|
|
|
Editör'den : Ben de UFO görmek istiyorum!.. |
Merhabalar,
Saatlerdir UFO dinliyorum. Konu öylesine ilginç, hatta öylesine gerçek ki, bırakmak mümkün değil. Klasik, onu gördüm, bunu gördümün dışında bir program oluyor. Görenler hava kuvvetlerinin pilotları örneğin. Anlattıkları olaylara kendileri dışında pekçok kişinin şahit olduğundan da söz ediyorlar. Bence bir sorun yok, ben Dünya dışı varlıklara saygı ile yaklaşan biriyim. Ama belli ki, konuyu din açısından sakıncalı gören epeyce bir zevat var memlekette. O yüzden oldukça değişik bir din adamı da konuyu dinen açıklamak ve onaylamak gereği duyuyor. Osmanlı'nın ta 1250'den beri dinin teknik konular yönünden irdelenmesini yasakladığından söz ediliyor. Ne acıdır ki, Avrupa'yı yüzyıllarca yönetmiş Osmanlı'nın bu yanlış uygulamasının tüm Dünyayı pekçok gelişmeden yoksun bıraktığı sonucu çıkıyor ortaya.
Sorgulamadan itaat etmeyi maharet sanan inanışın günümüzdeki yansıması da işte yukarıdaki karikatürü yaptırıyor sanatçıya. Atama bekleyen 260 bin öğretmene "İhtiyacımız 60 bin, gerisi kendine başka iş bulsun." diyen eğitim baş sorumlusunun varlığı ile şenlenen bir memlekette yaşıyoruz, ne mutlu bize. Neden bu kadar öğretmen okulu açıyorsun diye soracak ta kimse olmayınca işte pervasızlık bu boyutlara rahatlıkla varıyor. Zat-ı muhteremin geldiği zihniyet, işte o UFO'yu ancak dini motiflerle süsleyince ciddiye alan zihniyet. Kendisi, kariyer planlamasında, öğretmenden öğrenmek, öğrendiğini yazarak adam olmak yerine araklamayı seçtiği için atanmayan öğretmenlerden de, haliyle, kendi performansını bekliyor. 60 bin imam ihtiyacım var, ben neden 600 bin imam hatipli yetiştiriyorum diye kendine sormayı akıl edemeyen zat, üniversite girişinde katsayıyı da sıfırlayarak imamlara yardımcı olabiliyor pekala. Öyleyse atanamayan 200 bin öğretmene de bir kıyak yapmasını beklemek hak oluyor. Benimkisi de laf işte.
...
Tayyip Bey'in ortalarda görüşmemesinin nedeni anlaşıldı sonunda. Belli ki, bir şüphe üzerine bağırsak üzerinde çalışma yapılması gerekmiş. En ufak operasyonun bile birçok risk taşıdığını iyi bilen biri olarak, durumu asla küçümsemiyorum. Kendisine acil şifa dilerim. Zaten ertesi gün eve dönmesinden, pazartesi de işe başlayacağını öğrendiğimizden, kendisi adına mutluyuz. Koca hastanenin 2 koca katına yerleşip, 3 gün gelen gidene kapatan korkunun nedenini anlamaya çalışıyorum ben. Tabi bir de başbakan adına suç işleyen ama suçlanmayan profesörün durumunu merak ediyorum. İşin içinden çıkmak mümkün görünmüyor maalesef.
Ben bir de şu Topkapı'da ancak öldürülerek etkisiz hale getirilen Libya'lının durumunu düşünüyorum. Müthiş operasyonlar nedense hep ölümle nihayetleniyor. Deniz otobüsünü silahsız kaçıranı da, 2 tüfekle Topkapı Sarayını basanı da öldüp dosyayı kapatıyorsun. Yok mudur bunları canlı canlı yakalamanın bir yolu? Hani arkalarında biri var mıdır, varsa kimdir öğrenirdik belki diye soruyorum, yoksa bana ne. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SİGARA İÇEN ÖLDÜ DE -1 |
|
(Lütfen İçinize Çekmeden Okuyunuz )
Geçen hafta sigarayı bıraktım. Çok eski, çok hatırlı, çok tatlı, çok vefalı bir dosttan ayrılmış gibiyim. Televizyon tanıtım filmlerinden veya Dünya Sağlık Teşkilatı'nın politikalarından falan etkilenmedim. Dostluğumuz çok uzamıştı, yeter artık dedim. Bünyem de artık eskisi gibi çok dayanıklı değil. Uçan kuş bahane oluyor, esen yelden nem kapıyor hastalanıveriyorum. Uzun zamandır aklımın bir köşesindeydi su yüzüne çıkıverdi. Eskiden beri hep dikkatimi çekmiştir. Sigarayı bırakanlar birden gâvurdan dönme gibi davranmaya başlıyorlar. Tütün tüttürdükleri onca yılın hatırını bir kenara atıp sigara düşmanlığını inanılmaz bir boyuta taşıyıveriyorlar. İnsanların sigara ile ilişkisini öyle kolay bozuluverecek bir ahbaplık değildir. Neden olduğu ekonomik zararı anlatmakla, iğrenç kadavra resimleri göstermekle bu ahbaplık pat diye bozulmaz. Her gün yayımlanan trafik kazası haberlerinin ölümleri azalttığını kim söyleyebilir. Dünya Sağlık Teşkilatının sanki başka hiçbir dert yokmuş gibi sigara ile mücadeleyi ön planda çıkarmış olmasını, milyonlarca dolarlık bütçeleri bunun için harcamasını da doğru bulmuyorum. İlaç firmalarının uydurduğu kurmaca hastalıklar, yoksul insanların organlarını satmaları, yoksul ülkelerin insanlarının düşük bedelli ilaç kobayları olarak kullanılması gibi problemlerle ilgilense insanlığa daha çok hizmet etmiş olur. Ülkelerin birbiriyle yarışırcasına yasaklamaya yönelik tutumlarını da etkili bir mücadele şekli değildir. Yasak kitapların ne kadar çok okunduğunu, yasak filmlerin ne kadar çok izleyici topladığını herkes bilir. Yetişkin insana şunu yapma, bunu yapma nasihatleri vermek onun davranışları üzerinde istenilen etkiyi yapmaz. Farklı yöntemler ve çözümler üzerinde kafa yormak gerekir. Ve bu çözümler insanca bir sıcaklığa dokunmalıdır.
Bizim kuşağımızın çocukları sigarayla bebeklik yaşlardan itibaren tanışırlardı. Hatta büyükler ellerindeki sigarayı yeni yürümeye başlamış erkek çocukların dudaklarına uzatır "içine çek bakalım," derlerdi. Küçük çocuğun ciğerlerinin nikotin yüklü bu dumanla ilk karşılaşması pek bir beter olurdu. Çocuk öksürüğe boğulur yüzü kızarırdı. Torunlarının sanki özel bir yeteneğini sergiler gibi dedeler topluca bulunulan ortamlarda çocuklara sigara içtirirlerdi. "Burnundan bile çıkartıyor deyus," deyip övünürlerdi. Aynı çocuk on üç on dört yaşlarına geldiğinde bu sefer de gizli gizli sigara içiyor diye dövülürdü. Bütün erkek çocuklar büyümek için sigaraya özenirlerdi. Kızların sigaraya ilgi duymaları büyük bir günahtı. Sigara içen kadın veya kız ahlaki bakımdan hafif biriymiş gibi algılanırdı. Erkek çocuklara kıyasla daha ağır cezalara çarptırılırlardı.
Sigaraya ilk olarak nerede ve ne zaman başladığımı anımsamıyorum. Büyük bir ihtimalle yaşıtlarımın çoğu gibi yazlık sinemanın zemininden izmarit toplayarak başlamışımdır. O yıllardaki yaygınlığıyla verem ihtimalini düşünecek olursanız bu resmen intihar gibi bir şey sayılabilir. Yine o yıllarda paket almak diye bir deyim vardı. İlk olarak sigarayı paketle aldığımda ortaokul öğrencisiydim. Arkadaşlarla harçlıklarımızı bir araya getirip genelde Birinci sigarası alırdık. Sigaranın en ucuzu ve en kolay satın alınanı Üçüncü sigarasıydı. Bir paketinde yirmi yuvarlak sigara vardı ve elli kuruştu. Ondan daha kalitesiz olanı ise parayla satılmayan Asker sigarasıydı. Beyefendiler ve hallice beyler genelde Kulüp ve Harman sigarası içerlerdi. Yenice ve Gelincik üstten açılan karton kutularda ama yassı sigaralardı. Bir de dışı kahve rengi ve tatlı Yaka sigarası öyleydi. Bayanlar genelde Gelincik veya mentollü olan Çamlıca sigarası içerlerdi. Bafra sert bir sigaraydı ve Birinci ile birlikte orta halli insanlara hitap ediyordu. Ayrıca Sipahi, Samsun ve Maltepe ucu pamuklu adıyla tanınıyordu. Almancılar hep ucu pamuklu cıgaralar getirirlerdi. Ama özellikle Malbora paketini masaya atmak Almancı'nın hasına yakışan bir racon olarak kabul görürdü. Gavur cıgaraları çok güzeldi ama çabucak yanıp bitiyorlardı. "Para tuzağı yapmış elin gavuru bunu, para tuzağı. İçsen de bitiyor içmesen de" diyenleri duymuştum.
Melek Hasan'ın babası Hakkı Amca sigarayı kiloyla alıyordu. Evde onu tahtadan bir Sana Yağı kutusuna boşaltıp evde gözlerden uzak bir yere zulalıyordu. (Hakkı amca günde üç paket sigara içtiğinden tek tük azalan paketlerin farkına varamıyordu.) Hasan babasının zulasını patlattığında henüz ilkokul sonlarındaydık. Okuldan çıkıp akşam yemeğine gelinceye kadar bir paket Üçüncü'yü birkaç arkadaş peş peşe içip bitiriyorduk. Sokaklarda afili afili sigara içme lüksümüz olmadığından genelde gözlerden uzak bir yere kaçıyorduk. Ya kanal boyuna ya da demir yolunun ilersindeki dutlukta gizleniyorduk. Sigara içme sevdasına kurbanlık bir koçu beş kişi otlattığımızı bilirim. Elbette koçun otlayıp otlamadığına kimse aldırmazdı. Koç otlatmak bahane sigara içmek şahaneydi. Pirinç kadar aklı olan bir çocuk akşam olunca sigara kokularıyla eve gidilmeyeceğini birdi. Karanfil çiğnemek en kibar çözüm yoluydu. Ama köy yerinde karanfili bulmak altın bulmak kadar zordu. Bu nedenle genelde komşu bahçelerinden aşırılan soğan ve sarımsaklar çiğnenerek bu sorun çözülürdü. Her akşam eve sarımsak veya soğan kokarak gelen bir çocuk anne babayı nasıl kıllandırmaz? Bunu bir türlü anlayamamışımdır. Acaba farkında oldukları halde bilmezden, görmezden mi geliyorlardı?
İster akraba, ister komşu isterse hiç tanımasın bizi sigara içerken gören büyükler bu duruma kayıtsız kalmazlardı. Bir iki tokat patlatıp cebimizdeki sigara paketini de alırlardı. Üstelik suçüstü durumları mutlaka babalarımızın da kulağına giderdi. Ensemize patlatılan tokatlar ne kadar boza pişirirse pişirsin bizi sigara içmekten caydırmaya yetmedi. Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda ben en sonunda sigara ağzımdayken abime yakalandım. Beni canı gibi sevmesine rağmen ağabeylik görevini yerine getirmeyi ihmal etmedi. Oldukça sert hatta duvarlarda yankılanacak kadar sesli birkaç tokat patlattı. Adım gibi biliyorum ki ağabeylik görevini yapıp gittikten sonra kesinlikle bir tenhaya oturup ağlamıştır. Ağabeyime yakalandıktan sonra onu üzdüğüm ve utandığım için aylarca sigaradan uzak durdum. Fakat utanmanın da bir sınırı var. Sonra yeniden kaldığım yerden başladım.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ÖZÜR |
|
PKK ile Oslo'da görüşme yapan kim?
MİT Milli İstihbarat Teşkilatı
Kime bağlı?
Başbakana.
Başbakan ne diyor?
PKK ile devlet görüştü, ben görüşmedim.
***
Gündemdeki konu: Dersim
Konuyu gündeme taşıyan CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün.
Başbakan hazırlıklı olmalı ki Dersim'de yaşananlar için devlet adına özür dileyiverdi.
Bazıları diyor ki başbakan, devlet adına özür dileyemezmiş. Bu konuda, meclis kararı gerekirmiş. Bu özrü devletin başı olarak cumhurbaşkanı dileyebilirmiş.
Geçiniz efendim.
Başbakan isterse meclis başkanına söyler, iki günde karar çıkar, cumhurbaşkanı da gerekeni yapar.
Hayır, mı diyorsunuz? İki gün önce CHP'yi çok sesliliğinden yakınan AK Parti Grup Başkanvekili Nurettin Canikli'ye sorun isterseniz.
Herkes biliyor ki bu ülkede, başbakan ne isterse, o olur. PKK ile görüşen de Dersim için özür dileyen devlet de aynı kişidir.
***
Her devlet iç ve dış düşmanlarıyla vuruşa vuruşa var olmuştur. Kendini savunduğu sürece ayakta kalmış, savunamadığı zaman da yıkılmıştır.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çukurca'daki saldırının ardından intikamın acı olacağını söylerken devletin, bu kendini savunma hakkını dile getirmiştir.
Başbakan: "Bu ülkenin huzuruna, istikrarına asil yürüyüşüne kastedenler yine aynı şekilde bu iktidarı bulacaklardır." derken de bu gerçeği kendi felsefesine uygun dile getirmiştir. (Başbakanın devlet- iktidar algısına dikkat çekmek için koyu harflerle yazdım. H.T.)
O günleri: "Cumhuriyet Milli Misak sınırları içerisinde tamamen egemen olmuştu. Hakkâri dahil, Trakya dahil bütün ülkede Cumhuriyet egemendi, bir tek Tunceli dışında. Tunceli'deki mütegallibe Tunceli'yi Cumhuriyet'in dışında tutuyordu. Polis, jandarma oraya giremiyor, vergi alamıyordu. Coğrafyası böyle bir direnmeye çok müsaitti. Bunu aşmak için çok uyarı yaptık, kanunlar çıkardık ama olmadı. Atatürk sonunda bize vurun dedi, vurduk. Tenkir ve tedip ederek Cumhuriyet topraklarına Tunceli'yi kattık."sözleriyle anlatan Celal Bayar'ın söyledikleri de farklı bir şey değildir.
Bugünkü PKK kalkışması karşısında kendini savunmaya çalışan devlet ile o günkü Dersim Kalkışması karşısında kendisini savunmaya kalkışan devlet arasında ne fark var?
***
Her devlet, kendini savunma hakkına sahiptir.
Ama gerçek demokrasiyi kuramamış toplumlarda bu hakkın, devlet erkini ele geçirenlerin, kendi iktidarlarını korumanın bahanesi olarak kullanıldığını da kimse inkâr edemez.
"Bizden olanlar, bizden olmayanlar…"
Devletin gücü, bizden olmayanların üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanır durur.
Bu ülkede, yıllardır yalnız Kürtlere, dindarlara mı baskı vardı? Ya sürgünlerde ölen, sınırlarda vurulan, işkencelerde ölen, sakat kalanlar; darağaçlarında sallandırılanlar kimlerdi?
Atatürkçü aydınların 60 yıldır baskı altında olmadığını kim savunabilir?
Peki, bugün Silivri mahkemeleri neyi koruyor? Yüzlerce asker devlet düşmanı oldukları için mi aylardır tutukludurlar?
Bu ülkede iktidar yandaşı olmayanların, devletin önemli görevlerine gelme şansı var mıdır?
Başbakan, Dersim'deki ceberut devlet için özür dilerken Maraş, Çorum, Sivas için, Nazım için, Sabahattin Ali için, Deniz, Yusuf, Hüseyin için, Behice Boran için de özür dileyecek mi? Kızıldere için, Nurhak için ne söyleyecek?
Kürt de olabilirdim, Rum da; komünist de olabilirdim, milliyetçi de; Hıristiyan da olabilirdim, Musevi de; dindar da olabilirdim, ateist de.Değilim; ama iyi bir demokrat olunmadan, iyi bir aydın , iyi bir Türk, iyi bir insan olunamayacağını çok iyi bilenlerdenim. Farklı kültürlerin bir arada yaşamasının bu ülkenin en önemli zenginliği olduğunu savunurum. Bunu savunmanın bedelini de 25 yıllık meslek yaşamımda 18 kez yer değiştirerek ödedim.
Merak ediyorum, başbakanın özür listesine ben de girebilir miyim ?
Değil mi ki Pandora'nın kutusu açılmıştır, devlet erkini elinde bulunduranlar, "Benim cinim iyidir." demeden tüm kötülüklere karşı, aynı tavrı gösterebilmelidirler. Aksi takdirde, Dersim özrünün rakip partiyi kündeye getirmek için yapılmış bir hamleden başka bir şey olmadığını söylemek zor olmayacaktır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin Engel Kimde? |
|
Mikrofonda isminin anons edildiğini duyan genç adam, usulca yerinden doğruldu ve ona yardım edenlerin kollarına tutunarak yavaş adımlarla mikrofona geldi. "Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü" dedi ve devam etti: " dünyaya engelli olarak gelmek ya da böyle bir dünyada engelli olmak nasıl bir şey, hiç düşündünüz mü?" diyerek yüzlerce kişinin olduğu salonda gözlerini gezdirip cevap aradı. Konuşmaya devam etti: "sokakta ya da trafikte amacına yetişmeye çalışırken her seferinde başkalarından daha uyanık taktikler geliştiren insanların arasında engelli biri olmak… Teknolojinin tüm nimetleri son hızla zamanın bu hırslı varlığına var gücüyle hizmet ederken, daha da çok bir şeylere sahip olsun, daha da çok kazansın diye elinden geleni ardına koymazken kayıplarının peşinde olmak nasıl bir şeydir düşündünüz mü?" Tekrar gezdirdi gözlerini salonda. "Siz düşünürken ben yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum" dedi. "Şöyle sağlam bir taş parçası düşünün, büyüklüğü bir karpuz kadar olan. Her şey o taş parçasıyla başladı. Çok basitti, oyun oynuyordum ve takılıp düştüm. Kalça kemiğim kırılmış. Ömrümün bundan sonrası hastane koridorlarında geçti. Hemen hemen her yıl ameliyat oldum. Çoğu insanın duymaktan ürperdiği ameliyat sözcüğü benim için tuhaf bir yakındı: her yıl kapısı çalınıp ziyaret edilen ve birazcık umut dilenilen… Umut dilenirken bir sonraki yıla umut bağlanılan…
Daha beş altı yaşlarındayken yaşıtlarımın jimnastiğe mi yoksa dansa mı gitmeli diye düşündüğü yaşlarda ben hastane kaldırımlarını annemin mi babamın mı kucağında aşmalıyım gibi düşünceler içindeydim ve yaşıtlarım birbirleriyle bu düşüncelerini paylaşırken içlerinden ikisi vardı hiç unutmam. Biri bir kız, ilk aşkım. O gün üstünde kırmızı bir elbise, saçlarında kırmızı tokalar ve hiç unutamam nedense, ayaklarında kırmızı ayakkabılar… Diğeri bir erkek ve hiç unutamam nedense, ayaklarında beyaz spor ayakkabılar… Önce bu kırmızı elbiseli kız, şöyle bir tutuverdi eteklerini ve tek ayağının üstünde hızlıca dönüp "biliyor musunuz ben rüyamda balerin olduğumu gördüm" dedi. İçimden neler geçti. Ben de o rüyanın içindeki balettim aslında. Ama bunu nasıl anlatmalıydı, bir türlü karar veremedim. Sonra öbürü beyaz spor ayakkabılı olan "ben de rüyamda basketbolcu olduğumu gördüm, büyüyünce basketbolcu olacağım" dedi. Ben de o zaman, büyüyünce basketbolcu olmaya karar verdim. Basketbolcu olamayacağımı anlamamsa gerçeklerin rüyalarla aynı olmadığını anladığım birkaç yıl sonrasına denk geldi. Yaşıtlarımın okul merdivenlerini, kaldırımlarını hoplayıp zıplayarak geçirdikleri yıllar benim okulun asansörünü kullanmak için kanun hükmünde kararnameleri, çocuk hakları sözleşmesini, engelliler hakları sözleşmesini araştırdığım zamanlara yani rüyaların gerçeklerle aynı olmadığını öğrendiğim yıllara denk geliyordu. Ve yıllar ilerledikçe gerçekler de rüyalardan gittikçe daha da çok uzaklaşıyordu. Büyüdüğümde balet olamamak ya da basketbolcu olamamak değildi sorun, büyüdüğümde engel yaşamanın ne demek olduğunu engeli olmayanların anlayamamasıydı. Ve dahası engeli olmayanın olana engel olmasıydı. Ve hatta, en dahası, engelin bende mi yoksa varlığımı fark edemeyende mi olduğunu kestirememekti. Yani aslında sorun, sorunun ne olduğunu ortaya koyamamaktaydı. Eğer sorun ortaya koyulabilse o zaman çözüm de belki çok yakın olacaktı. Ya da belki sorun insani duygularını kaybederek hayvanileşmiş insanın içindeki engel dolu yüreğe ulaşabilmekti. Ellerini yumruk yapıp havada sallayan genç adam bir kez daha göz gezdirdi salonda ve bir kez daha sordu: "dünyaya engelli olarak gelmek ya da böyle bir dünyada engelli olmak nasıl bir şeydir hiç düşündünüz mü? Hayatı Tample Garden gibi yaşamak… Yağmur adam gibi su sesinden ürkmek… Mozart ve Balinada evin içindeki küçücük bir eşyanın yer değiştirmesiyle hayatın alt üst olduğunu hissetmek… Sol ayağınla yazdığın yazıların nasıl bir umut olduğunu yaşamak… Otobüste geçirdiğin bir kazayla gittikçe ilerleyen bir felçe teslim olmak ve tüm duygularını Frida gibi çizdiğin resimlerle anlatmak… Denize yüzmek için atladığında başının bir kayaya çarpması sonucu vücudunun hiçbir yerini hareket ettiremeden sadece tavana bakıp içindeki denizi düşünmek… Guguk Kuşu, Akıl Oyunlarındaki deli gibi olmak… Hıv pozitif olup İncir Reçelindeki Duygu gibi en yakınlarından kendi gerçeğini saklamak nasıl bir şey hiç düşündünüz mü? Salonda herkes genç adamı dinlerken bulunduğu yerden bir adım kenara çekilerek yürümeye çalıştı ve olduğu yerde sendelerken mikrofona gelirken yardım edenlerden olan bir kadın koşarak yanına geldi. Kendisine yardım etmeye çalışan kadının gitmesini istedi. Güçlükle ayakta durmaya çalışırken bacaklarının zorlandığı her halinden belli olan adamı izleyenlerin arasında birden bir mırıldanma başladı. Genç adam yere düşecekken yanındaki kadın onu kollarından tuttuğunda mikrofonu ağzına götüren genç adamın hızlı soluk alışverişleri duyuluyordu. Birden yüksek sesle: "işte benim gerçeğim bu, bunu yaşamak nasıldır hiç düşündünüz mü?" diyerek tekrar salondakilere baktı. Kendini tutan kadının koluna girerek onu izleyenlerin içinde ön sırada oturanlara doğru yaklaştı ve mikrofonu konuşma engeli olan arkadaşına doğru uzattı. Mikrofonun kendisine uzatıldığını fark eden kadın ayağa kalkıp elleri ve bedeniyle konuşamadığını anlatmaya çalışırken genç adam yüksek sesle "işte onun gerçeği bu" dedi. Hemen arkasından göremeyen bir arkadaşını ayağa kaldırarak mikrofonu ona verdi: "Ben göremiyorum ama göremiyor olmaktan daha ağır bir şey var" dedi. "Benim göremediğimi sizler görebiliyor musunuz? Bence engel arkadaşımın da söylediği gibi bende ya da bizlerde değil farklılıklara saygısı olmayan ve bizlerin varlığını kabul etmeyenlerde. Engelliler için yapılmış kaldırımların üzerine araba park edenlerde, sokaklarda sadece kendisi varmış ve sokakların her şeyi kendilerine aitmiş gibi sokakları işgal edenlerde, karşıdan karşıya geçerken elimdeki bastonu ve beni umursamadan itekleyip geçenlerde, sadece engelli olduğum için başvurduğum işlere almayanlarda, okulda engelliler için yapılmış asansörün kullanılmasını engelleyen zihniyetlerde, hayatta sadece kendisi varmış gibi yaşayanlarda. "
Mikrofonu yanında oturan bir başka kişiye uzattı. Mikrofonu alan kadın sandalyeden ayağa kalkamayacağını çünkü engelli olduğunu söyleyerek oturduğu yerden konuşmaya başladı. "Ben engelimi kendim aştığımı düşünüyorum, ama bana engelli olduğumu her fırsatta hatırlatanlar var, bence engel bizlerde değil, yasaların bizim insan olduğumuzu düşünerek aldığı önlemleri hiçe sayan, belki bir gün kendilerinin de bir engelli olabileceğini hiç aklına getirmeden ve asıl engeli zihinlerinde yaşayarak bana ve bizlere her fırsatta engelli olduğumuzu hatırlatanlarda" diyerek mikrofonu bir başka kişiye uzattı.
Mikrofon elden ele dolaştı. Herkesin yakındığı ve anlatmak istediği şey aynıydı. En sonunda mikrofon sahibini buldu ve en başta konuşmaya başlayan genç adam mikrofonu alarak konuşmaya devam etti: "Küçükken iki arkadaşımın anlattığı rüyalardan söz etmiştim. Kendi rüyamı anlatamadım. Küçükken rüyalarımda hep uçtuğumu görürdüm. Yürüyememek ya da koşamamak hiç aklımda olmazdı rüyalarımda. Sadece kollarımı kaldırır ve uçardım. Kaldırımları, merdivenleri hesaplamazdım. Etrafımdaki insanların bana nasıl baktıkları da aklıma gelmezdi. Sadece, ufacık bir hareket, parmaklarımı usulca gökyüzüne doğru kaldırıp bir kelebek nasıl sessizce süzülürse mavi gökyüzüne, öylece süzülüverdiğimi görürdüm. Küçükken rüyalarımda neden balet ya da basketbolcu olmayıp uçtuğumu düşünüyorum şimdi. Galiba nedeni, böyle bir dünyada insanlara balet ya da basketbolcu olabileceğimi ya da sadece insan olarak, insan gibi onların arasında varlığımı kabul ettirebilmektense, uçmanın daha kolay olabileceği ile ilgiliydi!
Genç adam sözlerini tamamladıktan sonra mikrofonu yerine bırakarak yine kendine yardım edenlerle birlikte bulunduğu yerden sessizce ayrıldı.
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Nil Demirçepken |
İKİ YÜZ KIRK YEDİ GÜN
her gün yeniden doğmak ne zor... her doğum bir ölümü gerektiriyor çünkü öncesinde...
hayatımın son iki yüz kırk yedi günüdür yeniden doğuyorum...
bu da iki yüz kırk yedi kez ölmek demek !!!!!!!
yeniden başlamak o kadar kolay olmuyor her zaman... yeniden tutunmak .. tutunacak bir şeyler bulmak kolay olmuyor...
deneme yanılma ile başlıyorsun her sabah hayata tekrar ve tekrar..
tüm alışkanlıklarını bırakmak demek yeniden doğmak..
kapalı olmasına alıştığın tüm panjurları açmak demek... ışık girmeli ki hayat yeniden aydınlansın...
yeni insanlar tanımak, yeni yollar keşfetmek.. emin mi tekin mi olduğunu bilmediğin yeni hayatlara karışmak..
bir delilik anı yeniden doğmak...
hele ki iki yüz kırk yedi kez ölmüş biri için.. yeniden doğmak iki yüz kırk sekinci gün ve iki yüz kırk sekinci kez
hafızayı sıfırlamak kolay olmuyor...görüntüleri yok etmek , sözleri silmek,
evet bir yerden başlamalı..biliyorum bir yerden başlamalı..ama o yer neresi???
bir bulabilsem belki her şey daha kolay olucak
belki bu gece yeniden ölmek zorunda kalmazdım o zaman... ahh ne acı.. bir zamanlar uçtuğum kanatlarımı aldılar benden...
bir gecede hem de,öyle izin falan da yok, bir sabah baktım : kanatlarım yok... çalınmış kanatlarım benim...bir gece ansızın..
Gülüşümü çaldılar benden... Hatırlıyorum bir gece pencereden dışarı bakıyordum. Yüzümde hüzünlü de olsa bir tebessümle...
Sonra görüntüler geldi, acı tatlı, birkaç damla gözyaşı takip etti...
Banyoya gidip mermeri çatlamış lavoba ile yüzyüze geldim..
Yüzümdeki gözyaşlarının gölgelerini temizlemek ister gibi vurdum suyu yüzüme..
İşte o gece sanırım abartıp temizleme işini tüm gülüşlerimi de yok ettim lavobadaki silüetimden...
İşte o geceydi sanırım ,yanmaya çalışan bir sokak lambasına bakıp duran şaşkın ve ayyaş bir yankesicinin naralarımıydı
pencereden sokaklara dalmış bir tebessümü sessizce içine çekip yok eden,
yoksa kurumuş gözpınarlarıma şehir kanalizasyonlarından pompaladığım suyun yakan kokusu mu..
yeniden doğmak...yeniden başlamak....istedim.. sadece yeniden doğmak istedim..
yeniden başlamak;kullanılmayan tüm eşyaları atmak yeniden başlamak.. en sevdiğim pembe kazak mesela ...
nasıl atıcam şimdi ben bunu..
işe başladığımda kazandığım ilk para ile almıştım.. ama yok dar geliyor artık bana...
yaşamakta olduğum hayat kadar dar geliyor..atmalıyım işte dar gelen bu kazağı ve bu hayatı... bu kadar basit aslında..
en sevdiğim yemekten.., artık daha sağlıklı olan ot sap ile beslenmem gerektiği için
mutluluk veren çikolatamdan nasıl vazgeçeceğim...
Yok atmalı, genişletmeli duvarları, alanı boşaltmalı ki yeni yaşantılara ferah yerler açılsın..
atmalı ne varsa... temizlemeli ortalığı, bahar temizliği gibi, kış temizliği gibi..
turşu kurmalı mesela, tarhana ezmeli, biber kurutmalı.. ilkokulda öğretilen kış hazırlıkları gibi..
gelecek yeni günlere hazırlık yapmalı yani , bir nevi karınca gibi,
taşımalı da taşımalı bazen boyundan büyük yükleri kaldırmaya yeltenmeli.
yeni okyonuslara açılıp yeni zorluklara yeni hayatlara yelken açmadıkça kapatamıyorsun eski yelkenleri...
iki yüz kırk yedi gün... çalınan bir gülümsmenin ardından geçen iki yüz kırk yedi gün... Ama biliyorum, istemek yaşamanın
yarısı derler... Biliyorum bir sabah güneş yalnız benim için doğacak yeniden ve yeniden...
Nil Demirçepken
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BİTEN FUARIN ARDINDAN
Tüyap Kitap Fuarı 30. yılını geride bıraktı. 12-20 Kasım tarihleri arasındaki fuara, dört yüz binin üzerinde ziyaretçi katıldı. Fuarın bu yıl ki konuğu Mısır'dı. Onur yazarı ise Ferit Edgü, teması ise Umut: Düş mü? Gerçek mi?
Ben de elime, o günkü programla alıp, fuarın yolunu tutum. Sabahın erken saatinde orada olmama rağmen, kapının önü dopdoluydu.
İlk önce, Can Yayınları'na uğradım, buradan birkaç kitap aldıktan sonra, İletişim'e geçtim.
İletişim Yayınları da, bastığı eserler açısından epey kaliteli bir yayınevi.
Okumam gereken kitaplar listesinde ki, üç kitabı bulduktan sonra, Doğan Kitap'a doğru yürüdüm.
Bu gün Zeynep Altınok'un imza günü vardı. Ben, sadece onun olacağını düşünürken, Ülkü Tamer'i de gördüm. Hatta Ender Saraç ile Ali Kocatepe'de oradaydı.
Doğan, zaten, nerede kaliteli bir insan varsa hemen kapıyor.
Bir kitabın kalitesini anlamak istiyorsanız, yayınevine bakın!
Stantların arasında ki koşuşturmam, bir saat kadar sürdü. Her stanttan ufak tefek de olsa bir şeyler aldım...
Bu arada, konuk ülke Mısır'dı. Bu bana çok şaşırtıcı geldi. 2008'de Kahire'de ki dünyanın en büyük kitap fuarında dolaşırken, Türk standını bulmam epey güç olmuştu. Çünkü içerisi çok kalabalıktı. Arapça konuşan insanlar, beni görünce "Hasan şaş, yavaş yavaş" diyordu.
Şimdi ne garipti ki Tüyap da, Mısır Standını arıyordum.
Ülkeler değişmişti ama ben de ki kitap aşkı hala değişmemişti. Değişen sadece mekânlardı.
Kitaplar arasında ki yolcuğumum yukarıda, Heybeliada Salonu'nda devam etti.
Buraya çıkma sebebim İnci Aral'dı. Daha önceden, bütün kitaplarını okuduğum yazarı gerçekten merak ediyordum. Bu merakımın temelini; onun öğretmen kökenli bir yazar olmasıyla, yazılarında ki derin gözlem gücü, oluşturuyordu. Mor, adlı kitabının, nerdeyse bütün satırlarının altını çizmiştim.
İnsanda ki, derin çizgileri, çok iyi tespit edip, irdeleyerek, şaşırtıcı bir bakış açısıyla anlatıyordu İnci Aral.
Aynı başarıyı, Sema Kaygusuz'da da gördüm. Hiç ummadığım, çok güzel tasvirleri ve kurgu başarılarıyla, genç olmasına rağmen, çok başarı bir yazardı Sema Kaygusuz'da.
Özellikle; "Kılçık" öyküsünde ki balığı okumanızı tavsiye ederim...
İnci Aral'ın konuşması, tam beklediğim gibi çok dolu geçti. Yazar: "edebiyatımızın yozlaşmasından, yeni neslin az okumasından, konu sıkıntısı çekilip, hep birbirine benzer şeyler yazılmasından, dergiciliğin eskisi gibi olmamasından, bazı yazarların zorla gündemde tutulmasından, her yazarın ikinci kitabında, birincisinin gölgesinde kalmasından, insanların gittikçe, duygusuzlaşıp, hissizleştiğinden, yeterli edebi ve felsefi birikime sahip olmadıklarından" bahsetti.
Yaklaşık bir saat süren, konuşmasının sonunda, çok şey öğrendim.
Gerçekten, bazı yazarlar hiç de kaliteli olmamasına rağmen, şişirme yöntemle, sürekli gündemde tutulmaya çalışıyor.
Açıp, bir on sayfasını okuduktan sonra, reklamı yapılan bu kitap mı dediğim çok eser var elimde. Bu olay sadece kitap da değil, müzikte, resimde diğer alanlarda da böyle, reklamını iyi yapan, ya da yaptıran her zaman gündem de; içeriğin boş ya da dolu olması hiç önemli değil.
Bizim millet olarak çok uyanık olup, reklamlara aldanmadan, doğruyu kendimizin bulması gerekiyor.
Zaten Avrupa ülkelerine bakıldığı zaman, buradaki gibi herkes kafasına göre rastgele bir şeyler üretemiyor. Her şeyin bir sınırı, kontrolü var.
İnsanlar bilinçli olduğu içinde, doğruyu çok kolay bulabiliyorlar...
Bir kitap fuarı da, böyle geçti işte. Eksisi artısıyla. Ne diyeyim; daha nice 30'lu yıllara Tüyap!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-40
* Zevkler gelip geçicidir; acılar da öyle.
* Sevgi denilen mucize, sadece ruhu değil, aynı zamanda bedeni de güzelleştirme özelliğine sahiptir.
* Acı çekenin acısını, ona acıyarak azaltamazsın; bir de şevkat göstermeyi denesen!
* Evren, bir'lerden oluşan "bir bütün"dür. Zaman denilen süreç de sadece "bir an"dır.
* Yapılan her iyilik bir bumerang özelliğine sahiptir.
* Vicdanın sesini duymayan insanı, doğru yola sevk edecek başka hiçbir güç yoktur.
* Sevgisini sınırlayan, dünyasını da küçültüyor demektir.
* İnsansan, her insana insanca muamele et.
* Düşene öğüt vermeden önce onu kaldırmayı denesene.
* Yardım edilemeyecek ve yardım edemeyecek insan yoktur.
* En büyük kahraman, seven kişidir. Çünkü sevmek cesur bir yürek gerektirir.
* Bedenini temizlemek için harcadığın çabayı, zihnini temizlemek için de gösteriyor musun?
* Büyük adam kimdir, küçük adam kimdir? Bana göre: Büyük hataları yapanlar küçük adamlardır; küçük hatalar yapanlar ise büyük adamlardır.
* Yanlışı, bir başka yanlışla kapatmak kadar aptalca bir iş var mıdır?
* Bir anlık da olsa, dostunla gözlerini değiştir. Ne gördün? Pekii, ona hâlâ dostum demeye devam edecek misin?
* Bilenler vardır, bildiğini zannedenler vardır, bilmeyip de biliyormuş gibi yapanlar vardır ve bir de asla bilemeyecek olanlar vardır.
* Doğaya, evrene ilk bakışta şaşkınlık vardır, sonra bunu hayranlık ve saygı izler. Çünkü varolan her şey kelimenin tam anlamıyla bir mucizedir. Bunun dışında bir mucize olmasını bekleme, bir mucize bulmaya çalışma. Görmüyor musun, her tarafın mucize ile dolu?
* İnsanoğlu dünyaya ilk geldiğinde dürüstlük, ahlâk, şeref gibi değerler yoktu. Yasak da yoktu? Bu yaşam biçimi zamanla kargaşaya dönüştü. Toplumsal yaşamı düzenlemek için kurallar konmaya ve değerler benimsenmeye başlandı. Bazı dönemlerde bu konuda o kadar ileriye gidildi ki, değer ve kurallar insanın da önüne geçti.
* Yakınında olacak kişileri doğru seçersen az sorunlu, mutlu bir hayatı da garantilemiş olursun.
* Kendini bu dünyada bir öğrenci olarak kabul edersen, yanlışlarının da öğretmenin olduğunu kabul etmiş olursun.
* Kediyi kucağına alırsan tırmıklanma ihtimalini de gözönünde bulundurmalısın. Sevgili de bir kediye benzer…
* Çözüm üretemeyen bir akıl, işlevlerini kaybetmiş demektir.
* Başarıya giden yolu, gözünde fazla büyütme. Zira, o da diğerleri gibi bir yol işte!
* Şansı yaratan da emektir, gayrettir. Yoksa şans, kendiliğinden gelip bizi buluveren bir sürpriz değildir.
* Hiçbir şeyden şüphe etmeyene "saf", her şeyden şüphe edene "paranoyak"; şüphe edilmesi gereken şeyden şüphe edene de "akıllı" denir.
* Evet yaşam döngülerden ibarettir; ama sayısız döngü varken hep aynı döngünün içinde yer almak da biraz aptallıktır.
* Mazi için pişmanlık duyma, geçmişte kaldı; yani o konuda artık yapabileceğin bir şey yok. Gelecek için endişe duyma; çünkü henüz gelmedi ve de hiçbir zaman gelmeyecek. İçinde bulunduğun anı yaşamaya bak. Geçmişin pişmanlığına ve geleceğin endişesine bu anını zehir etme izini verme.
* Her branştan öğretmen var da, insanca yaşam branşından niye yok?
* Okyanusun ortasında gemilerini yakana, nehrin öte yakasına geçip köprüleri uçurana kaptan da, kahraman da denmez.
* Aslında her yarışta genelde herkes başarıyor; ama biz nedense birinciyi başarılı diğerlerini başarısız ilân ediyoruz.
* Sabır, ilâç gibidir; iyileştirici etkisi belli bir zaman süresinin sonunda ortaya çıkar. O yüzden sabırsız insan, ilâçla tedaviyi yarıda kesen hastaya benzer.
* Borcunu zamanında ödemeyene, randevusuna zamanında gelmeyene, gevezelik v.s gibi nedenlerle zamanını çalana sakın ola ki güvenme. Eğer yapabiliyorsan bu tip insanlardan uzaklaş, onlarla olan ilişkini bitir. Yoksa onlar senin ömrünü bitirirler.
* Başarının ödülü olgunlaşmış bir meyve lezzetindedir. Ama bu meyveyi yeme şekli başka başkadır: Kimisi ağzına yüzüne bulaştırarak yer ve her başarıdan sonra hayal kırıklığı ya da bir felaketle karşı karşıya kalır.
* Kendi hayatımızı değil de, başkalarınınkini sorgulamaktan ne zaman vazgeçeceğiz?
* Senin bana dayattığın hayatı yaşamaya mecbur muyum?
* Gaflet uykusunda olanlar, yatakları yandığında mutlaka uyanırlar. Ama artık çok geçtir!
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
YAŞ MI DA KURU MU ŞENGÜL HAMAMI?
Başlangıç Notu: Aşağıda mizah ürünü olduğunu iddia eden hikayenin, yaşadığımız dünya, Ülkemiz ve Ülkemizde yaşananlar ile uzaktan ve dahi yakından herhangi bir ilgisi olmayıp, tamamen hayal ürünü olduğu, zaten yaşadığımız şu günlerden en az bir 10 yıl sonra geçtiği okunduğunda açıkça anlaşılmaktadır. İlgili ilgilenenlerin dikkatine özellikle sunulur.
Efendiiiiiim güzel gezegenimiz Uranüs'ümüzün medarı iftiharı TV kanalı "Boş Bakış" bir son dakika gelişmesini ısrarla dikkatlerinize sunmaktadır. Merak etmeyiniz. Olay yok, ölü yok, yaralı yok. E o zaman ne var ki diyeceksiniz, çok şey var efendim, çok şey var!
Ezeli ve ebedi liderimizin bildirdiğine göre yarınki KAŞ toplantısı, kaş olan son toplantı olacak, bundan böyle kaş toplantıları da tarihe karışacak ve kaş yaparken göz çıkarılmayacamış efendim.
Kanalınız Boş Bakış yarınki tarihi Kaş toplantısını naklen huzurlarınıza getirmek üzere gereken hazırlıklarını tamamlamış bulunmaktadır efeeeem!
- Eveeet Arkadaşlar son toplantımızın yoklamasını yapalım önce, herkes burada mı, bir bakalım. Mazeret bildirmeden tüyenler olduysa kulaklarını çekeceğim ona göre ha. Keh keh keh......esprük yaptım da. Uranüs Silahlı Kuvvetleri tüm kuvvetlerin koordinasyonundan sorumlu Üstçavuş Zühtü sen buradasın, Kara Kuvvetlerinden sorumlu hem zaten kara kuvveti bıraktık mı ki canım, Onbaşı Şevket sen Kuleli Askeri İmam Hatip Lisesinden "Kemalist" olduğu için tard edilenlerden değil miydin evladım. Haaa seni başkası ile karıştırdım galiba. Zühtü sen Deniz İmam Hatip Lisesini güç bela bitirenlerdendin yahu, Koskoca deniz kuvvetlerinde Deniz Harp Okulundan mezun bir Allahın kulu bırakmadık mı tuhaf yahu. Zaten bu denizciler Şeyhülislam Efendimize hep bir soğukturlar nedense. Havacılarında ondan kalır yanı yok ya neyse gene de içinizde Hava Harp Okulu mezunu Selami var da durumu kurtarıyoruz hiç olmazsa. Bir kuvvet komutanı da Teğmen olsun canım değil mi ama. Ne demişti yıllar ve de yıllar önce güzel yurdumun önemli şahsiyetlerinden biri "Ben bu orduyu teğmenlerle de yönetirim!" ha ha ha! Haaaa bu arada Genel Karargah Komutanımız Sir George yengesinin dördüncü göbekten yeğeninin nikahı için Artaksas'a gittiğinden bu son toplantıya gelemedi. Pek üzüntülerini de bildirmedi kendileri, zaten lüzumsuz bir şeydi deyip gittiler efendim yani.
- Eveeet, şimdi bugünkü toplantının tek gündemi, artıkın askerlerin sevk, idare ve atamaları otomatik hale getirileceğinden yani her şeye bilgisayar karar vereceğinden, Ulemaya usulen danışıldıktan kelli ben de usulen onaylayacağım yani atamaları. Böylece herkes yerini bulacak, Allahtan belanızı bulmayın yani daha ne istiyonuz be kardeşim.
- Ama sayın Başkan yani Kömür İşletmeleri Genel Müdürlüğünden değil gerektiğinde savaşacak bir ordudan söz ediyoruz efendim bu ne biçim iş yaaaaa. Posta Genel Müdürü bile yardımcılarını icabında kendi seçerken yani.....
- Ne savaşması oluuuum ya, sen hayal görüyon. Savaş icap ederse ki Sir George'a göre bu Yankara'nın değil, Hanamerikanyanın sorunu oluyo icabında sizin bütün yapacağınız Coni'ye lojistik destek mermi, içecek su falan taşımak yani, onun dışında her bi işimizi onlar halledecekler.
- Ama o zaman bağımsızlık .......
- Sus sus, buraya kadar nasıl geldin yaaa. Çabuk ağzına biber sürün şunun bakın bakın bağımsızlık gibi kaka kelimeleri kullanıyor hala, anlaşılan okulda çok tembel bir öğrenciymiş bu. Dua hafızlamak dışında, adı anılmaması gereken kişinin kitaplarını mı okuyordun yoksa haa! Sicilin bozuk senin sicilin.
- (Benim sicilim tamam da, senin sicilin ne zaman tescil edilecek acaba onu merak ediyorum yani!) Affedersiniz sayın başkan yani efendim sonuçta biz hala Uranüs Silahlı Kuvvetleri gibi görüyoruz yani kendimizi ve bağımsız pardon affedersiniz yani bir kurum olduğumuzu düşünüyoruz.
- Her ne kadar jandarmayı aramızdan alıp paralı bir polis kuvveti haline getirerek garip bir uygulama yaptıysanız da yani hala, fakir fukara, garip gureba ailelerimizin çocuklarını askere alıyoruz yani değil mi ama efendim?
- Yok devenin nalı. Askeri angaryalar için de Hanamerikanyadan Coni mi getirecektik yani. O kadar da değil. Hem onlar bu işi bedava yapmazlar bayağı bir para isterler. O zaman da ekonomik kriz mriz çıkar maazallah, olmaz yani.
- Yani ben bir havacı olarak şunu demek istiyorum ki, bizim de icabında Uranüs Hava Kuvvetleri olarak bir onurumuz olmalı, hala eğitim uçuşu yapmaktayız ve bir şey olursa da yurt savunmasına hazırız yani efendim. Böyle de olmaz ki ama
- Bak bak bak, sen şuna bak nasıl da bindiği dalı kesiyor farkında olmadan, zaten siz denizciler ile havacılar bir türlü yola gelmediniz yani. Artık ikinize de ihtiyaç kalmayacak yakında sadece Kara Kuvvetleri yeter bize, oda Coninin yerine o ölsün diye yani. Yoksa uçak ve gemi kullanma işini tümden Hanamerikanya'ya havale etmeliyiz yani. Baksana şunun kullandığı kelimelere yurt savunması falan o da ne öyle Hanamerikanya'nın OrtaUranüsteki çıkarları falan desen hadi neyse !
- Neyse beyler daha fazla uzatmayalım bundan böyle olacak şöyle. Bizim bilgisayara girdiğimiz değerlendirme ölçütlerine göre......
- Onlar ne olacak sayın başkan........
- Ondan sana ne gardeşim ya bırak onu da biz bilek yani....Bilgisayardan çıkan isimlere göre orduda da atama olacak! Gene de önce ulema karışacak haliylen. Onun gıcık olduğu bir isim olursa mesela ne o öyle Özgür, Devrim, Barış falan gibi böyle sakıncalı isimler. Yani anaları babaları ideolojik bu heriflerin.....Onlar terfi edemeyecek haliylen. Daha çok Şefik, Abdürrezzak, Hamdullah, Latif, Süleyman gibi isimler üzerinde duracağız yani...Sonra ben önüme gelen listeye son kez bakarak ya da icabında bakmayarak basacam imzayı, Oldu da bitti Orduda terfiler. Bundan böyle nazik ve güzüde basınımızda ilgisiz şeylerle meşgul olmaktan kurtulacak yani. 10 sene öncesini hatırlıyorum da. Bıııırrr neydi o öyle be yok KAŞ'ta kriz, yok komutanlar tümden istifa eder, yok tutukluymuş ama suçlu değilmiş o yüzden terfi edebilirmiş, yok böyle tutukluluk süresi mi olurmuş, yok bu kadar askeri tutuklamak da neyin nesiymiş, Yok darbe marbe hikayeleri tevatürmüş. Yok Heeergenekon bir varmış, bir yokmuş. Masalmış yani falan da filan. Ulan biz sizi bu hale getirmek için neler çekmedik be. Allahtan Urentagonun planını harfi harfine uyguladık da bugünleri görebildik yoksa oooooo durum şimdi iyice yaştı vallaaa
- (Yakında, savaş mavaş patlaması gibi hiç de hoşuna gitmeyecek bir şeyler olursa sen o zaman görürsün şengül hamamı yaş mı kuru mu)
- Yani arkadaşlarım az uğraşmadık, zararlı fikirleri her köye yeni bir tanesini açtığımız Üniversiteye giden gençlerin zihinlerinden temizlemek için yani ne o öyle yok Bursa nutkuymuş yok Gastamonu konuşmasıymış ... yok devenin başı..... Yani ulan Bandırma vapurunun maketini bilem kaldırdık Samsundan ki kimse hatırlamasın 19 mayısı. Bayram olarak gutlanan bütün zibidilikleri kaldırmadık mı yani dostlarım. Ne o öyle yok 23 Nisan'mış, yok 19 Mayıs'mış, yok 30 Ağustos'muş, yok 29 Ekim'miş, yok 10 Kasım'mış. Bu sonuncusu bayram mayram degeldi galiba..... Neyse, neydi ne boş ver yahu. İki bayram neyinize yetmez ya onları da bir bahane bularak her sene 10'ar güne çıkartıyoz zati al sana kafadan 20 gün yıllık izin, hemi de maaşlı hemi de bedava Allahtan cezanı istiyon yani değelmi ama. Bak işine gücüne sana mı kalmış Coninin önemli işlerine burnunu sokmak yani. Üranüsümüz'ün efendisi onlar, elbette onlara biat edeceğiz.
- Eveeet bu kadar çenebazlık yeter. Bu son toplantıyı kapatıyoruz, bu işin bitmesi şerefine hazırlattığım kevser şuruplarını sizlere sunuyorum arkadaşlar.
- İçinde bulunduğumuz duruma ben o kadar çok efkarlandım ki, Rakı içmek istiyorum anasını satayım....
- Güvenlik, güvenlik!!! Bu havacıyı derhal içeri alın kardeşim. Her zaman olduğu gibi soruşturma arkadan gelecek. Ne demek yaaaa, ne demek benim yanımda Rakı'dan bahsediyor ahlaksıza bak yani.....yaaaaa.......Ulan icabında bu yazar bozuntusunu da toparlayın hemen, o da utanmadan Rakı'nın R'sini büyük yazıyooo yaaa. Sanki Matah bir şey varmış gibi ortada.
YAZARIN BİTİRİŞ NOTU: Efendim. Rakı hakkında bu yazının sonunda yer alan beyanları şiddetle protesto ediyorum. İzmir, Balık ve Rakı'nın anlamı 10 yıl önce (yani bugün) ne ise bugün de (yani 10 yıl sonra) o olacak. Merak edenlerin; Rakı Kültürü bakımından Yılmaz Ağabeyin (ÖZDİL) yazılarını okuyarak, en azından Rakının içinde alkol bulunan gelişigüzel bir içki olmaktan çok daha farklı bir şey olduğu hakkında bilgilenerek kültürel eksikliklerini tamamlamalarında da yarar görmekteyim ayriyeten. (Bkz. Yılmaz Özdil İsim, Şehir, Hayvan)
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Değer Üzerine IV |
|
Encyclopedia of Religins of Ethics, Vol: 11, p. 588-9
VII. Değer ve Değerleme
Değere yönelik kişisel bir tavır bir nesneye atfedilebilirse, tüm nesnelerin bir değerleme sürecine dâhil edilerek değerli olduğu açıktır. Nitekim, pek çok nesne, çeşitli koşullara göre değerlidir veya çok nâdiren her biri, nötr ya da kayıtsız olarak tasarlandığı ölçüde değerli olmaya yetecek kadar önemlidir. Bu yüzden, bir nesne yalnızca, sürekli olarak kendi değerinin ona yüklenmesiyle ve esas olarak değerli görünmeye başlandığı özel bir yolla değerlenirse değerlidir. Daha sonra, kişisel değerlemeden kendisini kurtardığı için ve mevcut değerin sâde bir tanınması olarak değerlemeyi sağladığı için değerlidir.
Değerler de diğer yollarla nesnellik kazanır. Böylelikle, bir değer yargısında ifâde edilen kişisel tepki, evrenselliğe yönelik biçimsel bir talebi taşır; her şeyden önce kişi, bütün şeylerin ölçüsü olarak kendisine bakıldığı için, diğerlerinden ayrılışını ortaya koyar. Bu iddiâ, bu nedenle tartışmalı değildir ve daha metodolojik olarak alınmamalıdır. Değer yargılarının karşılaştırılmasıyla, farklı kişilerin çok farklı şekilde değerleme yaptığı görülür; bu yüzden, pek çok değer yargısı, "sadece öznel" kabûl edilir. Diğer pek çokları veya tümü hakkında anlaşma sağlanabilir ve böylece onlar, "nesnellik"in her derecesini elde edebilir.
Nesneler, nesnel değerler düzeyinde değerli hâle gelerek sosyal tanınmayı elde ederler. Nesnel hâle gelen bir değer daha sonra, bu değerini korumayabilir ve hattâ, bu koşullar altında değerini tam tersine çevirmiş de olabilir. Böylelikle, bir kez edebî bir eser "klasik" olarak kabûl edildiğinde onun değeri, birkaç bakımdan inceleme amaçlı okuma hâriç, tartışmasız kalır ve Kral Midas kuşkusuz, sindirme konusunda yeteneksiz olsa da altının en değerli eşyâ olduğunu düşünmeye devâm eder. Bu yüzden değer, her zaman farz edilmez; çünkü bir değer, günceldir ve tanınır, tam olarak işlevseldir, doğru olmasından fazlasıdır.
O zaman, herhangi bir değer koyucunun karşılaştığı ve verilmiş olarak kabûl ettiği çok sayıda nesnel değer vardır. Fakat, yine de hepsi, değerlendirme süreçlerinin ürünü olarak kabûl edilebilir ve bir nesnenin değerlenmesi tekrar eder, âşinâlığı artar, bilinçli ve yansıtıcı değer yargısı gereksiz hâle gelir ve algının idrâkinin âşinâ nesneleri hakkındaki karârın yerine geçmesindeki gibi, değer sonucunun kavranması hızlanır. Olayların sırasında, bireyin geçmişinde bu sürecin ortaya çıkmadığı doğrudur; fakat sonra, bireysel mîraslarda insan türü tarafından izi sürülebilir.
Bir nesne, örneğin haz, güzel veya doğru olarak kabûl edilen bir şey, bir yargı veya bir değerlendirme süreci olmadan olabilir; fakat, değer iddiâsının âcilliği, niçin o kadar değerli olduğuna, nasıl o şekle geldiğine, öyle olup olmadığına ve göründüğü gibi gerçekten güzel, doğru ve hoş olup olmadığına yönelik herhangi bir araştırmaya engel değildir. Bu yüzden, psikolojik veri ve âciliyetler olan değerler, her zaman mantıksal aracıdırlar ve değerlendirme süreçleri ile açık değer yargılarının nesneleridirler. Onlar daha sonra, değerlendirilmede olgular gibi iş görürler.
VIII. Değerlerin Dönüşümü
Mevcut değerlerin tekrar gözden geçirilmesi süreci devâmlı olarak, onların durumlarında değişikliklere götürür. Bu nedenle "değerlerin dönüşümü", kabûl edilmelidir ve modadaki yıllık değişimler gibi her yerde sosyal bakımdan meşhur olmasalar da değerler alanında tamâmen meşrû olaylardır. Dewey'in belirttiği gibi, "Tüm değerlemeler, belirli ölçüde yeni bir değerlemedir. Nietzsche, eleştirel akılla olduğu ölçüde eski değerlerin dönüşümü konusundaki tüm yargı iddiâsını kendisiyle sınırlasaydı, muhtemelen o kadar sansasyon yapmazdı; fakat, bilgelik sınırları içinde olurdu."
Bu konuda yeterli bir neden şu ki, açıkça ortaya konulduğu gibi, bir değerlemeyi tekrar etmek, psikolojik olarak mümkün değildir. İkinci kez değerleme, yeniliğini kaybetmiştir ve keşfetme zevkini yitirmiştir; âşinâlığı elde eder ve küçümseme veya ilgisizlik başlar veya daha kolay tekrar gelişir, alışkanlık olarak daha az çirkin görünmesiyle ona direnç azalır. Ayrıca değerlemeler, zorunlu olarak, onlara bağlı organik ihtiyaçlardaki değişmelere göre değişir. Aç bir çocuk ilk görüşte, on kuruşluk bir kurâbiyeyi, ne iyi olarak tadacak, ne de çok değerli görecektir. Şüphesiz ki, değerin bu değişikliklerinin birçoğu basit, önemsiz ve geçici olduğu için, aralarında çok az fark vardır; fakat onlar zâten, süreklilik lehine genel eğilim tarafından gizlenmiştir.
Önemsiz sayılmadıkça, sâbit değerlerin kuraldan ziyâde istisnâlar olduğu kabûl edilecektir. Değerler, olgularda büyük rol oynarlar; çünkü onlar, olguya katılmış olur ve seçilirler. Değerlerin istikrârı, olayların akışını göstermede metodolojik amaçlar için her zaman az ya da çok, sâbit nesnelerin yapısındadır. Değer her zaman, bâzı alanlarda bir kurgudur; çünkü, aslâ mutlak değildir ve sonsuz değerler yoktur; değerin kendi yaşamı olmadıkça, değer devâm ettikçe, yeni değerlemelerle değişmemiş ve dönüştürülmemiş hiçbir değer olmayacaktır. Hattâ değer, tehlikeli bir illüzyon olabilir; değerin karakteri anlaşılmazsa, yararlı ve zorunlu değişimlere bir engel olabilir.
Böyle değişimlerde eski değerler dâimâ, yeni değerleri mahkûm eder ve sık sık, trajik sonuçlara yol açan tersi durumlar da görülür. Değerlerin dönüşümü, insan ilerlemesinin her adımında "reform" veya "bağlılık"ın kahramanları ve şehitlerinin kullandığı malzemelerdir. Doğru değerin ne olduğu sorusu, şu an için cevaplandırılamayabilir; çünkü bu soru, kesinlikle tartışmalara yol açar. Fakat biz, herhangi bir değişikliğe yönelik bir muhafazakâr ve bir de ilerici bir insan kitlesi olduğu için, böyle değişimlere her zaman karşı çıkılacağını tahmin edebiliriz. Bu kitlelerin görüşleri, aslında değerlemelerdir.
Herhangi birisinin kendiliğinden keşfedebildiği gibi kişi, eğer açık fikirliyse ve kafası da karışmışsa, yeteri kadar "tezgaha karşı bir akıl"a sahipse, karşıt iddiâların her ikisinin gücünü hisseder. Ne de bunlar, değerlerin bir değişikliğine götürebilen tek çatışmalar değildir. Her toplum ve neredeyse her zihin, değerlemelere karşı çıkışla ilgili çatışmalarla doludur ve onların göreli kuvvetlerinde herhangi bir değişim meydana geldiğinde, değerlerde de değişim gerekebilir. Bu dönüşümü görmemizi engelleyen başlıca unsur, kelimelerin istikrârlı oluşudur; onlardaki değişimler, anlamlarındaki değişimlerden daha az hızlıdır.
IX. Sonuç
Değer sorunlarının yukarıda I. bölümde belirtilen kısımlarının, belli başlı noktaların fark edilmesini sağladığı kabûl edilebilir. Konunun felsefî önemi ve değerlerin evrensel olarak yaygınlığı, en geniş biçimde gösterildi. Kişilik kategorisinin üstünlüğünün bir tanınması olarak değerin geçici tanımlamasının temelde kişisel bir davranış olması, kendisini devâm ettirir ve değerlerin labirentinde bir ipucu sağlar. Hem de değerin duygu, irâde veya arzu bakımından bir kökeni olup olmadığı konusunda Meinong ve von Ehrenfels okullarının psikolojik tartışmalarını faydasız hâle getirir.
Değerler, kişisel bir davranış için tüm insanların kaygısıdır ve psikolojik soyutlamalar değildir. Nitekim, psikolojik açıklamalar arasından birini seçmek için gerekli olduğu düşünülüyorsa bu, muhtemelen, değerin kişisel bir tutum olduğunu söylemenin en iyisi olduğunu kabûl etmeyi gerektirir. Pek az insan, "çıkarlar"ın tartışmalar doğurabileceğini kişilikle ilişkilendirir. Ne var ki bu görelilik, değerleri herhangi bir îtiraz edilebilir öznellik ithâl etmeyle ilişkilendirilemez; çünkü değerler, kaynak olduklarını ve nesnelliklerini de kanıtlamaktadır.
Görünen o ki tüm nesneler, değerler temeline dayanır ve böylece, insan için oluşturulan değerlemeler, onlara âit değerleri, diğer gizli nitelikler olarak haklı biçime dile getirebilir. Buna göre, değer ve olgu arasındaki karşıtlık ortadan kalkar. "Olgular"ın kendileri değerdir; değerler, deneyimde içerilen düşkünlüğün unsurlarını analiz etme çabasını ortaya çıkartır ve belirli bir amaca yönelik varsayılan şekillendirmeyle "olgular"ı açığa çıkartır. Böylelikle onlar, şeyleri "yapar"lar; kendileri yapılmış bir şey olmasalar da. Fakat, daha önce tanınmış olgu, gerçekte ne olduğunun belirlenmesi için eleştiriye tâbî tutulur.
Değerler, aynı zamanda da değerlemeler olarak öngörülür eylemlerdir, verilerin ve yargıların işlenmesi amacını gerçekleştirirler; ayrıca, ileriye dönük eylemler ve onlara klavuzluk etmeyi de amaçlarlar. Dolayısıyla inanç değerleri, hayâtın pratik alanına âit olduğundan, iyi kurulmuştur ve hattâ, daha gerçekçi görünür; son analizde mantık, aynı zamanda bir değerler bilimidir. Mantığın "teorik" değerleri amaçları, seçimleri, tercihleri ve yargıları eylem olarak öngörür ve "pratik" bakımdan bunlar arasında açık bir farklılık yoktur.
Şu da açıktır ki değer kavramı, eğer gerçek dışı sunî bir şey olarak kabûl edilir ve isteğe bağlı olarak yorumlanırsa, olgunun üzerine karşılıksız olarak eklenmiş olmalıdır. Gerçeklik, kendi bütünlüğü içinde değerleri içerir, sergiler ve onlar, oradan soyutlanır; fakat soyutlama çabası, bâzı sınırlı amaçlar için pek de başarılı değildir. Bu nedenle değerler, insan ayartmasının gerçekliğe yaptığı karşılıksız eklemeler olarak kabûl edilemez; fakat, en yüksek nitelikleri ve doruk noktasına ulaşan önemi bizim içindir.
Çeviren : Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç BİR BAĞ-I İREM'DİR TRABZON… |
|
Karadeniz'in mavi döşeğinde en keyifli uykusunu uyur Trabzon!… Yorganı, yağmur damlalarını taşıyan bembeyaz bulutlardır. Yağmura sevdalıdır bu topraklar; yağmurun düşmediği gün enderdir bu diyarda. Bulutlar alabildiğine cömerttir Karadeniz göklerinde…
Kahramanlar yatağıdır Trabzon!... En zor şartlarda bile ölüm kalım savaşı vermiştir bu kentin sakinleri. Toprağı mübarek ve muazzez kanlarıyla sulamışlardır. Şehitlikler bunu ispat edercesine mağrurdur. Sultan Murat Yaylasındaki şehitler, yılın yarıdan çoğunda kar altında sonsuzluk uykularını uyusalar da güneş bir yorgan misali onları ısıtır, bağrına basar.
Bir şiirdir Trabzon; şairlerin tükenmez ilham kaynağıdır. Tarih ve medeniyetle yoğrulmuştur bu kadim topraklar… Hayallerimizi besler Trabzon'un hasreti, hüznü, taşı ve toprağı. Sılada keskinleşir bu şehre dair hasretin bilediği ayrılık hançeri… Nostalji yaşarsınız tepeden tırnağa kadar… Gözyaşlarınızın suladığı, hüzünlerinizin yeşerttiği mümbit toprağında cömertlik görülmeye değerdir. Toprakla, onu işleyenin samimi dostluğu sürüp gitmiştir.
Bu kadim şehirde zamanın ruhunu yakalarsınız kıskıvrak… Darda kaldığı o en zor zamanlarda bile asaletinden ve dik duruşundan hiçbir şey kaybetmemiştir bu asil ve vakur şehir… Düşman çizmeleri altında kalsa da hiçbir zaman korkudan el ayak öpmemiştir.
Bir türküdür Trabzon, yürek yangınıdır. Ezgilerin en yanığı, en yürek delenidir. Bu şehri biraz da türküleriyle, türkülere hayat veren eşsiz kemençesiyle sevdik. "Oy Trabzon Trabzon/İçin kalayli kazan/Efkarli günlerime/Geldi çatti ramazan" diye başlayan türküler, alır götürür sizi uzaklara... Trabzonlu şair Bedri Rahmi Eyüboğlu ne güzel anlatmış türkülerimizin doyumsuz hazzını ve havasını: "Ah bu türküler/Türkülerimiz/Ana sütü gibi candan/Ana sütü gibi temiz/Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla/Köyümüz, köylümüz, memleketimiz./Âh bu türküler,/Köy türküleri/Dilimizin tuzu biberi/Memleket ahvalini onlardan sor/Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen'i/Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni.../Ben türkülerden aldım haberi."
Büyüleyen bir şehirdir Trabzon… Şehrin büyüsünü iliklerinize kadar hissedersiniz bu güzel şehrin cadde ve sokaklarında. Kendine çeker sizi bu tılsım… Bu şehri görüp de sevmeyen görülmemiştir. Zira bu şehir, dünle bugünü birbirine bağlayan sağlam bir köprüdür.
Ruhu olan şehirdir Trabzon... Ruh veren şehirdir. Yanımızda ve yakınımızda olmasına rağmen yine de bir çeşit hayal şehirdir. Bu şehre uzak düşenler, onu düşlerinde yaşatırlar. Trabzon'un en yakınında olsanız da, onu içinize alsanız da her daim özlenen ve gözlenendir o.
Trabzon biraz da horon demektir. Horon bu coğrafyada bir çeşit hayat tarzıdır. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği; uzayıp giden horon halkalarında yerini alır. Kemençenin yürekleri hoplatan ezgilerine kimse dayanamaz. Karadeniz'in yiğit delikanlıları dizlerini toprağa vurduklarında adeta yer titrer. Niyazi Tarakçıoğlu horonu içselleştirerek bakın nasıl anlatır:
"O, güzel yurdumuzun bir bölgesi demektir,
Horon bu bölge için, su, hava ve ekmektir."
Onsuz tarla ekilmez, onsuz biçilmez başak,
Onsuz fındık toplamaz kara zıpkalı uşak."
Trabzon, şairlerin yazıp bitiremediği yerdir. Keşke Ahmet Hamdi Tanpınar bu şehri de gönül gözüyle görseydi. İstanbul, Ankara, Erzurum, Bursa ve Konya'dan sonra Trabzon'u da satırlarında ebedileştirseydi. Bu şüphesiz ki Tanpınar'a da, Trabzon'a da çok şey kazandırırdı.
Kadim devirlerde ayinler yapılan Sümela Manastırı'nda; eski kiliselerden biri olan, şimdilerde ezan okunan Yenicuma Camii'nde, bir zamanlar yine ezanlar okunan Ayasofya'da zaman durmuştur sanki… O günden bugüne, köprülerin altından çok sular akıp geçmiştir.
Bağ-ı İrem'dir Trabzon… Renk renk çiçekler açar yaylalarında. Kuşlar en güzel bestesini okur seher vakitlerinde. Cennetin dünyaya düşen emsalsiz gölgesidir. Âb-ı hayat akar onun çeşmelerinin altın sarısı kurnalarından. Başı göğe değer dumanlı dağlarının…
Trabzon; Kerem'in Aslı'sı, Mecnun'un Leyla'sı, uzak düşenlerin karasevdasıdır.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
yeni yeni
yeni yeni anlıyorum..
her şey o ağacın altında başladı.
biz durduk
ve
yavaş yavaş uzadı gölgemiz.
sonra yapraklar örttü üzerini,
biz de sarardık.
uzun bir sonbaharmış,
onu da az önce anladım..
Ceren Çiçek
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|