerini alıyor ve herkesin en sadık dinleyicisi oluyordu. Hayvan deyip geçmemeli. Bu hayvanın ada otel sakinlerinin yaşamında ayrı bir yeri var. Onun bizlere bağlılığının onda biri bizde yok!
Neyse, Melisa'ya methiye düzmeyi bırakalım da biz yine korodan yükselen seslere kulak verelim.
Hemen her gün bir benzerini yaşamaya alışık olduğumuz yaşama azıcık da olsa bir renk katma çabasıyla olsa gerek, bir komşumuz arının yuvasına çomak sokuverdi. Ardından peşpeşe film karelerini aratmayacak diyalog, karakolda karşılıklı şikâyetlerle son buldu.
Günün son gelişen tartışma konusu site sakinlerinin filtreden geçirilmiş hassas düşünceleriyle aydınlığa kavuşturuldu. Kim haklı, kim haksız, olayın ayrıntısı pirinç ayıklarcasına ayıklandı ve sonunda kabak yine arının yuvasına çomak sokanın başında patladı.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu "Emperyal" Türkiye'nin ayak sesleri ve karışık kafalar. |
|
Önce "emperyalist" tanımını hatırlayalım.
TDK'ya göre "bir milletin sömürü temeline dayanarak başka bir milleti siyasi ve ekonomik egemenliği altına alıp yayılması veya yayılmayı istemesi"
Buradaki ana eylem sömürmek ve yayılmak!
Son zamanlarda "Arap baharı"nın esintileri ve Balkanlardan gelen "yeni Osmanlıcılık" alçak basıncı birçok yazarı bu rotaya soktu, "Yaşasın emperyal Türkiye!" rotası...
Sömürgecilik tarihine çok kısa bakarsak, 15. yy'da denizlere açılan Avrupa, sömürgeciliği başlatmış. Kolomb'un Küba'ya çıkması ile Amerika kıtasına ayak basması ve Afrika'dan getirilen kölelerle Güney Amerika'nın zenginliklerinin Avrupa'ya taşınması 500 yıl sürmüş. Bu arada Asya'da Çin ve Japonya'nın yayılmacı hareketleri başlamış. Hindiçin'de 1000 yıllık Çin sömürüsü, 18.yy'da Fransızlarla el değiştirmiş ve ancak 1900'lerin ortasından sonra bölge bugünkü haline gelebilmiş. Sonra ABD'nin 1800'lerde başlayan ve günümüzde tepe noktası yapan yayılmacılığı var. ABD'nin yayılmacılığının temel gerekçesi, ekonomik büyümesinin devamlılığı için kendi anakarası dışındaki pazarları ele geçirmek veya kontrol etmek. Bunu gerçekleştirmek için de iç savaş çıkarmak veya bir şekilde fiili müdahale etmek, darbe yapmak, kültürel değişim ve sosyal haklar üzerinden kontrolü kurgulamak, medya, ekonomi, bürokrasi, kamu veya özel kurumlarda açık veya gizli örgütlenmek vs daha akla gelebilecek farklı yöntemlerle "hedef sömürgeye" nüfuz etmek gibi 21.yüzyılın araçlarını kullanıyor.
Kısaca 16.yy sömürgecilerinin elindeki araçlardan çok daha fazla araç, ve yöntem var günümüzde; ama amaç hep aynı.
Türkiye bu tarihçede Osmanlı geçmişi ile yer alıyor. Osmanlı da yayılıyor, büyüyor. Çok da masum değil. Ama gün geliyor, o da emperyalistlerin paylaşım savaşlarında eriyip bitiyor. Kurtuluş Savaşı ve Aydınlanma Devrimleriyle yok olma noktasından, yeni bir ülke kuruluyor ve bugünkü sınırlar içinde var oluyoruz. Sorunlarımız dağ gibi olmasına rağmen bir zamanların Turancı fikirlerinden beri, hiç bu kadar "yayılmacılığa" özenilen bir dönem galiba olmadı. Çoğu yazarda bu fikrin oluşmasında, AKP'nin müthiş değişken, strateji yoksunu, günübirlik dış politikası etken.
Ekonomisi ve siyaseti bu kadar kırılgan olan Türkiye'nin bu maceralara öykünmesi ancak intihar olabilir. Kendi sınırlarımız içinde, kaynaklarımızın ve emeğimizin bekçiliğini yapmak, bunları barış içinde yaşamanın aracı olarak zenginleştirmek, kendi iç barışımızın tesisi için çabalamak dururken,
"Emperyal Türkiye" hayalini dillendirmek, şekillendirmek ve geleceğe dair bir model olarak sunabilmek, ancak toplumsal hafızayı karıştırmak, yok saymak ve hedef saptırmaktır. "Emperyal Türkiye" hayali ancak gerçek sömürgecilerin oyuncağı ve kuklası olur. Daha da tehlikelisi bu yazarlar "sonucu ne olursa olsun" diye vurgulayarak bu fikri son derece "kaçamak ve vizyonsuz" bir biçimde topluma enjekte ediyorlar.
Üstüne üstlük "emperyal" ve "tam bağımsız Türkiye" bir arada kullanılıyor.
Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan idama giderken, cellatlarının yüzüne "Yaşasın tam bağımsız Türkiye, kahrolsun emperyalizm, yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği." diye haykırarak yürüdüler ölüme. Eğer yaşamın merkezine "insanı" koyarsanız, asla emperyalizm ve tam bağımsızlık yan yana gelmez. Deniz'lerin hayalini kurduğu, uğruna canlarını verdiği, bizim de hayalini kurduğumuz Türkiye, "tam bağımsız" olursa kesinlikle emperyalist olamaz, olmamalıdır. Emperyalistlere karşı verilen savaşla kurulan bu ülke, yine emperyalistlerin ve onların işbirlikçilerinin katlettiği yurtseverlere vefa borcunu ancak böyle öder.
"İleri demokrasi" ortamında, bu yazarlar bu tezleri dillendirirken, biz de karşılık veriyoruz ama unutmayın Türkiye olası bir "emperyalist" girişim yapsa ve biz de sokaklara çıkıp "yurtsever ve antiemperyalist olarak" savaş karşıtı toplantılar düzenlesek, NATO'ya hayır desek, barış desek, savaş istemiyoruz desek cop ve gazı yine biz yeriz. Ama onlar bu "kaçamak vizyonları" işe yaramazsa ve ülkeyi yeniden kuruluş tarihindeki noktaya getirilerse, ortalıktan da toz olurlarsa, yine iş "yurtseverlere" düşecektir.
Emperyalistlere kızmıyorum. Tarih boyunca hep var oldular ve var olma sebepleri bu: yani sömürmek, yayılmak, kendine benzetmek. Asıl kızdığım, onların sözcülüğünü yapıp, tarihten ders çıkarmayıp, hizmet edenlere, bilinçli veya bilinçsiz işbirliği yapanlara.
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-33
* Denizdeki fırtına gücü yeteceğine inanmasaydı kocaman gemilere saldırır mıydı?
* Adalet, dürüst insana cesaret; dürüst olmayan insana da korku verir.
* Hatasız, mükemmel bir dost mu arıyorsun? Zor bulursun, ama gene de aramaya devam et.
* Konuşuyor, ağlıyor, çırpınıyor, aranıyor… Sakın aşık olmasın?
* Gülün kokusu rüzgarla gelir, ama kokan rüzgâr değildir.
* Adaletin konuşmadığı yerde; kaba kuvvet, iltimas ve namussuzluk baştacı edilir.
* Dostuna ekmeğini ver, ama dostunun ekmeğini alırken biraz düşün.
* İntihar mı etmeye karar verdin? Hasetlik çek, her şeye öfkelen, herkesten nefret et…
* Ahlâk kurallarını önemsemeyen toplumlar, gelecek kuşaklarına ihanet etmektedirler.
* İnsanlar başarıyı hazmedenler ve başarıyı hazmedemeyenler diye ikiye ayrılır.
* Kötü dostlarım olacağına yalnız kalayım daha iyi.
* Fakir elde edemedikleri için mutsuz; zengin ise elde ettiklerine rağmen mutsuz.
* Bıçağını keskinleştirenin mutlaka bir şeyi kesme amacı vardır.
* Söndüremeyeceğin ateşi yakma!
* Korktuğunu kabul etmeyen insan gerçekten cesur insan mıdır?
* İnsanlardan ümidini kesen bazı kişiler, hayvanlardan dost tutmayı denemektedirler.
* Kendini yönetemeyen bir insanın başkalarını yönetmeye talip olmasından daha komik bir şey var mıdır?
* Bilimden uzaklaşan toplumlarda doğan boşluğu, hemencecik dogmalar doldurur.
* Doğanların olmadığı yerde ölümün sesssizliği hakimdir.
* Ego kolay tatmin olmayan bir canavardır. "Artık doydu" dediğiniz anda daha büyük bir iştahla saldırıya geçer.
* Sözün güzeli tek başına yetmez; eylemin de güzeli gerek.
* Dostumla aynı yolda yürüyoruz, fakat hedeflerimiz farklı. Çünkü biz bir değil iki kişiyiz.
* Ağlamak o kadar önemli değil; gözyaşlarının ne için aktığı önemli.
* Bir insana içten gülümse, karşılığını mutlaka alırsın.
* İnsan her türlü aleti yapmayı ister; ama kendi kusurlarını tartacak olan bir terazi yapmaya asla yanaşmayacaktır.
* Çıkılan hayat merdiveninin her basamağı insanı ölüme biraz daha yaklaştırır; insan ise nedense bu basamakları elinden gelse birer birer değil ikişer-üçer çıkmaya çalışır.
* Cesaretin önemli bir kısmı tecrübe, geri kalanı da akıldır.
* İşin kötü yanı; ahlâksızlar çoğu zaman, ahlâksız olduklarının farkında değillerdir.
* Düştüğünde canın acımayacak kadar yerlere yüksel!
* Dostun da olsa araya bazı engeller koy.
* Gönlü yüksek insanların çeşmesinden doldur testini.
* Mihnet eden insan; onurundan ve özgürlüğünden de vaz geçmek zorundadır.
* Tökezleyen insanı tut, düşen insanı kaldır; ama düşmek isteyen insana sakın karışma! Yoksa onunla beraber düşersin ve de üstelik altta kalan da sen olursun.
* En büyük fırsatları daima en büyük felaketler doğurmuşlardır.
* Sadece yaptıklarımız değil; aklımızdan geçenler de bizi utandırabilir.
* Haksızlığa uğrayanın kırgınlığını giderecek tek şey: hakkının verilmesidir.
* Övgüyü ödünç veren dostun olamaz.
* İnandığını yaparsın, inanmadığını yapamazsın; aradığını bulursun, aramadığını bulamazsın.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ADİL-İYYE MACERALARIM 3. VE SON FASIL
Sonacıma efendim bekle Allah, bekle. Ne gelen var ne giden. Yannış anlamayınız postacı bakımından yani. Ulan nasıl olsa bu hakim lehimize karar verecek, (sen öyle zannet saf oğlum benim!) kapı gibi emsal karar koyduk dilekçe ekine, gidelim de şu olmaz olası adına Adliye denen dehlize de bir bakalım n'olmuş bizim iş!
Ooffff, püüüüf, küüüüf dönüp dolaşıp gene geldik buraya. Hanım kızım burası 11.Sulh Ceza değil mi, yanlış gelmedim yani!
- Evet amca ne vardı, çabuk söyle.
- (Ya be kızım senin sakin bir zamanın yok mudur allasen!) Şey, şu elimdeki dilekçenin sonucuna bakacaktım da ...........
- Tabii her zaman olduğu gibi sana postalanmadı, bu mahkeme kararı. İşte bunnar Avukatsız dava açmaya kalkmanın abuklukları. Bak dede (Hayrola, şimdi de dedeliğe mi terfi ettik, yaaa!) adliyelik bitin bile olsa kendine bir avukat bulucan, artık ya paraya kıyacan, ya da böööle trafik cezası gibi abukluklar için dava açmaya kalkıp hakimleri meşgul etmicen. Adliye tarihinde görülmüş şey mi mahkeme kararının postaya verildiği.
- (Yorumların ve bilgilendirmelerin için, haliylen teşekkür etmemekteyim de bir de sadede gelip sade kahve ısmarlasan diyorum, bu yorgunluğun üzerine iyi gider! Ah kızım ah, paşa paşa ödemek varken şu cezayı yorgunu yokuşa sürdün ya, senin bütün işlerin düzgün yürüsün emi!)
- Hımmmmm, senin davayı 3.Sulh cezaya şutlamışlar. Anaaaa kim lan bu Arif Tarif sen duydun mu bu ismi Recep?
- Ne biliiim ya. Adliye değil mi burası. Her köşe başında bir hakime tosluyosun!
- (Vay anam babam vay çalışanlarının adalet sistemine saygısı bu olursa, buyur ola cenaze namazına! Hoooop dedik! Hikayenin sonunda senin adalet sistemine olan saygına da gelecek nasıl olsa sıra ) Neyse hanım kızım nerede bu 3.Sulh Ceza, Yanım, yönüm, yörem neresi olacak yani!?
- Ben nerden biliim amca? Yani o kadar çok mahkeme var ki burada, hepsinin yerini bilsem tam ortada durup trafik polisliği yapardım, çok daha zevkli olurdu valla! Bak şimdi sen ilk gelişte bizi nasıl buldun, 3.Sulh Cezayı da öyle bulmaya çalış, merak etme bulursun nasıl olsa!
Dön geri, hızlı adımlarla uzaklaş şu nalet 11.Sulh Ceza'dan, bir an önce kurtul (sen öyle zannet!) Anlaşıldı Adliyede adresleri Fotokopicilere soracan! Her katta bir tane var nasıl olsa, yoksa 2 tane mi vardı lan! Hah, işte geldim. Ya dostum, 3.Sulh ceza hangi yöne düşer.
- Amca be, sendeki görüntü kötü, sen düşme de, hele şu köşeye iliş, bir soluklan, sonra doğru asansöre 2.kata orada yeniden sor tamam mı, şimdi ben sana tarif etmeye kalksam bu labirentte nasıl olsa bulamazsın. Dalga geçmiyorum ha! Alışık olmadığım kapıdan girmeye kalktığımda, bazen ben bile kayboluyorum bu binada!
- (Artık Türkçe konuşmayı bırakıyorum. Kendi kendime İngilizce konuşmaya başlıcam. Belki işler daha kolay yürür!) This is a Lift. I will go to second flor. Hooop hemşerim bu Sulh Cezalardan engelli koşularda 3.geleni ne yanda acep?
- (Ulan bu binaya giren bütün çatlaklarda beni buluyor yaaa!)
- Hıııımmm, cevap yok hızlı adımlarla kaçılıyor. Buna da soruyu İngilizce mi sorsaydım acaba. Ama bana daha çok Çince bilirmiş gibi bir hava verdi. En iyisi gene bu katın fotokopicisini bulmak!
- Hah! Ya arkadaşım bu 3.Sulh Ceza ne yanda acaba?
- Birinci göbeği geç, ikinci göbekten sola dön, oradaki koridora gir, sağdaki ilk kapı. - Sağ olasın ya, ilk defada bu binada bu kadar net bir tarif aldım, yani.......
Veeee, ihtiyar moruk başına geleceklerden habersiz kaderine doğru emin adımlarla ilerlemektedir. Inııııın.
- Ehem ehem öhö, öhööö, öhöööö de öhööö yani, ben geldim hanım kızım.
- Geldin de niye geldin be amca, onu sööle
- Sizin Mahkemeye tevzi edilmiş bir davanın kararını almaya geldim.
- Vay be amcama bak, Amca sen gide gele bayağı bir hukukçu olmuşun ya, ne o öyle tevziat mevziat karar marar filan. Ver bakayım dilekçeyi.
(Bilgisayara bir dalış daldı ki, yaaa kızım tüpsüz dalma boğulucan valla ödüm koptu yaniıi
- Iıııı, bu kesinlikle biz de değil!
- (Üffff ulan ifadeye bak sanki bu ülkede kesinlikle devrim mevrim olmaz diyen burjuva solcusu keskin Marksist mübarek!) Nasıl olur hanım kızım, yukarıdan o kadar kesin bir ifade ile yolladılar ki, yani sanki analarının adını söylüyo havalarındaydılar. Valla hanım kızım ben bittim, ya bu kararı alacam, ya alacam başka yolu yok yani, hani yollar yürümekle aşınmaz tamam da bu kadar da değil yani! Yollar aşınmıyo tabii ayakların tabanları aşınıyo icabında.
- Tamam amca anlaşılan yorulmuşun, celallenme, şimdi ben şu adliye iç rehberi denen yerden 11.sulh cezayı bulabilirsem, senin kararın adresini öğrenirim, artık gerisi sana kalıyo haliylen.
- (Eveeet, birinci büyük telefon olimpiyatları başlıyo hoş geldiniz benim candan aziz ıspanaktan leziz seyircilerim.)
- Hıııım, Haaa, heeeee, demek ki, oradan bakıyoruz. Annadım ilk sevk no'su diyosun yani. Peki bakalım, bulamazsam gene dönerim. Hadi by by.
-(İkinci parti bilgisayara tüpsüz dalış başladı, ulan bu kız bir gün kesin boğulur bu gidişle, ya kızım önündeki alet bilgi sayar be, senin yakışıklı boy friendin değil yani.....)
- Haaah buldum, buradaymış meret! Amca sen bu davayı kaybetmişin, seni sevmemiş bu hakim.
- Olamaz ya, mümkünatı yok, ekine de kapı gibi emsal dayadık kızım bu ne bu yaaa!
- Valla haliylen hakim bu emsal memsal dinlemez, müteahhit olsa neyse....
- (Yorumların için teşekkür meşekkür etmiyorum, hayın bayan. Ooffff ulan offf. Hiçbir şeye acımam da çektiğim şu emeğe acırım.)
Ne demiş ulan bu sayın gaddar Davut bakalım, bakalım! Abi bu sayın hakim -pardon çok özür diliyorum şahsen kendimden yani yanlış anlaşılmasın başkasından değil, bu kadar da kaba olamam ben abi yaaaa!- Yaaa bu benim dilekçeyi filan okumadığı gibi emsal karara falan da kesin bakmamış. Ulan orada kapı gibi yönetmelik maddesi yazmışız bu hakimlerin en çok sayın olanı - olmucam işte ulan kibar kibar mimar olmucam kardeşim- bunlardan hukukçu olursa benden Cumhurbaşkanı olur yaaa hem de harbiden en tarafsızından yani. Bak sen şu işe Trafik Müdürlüğü ile yazışma yapmış yani, biz de keriziz ya yedik! Dava dilekçesi 1,5 sayfa, üstelik ekinde emsal karar var. Gereği düşünüldü kısmı maşallah roman ağabeycim ya, yalnız dünyanın en kısa romanı toplam 6 satır. Kesin bu yurdum insanının arabası yok ha! İşe metroyla filan gidip geliyo hala bu, onun intikamını alıyo aklı sıra! bir de 34 plakayız ya, zannetti ki İstanbul'dan gelip İzmir'e hava attık geri dönüp gittik yani.
Yahu ben 7 yıldır bu şehirde oturuyorum be, adrese bak adrese hemşerim orada kapı gibi davacı tarafın ikametgah adresi var yani, çalıştır saksıyı icabında! Şimdi kendimi ihbar edip bir de plaka değişikliği yapılmadığından ceza yedirtme bana yani. Hakim sayınım alacağın olsun, inşallah ilk karşılaştığın herifi na şeriften esaslı bir Osmanlı omuzu yersinde hakimlik aklın başına gelir İstanbul düşmanı sayın Makam-ül Heybet!....
Bu hikayenin sonu nasıl bağlanır sizce? Hayatım boyunca ilk kez bir trafik cezasını ödemiyorum arkadaş!!!! Sırf bu Hakime duyduğum kızgınlıktan ötürü ödemiyorum nasıl ossa bu ülkede bir kere daha trafik affı çıkacak anasını satıyım, ödemiyorum ulaaan var mı diyeceğiniz!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Sana içimde kelimeler biriktiriyorum..
Sana içimde kelimeler biriktiriyorum..
Gitme..
Yol yakın dönmek için,uzaklar yakın..
İçimde senelerin özlemi var..
Sana anlatmadığım rüyalarım,
Seni yaşamadığım özlemlerim var..
Yıllara vurdum cümlelerimi..
Kışlarımı bıraktım,
Baharlarımı toplayıp geldim..
Rüzgarlar savurdu hüznümü..
Bulutlara katıp geldim neşemi..
Martıların kanatlarına,
Çöllerdeki her bir kuma,
Dağa,taşa,uçan kuşa,taşan sulara yazdım adını..
Umut doldurdum yüreğime..
Taştım,sığmadım enginlerime..
Durdum;dinlendim,dinledim çoğu zaman..
Bir karıncanın sesinde,
Bir yıldızın gölgesinde,
Bir kumrunun nefesinde gördüm seni..
Her bir yağmur tanesinde,
Her bir ağacın gölgesinde,
Bir taş oyuğunda,
Baharda, kışta,
Sıcak bir yaz akşamında,
Kuru bir yaprağın sarısında,
Sakin bir denizin mavisinde,
Her kelimede, her hecede,
Aradığım sendin,yazdığım sendin..
Sustukça içimde büyüttüğüm,
Yılları kilometrelere vurduğum sendin..
Unutmak istediğim ve her unutmak için çıktığım günde
Yeni bir rüyayla uyandığım sendin..
Sadece bir rüyaydın geçmişte..
Şimdiyse hasret oldun,kazıdın ismini geleceğime..
Aslı Gültekin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
PANORAMİK FETİH
İletişim ve bilgilenmede internet, taşrada bulunmanın dezavantajlarını kaldırmakla birlikte İstanbul'da bulunmak elbette artı bir avantajdır.
Nerede olursak olalım internet sayesinde tüm dünyadan anında haberdar olabilmekte, istediklerimizle hemen iletişime geçmekteyiz. Bu sayede 2009'da açılan 'Panorama 1453'ten haberdar olmuşken benim için bu mekânı görmek taşra dezavantajından dolayı iki yıl gecikti.
Üniversite öğrenciliğimde taşradan 303 otobüslerle gelip indiğim Topkapı otogarının izlerini ararken çocuklarla birlikte Panorama 1453'ün kümbet görünümlü binasında buldum kendimi.
Panorama müzesine girdiğinizde, İBB Kültür A.Ş.'nin internet sitesinde açıklanan "İSTANBUL 1453 Panoramik Müzesi'ndeki çalışmada resmin bittiği yer diye bir şey olmadığı için, resme bakan kişi optik alışkanlıklarıyla eserin gerçek boyutlarını kavrayamayacaktır. İzleyici, platforma çıktığı anda 10 saniye kadar sürecek bir şok yaşamaktadır. Bu durum, resmin gerçekliğini ve boyutlarını kavramayı sağlayacak referanslar, başlangıç ve bitiş gibi dayanak noktaları bulamamanın şaşkınlığıdır. Burası insana, kapalı bir mekâna girildiği halde, bir şekilde tekrar üç boyutlu dış mekâna çıkılmış duygusunu yaşatmaktadır." olgularını aynen yaşıyorsunuz. İlk girişteki o on saniyelik şaşkınlık zaten sizi büyülüyor.
Bir gökyüzü algısında yerleştirilen resimlerle ve ses efektleriyle İstanbul'un fethi ifade edilmeye çalışılmış. Geri fonda sürekli çalan mehter en başta size geçmiş ve fetih duygusunu veriyor. Gerilerde nizamlı şekilde yer almış yeniçeri ordusunu mehterle daha bir canlandırabiliyorsunuz. O an fetih için surlara hücuma hazırlanıyorlar. Orduların önündeki Fatih resmi, ders kitaplarında Fatih'in İstanbul'a girişi resminin benzeri olması surlara saldırı hazırlığının gerçekliğini biraz bozuyor. Zihninize yerleştirilen tarih anlatımıyla burada resmedilen tarih bu resimde çelişiyor ve savaşın ortasında duygunuz birden bozuluyor. İstanbul fethedilmiş, surların içine geçilmiş ve Rum kızlarını Fatih'e çiçek vermeye çalışırken hayal ediyorsunuz.
Marmara tarafında surların hemen yanında top ateşleyen, yaralı askerlere yardımcı olan askerler size sur gerisinde zorlu bir mücadeleyi anlatıyor. Sol tarafınızda Edirnekapı tarafında resmedilen süvariler hiçte bizden yeniçeriden biriymiş görüntüsü vermiyor. Ortaçağ Hıristiyan şövalyelerini daha çok andırıyor. Surlara Yeniçeriler mi, Hıristiyan ordularımı saldırıyor bir türlü çıkaramıyorsunuz. Gemilerin karadan Haliç'e indirilmesi ise çok gerilerde siluet gibi resmediliyor.
Tarih kitaplarında vurgu ve tüm ayrıntısıyla anlatılan Ulubatlı Hasan'ın surlara bayrağı dikmesini, diktikten sonra şehit edilmesini, Topkapı surları önündeyken hatırlıyorsunuz ama gördüğünüz resim tarih anlatımından yine uzak kalıyor. Surların tepesinde çok uzaklarda ayakta çok rahat bayrak direğini dikmiş belli belirsiz bir Ulubatlı Hasan'la karşılaşıyorsunuz. Surları aşma mücadelesindeki askerlerde nedense ben yeniçeri askeri pek göremedim. Resmedilen askerler yeniçerilerden, Anadoluluktan çok uzak duruyor. Bayrakların çiziminde üzerindeki şekilden adeta bilerek kaçınılmış; ne hilale ne haça benziyor. Bayraklar üzerine belli belirsiz siluetler yerleştirilmiş. Yanılmıyorsam o gün Osmanlılar hilal resmi içeren bayrak kullanıyorlardı. Nafile burada resmedilen hiçbir bayrakta hilal izini dahi göremedim.
Dairesel bu mekanda hemen etrafınıza yerleştirilen eski savaş aletleri resimdeki renkliliğe maalesef uyum sağlamıyor. Yığma toprak üzerine sonradan yerleştirildiği çok aşikar olan bu gerçek görüntüler sizi resimlerin savaş gerçekliğinden uzaklaştırıyor. Bunlar daha düzenli çimlendirilmiş doğal toprak üzerine yerleştirilmiş olsalardı daha gerçekçi bir görüntü ortaya çıkardı.
Top sesleri, at puflamaları belli belirsiz gerilerden gelen bir uğultu ve bizden olan mehter marşı bu küçük mekanda sürekli duyduğunuz sesler. Biz biliriz ki savaşan askerlerimiz 'Allah Allah' diye nara atar. Şehit olma aşamasındaysa kelime-i şahadet getirir. Biraz cephe gerisindeyse Kuran okur. İstanbul'u fetheden Müslüman Türk askerlerinin resmedildiği bu mekanda bunların hiç sesini duymuyor ve işaretlerini de göremiyorsunuz. Anlaşılan bu mekan hazırlanırken laiklik ilkesine uyulmaya azami gayret gösterilmiş. Allah sesinden kim rahatsız olacak. Eğer bu askerler bizim askerlerimizse ve Allah için savaşmışlar ve en büyük hedefleri Allah yolunda şehit olmaksa bu şahadete giderken elbette Allah diyecek, besmele çekecek kelime-i şahadet getirecek. Dindar bir insan olarak bu eksikliği çok fazla hissettim. Tek teselliniz mehterin çalması oluyor.
Sanal dünyayla iç içe büyüyen çocuklarım bu sanal mekana elbette bayıldılar. Hayal kırıklığına uğramış olarak sanal ortamdan gerçek ortama çıktığımda yıllar önceki öğrencilik günlerimin nostaljisini o günkü gerçeklikle örtüştürmeye çalışarak yaşadım.
Bakımı yapılıp sağlam kalan Topkapı surlarını, Marmara'ya doğru gittiğinizde artık iyice yıkılıp dökülmüş surlar takip ediyor. Sanal ortamlardan gerçek tarihi yapı ve mekanları korumak elbet daha önemlidir. Mevcuttaki İstanbul surlarının bakım ve korunması daha öncelikli gerekli ve önemlidir.
Sanal bir müze oluşturmanın yanında Topkapı surlarına daha gerçekçi tarihi görsellikler eklenerek fetih anı daha hakiki ve canlı olarak yansıtılabilinir. Ulubatlı Hasan'ın bayrağı diktiği Topkapı surlarına benzeri bir düzenleme fetih bilincini koruma açısından gerekli.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Amerikan Emperyalizminin Model Ortaklığı Üzerine |
|
Siyasî literatürümüze Obama dönemiyle birlikte, yeni bir kavram daha girdi; model ortaklık. Türkiye-Amerika ilişkilerini tanımlamakta kullanılan stratejik ortaklık kavramı, uzun zamandan beri inandırıcılığını kaybetmiş ve değerden düşmüştü; görünen o ki Obama, özellikle de Türk kamuoyunun "gönlünü almak" ve Ortadoğu'daki halk isyanlarında etkin bir oyuncu olarak Türkiye'yi tekrar kazanmak için yeni bir dil yaratmakta ve yeni birtakım parametreleri ön plâna çıkartmakta.
Peki, bu model ortaklığın içeriği ve temel parametreleri nelerdir? Şüphesiz ki, bu sorunun cevâbı, Ortadoğu'da değişen güç dengeleri nedeniyle Obama'nın Türkiye'den beklentilerinin ne olduğu sorusuna dönüştürülebilir ve böylelikle, "BOP eşbaşkanı" Erdoğan'ın Arap baharında attığı ve atacağı adımlar da daha doğru bir biçimde anlaşılır ve değerlendirilebilir. Bu bağlamda biz burada, bu model ortaklık konusunda genel birkaç noktanın altını çizeceğiz ve bâzı tespitlerde bulunacağız.
Birincileyin belirtmek gerekir ki, Türkiye'nin Ortadoğu'ya model olması görüşü, uzunca bir süreden beri çeşitli kesimlerce dile getirilmekte ve bu görüşler, farklı bağlamlardan hareketle ve farklı öncüllerin kullanılması nedeniyle farklı sonuçlar doğurmaktadır. Obama dönemi dış politikası incelendiğinde de ABD'nin, BOP'ta epeyce geride olduğu anlaşılmaktadır. Büyük ekonomik krizlerin yaşandığı ABD'de kamuoyunu da Ortadoğu'da askerî güç konuşlandırmaya iknâ edecek mâkûl bir gerekçeleri görünmemektedir.
Obama, doğrudan askerî kuvvete dayalı "sert güç" ile ekonomik ve siyasî yaptırımlara dayalı "yumuşak güç" arasında bir denge kurmak ve bir tür "ılımlı güç" ya da "akıllı güç" kullanarak BOP'ta mesâfe katetmeye çalışmaktadır. Irak ve Afganistan'dan çekilmekte olan ABD, bölgede sürmekte olan halk ayaklanmalarında askerî gücüyle yer almaktan çok, müttefiklerinin askerî, ekonomik ve siyasî gücünü kullanarak bu gelişmeleri kendi çıkarlarına göre yönlendirmek istemektedir.
Bu bağlamda model ortaklık, ABD'nin gerek Türkiye, gerekse de bölgedeki diğer müttefiklerinden beklentilerini ifâde etmek için kullandığı temel kavram hâline gelmektedir. Obama, bu yeni dönemde müttefiklerinin din, mezhep ya da kültür ekseninde değil, "ortak idealler ve değerler" üzerinden; başka deyişle, küresel kapitalist sistemin doğal gereksinmeleri olan serbest pazar ekonomisi ve "insan hakları"(!) üzerinden siyâset üretmelerini ve emperyalizmin çıkarlarına uygun hareket etmelerini beklemektedir.
Şimdiye kadar diktatörlük ya da yarı-diktatörlüklerle idâre edilen Ortadoğu'da din, mezhep ve kültür farklılıkları, Ortadoğu halklarının ayrışmalarına fırsat tanımayacak biçimde baskı altına alınmaktaydı; bu idârelerin tasfiyesiyle bu farklılıklar da daha açık bir biçimde gün yüzüne çıktı. ABD, Irak'taki gibi mezhep bölünmeleriyle tüm bölgenin ateşe atılmasını göze alamayacak bir durumdadır; bunun yerine, "ortak idealler ve değerler" üzerinden bölgede "laik, demokratik ve insan haklarına saygılı"(!) yönetimler kurmak ve BOP'u bu idâreler mârifetiyle tamamlamak istemektedir.
Ortadoğu'daki mevcut karışıklık ve kargaşa ortamı, dünyâ petrol arzını ciddî biçimde etkilemektedir ve zâten büyük ekonomik krizler ile kronik sorunlar içinde olan ABD'nin öncelikleri arasında, Ortadoğu'da en az eskisi kadar "istikrarlı"(!) yönetimleri iş başına getirme ve petrol akışını yeniden düzenleme vardır. Bu nedenlerle laiklik, demokrasi ve insan hakları konusu, başta Türkiye olmak üzere tüm müttefiklerinden beklentilerini özetleyen model ortaklığın üç temel parametresini oluşturmaktadır. Erdoğan da şu beklenti içinde olduğunu açıkça îtiraf etmiştir: "Mısır, Tunus ve Libya'yı kapsayan ziyâretlerimiz ve bunun dışında yine Afganistan'daki birlikteliğimiz, Irak'taki gelişmelerin değerlendirilmesi, bunlar bizim müşterek attığımız adımlardır. Temennîm odur ki, Türkiye ile ABD arasındaki bu model ortaklık, neticesini vererek bundan sonra da devâm etsin."
Dolayısıyla, Erdoğan'ın önce "one minute" şovu ve sonra da Mâvi Marmara katliâmı ardından yaptığı "insan hakları"(!) çıkışı, Suriye yönetimine ilişkin olarak "demokrasi"(!) çağırsı ve son olarak da Mısır'da yaptığı "laiklik"(!) açıklaması, bu kapsamda değerlendirilmeli ve BOP'un eşbaşkanının ABD'nin çıkarlarına uygun olarak nasıl hareket ettiğinin görülmesini sağlamalıdır. Erdoğan, bu üç konudaki açıklamalara bütünüyle aykırı olarak Türkiye'de laikliği, demokrasiyi ve insan haklarını hiçe saydığı hâlde, bölge ülkelerini emperyalizmin "ılımlı güç" ya da "akıllı güç"üne boyun eğmeye çağırmaktadır.
Örneğin, Coşkun Musluk kardeşim, sözde "Ergenekon terör örgütü"ne(!) üye olmak iddiâsıyla tutuklu olarak yargılanmaktadır; "Ergenekon" ana dâvâsı ise henüz mahkeme aşamasındadır ve böyle bir örgütün varlığı, hukuken kabûl edilmiş değildir. Bu nedenle, Coşkun ve arkadaşlarının zorla alıkonmaları da hukuka ve insan haklarına aykırıdır. Oysa Erdoğan'ın, "Bölücü terör örgütü ve siyasî uzantıları, geçmişte olduğu gibi bizden iyi niyet ve anlayış beklemesinler." açıklaması, PKK terör örgütüne iyi niyet ve anlayış gösterildiğinin ifâdesi olması nedeniyle, demokrasi ve insan haklarına açıkça aykırıdır ve aynı zamanda da ağır cezâlık bir suçtur.
Erdoğan, hükümetin içine düştüğü hemen tüm bunalımlı dönemlerde, Türkiye'nin tüm önemli meselelerinin referanduma götürülebileceği yönünde açıklamalar yapmıştır/yapmaktadır. Peki, PKK'yla siyasî müzâkereler, YAŞ kararlarının yargı denetimine açılmasından daha "önemsiz" bir konu mudur ki Erdoğan, bu konuyu referanduma götürme gereksinimi duymamaktadır? Şüphesiz ki, referanduma götürmesi durumunda çıkacak sonucu tahmin etmekte; Türk milletinin PKK'yla müzâkere yapılmasına onay vermeyeceğini bilmekte ve buna yanaşmamaktadır. Ortadoğu ülkelerinde yöneticilerin halkın "meşrû talepleri"ne(!) kulak vermeleri çağrısında bulunan Erdoğan'ın, Türk milletinin talep ve beklentilerine ne kadar uzak olduğu, basına sızan/sızdırılan PKK-MİT görüşmelerinde de birkez daha açıkça anlaşılmıştır.
İmdi, Bush döneminde Türkiye ve Erdoğan yönetimi için ABD'nin ürettiği ılımlı İslâm kavramı, başta Türkiye'deki dinci çevreler olamak üzere çeşitli kesimler tarafından eleştirilmekteydi; Erdoğan'ın da basına yönelik olarak yaptığı kimi açıklamalarında bu kavramı eleştirdiği görülmekteydi. Oysa, Obama'nın model ortaklık kavramı, bu eleştirileri geride bırakmışa benziyor; çünkü din, mezhep ve kültür farklılıkları konusu yerine bütün vurguyu laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi genel geçerliliği olan ve kitleleri birleştirme gücü yüksek kavramlara yapıyor.
Bu ortaklık içinde Türkiye, askerî alanda en güçlü adımı ise şüphesiz ki, füze savunma sistemi için izin vermesiyle atmıştır. Bu sistem, NATO içinde tâ 1980'lerden beri konuşulan ve gerek teknolojik, gerekse de mâlî imkânsızlıklar nedeniyle sürekli ötelenen bir projeydi ve asıl hedefi de Rusya'ydı. Yakın dönemde ise bu sistem, türlü siyasî engellere takıldı ve sonunda Türkiye, bu sisteme ev sâhipliği yapmaya iknâ edildi. Ancak, ezelî hasımları olan Rusya'dan ziyâde, nükleer güce sâhip iki Müslüman ülke; İran ve Pâkistan, bu sistemin hedef tanımlaması içinde yer almakta ve bu iki ülkenin nükleer gücüne müdahâle edemeyen Batı emperyalizmi, kendilerine yönelik olası bir saldırı girişimini etkinsizleştirme amacında.
Araplar da tüm bunların farkına varmıştır; Erdoğan ile İsrâil arasında yakın bir döneme kadar sürmüş olan güçlü ilişkilerin böyle bir çırpıda kesilmesini inandırıcı bulmamaktadırlar. Hatırlanacağı üzere Erdoğan, Ocak 2004'te Yahudi Komitesi tarafından cesâret madalyasıyla ödüllendirildi ve hemen ardından, İsrâil'le serbest ticâret anlaşması imzâlandı. Bu anlaşmayla Türkiye, tarım alanında İsrâil'in açık pazarı hâline geldi; domates çekirdeğinden limona kadar pek çok tarım ürününde Türkiye, İsrâil'e bağımlı duruma düşürüldü.
Dahası, Türkiye Cumhuriyeti târihinde ilk defâ Erdoğan döneminde, Büyük İsrâil'in; Nil'den Fırat'a uzanan topraklarda homojen bir Yahudi devleti kurma çabalarının fikir babası olan Theodor Herzl, resmî törenlerle anıldı, İsrâil'le güvenlik ve savunma alanlarında çeşitli anlaşmalar imzâlandı, Urfa'daki mayınlı arâzîler İsrâil'e kirâlandı, Konya Ovası'nda yaklaşık 40 bin dönümlük bir arâzî İsrâil'e satıldı ve İsrâil'in OECD'ye üye olmasına izin verildi.
İşin traji-komik kısmı İsrâil'in, Konya Ovası'nda ürettiği ürünleri; bizim toprağımızda ve bizim suyumuzla üretilen ürünleri bize mâliyet bedelinden katbekat fazlaya satması. Hâl böyle olunca, İsrâil'den tarım ürünleri alınmaması konusunda kimi yetkililer tarafından yapılan çağrıların da hiçbir anlamı kalmıyor; İsrâil, bizzat Erdoğan döneminde elde ettiği bu ayrıcalıklarla çoktan beri sofralarımızdaki yerini almıştır ve almaya da devâm edecek gibi görünmektedir.
Bununla birlikte, nükleer programı nedeniyle İran'a karşı uygulanacak ambargoya ilişkin olarak Erdoğan, Batı emperyalizmiyle aynı safta yer almamış ve bu da İran'ı yalnızlaştırma çalışmalarını sekteye uğratmıştır. Arap baharının hemen öncesinde Erdoğan, diktatörlük ya da yarı-diktatörlük de olsa kendi halkının çıkarlarını koruyan bir rejimi uluslararası plâtformlarda koruyacağının mesajını vermiştir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da patlak veren halk ayaklanmalarının hemen ardından ise Erdoğan, bölgedeki diktatörlük ve yarı-diktatörlük rejimlerinin "yeni dünyâ düzeni"ne(!) uygun olmadığı ve "reformlara direnmemeleri gerektiği"(!) konusunda etkin mesajlar vererek saf değiştirmiştir.
Kendisini Menderes'le karşılaştırmaktan pek hoşlanan Erdoğan, tıpkı Menderes döneminde yapıldığı gibi, sırtını ABD'ye yaslayıp Rusya ve İran'ı karşısına almış ve nasıl ki, U2 Uçağı Krizi ve Küba Krizi sırasında Türkiye, ABD kaynaklı stratejik hatâlar sonucu Rusya'yla savaşın eşiğine gelmişse, bugün de aynı tehlike, İran ve Suriye'yle olan ilişkilerde geçerlidir ve bu tür bir kriz, Menderes dönemindekinden bile büyük sonuçlar doğuracaktır. Batı emperyalizminin İran veya Suriye'yle olası bir çatışmasında Türkiye artık, füze sistemi nedeniyle doğal bir cephe hâline getirmiştir. Geçmişte çekiç güç deneyiminin nasıl sonuçlandığından hiçbir ders çıkartmayan Erdoğan, yeni üslere izin vermekle, Türk milletini açıkça ateşe atmıştır.
Kendince Özal gibi, "1 koyup 3 alma" hevesinde olduğu düşünülebilir; fakat, Batı emperyalizminin böyle bir "kıyak yaptığı"(!) görülmüş değildir. Erdoğan, Libya petrolünden de umduğu payı alamayacaktır ve daha şimdiden, TSK'yı NATO güdümünde Libya'daki zulümlere ortak ettiği için târih önünde suçlu konuma düşmüştür. Batı emperyalizminin Libya'yı paylaşma plânı açıktır; petrolü AB(D) alacak, mültecîleri Türkiye. Kezâ, Suriye'deki olaylar için "iç işlerimiz" diyen Erdoğan, kendince "dârul harb"-"dârul İslâm" ayrımından hareket etmektedir; tüm İslâm coğrafyasını bir bütün olarak ve kendisini de tek lîder olarak görmektedir.
İslâmcı zevâtta, yurt ve millet kavramlarının olmadığını biliyorduk; Erdoğan'da sağduyunun da olmadığını öğrendik. Esad yönetimi, Erdoğan'a gözdağı vermek için PKK'ya destek vermeye başladı. "Dârul İslâm", hızla "dârul harb" hâline geliyor; Erdoğan'ın yaptığı ise süreci hızlandırmak. ABD'de, Suriye yönetimini devirmek için para da yok, güç de yok. Türkiye ile Suriye arasındaki gerginlikle, hem Erdoğan-Esad yakınlaşmasını bozdular, hem Türkiye ile İran arasındaki ilişkilere zarar verdiler, hem İran'a gözdağı verdiler, hem de Kandil'e yönelik kara harekâtını ötelediler.
Erdoğan, Suriye konusu hâllolmadan Kandil'e kara harekâtına sıcak bakmıyor. Ama, bu harekât geciktikçe, PKK'ya moral destek veriliyor ve şehitlerin sayısının artmasına gözyumuluyor. Üstelik, Suriye hakkındaki şu açıklaması da Türkiye'nin nasıl bir bataklığa çekilmek istendiğinin açık bir ispâtıdır: "Suriye yönetimi, Türkiye'ye yönelik kara propaganda başlatmış durumda. Artık, Suriye yönetimine güvenimiz kalmamıştır. Türkiye de ABD gibi, Suriye'ye karşı bâzı yaptırımlar uygulayacaktır. Suriye yönetimiyle görüşmeleri kesmiş vaziyetteyim."
Erdoğan'ın bu sözleri bize, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Webb'in, 19 Ocak 1919 târihli mektubunda geçen şu satırları hatırlatmaktadır: "Görünüşte ülkelerini işgâl etmediğimiz hâlde, vâlîleri tâyin ediyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermenî tutukluları özgür bırakıyoruz. Demiryollarını sıkça denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz. Halîfe elimizin altında bulundukça, İslâm dünyâsı üzerinde ek bir denetim aracına sâhibiz. Bildiğiniz gibi Vahdettin, bizi buraya yerleştirmeyi diliyor."
Diğer taraftan, Rusya için de Arap baharı, Ortadoğu'da yeni bir başlangıç yapma fırsatı yarattı. Araplar, Batı emperyalizmi tarafından desteklenen diktatörlük ve yarı-diktatörlük rejimlerine artık rızâ göstermeyeceklerini açıkça ortaya koydular. Rusya, Batı emperyalizminin askerî, ekonomik ve siyasî tehdit ve baskılarına karşı bölge insanlarının çıkarlarını BM bünyesinde savunan bir görüntü çiziyor ve kendi çıkarlarıyla tutarlı bir söylem benimsiyor. Erdoğan ise Batı emperyalizminin bölgedeki çıkarlarının sözcüsü konumunda ve kendisiyle bile tutarsız.
Akdeniz'de etkinliğini arttırması için Güney Kıbrıs, Rusya için önemli bir ortak. Yanlarına İsrâil'i de "gizli ortak" olarak aldılar. Araplar ise henüz Kuzey Kıbrıs'ı bile tanımadıkları gibi, Erdoğan'ın siyasî şovlarına âlet olmak da istemiyorlar. Erdoğan'ın (aslında BOP'un) Ortadoğu siyâseti, Arap milliyetçiliği döneminden sonra bölgede yeni bir özgürlük hareketi başlatacak gibi görünüyor. İsrâil ise Türkiye'yle ilişkilerini yeniden düzeltmeye çalışmak gibi kendileri açısından "gereksiz" bir tutum benimsemeyecek, Rusya'yla ilişkileri güçlendirecek ve Arapları, Rusya'nın yönlendirmeleri doğrultusunda kendi çıkarlarına uygun bir biçimde hareket etmeye zorlayacaktır.
İmdi Arap baharı, ABD ve Erdoğan için sonbahara dönüşme işâretleri vermeye başlamıştır ve Erdoğan ilk hamlesini, Doğu Akdeniz'de kontrolü ele geçirme çabasıyla atmıştır. Mısır gezisindeki bir diğer amaç da zâten Rusya, Güney Kıbrıs ve İsrâil arasındaki bu yakınlaşmaya dikkat çekerek bölgede bu model ortaklığı anlatmak ve kamuoyunda meşrûiyetini sağlamaktı. Arap baharı, bu güç dengeleri içinde kimseyi tatmin etmeyeceği gibi, özgürlüğün olmadığı bir ülkede ve bölgede demokrasinin de olamayacağını anlamalarına katkı sağlayacak diyalektik bir sonuç doğuracaktır. Bu süreçte bizlere düşen görev, Kemalizm'i ve Kemalist Türkiye'yi hem içerde, hem de dışarıda daha güçlü bir biçimde anlatmak ve bu diyalektiğin başarıyla gerçekleşmesine katkı sağlamaktır.
Mustafa Kemal Paşa, demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için muhalefetin gereği ve önemini iyi bildiğinden, yakın çevresini muhalif partiler kurmaları konusunda iknâ etmiştir; bugün onu diktatörlükle ithâm edenler, muhalif seslere değil fırsat tanımak, onları tasfiye etmek için kaset komplolarından tutun, sözde "darbecilik" suçlamalarına kadar her yolu denemektedir. Anadolu'da en zor şartlar altında "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir!" diyen ve bunun gereğini yerine getiren, bu amaç doğrultusunda emperyalizme kafa tutan büyük Türk milleti, bugün de emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine karşı gerekli cevâbı verecek güçtedir ve Kemalist Türkiye, bölgede başlayacak anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir hareket için doğru ve gerçek tek modeldir.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YALNIZLIĞIM
Şehirlerarası uzun bir yolculuktur
Umumi tuvaletteki bozuk musluktur
Ateş etmeden önce alınan derin soluktur
Yalnızlığım
Sabahın köründe duyulan polis sirenidir
Odanın hep aynı yerinde ağ ören örümcektir
Kadınımın beni her an aldatma ihtimalidir
Yalnızlığım
Bir süpermarkette maskot olarak çalışan
Üniversite mezunu oğlandır
Mutfakta sürekli olarak çoğalan bulaşıklardır
Zeytin ezmesi kavanozunun üzerinde oluşmuş
küf tabakasıdır
Yalnızlığım
Aslında
Benim yalnızlığım
Senin yalnızlığındır.
Kara bir tren gibi üzerine gelen korkudur
Deprem sırasında ağır yaralanmış evcil maymundur
Bir hırsızın televizyonunu ya da paranı değil de,
ruhunu çalma tutkusudur
Yalnızlık.
Cenk Bölük
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|