|
|
|
Editör'den : Neyin bedeli?!.. |
Merhabalar,
Hangi birinden başlasam diye düşünüp duruyorum. Fazla da vakit kalmadı, en iyisi hepsine birer fiske vurup geri çekilmek.
Van'lının hali perişan. Koca bir kent ölüm döşeğinde ve devleti temsilen orada "en büyük, en yetkili" sıfatlarıyla duran Vali yardım edin diye neredeyse yalvarıyor. Yardımlar durdu diye de belli ki içerlemiş. İyi de, makamı dilenciliğe uygun değil. Eğer başbakanı Time'a kapak olan bir koca devleti temsilen oradaysa ağlamak yerine çözüm üretmek zorunda. Gelen yardımı eşit ve hızlı dağıtmaktan aciz bir devletin ferdi olmak istemiyorsa, hesap sormayı el pençe divan durmaya tercih etmeli. Kendine bağlı polisin eksi iki derecede çadır bekleyen ahaliye tazyikli su sıkmasına seyirci kalmamalı. Bu olayı provakasyon diye niteleyen şaşkın büyüklerinden yana değil, ıslanan halkından yana olmalı.
Bu koca devletin, senin benim yardımıma gerek duymadan, halkının acısını dindirmeye, ona kol kanat olmaya gücü yetmiyor mu? Libya'ya 300 milyon doları bavulla gönderen devletin Van'a uzanacak eli yok mu? Bu halk yapacağını yaptı, yapmaya da devam ediyor. Sen devletin başı olarak sızlanma makamında değilsin. Örtülü örtüsüz tüm ödeneklerini seferber edip oraya bir hava köprüsü kurar gerekeni yaparsın. "Bu kadar zamanda nasıl yapılır?" diye sızlananlara da sadece yuh derim başka da birşey demem. Hoş, kurtuluşu göçte gören bir anlayışın nesini sorgulayacaksınız ki? Allah bu soğukta çadır işkencesine maruz kalanlara kuvvet versin.
...
Dün gece başladı törenler. 10 Kasım'da iptal edilen anma törenlerine inat, 17 Kasım'da Ahmet Özhan konseriyle başladı hem de. Abdülmecit'i anmaya altın varaklı davetiye ile çağırılanlar ne yaptı meraktayım. Asıl tören bugün başlıyor, izleyip göreceğiz. Hiç kendinizi, o yerinden oynamış dimağınızı boşuna yormayın. Nereden çıktı bu enişte? Haydi çıktı, niye beni öptü? diye de hiç kendi kendinize sormayın. Kimi aydınlar hala "Tesadüf" diyerek olayı küçümseseler bile, bu düpedüz Atatürk'e sövmenin akepecesidir. 17 Kasım öyle yabana atılacak, geçiştirilecek bir tarih değil. 17 Kasım 1922, son padişahın defolup gittiği, saltanatın bittiği, Cumhuriyet temellerinin atıldığı tarihtir. 22 yıllık saltanatında içki ve seksin ötesine geçemeyen bir padişahı anmak soytarılıkla eşdeğerdir. Ancak asıl kutlamayı kamufle etmeye yönelik bir eylem olarak algılanmalıdır. Anılan, Abdülmecit değil, ardından ağıt yakılan Vahdettin'dir.
...
Bedelli mi bedelsiz mi? Öyle istismara açık bir konu ki, neresinden tutsan elinde kalır. Eğri oturup doğru konuşalım, hangi ana baba, hele böyle bir zamanda, çocuğunu askere göndermek ister? Cevap "hiç" e yakındır. Şerefinden girip, kutsallığından çıkınca da bu iş çözülmez. Bedelliye karşı çıkılmasının tek nedeni paradır. Paranın eşit olmayan dağılımı, yanında kulpları da beraber getirmektedir. Bir de bunun yanına, bedelliyi ağzına bile almayacağını söyleyen hükümetin, dara düştüğünde konuyu alevlendirmesi eklenince durum daha da vahim bir hal almaktadır. Hemen her konuda tökezleyen şureka, kaçışı bedelli tartışmasında bulmuştur.
Askerliğini, kaçabildiği kadar kaçıp, geride iyi bir işi, yeni evlendiği eşi bırakıp, rahat da olsa 16 ay yapmak zorunda kalan bir asker çocuğu olarak söylüyorum; eğer bedelli gitme şansım olsaydı, şu an çok farklı bir yerde olurdum. Şimdikinden daha iyi, daha kötü anlamında değil, sadece farklı bir yerde olurdum. Demem o ki, askerlik memleketimde erkeklerin hayatına öyle ya da böyle yön veren en önemli olay. Üniversiteden mezun olduktan sonra iş bulma ümidini hiç olmazsa 1 yıl daha taze tutabilmek uğruna askere giden pekçok tanıdığım var. Ama bunun yanında, hasbelkader bir iş tutmuş, ara verirse hayatı altüst olacak pek çok ta insan var, biliyorum. Adaletin eşit, paranın hükümsüz olduğu tek bir alan söyleyin, gelin bedelliye hep beraber karşı çıkalım. Ama maalesef yok. Her alanda yaşanan eşitsizlik burada da kendini en iğrenç haliyle gösteriyor. Yaşı, bedeli ne olacak henüz kesin değil ama ne olursa olsun, bu parayı pat diye bulacaklarla, bulmak için akla karayı seçecek yüzbinlerce erkek, bir o kadar ana baba şu anda zil takıp oynuyor buna inanın. Ah keşke bunların hiçbirine gerek kalmasa, askerlik barış ortamında bir kamu hizmeti olarak algılanabilse. Ama nerde?
Haydi kalın sağlıcakla, görüşmek üzere.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan AYRILIK GECELERİN ŞARKISIDIR |
|
Akşam olup sokaklar kararınca anılar toplanıp gelir. Birikmiş bütün pişmanlıklar üzerime çullanırlar. Sanki yılların öcünü bir gecede almak isterler. Artık ne gülün rengi şiirlere ilham verebilir. Ne de şarkılarda birazcık olsun teselli bulabilirim. Normal zamanlarda tadına doyamadığım çayın bile zevki kaçar. Demi bulanır… Bardak hüzünlenir. Bütün nesneler, bütün sözcükler, bütün anlamlar yetim kalıverirler. Artık ne söylesem, ne yapsam çıkar yol kalmamıştır. Çözümler dağlara kaçmış, çaresizliğim bütün bedenimi eline geçirmiştir. Ne yeni bir gün beklemekteyim. Ne de yolculuğa çıkma hevesim kalmıştır. Yaşamaksa bu nefes alıp verme tutsaklığına yenik düşmüştür. İşte ben tam böyleyim. Kendi depresyonumun karanlık çukurlarında çaresizce debelenip duruyorum.
Televizyonu açtım. Sadece ses olsun, görüntüler akıp geçsin odamdan istedim. Birkaç dakikalığına bile kendimi toplayıp bakamadım. O kendi kendine çalıp oynamaya devam ediyor.Buz tutan sokaklara bayılmam ama karlı sokakları severim. Oysa tam iki gündür aralıksız kar yağıyor. Yerimden kalkıp pencereye gidiyorum. Sokak lambasının ışığı altında pervaneler gibi uçuşan kardan pervaneler büyüleyici bir güzellikte olur. Görüyorum, farkındayım ama pervaneler bu da içimin sıkıntısını dağıtmaya yetmiyor.
Sabaha kadar ve sabahtan akşama kadar aklımda tek bir cümle yinelenip duruyor. "İlişkimizi yeniden gözden geçirelim." Dört gündür yalnız başıma ilişkimizi gözden geçiriyorum. Odamdaki eski püskü objelere kilitlenen bakışlarım, televizyon ekranına anlamsızca saplanmış gözlerim ve düşünme yetisini yitirmiş beynimle patlamaya hazır bir bomba gibiyim. Bir türlü nereden başlayacağıma karar veremedim. İki günlük bir şey olsa tamam... Yıllardır süren bir ilişki nasıl gözden geçirilir. Nesi, neresi gözden geçirilmelidir. Bilemiyorum. Kararsızım. Ve bu durum beni bunaltıyor
Küçük bir çocukken pamuk sulama zamanlarında arkı dolaşmak benim görevim olurdu. Akşama kadar bir aşağı bir yukarı ark boyunca gidip gelirdim. Toprağın iyice suya doyduğu, çamur olup cıvıklaştığı setleri kuru toprak atarak kürekle beslerdim. Arkı gözden geçirmenin bir yöntemi vardır. Asma aralarına gelen su azaldığında anlardınız ki ark patlamış. Ayağıma çabuk gördükleri için beni gönderirlerdi. "Hadi sana zahmet. Bi koşu şu arkı gözden geçirip geliver," derlerdi. Arkı gözden geçirmek konusunda deneyimim vardı. Tekniğini bilirdim ve sorunu çözerdim. Örneğin "İki saat sonra balığa çıkacağız. Sen önden gidip kayığı bir gözden geçir,"deseler bu na da eyvallah. Kayığın mazotunu, lavasını, küreklerini, sintine suyunu, olta takımlarını, yemleri, ağları, çapasını, getebosları ve halatını gözden geçiririm. Ama bir ilişkinin, üç yıldır süren bir ilişkinin nasıl gözden geçirilebileceğini bilmiyorum.
İşte gecemi, gündüzümü kaybettiğim, kar yağışına bile aldırmazlığımın nedeni bu?
Son aylarda bize bir haller oldu. Çekmeyenlerin nazarı mı değdi? Tü tü tü... Elem tere fiş, kem gözlere şiş. Gidip nefesi kuvvetli birine mi okutsak? Türbelere horozlar mı adasak. En iyisi lokma döktürmek... Bir de üstüne Çerkez Ayşe'ye kurşun döktürdük mü tamam. Muska falan yaptırmış olmasalar bari. Sen divanların altını, kıyıyı köşeyi ara. Ben de bizim evi iyice bir gözden geçireyim. Bulamazsak Çolak Hoca'ya gideriz. O yazılmış bütün mustakaları bozar.
Bu bizimkisi aşk değil, yemin ederim mucit. Her hafta yeni bir kriz icat ediyor.Hepsi orijinal ve benzersiz…Otursam aklı başında birine anlatsam derdimidiyorum. Dinleyene yazık. Dinlemeye sabrı yetse bile kafası almaz, anlamaz. Görünürde her şey tıkır tıkır. İki özür dileme, canımlı, cicimli bir çift laf. Sanayiden çıkmış külüstür araba gibi yola devam. Aksıra tıksıra gitmesi iyi de. Ömrü yine bir hafta. Görenler eli bizi pek akıllı bir şey sanır. Nasıl anlatsam bilmem ki... Dışı sizi yakar içi beni.
Şeytan diyor ki; at bir çuvalın içine götür başka bir kente bırak. Bir daha yolu çıkarıp geri gelemesin. Bir parça ekmeğe, bi cana hasret sürünsün sokaklarda. En masum tavrını takıp suratına acıma, şefkat dilensin kapı kapı. Yüreğim elvermiyor ki... Kıyamıyorum ki..
Kara gözlüm sana hak veriyorum. Benim sicilim bozuk. Yerden göğe kadar haklısın. Aşk dediğin üstelik biraz mantıklı olmalı. Duygu dediğin ekmeğe sürülüp yenecek nana değil ki? En iyisi biz bu aşkı polise ihbar edelim. Bütün aşklar biraz yasadışıdır. Nezarethane köşelerinde, sorgularda sürünsün. Hakim karşısında ezile büzüle ifade versin. Sokaklardaki bütün ölü aşkların günahları üstüne kalsın. Bütün ayrılıkların, yakılmış bütün faili meçhul aşkların günahı boynuna asılsın. Mantıksız bir aşk olmanın kaç bucak olduğu anlasın. Sevgilinin gözlerine, saçılarına, gülüşüne şiir söylemelerin vebalini ötesin. Yaşadıkları burnundan fitil fitil gelsin.
Sevgilim, aşkımızı gözden geçirdim. Gözden geçirmekle kalmayıp laboratuar ortamında testlerden geçirdim. Kaynama ve donma noktasına baktım. Filtre ettim. Hızımı alamadım turnusol kağıdını batırdım. Sertlik derecesi ve kireç oranı nedeniyle kullanıma uygun olmadığı anlaşıldı. Kısmet olursa bu bahar ÖSS sınavından da geçirip sana sonucunu bildireceğim. Akıllı, mantıklı, anlaşılır, bilimsel ve somut hiç bir nedenim olmaksızın ben hala seni seviyorum. Burada açıklayamayacağım özel nedenlerimden dolayı affımı istiyorum...
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu TBMM, PADİŞAH ABDÜLMECİT'İ SİZCE NEDEN ANIYOR? |
|
TBMM tarihinde ilk kez, bir Osmanlı padişahı için anma etkinlikleri düzenlendiğini gazetelerde okumuşsunuzdur. Bu iltifata layık görülen padişah 1. Abdülmecit. Neden diğerleri değil de I. Abdülmecit? Onun, diğer 35 padişahtan farkı ve üstünlüğü ne?
Bu "eniştem beni niye öptü" kutlamasının gerekçesini merak ettik, araştırdık…
Abdülmecit, Ikinci Mahmud ve Bezmiâlem Valide Sultan'ın oğlu olarak 25 Nisan 1823'te doğmuş. Babasının ölümü üzerine 1 Temmuz 1839'da tahta geçmiş ve 25 Haziran 1861 ölene dek saltanat sürmüş.
Abdülmecit, 17 yaşında tahta oturduğu günlerde, Osmanlı ordusu Nizip'te, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordusu karşısında bozguna uğramış. (24 Haziran 1839). Üstüne üstlük Kaptan-ı Derya Ahmet Fevzi Paşa da donanmayı İskenderiye'de Mehmet Ali Paşa'ya teslim etmiş.
Kısacası, Abdülmecit, tahta oturmuş oturmasına da ne ordusu varmış ne de donanması.
O arada İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya devreye girip bir Osmanlıya bir nota verip Mısır sorununu bize danışmadan çözemezsiniz dememişler mi (27 Temmuz 1839)!
Denize düşen genç padişah, yılana sarılmaktan başka ne yapsın?
Nota kabul edilmiş, böylece Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin bir tür güdümü altına girmiş.
Nedense işlerin her karıştığında olduğu gibi, o günlerde de Londra Büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa da İstanbul'a gelip padişaha danışman olmuş.
Sonrası mı?
3 Kasım 1839'da ünlü "Tanzimat Fermanı"mız ilan edilir. Bilindiği gibi o fermanın mimarı, Şinasi'nin "Eyâ. ahâli-yi fazlın reis-i cumhuru" yani faziletli kalkın cumhurbaşkanı diye övdüğü Mustafa Reşit Paşa'dır.
Tanzimat, düzenleme demektir. Osmanlı Devleti, gelişen Batı karşısında tutunabilmek için 111.Selim ve 11.Mahmut dönemlerinde birçok alanda yenilik hareketlerine girişmişti. Bu fermanla, söz konusu yeniliklere hukuki zemin ve ivme kazandırma hedeflenmiştir.
Ancaak!
Bu fermanın akıl hocalığını yapan Batılıların temel amacının da bu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bunun da yanıtını Niyazi Berkes'ten alalım:
"Bugünkü dış dostlarımızın bize 'Siz de bizim usullerimizi uygularsanız bizim gibi ilerlemiş ulus olacaksınız.' deyişleri gibi, o zaman da İstanbul'da ve Londra'da Türk devlet adamlarının çevresini saran dış yardım ve Türkiye uzmanları 'Türkiye bu muahedeyi uygulamakla Batı uygarlığına girecek diyorlardı."
"Gerçekte Türkiye, Batılılaşma savaşında hiçbir Batı devletinden bu davaya yarar bir yardım görmemiştir. Yardım görmüşse bu, Türkiye'nin batılılaşmasına değil, o Batılı devletin çıkarlarına yaramıştır." (İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? Yön Yayınları)
1841'de Londra Konferansı'nda yine yukarıdaki devletler, Boğazlarla ilgili bir düzenlemeyi kabul ettirirler: Artık, Osmanlı, Boğazların mutlak hakimi değildir.
1853- 1856 yılları arasında Kırım Savaşı yaşanır.
Hani darbe sabahlarında duyduğumuz bir türkü vardır:
"Sivastopol önünde yatan gemiler
Atar nizam topunu yer gök iniler
Yardımcıdır bize kırklar, yediler."
Kırklar, yediler ne kadar yardımcı olmuştur bilemeyiz; ama bu savaşta Osmanlı donanması, Ruslar tarafından Sinop'ta yakılmış
Vee! Osmanlı tarihinde ilk kez (İngiltere'den) borç almıştır.
Burada durup Niyazi Berkes'e bir daha kulak verelim:
" Bugün olduğu gibi, o zamanın devlet adamları da bunu (dış yardım) büyük bir lütufkârlık sayarlardı.
… Dış yardıma dayanan Tanzimat devletçiliği Ermeni ve Rum vatandaşlar arasında ilk kapitalist sermaye birikiminin folluğu hizmetini gördü. Bu sermayedarlık, meşhur Galata bankaları hâlinde müesseseler haline geldi. Bunlar Avrupa sermayedarlarıyla birleşerek devlete borç veriyorlardı. Bu borçları ve faizlerini ödemek de Türk'e kaldı."
Osmanlı, 18 Şubat 1856'da imzalanan Paris anlaşmasında o malum devletlerin tam desteğini kazanmak için azınlıklara geniş haklar tanıyan "Islahat Fermanı"nı ilan eder.
Bu fermanda neler mi vardır?
Mezhep özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, vergide eşitlik, mahkemelerin açık olması, rüşvetin ilgası, maliye ve adliyede ıslahat… ve yabancılara mülk edinme hakkı…
Bugünlere ne kadar da çok benziyor değil mi?
Hıfzı Topuz'un kitabında anlattığına göre Padişah Abdülmecit, içki alemlerine ve kadınlara da pek düşkünmüş. Haremdeki kadınların, padişahla birlikte olmak için nöbet cetveli bile varmış.11 kadın efendi, 8 ikbal, 4 gözde…ve 40 kadar çocuk…
Abdülmecit, 22 yıllık padişahlığı döneminde tam 23 kez sadrazam değiştirmiş. Asansör gibi in çık, in çık…
Hadi padişahımızın hakkını da verelim: Abdülmecit, onca hay huy arasında eğitim bakanlığının kurulması, ortaokul ve liselerin açılması, ticaret mahkemelerinin kurulması, damga resminin konulması, köle pazarının kaldırılması gibi yenilikler de gerçekleştirmiş. Aldığı borçların bir kısmıyla da Dolmabahçe Sarayı, Beykoz Kasrı, Küçüksu Kasrı, Mecidiye Camii, Teşvikiye Camii, Hırka-i Şerif Camii, Bezmiâlem Valide Sultan Gureba Hastanesi, Galata Köprüsünü yaptırmış.
Padişah Abdülmecit, için bir gazete köşe yazısına yazabildiklerimiz bunlar. Acaba TBMM'nin Atatürk'ü anma haftasının kıyısına böyle bir padişah için anma programı yerleştirmesinin gerekçesini siz anlayabildiniz mi?
Bence bu kapının ardında açılacak yeni kapılara bakmalı.
Adım adım ilerleyeceksin
Adım adım, alıştıra alıştıra.
Bir adım geri diyeceksin zoru gördüğünde
Ama asla dönmeyeceksin davandan.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı NE OLACAK DİLİMİZİN HALİ? |
|
Gazeteyi açıyorum. "Tamer Taşpınar start verdi" yazıyor." Bu start da ne böyle, yenilir mi, içilir mi, yoksa boğazımızda mı kalır?" diye söyleniyorum. Öbür sayfada "start" veren "kondisyon, mantalite, pres, fikstür, sponsor, deplasman, motivasyon, performans, asist, avantaj, dezavantaj..." gibi "sportif" sözcükler cirit atıyor, top oynuyor, Türkçemizin kalesine gol yağdırıyorlar. Yollarımız viyadüklü, virajlı, damperli, ışığımız amperli, satışlarımız dampingli, televizyonlarımız reytingli, zappingli. Dilimiz soslu, acı biberli!
"Aleksin şutuna Mondragon planjon yapıyor. Fabiano pres yapıyor, Aulerio rövaşata yapıyor, top avuta çıkıyor ama hakem korner veriyor. Amigolar yaşa demeyi unutmuşlar, oley diye bağırıyorlar. Beşiktaş yeni bir yabancı futbolcuyla iki yılı obsüyonlu mukavele imzalıyor. Galatasaray oyunu tolore ediyor, forse etmiyor, Fenerbahçe'ye altı yabancı futbolcu yetmiyor!" Ondan sonra da Türk futbolu niye ileri gitmiyor, diye tartışıyorlar..."Vizyon, komisyon, istasyon, misyon" gibi uyaklı yabancı sözcükler hiç yadırganmadan, zevkle, hevesle kullanılıyor. Dil otomatiğe bağlanmış! Matikle para çekiyoruz, kozmetikle süsleniyoruz, hijyenik nesnelerle temizleniyoruz, yabancı dili ne kadar çok kullanırsak o kadar sosyetik oluyoruz! Gençler animasyon yapıyor, kızlar imitasyon takılar takıyor, istasyonumuzda fabrikasyon eşyalar üretiliyor. Ben de ajitasyon yapıyorum!..
Kafamın tası atıyor. Gazeteyi kapatıp televizyonu açıyorum. Bir kanalda "spiker" takımımızın faynıl fora kaldığını söylüyor. Ne dediğini anlayamıyorum önce, sonra çözüyorum bilmeceyi. Takımımız ilk dörde girmiş, yarı finale kalmış meğerse. Kırk yıllık final olmuş faynıl! Kırk yıllık kulüp de "klap" olmamış mı! Şu işe bak! Kimileri de "clup"a benzeterek "klüp" yazıyorlar. Böylece başları göğe eriyor!
Dizideki kız, arkadaşına hoşça kal diyeceği yerde hadi bay diyor, hem de TRT 1'de...Devlet televizyonunda böyle olursa diğerlerinde neler olmaz? Balık baştan kokar. Geçenlerde yolda gidiyordum. Baba işe gidiyor, karısı onu yolcu ederken çocuğuna, "Hadi bay bay de babana" diyerek onu küçük yaşta yabancı dil konuşmaya "teşvik ve tahrik" ediyor! Edebiyat Fakültesinde okurken bir kız arkadaşımız bize "çav" diye veda etmişti de çok şaşırmıştım. O zamanlar "bakir" Anadolu çocuğuydum. Şimdi şaşırmıyorum artık bu tür "Turistik, lojistik(!) varyasyon"lara! Batıl-ı oldum çok şükür! Yozlaşma atını alan Üsküdar'ı çoktan geçti. Dil "erozyon" a uğruyormuş, aldıran yok.
Bir başka kanalda Müslüm Baba'ya rastlıyorum. Mesaj hattında "okey mi? Okey!" diyor reklam kuşağında seyircilerine. Onlar seyire alışmışlar, hiç tepki göstermeden seyrediyorlar. Geleneklerine bağlı olduğunu söyleyen bir baba böyle yaparsa çocuklarının "performansı" nasıl olur kimbilir? Okey sözcüğünü Türkçeleştirmişler(!), okeylemek diye yeni bir sözcük türetmişler bir de. Aferin demek yetmez, bravo demek gerek bu çabalara.
"Çivisi çıkmış bu işlerin" diye söylenerek sokağa fırlıyorum. "Stres" basıyor. O da ne? Dilimiz ölmüş de ağlayanı yok! "Showroom"lar, "center"lar, "mega"lar, "süper"ler ayrık otları gibi kaplamış her yeri. Biraz "nostaljik" takılayım diyorum. Bir öğretmen arkadaşımın yanlışlıkla yazılmış anlamına gelen "sehven yazılmıştır" yerine "şehven yazılmıştır" yazması, bankada tanıyorum anlamına gelen "marufumdur" yaz dedikleri kişinin "masumumdur" yazması, nüans farkı, mütevazı yerine mütevazi, sukutu hayale uğramak yerine sükutu hayale uğramak yazılışı gibi gülünçlükleri anımsıyorum. Yabancı dil merakımız o kadar artmış ki, pastane patisserie oluvermiş göz açıp kapatasıya dek! Ayakkabıcılar "tabela"larına "shoes" kondurmuşlar. Bir yerde sentez(!) yapmışlar ve "Döner Chi" diye bir levha asmışlar. Ne orjinallik, marjinallik bu, vallahi çok "fantastik" ve artistik! Kültürümüz turizme bağlandı. Lokanta yetmedi, restoran oldu aşevleri. Et yemekleri satılan yerler de "Steak Hause" haline dönüştü. Turistik lokantalarda yemek adları hep yabancı. Çorba bile soupe adını almış...
Artık globalleşeceğiz, dünya vatandaşı, Avrupalı olacağız, daha ne? Türkçe mi? O çoktan yükledi sermayeyi kediye; bilinç çeşmesi, anadil sevgisi akmıyor çoktandır. Eğer "agresif" olmazsak, "hiperaktif" bir etkinlik gösteremezsek ateş bacayı saracak, yozluk yangını gönül evimizi yakacak. Önce Arapça, sonra Farsça, derken Fransızca, Almanca, İngilizce sayesinde(!), dilimiz iyice yabancılaşacak, öyle bir hale geleceğiz ki, okullarda çocuklarımıza yabancı dil öğretmemize gerek kalmayacak!
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç KARANLIK |
|
Bugünlerde pek karanlığım. Sağım, solum her yer öyle. İçim daralıyor, canım sıkılıyor, bunalıyorum…
Beni aydınlatacak pek bir şey de yok!
Topluca cinnet mi geçiriyoruz acaba?
Van da bir deprem,hala ulaşılmamış yardıma muhtaç insanlar; devam eden sonuçlanmak bilmeyen davalar. Silivri, memeleketin kişi başına en fazla entelektüel düşen şehri oldu. Ama biz Acunla her akşam keyfini bayıla bayıla seyretmeye devam ediyoruz. Dizilerle kendimizden geçiyoruz. Tüm genç kızlar ya Kuzey'ini bekliyor ya da Güney'ini..
Oğlan anaları oğulları Bihter gibi kızların eline düşecek diye tahtalara vuruyor. Kız anaları kızları Fatmagül gibi olmasın diye daralttıkça daraltıyor sınırları. Ha bir de Ferihalar var Sarrafoğullarının velihatını bekleyen.
Hepimiz bir gün Var mısın Yok musun da ki kutusunda şansını deneyen adam olmanın hayaliyle ekranlara kitlenip tek yürek oluyoruz, içimize neler doğuyor neler? Ama ah o kutularrrr ahhh! Hep yanıltıyor elde sıfırla girip elde sıfırla çıkıyoruz hayattan.
Herkes de bir yırtma telaşı. "Hepimizin bir fikri var ben daha önce düşünmüştüm tühh" olan.
Ama yırtılamıyor işte.
Gelir seviyesi biraz daha iyi olanlar da hep daha huzurlu stressiz yaşamanın derdinde. Yapılan yogalar, gidilen plates kursları,organik pazarlardan yapılan alışverişlerle yepyeni bir kazıkçı sektör yaratıldı mesela. Gidilen Alaçatı yaz tatili sonunda sanki oranın İstanbul'un şıkıdım semtlerinden bir farkı kalmış gibi hep bir sakin bir Ege kasabasında yaşama hayalleri.
Herkes kendi hayatından farklı bir hayat isteye dursun hayal tacirleri de yarattıkları sahte dünyaların gayet güzel parsalarını toplayıp afiyetle yemekte gayet güzel.
Nedense hiçbirimiz, hadi bu da dahil tüm genellemelerin yanlış olduğu gerçeğiyle genelleme yapmayayım, çoğumuz da elimizdekinin değerini bilmeyiz. Ya da kimse daha basit bir hayatın yanına yaklaşmaz. Kimse, mesela kütüğü neredeyse oraya yerleşmeyi düşünmez. Babasının yaptığı esnaflığı devam ettirerek ekmeğini kazanmayı istemez. Babadan kalma köydeki evi yenilemeyi düşünmez.
Tamam kabul ediyorum bölgesel kalkınmanın olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Batı bölgelere özellikle 1.derecede deprem bölgesi olan yaşadığımız şehre neden bu kadar yatırım yapıldığını, istihdam yaratıldığını hiç anlamayacağım.
Ama anlayamadığım bir şey de şu olacak, neden bize her verileni bu kadar çabuk KABULLENİYORUZ?
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bir zamanlar Anadolu... Bir zamanlar Ankyra...
Gemi çapası anlamanı gelen 'Ankyra'... Bizanslı Stephanos, kente bu adın Mısırlıları denize kadar sürüp çapalarına el koyan Galatlarca verildiğini öne sürer. Pausinias ise Galatların değil Frigya kralı Midas'ın burayı kurduğunu ve aynı zamanda da gemi çapasını bulan kişi olduğu için bölgeye bu adı verdiğinden bahseder. Ankara'nın bir diğer ismi de-Engürü-dür. Farsça üzüm anlamına gelen -Engür-den türemiştir. Üzüm bağlarını unutmamak gerekir.
Tarihte bu teorilerden hangisi gerçektir bilinmez ama bir gerçek var ki bugüne kadar bu topraklarda milyonlarca insan yaşamıştır. Ne zaman yolum Ankara'ya düşse şehirde ki yaşamdan öte altında yatan tarihi düşünürüm. O insanları düşünürüm. Günümüzde hep derler ya Ankara kasvetlidir. Ankara pusludur. Adeta bir memur kentidir. Yaşam ağırdır. Sessizdir. Sakindir. Aslına bakılırsa Ankara yüzyıllardır tarih sayfalarındadır. Ve Ankara yüzyıllardır orada durmaktadır. Muhtemelen binlerce yıl daha orada duracaktır.
Tarihin tozlu raflarını karıştırdığımızda ilk olarak karşımıza Haymana kasabası çıkar. Kuzeydoğusunda ki Dereköy yakınında yer alan Gavurkale'de ki 16 metrekarelik kaya kabartması Hititlerden kalmadır. En eski kalıntılardandır. İ.Ö 7.yy'da ise Lidyalılar Kızılırmak'a kadar olan bölgeyi ele geçirir. Başkent Sardes'in içinden geçen Paktalos Irmağı'nın alüvyonlarında doğal olarak bulanan altın-gümüş karışımı -elektron- madeninden basılan ilk sikkelerin üzerinde Lidya Krallığının arması olan aslan başı bulunuyordu. Bu Lidyalılar değilmidir bizi ateşe atan parayı bulan ve -bu benim- diyen. Ankyra'ya kadar uzanmışlardır işte.
İ.Ö 500'lerde ise Pers egemenliği başlar... Ordu, ticaret ve posta yolu olarak kullanılan bir dönemin ünlü -kral yolu- Ankyra'dan geçiyordu. Zamanın en önemli konaklama ve ticaret merkeziydi bölge. Kimbilir kimler o yol üzerindeki hanlarda kaldı, kimbilir ne ticaretler yapıldı. Para çoktan hayattaydı ya, pirinç alıp acaba karşılığında kaç sikke verdiler Ankyra'da?
Tarihçiler, Büyük İskender'in ordusunu Dinardan Gordion'a, oradan da buraya Ankyra'ya getirdiğinden bahsederler. Büyük iskender hırslı adamdır. Persleri istemez burda, yakıp yıkar ve Pers egemenliğinbe son verir. İskender'in orduları kaç kelle almıştır Ankyra için? Topraklar Pers kanıyla bulanmış mıdır? Gök kızıl mı olmuştur o savaşlarda? Persler gitmiş ve şehir savaş gazisi olmuştur. Kral yolu eski önemini yitirir ve Ankyra tatile çıkan bir assolist edasıyla geri plana düşer. Elbet sahnelere döneceği gün gelecektir.
İskender'in ölümünden sonra bölge balkanlardan gelen Galatlar'ın Tektosag kolunun eline geçer. Tektosaglar kelttir. Volk adı verilen bir kavimden gelirler. Ne olmuşsa olmuş Volklar vatanlarını terketmişler ve uzun bir yola çıkmışlar. Avrupa'ya, Balkanlar'a ve Anadolu'ya uzanan zorlu bir yol... Ve Anadolu'da Nikomedes'le karşılaşırlar. Kendisi Bitinya bölgesinin kontrolu için Selevkoslarla mücadele halindedir, Keltlere kendisi için savaşmalarını teklif eder. Gelecek 5 yıl boyunca Nikomedes'in paralı askerleri olan Keltler ortalığı yakıp yıkarlar. Bir noktada Nikomedes, istediği nüfuza kavuşur. Nikomedes , Pontus'lu Mithridates ve Suriyeli Antiokus I'in anlaşmaları sonucu Keltlere hediye olarak, yaşamaları için Ankyra verilir. Çok uzun süreli barınamazlar burada. Dedik ya koskoca Ankyra, yedirmezler öyle kolay kolay adama. İ.Ö 189'da Roma orduları ihtişamlı bir giriş yapar. Galatları yenerek bölegeyi Bergama Krallığına bağlar. Belki de Galatlar yediremezler kendilerine, topraklarını geri almak isterler ve bir savaş daha peydah olur. Başarırlarda. Galatlar yeniden bölgenin hakimi olurlar. Muhtemelen savaştan çıkmışlardır, yorgunlardır ama topraklarını geri kazanmanın gurununu yaşıyorlardır. Kolay değil uğruna nice canlar aldıkları topraklarda nice canlar vermek...
Roma orduları... şöyle bir harekete başladımı, askerlerin zırhlarının sesinin kilometrelerce uzaktan duyulduğundan bahsedilir. Atlıların şaha kalkmasıyla yer titrer. Roma ile dans edilmez derler. Romalılar, bu sefer Galatya'yı savaşta yenmekle kalmaz onları egemenliğine alır. Ankyra artık eyalet merkezi olmuştur. Yeni yollar yapılır, ticaret artar. Aynı zamanda ordunun ikmal ve toplanma yeri olmuştur. Ekonomik yaşam olmadığı kadar canlanmıştır. Ankyra artık ticari ve askeri anlamda tekrar gözde olmuştur. Sahnelere tekrar dönmüştür.
Yüzyıllarca Roma'nın kasıp kavurduğu Avrupa'ya nazaran, Anadolu'da barış hakim olur, ta ki Sasanilerİn 8.yy'da yaptığı saldırılara kadar. Arapların iki yüzyıl süren yağmalamaları sonucu Ankyra çok zarar görür. Bir süre toparlanmaya çalışır medeniyet. Barışı korumaya çalışırlar. Takip eden yıllarda Ankyra halkı veba, kıtlık ve deprem ile tanışmıştır. Tarih artık 11.yy'ı göstermektedir. Dört yüz yıl herşeye göğüs geren bölge halkı, 12. yy'da Selçuklular ile tekrar ayağa kalkar. Danişmendliler pastadan pay almak ister. Bizanslılar gözünü çoktan dikmiştir bile. Ankyra bu üç devlet arasında sürekli el değiştirir. Bölgenin hakimi olmak için çarpışan üç halk... yine yitip giden, ön saflarda ki genç askerler... insanlar...
Peki ya Moğollar nerede? 13.yy'da o ünlü Moğol akınlarına çoktan başlamışlardır. Onların önünden kaçan çok sayıda zanaatkar, sanatçı ve esnaf önce Anadolu'ya sonra da Ankyra'ya kadar gelir. Kent bu tarihten sonra büyük bir kabuk değişimine girmiştir. Türk sanat musikisiyle sevenlerinin karşısına geçen assolistimiz artık çağa ayak uydurmuş ve pop söylemeye başlamıştır. Ekonomik ve sosyal anlamda sınıf atlamıştır halk. Dericilik, sof yapımı, tahıl üretimi ve bağcılık yükseliştedir. Anadolu selçukluları ile Osmanlı devleti arasında ki bölgenin egemenliği üzerine süren çekişmeden yararlanan Ahiler ise yönetimi ele geçirirler.
Ahilik örgütlenmesi kültürümüzün önemli bir parçasıdır. Moğol akınlarından kaçan esnaf ve sanatkarların arasında bulunan Baba İlyas tarafından kurulduğundan bahsedilir. Adını -Kardeşim- anlamına gelen -Ahi- kelimesinden almıştır. Bir kurum olarak ele alınması ise 13.yy'a, Ahi Evran'a dayanır. Bütün esnaf ve sanatkarları bir çatı altında toplamıştır. Anadolu'da alın teriyle çalışma ilkesini yayarlar. En uç köylere kadar uzanırlar. Yardımlaşma ve toplum düzenini koruma en temel ilkeleri olur. Lonca sistemi gibi Ahilikte de bir meslekte çalışabilmek için önce çırak olmak, ahi seviyesine kadar yükselmek gerekirdi. Günümüze kadar ulaşan ilkeleri ve usta-çırak ilişkisini geliştirmeleri şuan bile toplumumuzun bir parçası.
Ve Osmanlı orduları artık Anadolu'yu, bölgeyi 1354'te Orhan Bey tarafından ele geçirdiler. Osmanlı ozamanlar toydu. Daha elli senelik devlet, Karamanlılara kafa tutamadı. Verdi ca'nım Ankyra'yı. Yılmadı ama didindi, ,istedi sonunda tekrar Ankyra'larını Karamanlılardan aldı.
Timur geldi 1402'de ve Birinci Beyazıd'a kafa tuttu. Tuttu tuttu da hani boşuna değildi bu. Bozguna uğrattı koskoca orduyu. Ankara'ya gittiğimde Timur'un, şimdiler de yerinde yeller esen o meşhur ormana sakladığı filleri de düşünürüm. O ormanları da düşünürüm. Herşey dindi ve 1413'te Ankyra Osmanlıya bağlı bir sancak haline geldi. İkinci Murad şehri yeniden imar etti. Fatih Sultan Mehmet ise ordunun toplanma merkezi yaptı. 16.yy'da Ankyra artık Anadolu eyaletinin merkeziydi. Kentin nüfusu ise 15 bindi ve %10'unu Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar oluşturuyordu.
Şeriye sicillerine bakınca kentte o dönemde tam 43 adet esnaf kolu olduğu saptanıyor. Yeniden gözde olmuştur Ankyra. Hızla gelişir. Ticaret merkezi olur. Gelenler, gidenler, ihracatlar, insanlar... Bir kaç sene de nüfus 25 binlere dayanmıştır. Anadolu'yu saran Celali ayaklanmaları Ankyra'yı etkilemez mi? Hızla dış mahalleler boşalır. Zorunlu bir göç başlar ve nüfus tekrar azalır. Doğa ve sosyal yaşam gücünü yine gösterir.
Durumdan etkilenen halk, 1607 yılında müthiş bir birleşme ve özveri göstererek kentin dışına 3.bir sur yapar. Günümüzde bu sur artık yoktur. Yaşanan çekişmeler ve iç isyanlar sonucunda yıkılmaya yüz tutmuştur. Osmanlı gerilemeye başlar. Artık o şaaşalı günler geride kalmıştır. Ankyra da eski önemini bir kez daha yitirmiştir. 1830'larda Mısır ordusunun başındaki İbrahim Paşa bölgeyi ele geçirir. Tiftik ihracına başlanır. Yalnız bu sof'un ve dokumacılığın gerilemesine yol açar. Tiftik ozamanlar dünyada bir tek burada yetişiyordu. G.Afrika ve California'da tiftik yetiştirmeyi başarınca eşsizlik ünvanı kaybolur ve Ankyra'da ki tiftik gözden düşer.
1892'de artık Ankara'ya demiryolu ulaşmıştı. Demiryolu demek, ticaret demekti. Angora Angara'ya, Angara'da Ankara'ya dönüşmüştü artık. Ankyra'yı teleffuz eden bile yoktu.
Mustafa Kemal'in, Heyet-i Mebusan meclisinde ki mebusları yönlendirebilmesi için Sivas'tan Ankara'ya gitmesi gerekiyordu. İstanbul ve Batı Anadolu ile demiryolu bağlantısı olan Ankara, Sivastan daha stratejik konumdaydı. Kurtuluş savaşının merkezi olacaktı. 27 Aralık 1919'da Atatürk, Sivas'tan Ankara'ya gitti. 16 Mart 1920'de İtilaf devletleri İstanbul'u işgal edince Atatürk, 23 Nisan 1920'de Ankara Büyük Millet Meclisini topladı. Malatya mebusu İsmet İnönü ve 14 arkadaşının verdiği önerge, 13 Ekim 1920'de kabul edildi. Ankara artık başkentti...
29 ekim 1923'te ise cumhuriyet ilan edildi...
Bir gün, evet birgün bizde yok olup gideceğiz ama işte Cumhuriyetimiz ayakta kalacak. Ankara ayakta kalacak. Ve ikisi bir olduğu sürece, Ankara sessizde olsa derinden başkent olmaya, tarihi yaşamaya ve yaşatmaya devam edecek...
N.Öykü Maral
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-38
* Adaletin olmadığı yerde korku hakimdir.
* Adil davrandın diye takdir bekleme.
* İnsan yaşantısından ahlâki eylemi çıkarırsanız, geriye kalan sadece güdülerinin yönlendirdiği bir hayvandır.
* Adalet dağıtıcı öncelikle ahlâklı olmalıdır.
* Aşkın kesinlikle iyileştiren ilâcı, başka bir aşktır.
* Yaptığı iyilikleri anlatan kişi, kötülüklerini saklamaya çalışıyor demektir.
* Kınından çıkan bıçak, bir şey kesmeye hazırdır.
* Bilimi, bilimsel sonuçları tekelinde tutup, başkalarını bunlardan yararlandırmayanlar insanlık suçu işlemektedirler.
* "Yarın yaparım" sözü diğer "yarın yaparım" sözlerini söyletir. "Şimdi yaparım" sözü ise kişiyi hep şimdilerde yaşatır.
* Aşk, yoğun bir sis gibidir. Bir çok şeyi görmeyi engeller. Zaten o şeyleri görmeye başladığında da aşk bitti demektir.
* Eyleme geçmeyen söz ve düşünceye değer verme!
* Kendimizi anlatmakta zorlanıyorsak, anlatacak pek bir şeyimiz yok demektir.
* Dalkavukların en çok olduğu dönem, bir ülkenin en kötü idare edildiği dönemdir.
* İyiyi bilmek, kişiyi iyi insan yapmaz.
* Eğri yola girmeyen düz yolun kıymetini bilemez.
* Aşk denizinde boğulmaya gönüllü o kadar çok insan var ki!
* Suçların cezasız kaldığı bir toplum, çöküş sürecine girmiş demektir.
* Gerçeklerden yana ol, gerçekleri savun, gerçekleri anlat; sonuç hayatına da mal olsa bundan vaz geçme!
* Özgür insan doğruyu arar, özgür olmayan insan ise yalanla uyutulur.
* Güzellik görünende mi, yoksa gören gözde mi?
* Güzelliğin düşmanı çoktur.
* Arkana baktın ve seni takip eden olmadığını gördün. Ama gittiğin yolun doğru olduğuna inanıyorsan tek başına gitmeye devam etmelisin.
* Tatmin edilmemiş güdüler, hem kişinin kendisi için hem de diğer insanlar için bir tehlikedir.
* Acı ve mutluluk; aşk hamurunun mayasıdır.
* Başkalarının beğenisini kazanmak için konuşan, yazan, bir eser ortaya koyan kişi kendisini kaybettiğinin farkında değildir.
* Her şeyde kötülük görmeye çalışma, o zaten kendini gösterir.
* Her varlık, bir mucizedir.
* Aşkı bir kere kirletti isen, boşuna onu temizlemek için uğraşma.
* Girdiğin kapıdan çıkmayacağını, çıktığın kapıdan da girmeyeceğini zannetme; çünkü her kapı hem girmek hem de çıkmak içindir.
* Öfkeni yenebiliyorsan, elde ettiğin bu başarı ile övünebilirsin.
* Yanlış inanç… İşte insanlığın en büyük düşmanı!
* İyilik yapmak çok kolaydır, kötülük yapmak ise çok zordur. Ama nedense insanların bazıları gene de zor olanı seçerler.
* Aşk efendiyi de köleyi de, zengini de fakiri de eşit kılar. Çünkü onlar sadece aşıktırlar.
* Kurtarıcı bekleyenler kurtulamayacak olanlardır.
* En çok korkutan, en korkak olandır.
* Aşkın dili şifrelidir, o nedenle bazıları hiç anlamaz.
* Yapılanları onaylamadığı halde, haksızlıklar karşısında susan kişinin; haksızlığı yapandan farkı nerede?
* Bir vatanı en iyi müdafaa edecek olan, asker değil, iyi eğitilmiş vatandaş ordusudur.
* Kahramanlarından vazgeçen bir toplum, her şeyini kaybetmeye de hazır olsun.
* Aşkı ayrılık güçlendirir, ama ayrılığı bitirme gücü veren de aşktır.
* Aşk, gelmeden önce kalbimizin kapısını çalıp bizden izin istemez. Ansızın geliverir ve ansızın da gidiverir.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
AÇTIRMA KUTUYU, SÖYLETME KÖTÜYÜ
- Eveeeet sayın pardon çok özür dilerim hayın yarışmacılar, hepiniz bir Uranüs "Açtırma kutuyu söyletme kötüyü" yarışmasına daha hoş geldiniz de yani pek de hoş gelmemiş gibi bir haliniz var, yani ne desem bilmiyom ki......Ne o öyle birilerinin elinde hala emanetçiye bırakamadıkları kalaşinkoflar falan.....tırsıyorum icabında, yani Moderatör olarak bok yoluna niyazı olmayalım da.......
Merak etme sayın Kandilci Yalancı, merak etme elbette sıra Basri beyin teklifi faslına da gelecek icabında da... şimdilik söz sırası bende elbette
Evet.... pek sayın ve meraklı, bir kısmı çok endişeli, diğerleri pek bir mesut ve bahtiyar seyirciler ve dahi seyirci bozuntuları. Efendim gördüğünüz gibi kutularımız ve onlardan da güzel hostes kızlarımız göz seyrinize hazırlar efendim.
Sıra geldi yarışmacıları tanıtmaya birinci sırada medarı iftiharımız, her derde devamız Orta Uranüslü Şevki var efendim. Tabii ki biliyoruz Şevki taşeron, da esas patron Yeksas'lı siyah oğlan böyle banal yarışmalara katılmamayı tercih ettiler, her zaman olduğu gibi, perde arkasından ipleri oynatmak ne de olsa daha kolay oluyor galiba....
Efendim ikinci piyonumuz pardon yarışmacımız yani İrmalılı Bahtiyar, kendileri her zamanki bıçkın ve keskin duruşlarıyla buradalar efendim.
Üçüncü yarışmacımız ise dersim dağlarından gelen Kılıç bey efendim. Dördüncü bir yarışmacımız da olacaktı, yalnız yarışmaya katılmadan kendi kendini diskalifiye etti her nedense.......
Ve sizler, benim candan aziz, domatesten leziz, herkesten daha keriz, pardon yanlış oldu ülkemizin bütün otlaklarındaki büyükbaşlardan daha semiz diyecektim..... sevgili halkımız!!!!
Bugünkü yarışmamız da diğerleri gibi son derece sıradan, kimin kazanacağı önceden belli ol........mayan, önemsiz bir yarışma....... Yani boşuna heyecan yapmayın. Ayrıca yarışma ilerleyip kutular açıldıkça galeyana, maleyana da gelmeyin reca ederim!!!
Yani gelirseniz de şunu bir eyice bilin ki artık elinize alacağınız bayraklar renk itibariyle "bayrak" statüsünde olabilemeyeceklerdir yani hemşerim.
Lütfen sakin olun ya..... lütfen sakin olun yaaaa.........
Eveeeet sıra şimdi sizde birinci yarışmacı, biliyoruz ki ikinci yarışmacı ile kanka olma durumlarınız var ama lütfen böyle de bakışmayınız yani efendim seyirciler yanlış anlayacaklar sonra.
Evet efendim, düşünün taşının seçeceğiniz kutunuzun üzerinde bir miktar kaşının lütfen yani de bizde anlayalım hangi kutuyu seçtiniz, Biliyorsunuz en büyük ikramiye bundan sonra asla olmaması gereken o zalim ilk 4 madde kutusu....Bu kutuyu bulursanız köşeyi döndünüz efendim.... diğer kutularda ne var derseniz...
Şimdi en başta tabiî ki hayın bir şekilde ağza alınmaması gereken bütün kötü kelimelerin ayıklanarak her bir yere Vatandaş lafının doldurulması var en başta........
Ve haliyle bölgesel özerklik kutumuz da kutular arasında hasretle bizleri beklemekte, tabii bir de bir kısım yarışmacılarımızın çok ta hoşuna gitmeyebilecek bazı kutular da yok değil! "Mesela ilk dört kalsın, diğerleri şinanay" kutusu bunlardan birisi.
Bizleri beklemekte olan bu kutuları bulan sayın yarışmacılar haliylen en büyük ikramiyeleri kazanacak ve Basri beyin teklifine ihtiyaçları kalmayacak yani....
Böylece çok şey kazanacak olduktan kelli, memleketi yani böyyük gezegenimiz Uranüsü kurtarmanın gururunu da taşıyacaklar haliylen. Yaşasın ZEİTGEİST, yaşasın yüce birliğimizin ulu çıkarları.....(höst lan Baytekin kendine gel, ipin ucunu kaçırma icabında....)
Teselli babından bazı kutularımızda da "yetmez ama evet, tak koluna sepet" diyenlerden medar-ı iftiharımız bir sanatçımızın en son sürpriz şarkısı var :"Yaktın beni İrmalı'lı Bahtiyar, Allahta seni yaksın" bu güzel şarkının adı. Sonra bir başka kutumuzda İmzir namında ki kentin adının artık denizi kötü sözlerle doldurula doldurula hiç kalmadığından "Teslim" olarak değiştirilmesi hadisesi var. Bir son teselli ikramiyemiz daha var bir kutuda da sosyal demokrat adının ebediyen lugatlarımızdan silinerek "Hanamerikanyacı İleri Demokrat" haline getirilmesini hep birlikte alkışlarla kutlayacağız arkadaşlar.
Lütfen kutlamaları abartarak kalaşinkoflarla gökyüzüne mermi yağdırmayalım efendim. Altı üstü bir yarışma sunalım derken Niyazi olmak istemiyorum haliylen............lütfen efendim... İşte kutularımız bunlar. Sıra geldi yarışmamıza yani......
- Bir dakika, bir dakika ben de yeni bir kutuyla dahil olmak istiyorum bu yarışmaya benim de söz hakkım olmalı!
- Ama olmaz ki efendim sizin kutu daha baştan faül yani! Ne demek o öyle "Ülkemi asla Böldürmem" kutusu yani..... Yani ayrıcana da İrmalı sakinlerinin bulunduğu bir ortamda, Kilimli ahalisine yer ayırmamız, mümkün olamaz yani Mehmet Ali bey, kurallara aykırı bu durum efendim. Hani şu bildiğimiz her zamanki memed'ali bey olsanız başım gözüm üstüne diyeceğim de yani böyle asık suratlı çatık kaşlı falan bize kesinlikle unutmak istediğimiz birilerini hatırlatıyorsunuz fena halde, icabında yani. Hem sözlerinize dikkat ediniz reca ederim! "İrmalı'lı Bahtiyar'da kalaşinkof varsa, ben de yürek var!" ne demek yani. Biz bütün katılımcılarımız ile güzeller güzeli seyircilerimizin yüreksiz olmasını tercih ediyoruz efendim. İcabında küçücük bir kalp nemize yetmiyor ki, değil mi ama! Yürek çok tehlikeli bir şey icabında. Yani Dersim'den gelen yarışmacımız Kılıç Bey'de bile mevcut olmayan bir şey siz de nasıl oluyor ki yani efendim?
Kalaşinkof mu? Onda bir sorun yok efendim, o bir silah altı üstü kurşun atıyor yani. Halbuki yürek öyle mi? O "vatan sevgisi" diye çok tehlikeli bir şey atıyo diyolar, ben hiç şahit olmadım, inşallah da olmam da yani.
Böyle tehlikeli şeylerle korku yaratmayalım yani bu yarışmamızda. Bakın bütün Evropa'nın gözleri bizim üzerimizde. Petrolün şey yani heyecandan yine yannış oldu, Protokolün en önüne Yarenim Fok kurulmuş, nasıl da sinirlendi gördünüz yani değil mi efendim. Reca ederim....., reca ederim.... Maydanoz olmayınız yani.
Ne dediniz, yarışmaya alınmazsanız, dağa mı çıkacaksınız. Bunların modası geçti beyefendi, icabında hepimiz yenilenmeli yeni olmalıyız günümüze uymalıyız, ne o öyle yani Bağımsızlık filan gibi şeyler, hem sizi dağlarda kurtlar kapar, ham yapar aslanlara maslanlara yem olursunuz çocuğum, gelin bakın Dersim'li Kılıç beyin dizinin dibine uslu uslu oturun değil mi efendim. Yaramazlık yapıp, Teksas'lı esas oğlanı kızdırmayın reca ederim. Barış içinde yaşayalım şu Üranüsümüz de yani.
- Yok ben bi denicem, daha önce de denemişlerdi!
- Ooooooo, o çok çok yıllar önceydi, Valla onu benim dedem de hatırlamıyor. Aslında. Dedem bizim evin yolunu da pek hatırlamaz ama olsun, olsun.....
Ne dediniz sesiniz biraz derinden geliyor da net anlayamadım, yani anlamak da çok işime gelmiyor icabında....... Çok iyi hatırlayanlar mı var? Hem de gençlerden ha! Vay anasını..... "Bursa Nutku" mu aman efendim o dediğiniz de ne ola ki! Bulmaca gibi konuşuyorsunuz sayın Mehmet Ali Bey..... Yani biraz da ileri demokrasi, Avrupa Birliği filan yani..... Bakın o zaman anlaşabiliriz belki.... Sonuç olarak? Hııııım anladım, ya benim kutu da bu yarışmaya girer, ya da dağa çıkarım mı diyorsunuz yani .....
Resneli Niyazi gibi mi? O da kim efendim...... Biz tanımayız öyle tarihi şahsiyetleri.... Benim tanıdığım en tarihi şahsiyet Sülüman emmi yani, Allah daha uzun ömürler versin, amin! Hatırlayın ne demişti, bakın her nedense ben bu sözünü çok iyi hatırlamaktayım.... Yollar yürümekle aşınmaz, ayakkabılar aşınabilir haliylen..... Demek kararlısınız, Peki Mehmet Ali Bey siz bilirsiniz bir daha umarım hiç karşılaşmayız yani!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
BALANS AYARI VE TERÖR
Cemil Meriç, 'Bir Facianın Hikayesi' adlı kitabında terörle ilgili şunları yazar: "Terörizm, bir metod veya metodun dayandığı teori. Bu metoda başvurarak örgütlenmiş bir grup veya parti şiddet yoluyla amaçlarını gerçekleştirmeğe çalışır. Tedhiş eylemlerinin muhatabı, adı geçen toplulukların emelleri karşısına engel olarak çıkan fertler, kurumlar veya devlet temsilcileridir. Bazan mallar, makinalar, ormanlar, ekili topraklar da siyasî terörizmin genel programına ek olarak tahrip konusu olabilir… Terörist tehdit etmez. Cana kıymak, yakıp yıkmak faaliyetinin bir parçasıdır… Terörizm, fertlerden çok sosyal gruplar ve güçler arasındaki mücadelede bir kavga metodudur. Her içtimaî düzende görülebilir… Şiddetin ve cana kıymanın amacı ne maddî bir kazançtır ne de hücuma uğrayan kimseleri yıldırmak; toplumun veya hükümetin dikkatini geniş ölçüde bir çatışmanın kaçınılmaz olduğuna çekmektir… İktidarın el değiştirmesini amaçlayan başka mahiyette topluluklar da teröre baş vurabilir ve bunun için örgütlenebilir."(Bir Facianın Hikayesi; Cemil Meriç)
Bu ifadelerin seksenlerden beri ülkemizin maruz kaldığı terör eylemleriyle örtüştüğünü görürüz. Elbette ki terör tek boyutlu değildir. Terör yalnız başına bir sonuca ulaşamaz; teröristte eyleminden beklediğini bulamaz. Ancak halk, siyasi iktidar, devlet ve dış güçlerden bir kaçının desteğini aldığında eyleminde ciddi sesler getirir. Şunu hemen belirtelim hiçbir terörist eylem ilanihaye hedefine ulaşamamıştır.
Şu bir gerçek ki maruz kaldığımız hain terör dışardan destek alıyor. Yine dış güçlerin yıllar önce gerçekleştirdikleri çalışmalarla az da olsa kendi etnik tabanında yer bulup destek görüyor.
Gücünü din ve dini değerlerden alan Osmanlı, Batı'nın hep kabusu olmuştur. Fuat Paşa'nın ifadesi benzeri sonuçta içerden ve dışardan yıkılma aşamasına getirilmiştir. Mustafa Kemal'in önderliğinde Türk milleti ve Osmanlı devlet ideologyası enkaz halindeki imparatorluktan Türkiye Cumhuriyetini çıkarmayı başarmışlardır. Batıda, dini değerlerden beslenecek Osmanlının ortaya çıkması en büyük endişe ve korkudur. Osmanlının yıkılma aşamasından itibaren kabul edilmese de her zaman bize müdahil olan batılı güçler bu korkularının tedbirini çok uzun vadeli düşünerek almışlardır; almaktadırlar.
Terör faaliyetlerinin ortaya çıkarılması ve sürdürülmesinde, Batı'nın bu endişenin etkili olduğu, olaylar dikkatli okunduğunda elbette anlaşılacaktır. Yani derin bir dış güç ve onun işbirliği yaptığı yine derin bir iç güç veya güçlerin varlığı söz konusudur.
28 Şubat'ın baş aktörlerinden Çevik Bir, Sincan'da yürütülen tanklar sonrasında "demokrasiye balans ayarı yaptık" meşhur sözünü sarf etmişti. Güç gösterici, gözdağı verici bir eylemle ülke yönetimine belli bir ayar verilmişti.
24 Askerimizin şehit edildiği olay sonrası 'balans ayarı' ifadesi zihnime takıldı. Terörün çözümü için her türlü müspet adımın atıldığı, demokratik uygulamaların yaygınlaştığı, yerli teknolojinin inşası girişimleri ve en önemlisi darbe ortamından uzak özgürlükçü ve demokratik yeni bir anayasanın hazırlık çalışmalarının başladığı bu kritik aşamada devlet yönetimine özelde de hükümete karşı terör faaliyetleri bir balans ayarı yapmaya yönelik gibi gözüküyor.
Batılı gizil güçler, kendi çıkarlarına ayrı davranacak, zaman içinde kendilerine alternatif olabilecek bir Türk devleti kesinlikle istemiyorlar. Hele çok azda olsa dini ve manevi değerleri ön plana çıkaracak devlete hiç tahammülleri olamaz!
Değişime doğru yönelen devlet politikasından dönülmemesi ve hükümetin belirlediği hedeflerden geri adım atmaması veya taviz vermemesi durumunda terör olaylarının şiddetinin devam edeceğini düşünüyorum. Oluşturulacak böyle kaotik bir ortam sonrasında yerli teknoloji adımları atılamayabilecek; muhtemelen yeni anayasa yeni bir anayasa değil 82 Anayasasının değiştirilmesinden ibaret kalabilecektir.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Değer Üzerine II |
|
Encyclopedia of Religins of Ethics, Vol: 11, p. 585-7
III. Değerin Türleri ve Kriteri
Bu târihsel gelişmenin sonucu olarak genellikle, değerin varlık türleri arasında ayrım kabûl edilir; ne oldukları konusunda bir uzlaşı olmasa da. Fakat çeşitli bilimlerin, onları incelemede uzmanlaştığı açıktır. Bu nedenle,
(1) Ekonomik değer, uzun zamandan beri, ekonomi-politiğin temel kavramı olarak kabûl edilmektedir; Adam Smith'ten beri ekonomi-politik, kullanım değeri ile değişim değerini, insan amaçları için nesnelerin faydasından veya J. S. Mill'in belirttiği üzere "arzuyu tatmin ya da bir amaca hizmet kapasitesi"nden ayırmış ve onların gücünden, insanları iknâ veya zorlama için (diğer değerli şeylerden) yararlanmıştır. İlki, açık amaçsal değer anlamına gelir; ikincisi ise bir nesnenin yalnızca yararlı olduğu zaman değil, üretiminin zorluğunu ve ekonomik önemini de ifâde eder.
(2) Değerleri belirli ve ne kadar ilgili oldukları üzerine pek çok anlaşmazlık olsa da etik, kabûl edildiği gibi, değerlerle ilgilidir.
(3) Estetik değerler tartışma götürmez.
(4) Haz, olumlu ve acı (hoş olmayan), negatif bir değer olarak kabûl edilmelidir; en münzevî kişi bile, hazzı yenmeyi başaramaz veya kötü bir şey olarak acıyı inkâr eder. Karşı doktirin, ortak bir şekilde, değerleri sınıflandırma sıkıntısına gerek olmadan tüm değerlerin, en sonunda hazza veya acıya indirgenebileceğidir. Çünkü, nesnelerin değerli olup olmadığı sorusuna eski bir alternatif lehine karar olsa bile, yine de göreli olarak bağımsız başka değerler olduğu da doğru olacaktır. Değer bilinci, ne doğrudan haz-acı bilinci anlamına gelir, ne de onunla birlikte değişir. Örneğin, bilerek kötülük yapanlar, kendileri kabûl etmeseler de etik değeri haz olarak değil, acı olarak tanırlar. Benzer şekilde, hiçbir zevk vermeyen bir eser olarak tanıtılan ve seyirciler tarafından "soğuk" bulunan bir sanat eserinin estetik değeri kabûl edilebilir.
(5) Bahsedildiği üzere, Ritschl okuluna göre dînî bilincin nesneleri, aslında gerçek değerlerdir ve onlar hakkındaki onaylamalar, değer yargılarının temelidir. Diğer teologlar bundan farklı düşünse de bu görüş, din psikolojisinden destek almış; dînî inançları, mânevî ihtiyaçların ifâdesi olarak yorumlamış ve tüm teolojik kabûlleri inanç olarak, dînî doğruları akılla kabûl eder gibi kavramıştır.
(6) Biyolojik veya yaşamsal değerler arasındaki farklılığı kabûl etmek için, haklı nedenler vardır. Nesnel bilimsel çalışma yeteneğine sâhip oldukları ve basitçe temsil edilemedikleri için, Herbert Spencer'ın düşündüğü gibi bunlar, hedonik değerler olarak görülemez. Hazlar, yaşamak için her zaman elverişli değildir ve tüm acılar kötüdür. Haz-acıyla yaşamı sürdüren ilişkiler karmaşıktır; bu yüzden bu ilişkiler, karamsarlığın etikle canlı bir biçimde yenilmesi için etik değerleri yaratmıştır. Ayrıca yaşamsal değerler, tüm değerlerin içine işlemiştir; her varlık, inanç ve kurumun değeri, hayâtı sürdürme değerine bağlıdır. Pozitif değerin evrensel kabûle zorlayan böyle yüksek derecesi, negatif değerin de yokolma ve evrensel kötülük içermesi arasında fark vardır.
(7) Bâzı felsefe okullarına göre mantık, bilişsel değerlerin bilimidir ve doğru pozitif, yanlış negatif bir değerdir. Bu görüş, açıkça dile getirilmese de çoğu zaman îmâ edilir. Öyle görünüyor ki mantık, etik ve estetik gibi "normatif" bilimler arasında geniş kapsamlı bir analoji yapılmaktadır ve değerleri ayırt etmek için genel olarak kullanılan kriterle mantığın uygunluğu kanıtlanmıştır.
Kriter için iki temel karşıtlık kullanılacak gibi görünmektedir: (1) Varlık ve değer arasında, "-dır" ve "-meli" arasındaki karşıtlık. Kendisini gerçekleştirmesi için insanda, doğal eğilimler vardır ve varlığın değeri olarak düşünülen şey, varlığı ortaya çıkartır; örneğin, idealleri gerçekleştirme ve gerçeği idealize etme, varlık ile değer arasında önemli bir ayrımdır. Bir şeyin varlığının, onun değerini oluşturduğu ve değerli olması nedeniyle var olması gerektiği (normal) olarak kabûl edilemez. Ya da ne yapılması ve ne olması gerektiğine ihtiyaç olmadığı da. Böylelikle, değer biliminin kânunları, doğal tekbiçimlilik taşımazlar; fakat "normlar"; yâni, temel ilkeler veya yasaklar, gerçekte olanı formüle etmezler, "normal" olarak olması gerekeni; yâni, kişinin onayıyla ilgili ve itaat ettiği kuralın uygun içeriğini dile getirirler.
(2) Değerler, pozitif ve negatif olarak görünürler. Bir nesneye öznenin davranışının ifâdesi olarak onlar, kabûl etme veya reddetme, tâkip veya uzak durmanın göstergesidir; birinciler, ikincilerden çekicilik veya iticilik yönünden ayrılır. Bu nedenle onlar, yoğunluğun derecelerinin kabûlü olan karşıt yüklem çiftleri meydana getirirler. Hâliyle değerler, birbirlerini telâfî eder, ortadan kaldırır veya nötralize edebilir ve bir nesnenin nihâî değeri, pozitif ve negatif değer arasındaki dengeye göre değişir veya onu kısmen ortadan kaldırabilir. Bilinçlilik durumu, "yansız" ve nesneye "ilgisiz"dir; hiçbir değer taşımaz.
(3) Tüm değerler tartışılabilir. Değerler, kendi değerlendirmeleri doğru olmasa da bir değer koyucuyla ilgilidir ve kabûl edilmeye ihtiyaç duymazlar. Bu nedenle, bir değer iddiâsı, onun gerçekliğiyle eşdeğer değildir. Diğer değerler izin verildiği kadarıyla düşünülürken, anlaşılan tüm değerler, öncelikle bir değer iddiâsı olarak görülmelidir. Böyle karşıtlıklar, bâzı durumlarda normaldir; eğer A ile B birbirlerine düşmansa veya zıt çıkarlar içindeyse, A için "iyi" olan, B için doğal olarak "kötü" olacaktır ve tersi de geçerlidir.
Bu kriterlerin yardımıyla değer türlerini, şu şekilde ele alabiliriz: (1) Hedonik değerler, haz (pozitif) ve nâhoş veya acıdır (negatif).
(2) Estetik değerler, güzel (pozitif) ve çirkindir (negatif); ayrıca çekici-itici, uygun-uygunsuz, soylu-kaba, zarif-bayağı da diğer estetik değerlerdir.
(3) Fayda değerleri, iyi (pozitif) ve kötüdür (negatif); ayrıca yararlı-yararsız. Büyük oranda amaç ve araç ilişkisine (iyi) göndermede bulunsa da bu sonuncular, doğal olarak, bu bilimin "amaçsal" düşünülmesiyle; yâni, nihâî amaç veya en yüksek iyinin bilimi olarak etik alanına girer.
(4) Diğer etik değerler; etikle ilgili diğer kavramlar, "iyi" ve "kötü", "doğru" ve "yanlış", "-malı" ve "-mamalı"nın karşıtları olarak kullanılır. "İyi" ve "kötü", bâzen etik alanında, mutlak biçimde kullanılır; fakat bu kullanım, "mutlak" değerin varlığını hemen hiç kanıtlamamaktadır. Nitekim, daha yakından incelendiğinde, etik amaç için iyi veya kötü anlamına geldiği görünmektedir.
(5) Dînî kavramlar, kendi özelliklerini değer olarak sık sık, Tanrı-şeytan, kurtuluş-lânet, seçim-ayıplama, kutsal-günâhkâr gibi karşıtlıklar içinde ortaya koyar; ayrıca, çoğu zaman dînî argümanlar, inanç postulatlarına dönüşür.
(6) Mantık, "doğru" ve "yanlış", "hakîkat" ve "yanılgı" çizgisinde değerleri ele alır. Bunların ayrıca, mutlak olduğu iddiâ edilir; fakat, doğru olduğuna inanılan bir şeyin öyle olup olmadığı tartışılabilir; tıpkı iyi, doğru, güzel, değerli veya yaşamı sürdürmeye gerçekten yardımcı olup olmadıkları iddiâları gibi. Haz olarak görülen bir şey, her zaman "doğru" haz olarak kabûl edilmeyebilir ve her "hayâlî" acı, gerçek olmayabilir. Bu da göstermektedir ki, çeşitli değer belirlenimleri doktrinin daha fazla onay görmesi, değer türleri arasında serbestçe geçişi olanaklı kılmaktadır.
IV. Değer ve Olgu
Mantığı değerin bilimi olarak kabûl etmek, olgu ve değer, vâroluş ve değer, "teorik" ve "pratik" arasındaki karşıtlıkta kökensel bir gözden geçirme gerektirir. Tüm "doğrular" değerse, değerlerin yer aldığı pratik alan ile olguların yer aldığı teorik alan, mutlak olarak ayrılamaz. Olgular, doğruların nesneleri olmak bakımından, tüm değerleri îmâ etmelidir ve değerlemelerden tamâmen bağımsız bir vâroluş aramak boşuna olmalıdır. Bu, târihin tam olarak gösterdiği şeydir.
(1) Saf "doğru gerçeklik"i ve katışıksız "olgu"yu aramak, hiçbir zihin tarafından tam olarak başarılamaz; salt kabûl edilen koşulsuz bilgi, dâimâ boşuna olmuştur. Dikkat çekilecek olan, idealizm olarak kabûl edildiği için yalnızca moral değildir, "saf düşünce"nin ortaya koyduğu gerçekliktir. Kökene inemeyen düşünce, amaçların gerçekleşmesine yardım eden ve araçları seçmede değerlenen bir düşüncedir; kabûl etme, reddetme ve sunulan bilginin çeşitli biçimde işlenmesiyle gerçekliğin "tanınması"nda tüm sürecin içindedir. Böylelikle, olgu ve değer arasındaki mutlak çelişki de ortadan kalkar; çünkü olgu, değer olmaksızın bulunamaz.
(2) Değeri bulma arzusu aslında, bunu yapmanın mümkün olduğunu kanıtlamaktadır. Olgunun keşfine atfedilen önem ve "gerçeklik"de duyumun övülmesi, değerlerin olguda "görünüş" veya "yanılgı" olmasına aykırıdır. Bu özellikle, değerin dereceleri olan "gerçekliğin dereceleri" ya da "gerçeklik" ve "vâroluş" arasındaki ayrım hakkında doktirinler ortaya çıkartmaktadır.
(3) Değerler tarafından bütünüyle nüfuz edilen bir süreç hâriç hiçbir "olgu"ya, psikolojik olarak ulaşmak olanaklı değildir; yâni, bir hedefi ("iyi") gerçekleştirmeye yönelik amaçsal çaba, değerli görülenlere ilişkin tercihe dayalı belirgin özen içeren "doğru" araç tarafından seçilir ve değer-duygusu ile çeşitli peşin hükümler ve önyargı biçimleri, birlikte etkide bulunur.
(4) Son olarak, tüm "olgu" iddiâsının gizli bir değer içerdiğinin kabûl edilmesi için kesin mantıksal bir neden görünüyor. Bu, yalnızca "doğru" olamaz, aynı zamanda da bu koşullar altında mümkün olan diğer sonuçlardan daha iyi olacaktır. Değer koyucu, muhtemelen bunun farkındaydı ve bilinçli olarak bunu, bulduğu tüm alternatiflere tercih etti; fakat, değerin nerede olduğunu bile hiç düşünmedi. Onlar, mantıksal olarak düşünülebilir ve böylece gerçek yargı, en iyi şekilde ancak mantıksal olarak haklı kılınabilir. Değer ilişkisi ve görüşü, en düşük derecede ve daha kararlı "olgu"yu aslâ ortadan kaldıramaz.
Ne de tersine, olgunun kabûl edilmesi, tamâmen bilgiden çıkartılamaz. Saf değer, olduğunca az saf olgu içerir. Saf postulasyon, saf hayâlden oluşacak ve ne hayâller, ne de postulatlar, olgu dikkate alınmaksızın ayrılamayacaktır. Onların farkına varılabilir ve imkânsız olarak kabûl edildiklerinde, onların değeri yok edilir veya zarar görür. Bunun, imkânsız veya bütünüyle gerçekleştirilemeyecek düşünceler olduğu için "kullanışsız" olduğu söylenir. Nitekim, olgunun bu kabûl edilişi, mevcut bilgi durumuna bağlı kalacaktır ve bilgi arttıkça değişiklikler olabilir. Bilenlerin çoğu, bunun bilincindedir ve soruşturma veya bilim amacıyla varsayımsal ve deneysel olarak olgularını gerçek sayarlar.
Bu nedenle, olgu olarak alınan şey farzedilmez ve "olgu", biçimsel olarak öyle kalmalıdır. Yalnızca yöntemsel bakımdan uygun bir "kurgu" ortaya çıkabilir. Genel olarak şu sonuca varılabilir ki, böyle kabûl edilen tüm "olgular"ın içinde değerler olduğu için, kendileri olgudur ve değerler ile olgular arasındaki çelişki, mutlak olarak giderilemez. Değerler, basit bir rastlantı ve olgulara, subjektif ve bilim tarafından ortadan kaldırılması gereken gereksiz eklemeler değildir, bilişsel süreç ve nesnelliğin derecesi ile türüyle uyumlu olması için gereklidir. Olgular dâimâ, önceki olgular üzerine tepkilerdir ve değerlendirmeyle üretilirler. Ayrıca, bu önceki olguların, onlardan beklenen değer tarafından önerilen koşullu yapıları olabilir.
Çeviren : Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
bir yola çıkacaksın
bir yola çıkacaksın biliyorsun;
her dönülen köşede ince bir yağmur,
alnına kaderini yazma telaşı olan..
gölgeler titriyor kaldırımlarda.
bir 'kal' sesi duysan
bölünecek gece, sabaha doğru..
ama,
dönmeyi daha öğrenememişsin
erken de gitmek için..
bir yolculuğa çıkacaksın
biliyorsun;
demir almış gemileri
ve üstüne örtünen geceyi..
Ceren Çiçek
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|