|
|
|
Editör'den : Bıçak kemiğe dayanmış, sevsinler!.. |
Merhabalar,
Tam güncellenen(!?) fiyatları konuşuyorduk ki acı haberi aldık. Üzülmemek, kahrolmamak elde değil. Hele bizler için birkaç gün sonra sıradanlaşacak bir haberin yerlebir ettiği evleri, söndürdüğü ocakları düşününce daha da yıkılıyor insan. İsyan etmek, lanet okumak tamam da, sonunda elde kalana bakıp ta koca bir hiç görmek deli ediyor insanı.
Karşısında laftan anlayan insan bulacağını sanacak kadar saflaşan hükümetin başlattığı "Açılım" adlı projenin, daha fazla demokrasi adına sokağa saldıklarının önderliğinde palazlanan teröre dönüşmesinin hikayesi bu yaşadıklarımız. Bitti denilen noktada alınan illetin, on yılda yeniden dirilişine şahit oluyoruz. Dişe dokunur tek bir çözüm bulamadığı gibi, bulabilecekleri de dört duvar arasına tıkmayı marifet sanan Tayyip ve yalakalarının oynadığı tiyatroyu seyretmekle yetiniyoruz.
Rant uğruna, beton ve asfaltla göz boyayan, insanı, hukuku unutan bu hükümetin, suçu muhalefete, medyaya yüklemesi de ayrı bir trajikomik hikaye tabi. Görünürde şahin, aslında fare olan bir dış politikayla konudan uzaklaşan hükümdarın istihbarat zafiyetine çözüm bulmasını beklemek elbette anlamsız. Beklemiyoruz da. Beklenilen, romantizmden uzak, gerçekçi, içi dolu çözümler üretmeleri. Üretemiyorlarsa yardım almaları.
Ekmeğini kesmeden pekakayı yok etmenin mümkün olamayacağını, İmralı ile teröristler arasında kurulan bağlantıyı külliyen kesmek gerektiğini, pekakanın kürt sorununu bitirmek gibi bir düşüncesi olmadığını iyi anlamak gerekiyor artık. Terörle varlığını sürdürenlerin, silahı bırakıp havyan otlatacağını sanmanın mesnetsiz bir fantazi olduğunu görmek için kartal gözlü olmaya da gerek yok.
Şu kuş aklımla yapılması gerekenleri şöyle bir kendimce sıralayayayım, belki Tayyip Bey görür de beni de danışman atar kendine...
1- İmralı'daki başın dış dünyayla ilişkisi derhal kesilmeli. Taze baba Sarkozy'e bile kafa tutan Tayyip Bey'imiz gelecek baskıdan yılmaz diye hayal kuruyorum tabi.
2- Kara harekatı genişletilerek sürdürülmeli ve Kuzey Irak'ta bir tampon bölge kurulmalı. Sınırlarını koruyamayan bir memleketin kimseye faydası olmaz, iyi bellenmeli.
3- Dış mihraklar pekakanın gelir kaynaklarını kurutmaya ikna edilmeli. Dünya liderliğine soyunmuş Tayyip Bey için zor olmasa gerek. Bu konuda ihtiyaç duyulabilecek kaynak, deniz feneri gibi hayır (!?) kurumlarından aktarılacak fondan pekala bulunabilir. Atalay Bakan koruma müdürüne telefon ettirerek bu fonun örtülü ödeneğe aktarılmasına aracılık edebilir.
Şehitlerimize gani gani rahmet, geride bıraktıklarına başsağlığı ve sabır diliyorum. Onlar için beslediğimiz şükran duygularımız ancak terörün kökü kazındığında bir anlam kazanabilir. Bunu unutmadan gerekenden fazlasını yapmak zorundayız, zorundalar. Esenkalın, kalabilirseniz.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan VELESPİTİM UÇAR GİDER- 3 (Son) |
|
Sarı saçlı, çilli çocuk ortaokulu bitirince bisiklete dair düşlerine bir adım daha yaklaştı. Oysa düşler zaten gerçekleşmediği için düştürler. O yaz babası geçim derdinin ağırlığından dolayı oğlun liseye yazdırmak konusunda son derece kararsızdı. Oğlunun sorularını da sürekli, "Okul zamanı gelince bakarız. Daha çok var," diyerek erteliyordu. Bisiklet sevdası bir yana sarı saçlı çilli çocuğun geleceği konusunda kocaman bir belirsizlik vardı. Bir tek ablası onun okumasını istiyordu. "O yeter ki okusun. Ben ne yapar ne eder okuturum," diyordu. Gediz Ovası'nın kavurucu sıcakları bal rengi üzüm salkımlarına dönüşürken her şey birden bire değişiverdi. Sarı saçlı çilli çocuk yatılı okulu kazandı. Artık saçları çocukluğundaki kadar sarı değil, çilleri de yok denecek kadar azalmıştı. Liseye gideceği kesinleştiği gün bisiklet özlemi uzak bir düşe dönüşüverdi.
Bu gün artık yaşlı olmanın eşiğine gelip dayanmış o beyaz saçlı adam tamirini bitirdiği bisikleti kucağına aldı. Birinci katın koridorunu geçerek merdivenlerden aşağıya indi. Bisiklet sanki toz içinde yattığı yıllarda büyümüştü. Gözüne yüksek ve kocaman göründü. Bisikletine merdiven girişinin yüksekliğinden yararlanarak ayağını birini bisikletin öteki tarafına geçirdi. Pedalı geri çekip ayağına göre ayarladı. İlk pedala korkuyla karışık bir heyecanla yüklendi. Bisikletin ön tekeri önce yalpaladı. Sonra bisiklet beton zeminde akmaya başladı. Yavaşlanmak için hafifçe freni sıktı. Jantlara sürten fren pabuçları köpek yavrusu gibi ciyakladı. Utandı, etrafına bakıntı. Sokakta kimseler yoktu. Köşe başını geçip düz bir ara sokak seçti. Pedallara var gücüyle bastı. Bisiklet yılan gibi düz yolda akmaya başlardı. Beyaz saçlı adamın yüzüne serin bir rüzgâr değdi. Giysisinin yakaları bir uçurtma gibi rüzgârla çırpındı.
Bisikletiyle uçup giden beyaz saçlı adamın yüreğinde geçmiş çocuk sevinçleriyle dalgalandı. Ağaçların, sokak kapılarının, park halindeki otomobillerin yanından geçip giderken kendini bisiklet düşü kurduğu o eski zamanların sokaklarında hissetti. Yatılı okulu kazandığını, artık büyüdüğünü öğrendiği o sonbaharda arkadaşının birinden emanet bir bisiklet almıştı. Neyse ki bir Sağlık raporu almak için Doktor Recai Bey'e gidecekti. Başka zaman olsa gak guk diyecek, kırk dereden su getirecek arkadaşı o gün hiç sesini çıkarmamış hemencecik razı oluvermişti. Üç kilometrelik yolu uçar gibi gitmişti. Pıtıraklara girmeden, patikadan, traktörlerin lastik izlerinden hiç çıkmadan gitmişti. Emanetin canı yufka olurdu. Doktor Recai üstelik rapor da vermemişti. "Bu işlerde benim raporum geçmez. Sen Manisa Devlet Hastanesine git. Heyet raporu al,"demişti. Saruhanlıdan eli boş dönmek onu hiç üzmemişti ama birkaç kilometre sonra bisiklet sahibine teslim edilecekti. O da kasabaya gelince tren yolu boyunca basıp İshakçelebi'ye geçmişti. İkindiye değin gezip tozduktan sonra emaneti teslim etmişti.
Beyaz saçlı adam bisikletini hızlandırıp sonra de pedal basmadan bisikletin kendi kendine akmasına fırsat veriyordu. Minicik çakıl taşları, kum tanecikleri pıtır pıtır lastiklerden fırlıyordu. "Bir ayna almalı belki," dedi. "Belki bir de rüzgar gülü takmalı gidona… Sabah erkenden çıkmalı yola. Kuşlar hatta sokaklar bile uyanmadan önce." Bak bak bak, Kocaman adam bisiklete binmiş. Sevinçten delirmiş üstelik. Ağzı neredeyse kulaklarına varacak," denilmesinden çekiniyordu.
Beyaz saçlı adamın, Velespiti uçar gider… Sokakları geride bırakıp, eski düşlere akar gider.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu TİYATRO ÖLÜYOR MU? |
|
Sahnede saçları iyice ağarmış, ufak tefek bir adam. Panolardan birine gazino, bar, pavyon gibi yerlerde çalışanlar için verilen kocaman bir kimlik kartı asılmış. Kartta, kırmızı kalemle "komediyen" yazılı.
O komed(i)yen, tiyatro sanatıyla ömründe bir kez bile yüz yüze gelmiş birinin tanıdığı biri: Abdullah Şahin. Bir zamanlar Enver Demirkan'la sahnelerde "Nokta İle Virgül" ikilisi olarak komedyenlik yapardı. Ama ben onu, salt sanatçı olarak değil, kişi olarak da tanıyorum. Birlikte sofralara oturmuşluğumuz, söyleşilerimiz var. Ayrıca onun İnsan Maymunu adlı kitabını da çok önemserim. Su gibi akıp giden; ama geride tiyatro sanatına ilişkin buruk tortular bırakan bir kitap: Tiyatro zor sanat; tiyatrocu olmak, hayatı üç beş alkışa satmak.
Sahnedeki adam, birini çağırıyor: İlhan Daner. Görmeyeli yıllar olmuş. Balarısı Özdemir'le İzmir Fuarı'nda bizleri hem güldürür hem düşündürürlerdi. Bugün de yorgun bedeniyle esprilerini sıralıyor; ama gülemiyor; sadece düşünüyorum.
Her tiyatrocu, son nefesini sahnede vermek ister; ama bu koşullarda mı?
Salonda 50-60 kişi var ya da yok. Hemen hepsi ellisini aşmış. Gençliğinin tam üzerinde diyebileceğin iki ya da üç seyirci var. Bu bütün bir yaz sanat etkinlikleri arasında mekik dokumuş biri olarak garibime gidiyor.
Şimdi Sait Faik'in kuşlar için söylediğini, tiyatro için söylesek erken mi olur acaba? "Biz bu ustaları çok gördük çocuklar, onlarla eğlendik, onlarla kendimizi sorgulamayı öğrendik. Sizlere yazık olacak çocuklar…"
Bugün Anadolu'da hangi antik kenti ziyaret etsek, o kentin gezilecek yerleri arasında binlerce seyirciye hitap eden bir açık hava tiyatrosu vardır. Ne var ki anlı şanlı Selçuklu ve Osmanlı kentlerinde bunlar yoktur. Cumhuriyetle birlikte özellikle halkevleri ve devlet tiyatroları sayesinde tiyatro yaygınlaştırılmaya çalışılmış, özellikle kentlerde kısmen başarılı olunmuş; ama bu sürdürülememiştir.
Hayal meyal hatırlarım. Bir akşam, babam, beni köy kahvesine götürmüştü. O gün köye Karaosmanoğlu gelmişti. O gece Karaosmanoğlu saz çaldı, an oldu mendilini başörtüsü yaptı, kadın oldu; an oldu sazını tüfek gibi kullandı, avcı oldu, bir şeyler anlattı. Büyükler kahkahalarla güldü. Yıllar sonra öğrendim ki o bir meddahtı. Çala söyleye köy köy dolaşıyor, insanları güldürüp düşündürüyordu.
Karaosmanoğlu'nu bir daha izlemedim. Çünkü evlerimizin köşelerinde radyolar vardı. Artık bizi, o küçük kutu eğlendiriyordu. Arkası yarın, yurttan sesler, ocak başı, Uğurgiller…
Derken televizyonlar tutsak aldı bizi. Sinema, tiyatro, müzik, resim… bilcümle sanat, bilim, siyaset… televizyon kutularının içine sığdırıldı. Şimdi televizyonlarla nefes alıp veriyoruz.
Bazen kendi kendime tiyatro ömrünü tamamladı mı diye düşünmeden edemiyorum. Öyle ya on yıllar önce bu ülkede anlı şanlı kumpanyalar vardı. Onların birinin bir kente gelişi büyük bir olay olurdu. Haldun Taner, Orhan Asena, Cevat Fehmi Başkut, Asaf Çiğiltepe … İsmail Dümbüllü, Karacalar, Naşitler, Sururiler, Kenterler, Müjdat Gezen, Zeki Alasya, Metin Akpınar… Onlarca yazar, yüzlerce oyuncu, Dümbüllü'nün kavuğu ortada mı kalıvermişti ne?
Türk tiyatrosunun unutulmazlarından Muhsin Ertuğrul, bir yazısında; "Bir toplumun kültür ölçüsü tiyatrosudur. İnsanlığı onunla ölçülür. Adama insanlık duygusu orada aşılanır. Oturmayı, kalkmayı, dinlemeyi, anlamayı, inceliği, birbirimizi sevmeyi orada öğreniriz." der. Bir an onun, bu sözle tiyatroya amacını aşan bir anlam yüklendiğini düşünebilirsiniz. Ancak tiyatrosu gelişmiş ülkelere bakınca bunun abartı olmadığını anlarsınız.
Yine Muhsin Ertuğrul'un dediği gibi " Bugün asfalt yolda eskisinden daha çabuk gidiyor, kat üstüne katlar ekliyor, denizin altında yüzüyor, göklerin üstünde uçuyorsak bunlar birer ilerlemedir. Ama bunların topu birden bizi insan yapmaz. Bizi kötülükten, çirkinlikten, kabalıktan kurtaran, insan yapan eğitimdir." Bu eğitimin en etkili araçlarından biri de kuşkusuz tiyatrodur. Talihsizliğimiz, muhteris toplum önderlerimizin bu gerçeği unutup ülkeyi hipnotizma sahnesine çevirmeleridir.
O gece, Nokta bize birbiri ardından espriler sunarken neden koskoca İlhan Daner günümüz liderlerinin taklidini yapamadığını hiç dert etmedim. Çünkü atalarımız, "Su gider, kum kalır" sözünü de boşa söylememiştir, inanıyorum.
Tiyatro ölüyor mu? Sanmam. Bugün bocalıyor görünse de kendisine bir çıkış yolu mutlaka bulacaktır. Çünkü tiyatronun ana malzemesi insandır. İnsan var oldukça tiyatro da var olacaktır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Yanımızdaki Masa |
|
Mahpus gibi; sus
Kilit gibi; kör
Kök gibi; kalmaya tutsak
…
Bana baktı.
Belki de hiç bağışlanmak istemediğinden değil de, artık çok günah işlediğinden Tanrı varlığından kendi soyutlamış aciz bir kul gibi…
Bağışlamak Allah işi
İki kul arasında yaşanmış hataların en iyi telafi yöntemi sade unutmaktı
Bağışlamak yalnızca Allah'a yakışandı
…
Dolu sandalyelerde boş hayallere gönlünü kaptırmış kırmızı, pembe, sedefli, simli rujlu kadınlar var.
Hepsi güzeller.
Hepsinin artık "içimde yara" cümlesini dışa vurmaktan yüzünü sahteleştiren halleri var
Dokunmana bile lüzum bırakmayan, içlerindeki çoktan dışlarına dökmüş yaşları var kadınların
Dokunmasan da ağlayabiliyorlar
Ağlamak ve yaralarını üfletmek konusunda bağımlı birer hasarlı nefes düşkünü onlar
…
Yanımızda masalar
Yöremizde karşısındaki simli dudaklı kadından çoktan vazgeçmiş adamlar
…
Ocağın yakınında bağdaş kurmaya benziyor adın
Yakınlaşmaktan değil belki ama
Harından yandım
İs kapladı sonra genzimi
Boğazıma battı dilim
…
Ölmek de bir yalnızlık biçimi
Ama kazandıkça çoğalıyorsun
Ben ocağın başındaki gönüllü ustanın çırağıyım hala
Bu kış da gelip geçenin çiğliklerini tavıyla pişirirsem
Kalfayım bahara çıktığımızda
…
Yan masada simli, kırmızı, sedefli rujlu kadınlar
Karşılarında onlar ağlamasın diye dokunmaktan çoktan caymış adamlar var
…
Sarahatun Demir sarahatundemirycc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan YAVAŞ YAVAŞ |
|
Ritim, bir dizede, bir notada vurgu, uzunluk veya ses özelliklerinin, durakların düzenli bir biçimde tekrarlanmasından doğan ses uygunluğu, tartım, dizem. Çeşitli aletlere vurarak çıkarılan, düzenli ve akıcı seslerin oluşturduğu bütündür. Vurmalı çalgılar ve perküsyonun temelidir. Ritim, eski Yunancada 'akış' anlamına gelmekte.
Ritim, müzikte, şiirde olduğu kadar hayatımızın da vazgeçilmezidir. Örneğin yolda yürürken bile bir ritim tuttururuz, nefes almak da bir ritimdir. Müzik, şiir gibi güzel sanatların önemli bir kolu resimde de ritimden söz edilmeli midir; usta ve bol ödüllü bir ressama göre evet! Resmin de kendine özgü ritmi var, bunu yakalayabilenler resimde başarılıdır.
Muhsin Kut Türk resim sanatında önemli bir isim. Onun yolu uluslararası ressamların buluştuğu ve aralarında Ödemişli ressam Mustafa Ali Kasap'ın da yer aldığı Seferihisar Ürkmez'e düşer. Daha ilk gün, Mustafa Ali Kasap diğer ressamlarla birlikte canlı performans sergilemeye koyulur. Bir ara Kasap coşar, avucuna sıktığı boyayı tuvale heyecan ve aceleyle sürer; ortaya çok ilginç bir manzara çıkar. Onun bu aceleci ve ilginç boyama tarzı herkes gibi ressam Muhsin Kut'un da ilgisini çeker. Yanına gelir. Kasap'a yılların verdiği deneyimle bir özdeyiş gibi şu sözü söyler: "Yavaş yavaş acele edeceksin!" bu sözüyle sanattaki derin bir çelişkiye dikkat çeker Kut. Öyle ya, çelişkiler değil mi bizi düşündüren, yazmaya, resim yapmaya, müzik yapmaya yönelten?
Muhsin Kut kim? Onu tanıtan bir yazıda Monad Balkan şu anısını aktarır: "Yıl 1956 onsekiz yaşındayım. Resim yapıyorum. Eleştiriye muhtacım. Bir kış günü kar kıyamet kalktım ta Bakırköy'den koltuğumda taşıyabildiğim kadar tablolarım Cihangir taraflarına gittim. Kar tipi kıyamet... Tren, tramvay, tabanvay... Vardım İbrahim Çallı'nın evine. Kapıyı çaldım. 'Ben resim yapıyorum sayın Çallı'ya göstermeye ve fikirlerini almaya geldim', dedim. 'Şu anda evde yok', dediler. 'Ama istersen falanca kulübe git bulabilirsin.' Gittim. Kapıda derdimi söyledim. 'İçeri bir söyleyelim', dediler. Bir süre sonra koca üstat üşenmedi geldi. 'Ben falancayım, resim yapıyorum tablolarıma bir bakar mısınız? Eleştirilerinize ihtiyacım var', dedim. 'Nereden geliyorsun?' diye sordu. 'Evden, Bakırköy'den' dedim. Çallı şöyle bir durdu, 'Hayır, ben senin resimlerine bakmam' dedi. 'Peki' diyerek boynum bükük kapıya yöneldim. Ardımdan seslendi, 'Niye biliyor musun? Sen bu tablolarla ta Bakırköy'den bu havada buralara kalkıp geldiğine göre zaten ressamsın. Ben senin artık neyine bakayım?"
Sanat yoluna giren birinin olmazsa olmazı eleştiriye duyduğu gereksinimdir. Bunun gereğini yerine getirmeyen ya da kaçınan birinin başarılı olması beklenebilir mi? İtalo Calvino, başarısını bir yayınevinde çalışmasına borçlu olduğunu yazar. Yayınevinde kitap dosyaları okur, arka kapak yazıları yazar ama asıl önemlisi ülkenin tanınmış yazarlarıyla tanışır, onlarla kendi yazdıklarını paylaşır, eleştiri ve önerilerini alır.
Çalışma hayatının her anı bir koşudur. Oysa Kut'un da imlediği gibi her ne iş yapılırsa yapılsın, o koşuda yavaş yavaş acele koşmalı. Yahya Kemal'in bir şiirinin tamam olduğuna inanması için nasıl yılların geçmesini beklediyse biz de koruğun helva olması kadar bekleyip acele etmeliyiz!
Örneğin, bir yazılım şirketi yeni bir program üretim sürecine gerektiği kadar süre vermediğinde ortaya çıkan şeyin ne yazanı ne satın alanı ne de patronu mutlu etmez.
Birikim kişiyi ustalaştırsa da her yeni başladığı işte yepyeni heyecanlar duyar. O delişmen, asi ve yaratıcı ruhun verdiği güçle giriştiği işin sonuna varına değin kimi zaman geceyi gündüze bağlar, kimi zaman yıllarını verebilir. O, yavaş yavaş acele ederken kendini eleştirir, işin uzmanları eleştirsin ister; ancak verdiği emeğin karşılığını okurlarından, dinleyicilerinden ve izleyicilerinden alkış ve övgü olarak bekler mi bilinmez.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç İZMİRLİYİM |
|
İzmir doğduğum ve anne tarafından köklerim olan canım şehrim.Aramızdaki ilişki kıskanç bir sevgiliyle yaşanan şehvetli bir aşka benziyor. Bazen nefret ediyoruz birbirimizden bazen de dehşet özlüyoruz.
İstanbul'da yaşıyorum ben. Bu şehirde büyüdüm, aşık oldum, sevdim ve seviştim. Bu şehirde kurdum sağlam dostluklarımı yılların eskitemediği,şarap gibi yıllanabilen, bu şehirde çalışmaya başladım,bu şehirde bekarlığımı yaşadım doya doya. Bu şehirde evlendim aşık olduğum adamla, bu şehirde doğurdum ikinci aşkımı
Kısaca bu şehirde büyüdüm, büyüyorum, büyütüyorum..
Gel gör ki İzmir bambaşka. Ve ben büyüdükçe İzmir'e olan aşkım depreşmekte.
Biliyor musunuz bence her şehrin bir kokusu var. O kokuyu alanların da ortak bir havası var. İzmir'e her gidişimde önce camı açar hemen o kokuyu koklarım. Sonra başlarım methiyeler düzmeye,Sevgili doğduğum şehir sen hep gavur kal emi diye.
Dost sohbetlerinde böbürlenirim İzmirliyim ben diye,hem de içinden:Ama sanmayın ki böbürlenme sebebim güzellik yarışmasında derecelendirilecek güzelliğim(bakın işte bir onu tutturamamışız:Gururlanma sebebim İzmir'in gavurluğu.Benim de sapına kadar gavur olduğuma inanmam:
Her gidişimde bir canımı acıtır ama bu güzel şehir bana. İlla paylaşamadığımız bir olayımız olur bizim. İzmirden mi içindekilerden mi bilinmez ama bir türlü anlaşamayız ve ben gözüm yaşlı dönerim. Nedense bu özgürlük vadeden şehirde özgür hissedemem ben kendimi.
Ama zaten mutlu aşk yoktur değil mi!
Hissettirdiklerini geçip de yaşattırdıklarına baktığımda ise İstanbul'dan çok daha farklı olarak hayat kalitesini yükseltir İzmir'de yaşamak insanın.Evet bir İstinye parkı olmayabilir ya da Boğazı seyredip rakı-lüferle kafa yapmak. Ama istersen her gün iş çıkışı şehrin neresinde çalışırsan çalış bir otobüs mesafesinde uzak olan Kordon'a gidip biranı içer ve de güneşi batırırsın dost sohbetlerinle. Ya da eğer istersen bir göz oda da olsa bir yazlık alır her yaz işten yazlığa gider önce denizine girer sonra mangalı yakarsın.Üstelik de bu bölgede yazlıkdan işe gitmek demek kargalar kahvaltı etmeden yola çıkmak anlamına da gelmez. Sayfiyeler İstanbul'da senin boğaza gidebilme mesafenle aynıdır hemen hemen.
Domatın ucuzluğu, gevreğin her dem taze taze bir sepet mesafesinde oluşu ve de çiğdemin çıtırlığını saymıyorum bile..
Dediğim gibi büyüdükçe gidesim depreşiyor İzmir'e mi ne:-)
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-33
* Yüzü gülen insan mıknatısın demiri çektiği gibi diğer insanları kendine çeker. Yüzü asık olan insan da iki mıknatısın aynı kutupları gibi diğer insanları iteler.
* Aşkın ışığında boğulmaya gönüllü o kadar çok insan var ki…
* Gücü olan her varlık maddedir. Gerçekte bu mümkün değil ama olduğunu varsayalım ve gücü alalım. Gücü alırsan madde de ortadan kalkar.
* Sevgini en son ne zaman dillendirdin? Bir gün önce mi, bir ay önce mi, yoksa bir yıl önce mi? Bir ricam var: Lütfen bu yazıyı okumayı bırak ve hemen şimdi sevdiğine, annene, babana, kardeşine, bir akrabana ya da herhangi bir insana sevgini ilet! Bunu yapamazsan bir çiçeğe, bir kelebeğe, bir böceğe ilet. Bunu da yapamazsan aya, ya da gökyüzündeki bir yıldıza sevgini anlat. Sonuçta bütün vücudunun rahatladığını, nesnelerin gözüne bir başka göründüğünü fark edeceksin.
* Gül, diken ve koku; eskiden bir aradaydı, şimdi gülün kokusunu aldılar dikenini bıraktılar.
* Aşkın aşısı gene aşkın kendisidir.
* Özgürlük ve aşk birlikte olamaz; birini seçmek gerek.
* Her şey "bir"den ibarettir. Sen "bir"sin, dünya "bir", evren "bir". "Bir"lerin çokluğu bizi gene "bir"e götürür.
* Düşüncelerimiz dünyamızın iskeletidir.
* Cahil insanla fikri tartışmalara girmek, insanın kendisine olan saygısını da azaltır.
* Kendinize hak olarak gördüğünüz her şeyi diğer insanlar için bir hak olarak görmüyorsanız haklarınızı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyasınız demektir.
* Ben sana aşık olmasaydım; sen, sen olamazdın!
* Sonsuzluğun içinde her şey "hiçbir şey"dir.
* Düşüncene, hayal gücüne sınır koyma. Çünkü duyumsananın dışında da bazı şeyler olabilir. Olup olmadığını anlamanın tek yolu, sınırlandırmayı kaldırmaktır.
* Güzelin, güzelliğin hayranı çoktur; düşmanı da.
* Aşkın resmini çizebilir misin? Hayır mı? Öyleyse sen kesin aşık değilsin.
* Kan dökmeyi özgürlükle, inançla açıklamaya çalışanlar; nedense gerçek nedeni yani "çıkar"ı söylemekten kaçınırlar.
* Boşuna inleme, isyan etme! Acı çekmek aşığın alınyazısıdır.
* Dünya, evren, hayat kısacası her şey anladığın kadardır.
* İnsan dünyaya geldiği andan itibaren arayışı da başlamıştır. Arayışın ödülü; bulunan, bilinen değildir; yeni bir arayışa kapı aralanmasıdır.
* Samimi davran, ama sana karşı samimi olana.
* Hakikati söyleyenlerin tehlikeli görülmeye başlandığı toplumlarda, gidişat iyiye alamet değildir.
* Aşkın ateşinin yaktığı aşık, onu söndürmenin yollarını aramaz.
* Gözlerin yalan söylemesi çok zordur, hatta bazen imkansızdır. Doğru konuşup konuşmadığından emin olamadığınız insanların doğrudan gözlerine dikkatli bir şekilde bakınız. Cevap orada!
* Akıl aşkı yenemez, zaten yenerse aşk filan da kalmaz!
* Halkı kararlarından dolayı değerli bulmam, çünkü çoğu yanlış olabilir. Halkı değerli bulmamın nedeni insana duyduğum saygı ve sevgidir.
* Aşk cesarettir, aşk çılgınlıktır; çoğu zaman da aşk, yeniden varoluş umuduyla bir tükeniştir.
* Kötülük bile kazandığı zaferleri bir iyilikle süslemeye çalışır.
* Sevdiğin kişiden nefret ettiğin, ona karşı kin duyduğun an, bil ki aşk da bitmiştir.
* Kullandığımız her alette, yediğimiz her lokmada yaşamış ve yaşamakta olan tüm insanların emeği vardır.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
YANKARA YAĞMURLARI
Efendim malumu aliniz olduğu üzre, cennet vatanımızda, Uranüs'ümüzün bu güzeller güzeli ülkesinde doğa katliamı denilen şey heç olmadığından olsa gerek son yıllarda accayip yağmurlar ve hatta dolular yağmakta. Gökyüzü sanırsam bir miktar delinmiş bulunmakta. Ülkemiz coğrafyasında dere ağızlarını kapatarak sahil yolu yapmak gibi saçma sapan uygulamalar olsa idi, ya da dereler üzerine santral gurmak gibi akla ziyan icraatlar yapsaydık veya hani önüne gelenin ağaç kestiği bir ülke olsaydık bu durumu anlardım da, heç de öyle bir ülke değiliz ki canım....Nereden çıkıyor bu kadar şiddetli ve hiddetli yağmurlar anlamıyorum bir türlü.....
Yurdum insanlarını canından çok severek, en derinden düşünen gıymatlı gamu yöneticilerimiz sayesinde bu akla ziyan seller yaratan yağışlar en az zararla atlatılmaktadır diye düşünmekteyim. Tabiatıynan bir miktar telafatlar olmaktadır. Ancak o kadar da olacaktır canım. Her su baskınında âdet olduğu üzere daha geçenlerde 6 adet vatandaşımız sel suları ile yaptıkları final maçını gaybederek mevta oldular, kader işte napcaksınız?
Şimdi hep birlikte bu hain yağmurlardan, birine güzel ülkemizin başkenti Yankara'ya gidelim.
Yağmur yağıyor, şimşek çakıyor, Arap Yankaralı otobüsten bakıyor!
- Öhöö, öhööö sayın yolcular sürücünüz Recai konuşuyor. Lütfen durakta inmek üzere düğmeye basmayınız efendim. Bu durumda inmeye teşebbüs sele gapılmak gibi sonuçlar doğuracağından ikinci bir emre gadar otobüsten inmek yasaklanmıştır. İşiniz ne hemşerim ya oturun oturduğunuz yerde. Ne güzel sürükleniyok işte. Pedal yok, vites yok, motor susmuş bi güzel. Yakıt tasarrufu madalyası alacaz icabında.....
- Değerli izleyiciler en harbi mahalli TV, Uranüs'ümüzün medarı iftiharı Gözel Yankaram'ın ekranına hoş geldiniz, hoşlar getirdiniz. Ancak daha da yağmur ve dolu getirmeyiniz! Nedir bu yaaa! Biz de bu binada mahsur kaldık haliylen, yenecek pisküvitler de bulunmadığından aç garınlan böyyük fedakarlıkla bu yayını yapmaktayız.
Pis muhalifler gene her zaman olduğu gibi ezeli ve ebedi Kent Konseyi Başkanımıza kötü sözler söylemektedirler. Yok altyapıya kafayı takmadan üst yapı olaraktan üst geçit yapmışmış da, bu yüzden yağmur suları gidecek yer bulamamışta! Sanki yağmurda heç gabahat yok yani, gidecek yerin yoksa niye yağıyon be kardeşim demi ama! İnsan önce bir yağacağı alanda gontrol yapar, buradan yağmaya yerim ya da yenim dar mı diye sonra yağar! Hasbünallah
- Efendim şimdi de teknolojinin son icadı cep telefonumuzun marifetiyle selde mahsur kalmış belediye otobüsünün sürücüsü Recai'ye bağlanıyoruz. Recai hooop sesim geliyur mu? Durum nedir orada?
- Durum fena halde boka sarmuştur! En son "Selde Mahsur Galanları Kurtarma A.Ş.'nin özelleştirmesi tamamlanır tamamlanmaz bizi gayıklarla gurtaracakları, bu işte kullanılacak gayıklar için açılacak çok şeffaf ve pek de bir göz önünde ihalenin şartnamesinin bittiği haberlerini aldık yani. Açlıktan telef olmazsak üç vakte kadar gurtulacağız yani Ehem ehem! Hayır bütün bu gelişmelerden haberdar oluyok da teknoloji sayesinde, ne işe yaradığını bilmeden onu kullanan beyinler yüzünden selde de sürükleniyok bu arada. Hani iş teknoloji de değil, beyinde diyeceğim amma velakin ayıp olacak mı onu kestiremiyorum bir türlü....Hani mevta olsak, tam bir bok yoluna Niyazi hikayesi olacak yani....
- Anladım Recai, anladım! Diyeceğini dedin zaten. Islak ıslak iş akdini feshetsinler de gör gününü....Münafıklık yapma, durumunuz gayet iyi, gerekirse, seçimde dağıtılamadığından bayatlamış çay, şeker, makarna erzaklarından gönderirler herhalde!
Kıymatlı izleyicilerimiz gördüğünüz gibi durum gayetle bi kontrol altına alınmış olup, bugün yağan asrın en böyyük yağmuruna rağmen, (dürtme lan hüsnü....geçen yağmurda da mı aynı lafı etmiştik. Ossuun oluuum yaaa. Unutmuştur millet nasıl olsa!) durum tam anlamıyla kontrol altında bulunmaktadır. İşte çağdaş, modern belediyecilik böyle olur. Herkesler Başkentimize bakıp ders almalı. Özellikle de münafık muhalif Belediyelerin bu derse ihtiyacı var diyerek sözlerimi burada noktalıyor ve tepeden atılan Mc menülerine balıklama dalıyorum icabında. Hoşça ve boşça kalınız efendim. Güzel beyninizi düşünmek gibi sakıncalı faaliyetlerden de azade kılınız kıymatlı izlemeyiciler. Azzzz sonra Baltagül sizlerle olacak.....
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin Hiperaktiviten Mi Neyin Varmış! |
|
"Hayır" diye bağırdı çocuk annesine. "Hayır, o öyle senin anlattığın gibi olmadı işte!" Ellerini sıkmış, yüzü kıpkırmızı, gözlerinden ara ara yaşlar akarken tekrar etti söylediklerini: "O öyle senin anlattığın gibi olmadı diyorum. Ben aslında Emre'ye vurmak istememiştim. Herkesin içinde bağırınca onu susturmak için elimi ağzına doğru uzattım, ama elimde kalem olduğunu unutmuşum. Kalem burnuna gelince kanamaya başladı. Ben de çok korktuğum için okuldan kaçtım." Kadın, çaresiz ve üzgün: "iyi de kızım ben sana kaç defa söyledim kızgın olduğun zamanlarda git öğretmenine söyle diye. Bunu ilk defa mı konuşuyoruz sanki seninle. Ben de yoruldum artık sürekli sana aynı şeyleri tekrar etmekten." Birden çocuğun gözlerinden ara ara akan yaşlar hızla akmaya başladı. "Hiç biriniz anlamıyorsunuz beni" diye bağırdı çocuk. "Hep birbirinizi dinliyorsunuz ama beni hiç dinlemiyorsunuz. Ben de hepinizden yoruldum artık." Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözlerinden yaşlar akmıyor sanki bir yağmur gibi boşalıyordu. Durmadan "hayır işte" diyordu, hıçkırıkların arasında annesine "hayır işte, öyle olmadı…"
***
Burçin henüz sekiz yaşında bir çocuktu. Hayatına okul sözcüğünün girmesinden bu yana "okul nedir" onu düşünüyordu. Kreşe ilk başladığında beş yaşındayken öğretmenine sormuştu "okul ne demek öğretmenim?" diye. Öğretmeni gülümseyerek Burçin'e bakmış "okul ne mi demek, burası okul işte" diyerek cevap vermişti. Elbette diğer çocuklar gibi bulunduğu yerin tam olarak okul gibi olmasa da okulun daha küçüğü bir yer olduğunu biliyordu. Ama orası okul değildi ona göre. Beslenme çantaları ve suluk gibi şeyler taşımaları ve bir grup çocukla birlikte bir öğretmenin etrafında dolanıp durmaları burasının okul olduğunu göstermezdi. Evet öğretmenine göre burası okuldu çünkü Burçin de öğrenciydi ona göre: Ahmet, Ayşe Çiğdem, Gülay gibi bir şeydi. Burçin değildi yani. Öğretmeni her ona seslenişinde önce birkaç tane öğrencinin adını sayıyor, ardından da "Burçin" diyordu. Bütün kreş, anasınıfı, anaokulu ve büyük çocukların gittiği okulların çeşidini bilmediği gibi öğrencilerin de çeşitlerini bilmiyordu. Annesinden öğrenmişti okulların sadece bir çeşit olmadığını ve kreşin tam olarak bir okul olmadığını. Ama öğretmeni kreşin tam olarak bir okul olmadığını bilmemekle beraber okulların çeşitleri olduğunu da bilmiyordu. Tıpkı öğrencilerin çeşitlerinin olduğunu bilmediği gibi…
İlerleyen günler boyunca 'okul' oyunları oynadı. Evde, kreşte, arkadaşlarıyla, annesiyle, babasıyla oyunların içinde (her ne kadar okul ve öğrenci çeşitlerini tam olarak bilmese de) öğretmeni de her zaman oluyordu. Bazen Ahmet oluyordu, bazen Ayşe, bazen Gülay ve Çiğdem… En çok öğretmen olmak istiyordu ama. Başka hiç kimsenin öğretmen olmasına izin vermiyordu. "Sanki" demişti babası bir keresinde annesine: " sanki zihninde bir öğretmen var, kreşteki öğretmenini zihnindeki öğretmenle düzeltmeye çalışıyor!" Annesiyse karşı çıkmıştı babasına: "aman canım sende, ne ilgisi var, taklit ediyor işte, şu yaştaki çocuk ne bilsin öğretmen düzeltmeyi falan" Böyle söylemişti ama kabul etmişti işte en sonunda: Burçin oyunlarındaki öğretmenin ablasının öğretmeni olduğunu söylediğinde!
Kendi öğretmenini hiçbir oyunda oynamak istemiyordu. Çünkü kendi öğretmeni sadece okul ve Burçin'in kim olduğunu bilmemekle kalmıyor aynı zamanda durmadan onu annesine babasına şikayet ediyordu. "Burçin bugün yine…" diye başlayan cümlelerini duyduğunda kendini nereye saklayacağını bilemiyordu. Durmadan da öfkeleniyordu öğretmenine. Üstelik annesini ve babasını en çok özlediği zamanlarda, tam da kreşten çıkış saatlerinde başlıyordu öğretmeninin şikayet cümleleri: "Burçin bugün yine yerinde hiç durmadı, Burçin bugün yine arkadaşının dolabını karıştırdı, Burçin bugün yine beni çok yordu, Burçin bugün yine… Burçin bugün yine…"
Burçinse az önce Gülay'ın babası geldiğinde olduğu gibi babasıyla karşılaşmak istiyordu. Öğretmeni, Gülay'ın babası geldiğinde gün boyunca Gülay'ın yaptığı faaliyetleri gösteriyor ve çok başarılı, çok akıllı, çok dikkatli, çok bir şey, çok bir şey Gülay'ı anlatıp duruyordu. Gülay hep babasına sarılarak ayrılıyordu kreşten. Burçinse babasına sarılarak ayrıldığını önce hayal ediyor, sonra da oyunlarında oynuyordu. Ve okulun sadece çeşitlerinin olduğunu değil aynı zamanda öğretmenlerin de çeşitlerinin olduğunu düşünüyordu.
Burçin'in en mutlu olduğu zaman kreşi bitirip anasınıfına başladığı zaman olmuştu. Çünkü artık ablası gibi büyük çocukların gittiği gerçekten okul olan bir okula başlayacaktı. Gerçi onlarınki gibi sıraları ve tenefüsleri yoktu ama aynı kapıdan içeriye girecekler ve aynı bina içinde olacaklardı. Üstelik öğretmeni de ablasınınki gibi bir öğretmen olacaktı. Okula başlamadan önce annesinin ve babasının neden öğretmeniyle tanışmak için okula gittiğini ve kendisi müdür yardımcısı diye birinin yanında uzun saatler beklerken öğretmeni olacak kişiyle ne konuştuklarını çok merak etmişti. Ama öğretmeniyle birlikte anne ve babasının gülerek odaya gelmeleri onu da çok mutlu etmişti. Üstelik öğretmeni yanaklarını okşayıp "hoş geldin Burçinciğim yeni okuluna" demişti. Gerçi bu müdür yardımcısı denilen kişi biraz sinirli gibiydi ama Burçin de nasıl olduğunu anlayamamış kendini müdür yardımcısının saksı içinde duran çiçeklerini toplarken bulmuştu. Çiçekler çok güzel görünüyordu ve sadece dokunmak için yaklaşmıştı ama müdür yardımcısı ona bağırdığında saksıdaki bütün çiçekler artık ellerindeydi. Çiçekleri tekrar yerine takmak istediğini söylemişti gerçi müdür yardımcısına ama müdür yardımcısı "neyse bırak onları saksının içine" diye cevap vermişti. O da çiçekleri yerlerine takmaktan vazgeçmişti. Zaten yerine taktığı zaman yerlerinde duracaklarını da pek sanmıyordu.
Anasınıfında günleri kreştekine göre daha mutlu geçiyordu. Gerçi öğretmeni bazen yine bağırıyordu Burçin'e ama öğretmeni kendisine her bağırdığında ya sınıftaki oyuncakların kollarını bacaklarını merak edip ayırırken ya da sınıftan dışarı çıkmış koridorda duran faaliyetleri, sulukları, rengarenk okul eşyalarını karıştırırken kendini buluyordu. Aslında öğretmeni o tiz sesiyle "Burçiiiiin" diye bağırmasa ya merak ettiği oyuncakların kolları ve bacaklarının artık nerede olduğunu bulamayacak ya da rengarenk okul eşyalarını karıştırırken belki de kendini çoktan okulun bilinmez bir köşesinde kaybolmuş vaziyette bulacaktı.
Bir keresinde aynen böyle olmuştu çünkü. Öğretmeni bir öğrencinin velisiyle konuşurken önce koridordaki faaliyetleri ve renkli şeyleri merak edip takip etmeye başlamış sonra da kendini okulun en üst katında ağlarken bulmuştu. Burçinin hayatında bol bol kaybolma hikayeleri vardı. Ve okul… öğretmenin, öğrencilerin, kendisinin çeşitlerinin olduğu gibi merdivenlerinin ve kapılarının da her ne kadar birbirine benzese de çeşitlerinin olduğu bir yerdi. Kimisi kendi koridoruna ve sınıfına açılırken kimileri de okulun bilinmez köşelerine açılıyor olabilirdi!
En çok üzüldüğü zamanlardan biri ise anasınıfını bitirip 1. sınıfa başladığı zamanlarda olmuştu. Öğretmeninden ayrılmak Burçin için çok zordu. En büyük tesellisi ise artık tam olarak büyük bir çocuk olması ve tıpkı ablasınınki gibi sıraları, tenefüsleri olan bir okula başlamasıydı. Öğretmeni de tıpkı ablasınınki gibi bir öğretmen olacaktı.
Düşündüğü bir çok şey gerçek olmuştu. Sıraları, tenefüsleri ve öğretmeni düşündüğü gibiydi. Ama sınıftaki öğrenciler ve onların anne babaları pek düşündüğü gibi değildi. Sınıfta Emre diye bir çocuk vardı mesela. Tam önünde oturuyor ve durmadan arkasına dönüp Burçin'in eşyalarını karıştırıyordu. Bir keresinde öğretmenine söylemişti eşyalarını kendisinden izinsiz aldığını. Öğretmeni de "senin de bazen yaptığın gibi olabilir mi?" diye sormuştu. "Olabilir ama ben fark edince geri veriyorum" demişti. Emre ise geri vermiyordu. Üstelik kendisinin olduğunu iddia ediyordu. İşte en büyük problemler bu tür zamanlarda başlıyordu. Burçin kalemin kendisine ait olduğunu söylüyor, Emre ise ısrarla kalemi vermiyordu. Sonra Burçin çok sinirleniyor ve kalemi Emre'den almak istiyordu. Sonra ortalık biraz karışınca da okul çıkışında öğretmeni annesi ya da babasıyla telefonda konuşmak zorunda kalıyordu.
Bir keresinde Emre'nin de annesiyle telefonda konuşmuş ve Emre'nin annesi Burçin'e sınıfta bağırmış "Hiperaktiviten mi var, neyin varsa" gibi bir şey söylemişti. Burçin o gün hem korkmuş hem de bütün arkadaşlarının içinde o kadın kendisine bağırdığı için çok utanmıştı. Bir de hipertite mi ne bir şey söylemişti. Küfür gibi bir şey olmalı diye düşünüyordu. O gün evde annesine hipertitenin ne olduğunu sordu. Annesi ise bu sözcükten çok okulda olanları duyunca çok heyecanlanmıştı. Gözleri kocaman kocaman açılmış ve "sana mı bağırdı, böyle mi söyledi?" Hemen öğretmenini aramış ve bir başka odada konuşmaya başlamıştı. Burçinse kulakları kapıda içeride ne konuşulduğunu tüm gayretiyle duymaya çalışıyordu. O kadının söylediği şeyin hipertite değil hiperaktivite olduğunu anladı ama tam olarak ne demek olduğunu duyduklarından pek anlayamadı. Mutlaka küfür gibi bir şeydi diye düşünmeye başladı.
Ve okulun kendisi gibi öğretmenlerin, öğrencilerin, kapıların, merdivenlerin çeşitlerinin olduğu gibi anne babaların ve küfürlerin de çeşitlerinin olduğu bir yer diye düşünüyordu. Üstelik bu, bazı anne babalar çok da acımasız oluyorlardı. Bu anı Burçinin hiç unutamayacağı bir anı olarak geçmişinde yer aldı.
İkinci sınıftaki bu günlerinde ise içinden çıkılmaz bir sürü şey yaşamaya başladı. Önce okula Oktay diye yeni bir çocuk geldi. Durmadan kendisine sarılıp duran bu çocuk bazen Burçin'i sinirlendiriyor bazen de onu seviyordu. Sinirlendiği zamanlar Oktay'ın ahtapot gibi kendisine sarılıp onu bırakmadığı zamanlardı. Eğer öğretmeni uyarmasa ya kendisi çığlık atıyor ya da Emre onu kurtarıyordu. Bir de sınıfta herkesin bir arkadaş grubu vardı. Tenefüslerde falan bu arkadaş grupları birlikte oyun oynuyordu. Bazen bu grupların içine girmek istiyor ama her seferinde dışında kalıyordu.
Bu tür zamanlarda Oktay ve Emre'yi tercih ediyordu. Çünkü öğretmeninin söylediği gibi Oktay, Emre ve Burçin birbirine çok benziyordu ve sınıfın en hareketli en hızlı çocuklarıydı. Eve ağlayarak geldiği o gün ise Emre herkesin içinde sınıfta bağırmaya başlamıştı: "Burçin Oktay'ı seviyor" diye. Burçinse Emre'nin böyle bağırdığını duyunca çok utandı. Hızlıca Emre'nin ağzını kapatmak için elini uzatmıştı ki Emre'nin birden burnu kanamaya başladı.
***
"Hayır" diye bağırdı çocuk annesine. "Hayır, o öyle senin anlattığın gibi olmadı işte!" Ellerini sıkmış, yüzü kıpkırmızı, gözlerinden ara ara yaşlar akarken tekrar etti söylediklerini: "O öyle senin anlattığın gibi olmadı diyorum. Ben aslında Emre'ye vurmak istememiştim. Herkesin içinde bağırınca onu susturmak için elimi ağzına doğru uzattım, ama elimde kalem olduğunu unutmuşum. Kalem burnuna gelince kanamaya başladı. Ben de çok korktuğum için okuldan kaçtım." Kadın, çaresiz ve üzgün: "iyi de kızım ben sana kaç defa söyledim kızgın olduğun zamanlarda git öğretmenine söyle diye. Bunu ilk defa mı konuşuyoruz sanki seninle. Ben de yoruldum artık sürekli sana aynı şeyleri tekrar etmekten." Birden çocuğun gözlerinden ara ara akan yaşlar hızla akmaya başladı. "Hiç biriniz anlamıyorsunuz beni" diye bağırdı çocuk. "Hep birbirinizi dinliyorsunuz ama beni hiç dinlemiyorsunuz. Ben de hepinizden yoruldum artık." Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözlerinden yaşlar akmıyor, sanki bir yağmur gibi boşalıyordu. Durmadan "hayır işte" diyordu, hıçkırıkların arasında annesine "hayır işte, öyle olmadı…"
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
YERLİ ARABADAN TEKNOLOJİMİZİ KURMAYA CUMHURİYET İDEOLOJİMİZ
"Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur." (10. Yıl Nutku; Mustafa Kemal ATATÜRK)
Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku'nda bu şekilde ifade ettiği gibi yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin hedefi 'muasır medeniyetler seviyesine' çıkmaktır. Bu da yine Mustafa Kemal Atatürk'ün ifadesiyle ilim ve fennin tahsili ve çok çalışmakla mümkün olacaktır.
Kısa bir süre sonra Cumhuriyetimizin 88. yılını kutlayacağımız günümüzde Ulu Önder'in belirlediği bu hedeflere maalesef henüz ulaşabilmiş değiliz. Ama 1938'de uçak fabrikamız vardı ve Türkiye Cumhuriyeti uçak ithal edecek bir seviyeye gelmişti.
Çok tartışılan 1960 kanlı ihtilali sonrası Cemal Paşa'nın ısrarıyla yerli araba yapımına başlanıp çok kısa sürede yüzde yüz yerli iki adet 'devrim' otomobili üretilmişti.
Yerli otomobil üretimi öncesi Cemal Paşa şunları söylemişti: "....Tarımı da ıslâh edeceğiz; ancak ot satmakla neticeye varmak kabil değildir. Bir vapur dolusu pamuk karşılığı yedi-sekiz otobüs alabiliyoruz. Bir vapur pamuğun ne emeklerle meydana geldiğini takdir edersiniz. Bu cihetle sanayi de lâzımdır."
"Muvazeneli (dengeli) bir tempo ile sanayileşmek mecburiyetindeyiz. Buna mutlak zaruret vardır. "Bizde sanayi yok mu?" diye soracaksınız. Vardır; ancak bunlar o kadar dağınıktır ki, heyeti umumiyesini (tamamını) bir istikamette çalıştırmak lâzımdır."
"Otomobil sanayiine gelince; medenî bir memleket nakil vasıtalarını kendisi yapmalıdır. Nakil vasıtaları bugünkü dünyada, ekonomik alanda büyük yer almaktadır. Nakil vasıtalarını kendimiz yapmalı, kendi vasıtalarımızla taşımalıyız. Bidayette (başlangıçta) bazı yerli aksamlarını vücuda getirmeli ve inkişaf ettirerek (geliştirerek) % 70 - 80'ini meydana getirmeliyiz."
"Türkiye'de otomobil yapılamaz diyorlar. Bu tamamiyle kara bir düşüncenin mahsulüdür. Türkiye'nin bugün malik olduğu bir çok sanayi kolları vardır ki, bizi bu mevzua da teşvik ediyor...." (http://tr.wikipedia.org/wiki/Devrim_(otomobil))
Bu görüşlerin sahibi Cumhurbaşkanımızın ısrarıyla üretilen yüzde yüz yerli arabamız 'devrim arabalarının' serüveni, o yılın 29 Ekim'inde Ankara'da kısa bir sürede sona erer. Noktayı yine Cemal Paşa koyar: "Batı kafasıyla otomobil yaptık ama Doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttuk".
Devamında Koç'un girişimiyle Ford Motor ortaklığında üretilen Anadol'umuzun hikayesi de biraz 'devrim'e benzer. Sonrasında diğer alanlarda olduğu gibi otomobilde de maalesef montajdan ileriye geçemeyiz.
Yerli otomobil üretmek dahası yerli teknolojimizi kurmak Türk bilgin, alim, mühendis, teknisyen, tekniker ve sanayicinin namus benzeri büyük bir davası olmuştur. Onların bir çoğunun hayalini muhtemel gerçekleşecek yerli teknolojimiz süslüyor.
Daha 1938'de uçak fabrikamız varken 88 yıl sonra bugün montajdan ileri gidemeyen sanayi ve teknolojimizin bu halini devlet ideolojimizde aramak lazım diye düşünüyorum. Yüzde yüz yerli otomobil üretilmişken bazı aksaklıklar bahane edilerek bu başarının üzerini çizmekte devlet ideolojisi yatıyor olmalı. Şayet devlet irademiz bu konuda samimi ve ısrarlı olsaydı bu kadar başarı sonrası bunu burada bitirmezdi. Ulu Önder Atatürk'ün büyük hedefine rağmen muhtemelen dış etkenden yerli teknoloji kurulması devletin olmazsa olmaz ideolojisi olmamıştır.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yüzde yüz yerli otomobil üretilmesinde kesin kararlıkla girişimde bulunması sonrası bir çok kesimde dudak bükmeler ve yüz ekşitmeler oldu. Yerli otomobil ne lazım ki, kime ne kazandıracak gibi düşünceler hal diliyle seslendirildi. Yılların tanınmış otorite yazarlarından Mehmet Barlas konuyla ilgili yazısında bu düşünceleri dile getirdi. Sonuçta yüzde yüz yerli otomobil üretiminin bir anlamda imkansızlığı ve çokta gerekli olmadığı görüşü çıkıyor Barlas'ın yazının bitiminde:
"Bugün "İlle de yerli otomobil yapacağız" sloganlarının seslendirilmesini dinlerken, teknolojinin şekillendirdiği yeni dünyayı tam olarak kavrayamadığımızı görmemek imkânsızdır. "Kendi otomobilimizi yapalım" veya "Kendi uçağımızı yapacağız" diyenlere Boeing örneği de verilebilir.
Bir "Boeing 777" uçağında 3 milyon parça vardır.
Seattle'daki Boeing fabrikasında bu uçağın sadece gövdesi ve kanatları imal edilir.
Bu uçağın diğer parçaları ise 17 ülkedeki 900'ü aşkın tedarikçiden gelir.
Örneğin "Boeing 787" modeli için çarpmayı önleyici ve sıfır görüşle inmeyi sağlayan sistemler Hindistan'daki HCL Technologies şirketinde alınmaktadır.
"Dağıtılmış imalat" diyebileceğimiz bu yeni sürecin en önemli görevlisi "Ağ yönlendiricisi"dir.
Siz "Yerli otomobil yapıp bunu 20 bin liraya satacağım" diyecek yerde, önce dünya pazarında ihtiyaç duyulan bir modeli dizayn etmeye çalışın.
Kısacası teknolojiyi almak yeterli değil.
Hele bu çağda "Yerli" otomobil üretmek iddiası asla milli gururun ifade aracı olmamalıdır." (http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/barlas/2011/10/04/yerli-otomobil-yapmak-hevesi-ve-gercekler)
1938'de yerli uçak fabrikasını kuran Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün muasır medeniyetlere ulaşma hedefi, devamı cumhuriyet devlet ideolojisinde, yerli sanayi ve teknolojiyi kurmayı adeta içine almamış.
Yoksa onca başarılara rağmen bugün yerli teknolojimizin olmaması imkansızdı.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SANİYE
Sarı öküze daha çok pazarlık etmişti
Babam
Bana ettiği pazarlıktan
Başımı kaldırıp gözlerine baktığımda
Yediğim her lokma
Bedenime yapışırdı
Sığıntı sofrasına uzanan
Korkak elim
Ürkek benliğim
Diken üstünde yaşanmış l2 yaşım
Seksek oynamak isterken
Yasaklı yaşamlarla satılışım
Babamdan daha büyük olan hayat arkadaşım
İkinci köleliğimin başlangıcı
Anamın yaşlı gözlerlindeki hüzünle
Alaca karanlığa sürülüşüm
Bulutlar mı ağlar benle
Ben mi göğün sularına
Sökülür içimde
Yalçın kayalar gibi
Yürek ağrılarım
Çığlıklar içinde
Tutunacak bir dal
Bir kol olmaksızın
Düştüğüm çayda çırpınırım
Kurtulmak istedikçe
Kimse duymaz sesim
Kurbanlık koyun gibi
Peşi sıra giderim kaderimin
Acaba kulluğum tanrıya değil miydi?
Bu kölelik niçindir
Hiç bilemediğim
Alındım satıldım
İtildim kakıdım
Dövüldüm sövüldüm
Bir noksanlık mıydı kadınlığım
Erkeğin kol kemiğinden yarattıldım da
Bu yüzden mi erkeğe köleliğim
Tanrım
Ben adını daha mı az andım
Hani cennet anların ayakları altındaydı
O halde
Ben niye ayaklar altındaydım.
Gülizar SÖĞÜTÇÜ KURUM
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|