|
|
|
Editör'den : Şahsa özel adalet!.. |
Merhabalar,
Gül'ün vetosuyla başlayan üst düzey tepişme herkes kadar beni de ilgilendiriyor haliyle. İktidarın özellikle son 2 yılda uyguladığı "iyi polis, kötü polis" taktiği itişmenin ana unsuru. Alışık olduğumuz "el kaldır el indir" vekillik müessesesiyle, noterden hallice Cumhurreislik makamını karşı karşıya getiren şike yasası bu taktiğin son halkası. Üstüne üstlük bir de Tayyip Bey'in rahatsızlığı devreye girince, AKP bir anda parti içi demokrasinin beşiğiymiş, de biz bilmiyormuşuz, havalarına giriverdi.
Neydi bu şike yasası? Şikeye tevessül edeni idama razı hale getirmek. Bir olaya 12 yıl, 3-5 oldu mu Allah ne verdiyse tık içeri. 13 yaşındaki çocuğa tecavüzde hafifletici neden arayan zihniyet burada cezayı artırmak için işin içine bir de çeteyi katıyor. Ekonomik çıkar sağlamak için çete oluşturmak. Vay be, ne fiyakalı bir kavram. Biraz düşünelim. Bir başkan takımı şampiyon olsun diye para saçıyor, ite kaka ancak şampiyon oluyor, bunun da adı ekonomik çıkar çetesi oluyor. Diğer tarafta, kendini pürüpak, sütten çıkmış ak kaşık sanan bir başka büyük kulüp, cebinden tek kuruş harcamadan koca stad sahibi oluyor, bunu, üst düzey yöneticilerle, belediye başkanlarıyla rant paylaşımı karşılığı yapıyor ama bunun adı "Ekonomik Çıkar İşbirliği" normlarına uymuyor. Yesinler sizin şerefinizi.
Ardından aklıselim galebe çalıyor, vekillere adaletin kılıcı batıyor ve hatalarından hızla dönmenin yolunu arayıp buluyorlar. Cezalar makul düzeylere indirilip yasa değiştiriliyor ve notere tasdik için gönderiliyor. Kraliçenin davetinden yeni dönen Hayrünüsa Hanım ve eşi kafa kafaya verip yasayı "VETO" ediyorlar. Gerekçe ne? Devam eden bir davada kişiye özel değişiklik yapmak. Vay vay vay. Bak sen şu hak hukuk gözeten yüce makama. Biz balık hafızalıyız ya, Tayyip Bey'in şahsa özel düzenleme ile vekil seçildiğini, Rahmetli Erbakan'ın şahsa özel kanun değişikliğiyle evde istirahat etmesinin sağlandığını nasılsa unutmuşuzdur. Unutmadık sayın Gül, unutmadık. Hem değişen yasa şahsa özelse, ilk çıkanın hedefinde kim vardı acaba? Milyarlarca liranın döndüğü, her cins adamın kol gezdiği spor denen sanayide bir nebze öne çıkan başkan ve kulübü hedefti diyebilir miyiz mesela?
Başta dediğimize geri dönelim. "İyi polis kötü polis". Bu sefer vekiller iyi, Çankaya kötü. Her nabza göre şerbetimiz var alimallah. Birine kızana diğeri cevap verir, olur biter. Yersek... diyoruz ama yiyoruz be dostlar, bal gibi yiyoruz.
Adamcağızın hastalığını fırsat bilip Mecliste kazan kaldıran birkaç AKP'li vekil de yok değil. Hele bir Tayyar var, evlere şenlik. Tam hakkında dava açılacakken vekil olup yırtan Ergenekon havarisi sabık gazeteci, kalkmış "Yasa bu haliyle geçerse istifa ederim." diyor. Nah edersin Tayyar, nerde o günler? Her vilayetin hemşerisi ağlak Arınç'ı ciddiye bile almıyorum. Onun görevi rüzgarın yönüne göre gaz almak, beceriyor da vallahi.
Ben dayanamıyacağım, yatıp, uykumda katıla katıla gülmeye gidiyorum, size de tavsiye ederim. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SİGARA İÇEN ÖLDÜ DE -2 |
|
(Lütfen İçinize Çekmeden Okuyunuz )
Bizim kültürümüzde yirmi yıl önceye kadar misafire sigara ikram etmek cömertlik sayılırdı. Hatta evlerde misafire sigara tutmaya yarayan sigaralıklar vardı. Aynı şekerlikler gibi… Güneydoğu bölgesindeki köylerde genelde hane sahipleri veya köy sakinleri gelen misafire tütün tabakalarını ikram ederlerdi. Çok yakın zamanlara kadar bu gelenek sürüyordu. Misafir kalın minderler üzerindeki başköşeye buyur edildikten sonra gümüş tabakalar misafirin önüne bırakılır veya sürülürdü. İkramını kabul etmediğiniz tabaka sahibi kendisine gerekli itibar ve saygı gösterilmediği için darılırdı. Tabakların içinde incecik kıyılmış Bitlis Tütünü ile dolu olurdu. Genellikle büyük şehirlerden gelen konuklar sürekli hazır sigaralar içtikleri için sigara sarmayı bilmezdi. Tabaka sahibi bunu tahmin ederek tabakasının içine önceden sarıp hazırladığı sigaralardan bırakırdı. Başkasının tükürüğü ile sarılmış sigara, enfeksiyon, bulaşıcı hastalık edebiyatı yapmaya hiç gerek yok. İkram edilen şey zehir olsa da geri çevrilmezdi. İkram zaten sigara ve dolayısı ile zehirdi. Herkesin tabakasından bir sigara içmek kaçınılmaz bir görgü kuralı olduğu için bir akşam oturmasında yirmiye yakın sigara içmişliğim vardır.
Bir arkadaşım anlatmıştı. Yakınlarından biri çocuğunu sigara içerken yakalamış. İhtimal ki gerçekle yüzleşinceye kadar "benim oğlum böyle bir şey yapmaz," diyenlerdendir. Sonrası bütün babalarca malum… Büyük bir çöküntü, ben nerde yanlış yaptım yakınmaları, kendini yenilmiş ve başarısız hissetme durumu… Daha da önemlisi bu problemi nasıl çözeceğim? Oğlunun üzerinde yakaladığı sigara paketini ona geri verir. Sonra da gizli gizli sigara içtiği banyoya geri dönmesini ister. Bütün paketi içip bitirmeden de çıkması yasaktır. Tazecik oğlan intihar eder gibi onlarca sigarayı üst üste içmeye mecbur kalır. Sigaradan öyle tiksinir öyle iğrenir bir daha ömrü boyunca sigara içmez. Bu uygulama eğitsel bakımdan kesinlikle kabul edilebilir değildir. Ama sonuç odaklı bakılırsa amaca ulaşılmıştır.
Köylü çocukları sigara bulamadıkları için ağaç yosunu, mısır püskülü ve kuru yaprakları gazete kağıdına sarıp sigara gibi içtiklerini anlatırlar. Büyüdüğüm kasabanın yarısından fazlası tütüncülükle geçindiği için bizler tütün sıkıntısı çekmezdik. Sigara kâğıdı bulmak zordu. Paketle satılan sigaralar bulamadığımız zaman gazete kâğıdına sarılmış tütün içerdik. Tütün sarmak için gazete kâğıdı kullanmışsanız bilirsiniz. Tütün sarmak için hiç uygun değildir. İğrençtir ve tütün değil kâğıdın kendisi genzinizi yakar. Gözlerinizden sicim gibi yaş getirir.
Yetmişli yılların ikinci yarısında bu ülke yokluklarla tanıştı. Durup dururken ansızın un, şeker, yağ, sigara, demir, çimento, tüpgaz ve diğer petrol ürünleri bir gecede piyasadan çekiliverirdi. Böylece hükümetler devrilir ve yine aniden her şey bollaşıverirdi. Bütün insanlar kuyruklarda bu ürünleri almak için saatlerce beklerdi. Bazı esnaflar için fırsatlar zamanı ve altın bir dönemdir. Gelen malların bir kısmını satıp bir kısmını da bitti diyerek kendi zulasında saklarlardı. Ortalık durulduktan sonra el altından yüksek fiyata insanlara okuturlardı.
Yetmişli yılların sonuna doğru yine böyle bir yokluk dalgası geliverdi. Öteki yokluklar öğrenci olduğumuz için bizi pek bağlamıyor ama sigara bulamıyoruz. Kasabadaki bütün esnafı dolaşıp yalvar yakar olduk ama bir paket bile cigara alamadık. Sonra arkadaşlardan biri filanca köydeki bakkalda varmış diye bir laf uçuruverdi. Ben diyeyim sekiz, siz deyin on kilometre yürüdük. Bakkalda sadece filtreli Sipahi sigarası varmış. O da sadece bir paket veriyor. Sigara böyle yoklukta altın gibi değerleniyor. Kimse arkadaşından sigara otlanamıyor ve hiç kimseye de ikram etmiyor. Bir tomar para bayılıp bir paket Sipahi aldım. Öyle değerli ki içip bitirmeye kıyamıyorum. Günde iki tane içiyorum. Bir sabah bir de akşam. Hatta paket yarılandıktan sonra günde bir taneye düşürdüm. Sadece yatmadan önce bir tane içiyordum. Yenimahalledeki bakkala sigara gelmiş diyorlar. Okulu kırıp gidiyoruz ama yalan. Ne yaptıysam yeni bir paket de alamadım. Sonradan farkına vardım ki sigara için harcadığım çabayı ve zamanı hiçbir iş için ayırmıyorum. Derslerimi hatta geleceğimi bile bu kadar çok düşünmüyorum. İşte o zaman paket bitince sigarayı bırakmaya karar verdim. Bir gece vakti yatmadan az önce paketimde kalan son sigaramı da içip sigarayı bıraktım.
Alışkanlıklar her zaman sinsice beklerler. Sigarayı bıraktıktan yıllar sonra öğrenci evinin balkonunda kederli bir arkadaşımı teselli ediyordum. Kız arkadaşı bunu terk etmiş. Kız da güzel olsa bari. Neyse konuyu dağıtmayalım. Bir kaç bira da almıştık. O anlatıyor, ben dinliyordum. O akşam birkaç tane sigara içtim. Ama yeniden başlamak da istemiyorum. O akşamın üzerinden bir hafta geçtikten sonra birden fark ettim ki ben sigaraya yeniden başlamışım. Arkadaşlar ikram etmiş ben almışım. Hiç farkında bile değildim. Para verip paket almamıştım ama otlakçı olarak günde n taneye yakın sigara içiyormuşum. Sat anasını git dedim ve otuz yıl daha içmeye devam ettim.
Sigaradan aldığım keyfi hayatta hiçbir şeyden almadım. Alkolü sevmedim örneğin. Esrarı falan boş verin yıllarca çalıştığım bölgede yaygın olmasına karşılık Maraş Otu'nu bile bir kez bile olsun denemeye değer bulmadım. Sigarayı en çok geceleri sevdim. Bir de arkadaş sohbetlerinde. Kitap okurken, ders çalışırken sigara içmeyi de severdim. Sigara kullanmadığı halde rakı sofrasında bir, iki tane tellendiren arkadaşlarım olmuştur. Bir de sigarayı yaşamı pahasına bırakamayacak insanlar tanıdım. Ölümüne içen, hayata gözlerini kapayıncaya kadar içen insanlar. Sigara içmenin iyi ve yararlı bir şey olduğunu söyleyecek değilim. Yanlışıma sığınmak için bahaneler de üretmeyeceğim. Ama ben yine de sigara içen insanlara çok kötü davranıldığını düşünüyorum. Yasalar ve sürekli bir yenisi daha uygulamaya sokulan yasal düzenlemelerle dışlanıyor ve aşağılanıyorlar. İnsan sağlığı üzerinde sanki sigaradan başka zararlı bir şey yokmuş gibi davranıyoruz. Bu ülkede dereleri, denizleri kirletmek, ormanları yakmak ve satmak önemli bir suç değildir. Havayı karbon monoksit ve kurşunla doldurup zehirlemek de önemli sayılmaz. Üstelik sadece sigara içmek ayıp ve kötüdür. İlkel insan sigara içer. Oysa ki satmak normal bir ticari faaliyettir. Burada orantısız bir psikolojik etki yaratılmıştır. "Sigara içenlere iyi davranalım," demiş adamın biri. "Çünkü onlar uzun yaşamayacaklar." Bu ülkede kot taşlayanlar, madende ve sanayide çalışanlar, çöpçüler ve bilmediğim onlarca iş kolu çalışanı da kısacık yaşıyor. İnanmayan araştırsın bilimsel istatistikler var…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ŞU MUĞLA DEDİKLERİ |
|
" Şu Muğla dedikleri
Yerkesik'le Pisi arasında yürecik"
…
Muğla ile ilgili şiirlerimden biri bu dizelerle başlar.Benim için Muğla sakin, hoşgörülü, kültürlü, yeniliğe açık olduğu kadar, gelenek ve göreneklerine bağlı insanlarıyla gerçekten de bir yüreciktir.
Muğlalı, zeybeğin tüm figürlerini yaşamına sindirmiştir: Ağırdır, gururludur, mecbur kalmadıkça kavgaya dövüşe itibar etmez, kendi ayakları üstünde durmasını bilir. Devlete bile olur olmaz el açmaz.
Geçen pazar günü Muğla'yı tanıtmak için Bodrum Herodot 3. Yaş Akademisi Derneği ile yine buralardaydık.
Güne "Kozağacı'nda köy kahvaltısı" yla başlamak, bu taraflara geldiğimizde, vazgeçilmezlerimizin başında geliyor.
Kozağacı, Muğla'nın kulağının dibinde havası, suyu; pırıl pırıl sokakları ve cana yakın tertemiz insanlarıyla özellikle doğa tutkunları için görülmesi gereken bir yer.
Ne zaman Kozağacı gibi köylerimizde dolaşsam, Avrupa'da özgün mimarisiyle, doğasıyla birer sanat eseri gibi turizme kazandırılmış köyler aklıma gelir. Unumuz var, şekerimiz var; bir de helva karabilsek…
Küçücük bir avluda 30 kişi neşe içinde kahvaltı yapıyoruz. Ev sahibimiz, konukların mutluluğunun farkında: "Balından, tereyağına, peynirine... zeytinine; ekmeğinden, sucuğuna … burada yediğiniz her şeyi kendimiz üretiyoruz. Tabaklarınızdaki her şey Kozağaç ürünüdür ." diyor.
Yabancı konuklar özellikle ayva reçeline, cevizlere bayılıyorlar.
Yılların turizmcisi bir arkadaş yanıma sokuluyor: "Muğla valiliği, üniversite işbirliğinde köy turizmi konusunda master planlar hazırlatmalı. Kozağacı gibi birkaç köyde gerçekleştirilecek pilot projeler (ön deneme) sayesinde Muğla, turizmine yeni boyutlar kazandırabilir." diyor.
Haklısınız anlamında başımı sallıyorum. Bu yörelerde gerçekleştirilecek, bu tür yapılanmaların, kıyılarımıza sıkışan turizmimizin çıkışı olduğunu yıllardır savunduğumu o da çok iyi biliyor.
Dağın bu yamacı Kozağaç, arkası da Dırlavan. Biri su içinde, bağlık bahçelik; öteki bakımsız, kıraç. Dırlavan, yani İkizce'nın önünde Muğla'nın üstüne dek engebeli düzlükler uzanıyor. Bu düzlüklerin yel gibi gelip geçen baharını ve rüzgârlarıyla insanı her an zinde tutan yazını iyi biliyorum. Muğlalılar ovaya yayla derler. Oysa asıl yayla, Muğla'nın ense kökünde, bu Dırlavan düzlükleridir.
Bugün Muğla'ya, sırtını dayadığı tepeden döne dolaşa ineceğiz. Dırlavan düzlüklerini aşar aşmaz göz ufkumuza önce kökboyalı Bozalan seccadesi gibi Muğla ovası serilecek. Sonra uygun bir dönemeçte durup kiremit çatıları ve özgün bacalarıyla Muğla evlerinin benzersiz panoramasını belleklerimize kazıyacağız. Her dönemeçte farklı fotoğraflar çekeceğiz. Sonra ben onlara, gençliğimin Muğlasını anlatacağım, bu şiir şehir için şiirler okuyacağım:
"Dağın ardı şehir
Kuzulu kapılar ardında avlular
Sağınıza ortancaları alınız
Solunuza Şebboyları
Anacığım çeyiz sandığını aynalara taşırken
Alaca yeşil gömleğimi giysem
Dar sokaklardan afili
Tütün kokulu, Çam pürünce taze
Sizi süs yolunda, parklarda beklesem." diyeceğim.
Düşü, gerçeğin ulağı bilirdim. Oysa gerçek, bazen yavrusunu yiyen bir kedi oluveriyor. Tepenin başında allak bullak oluyorum. Dilim lal. Ne olduğunu anlayamıyor kimse. Kendimi "The Day After Tomarrow" filminin en dramatik sahnelerinden birinde oyuncu gibi hissediyorum. Aşağıda sadece bir kör duman var: Muğla yok
Şoföre, durma, gidelim, diyorum.
Hızla şehre doğru iniyoruz. Genzimizi kömür kokusu yakıyor. Şehre girdikçe duman dağılıyor gibi. Ama o acı daha da keskinleşiyor. "Yahu diyorum, kendi kendime, belediyenin o tepeden, o kara dumanları çıkaran bacaları saptaması ve sorumlularını cezalandırması çok mu zor."
Biliyorum ki şimdi sorumlular, bin bir mazeret üretecek. Oysa Muğla'nın ne mazerete, ne de doğalgaza sabrı kalmış. Bunu Özbekler Evi'ni gezerken bir kez daha anlıyorum. Geçen bahar, bu hayatta büyük bir hazla içtiğim kahveyi, bu kez isli pervazlara bakarak içiyorum.
Muğla'ya her gelişimde koşup gelen, bugün de bize rehberlik yapan Muğla sevdalısı sevgili kardeşim Sadettin'e (Özbek) yakınacak gibi oluyorum. Belli ki Muğla'ya toz kondurmak istemiyor, biraz sitemli: "Hiç mi güzel şey yok?" diyor.
Olmaz olur mu? Arastası, zahire pazarı, camileri, kültür evi, müzesi, restore edilen konakları ve Konakaltı Hanı… Onların her biri bizi, dünden yarına taşıyan eserler. Ben de biliyorum, Muğla bu ülkenin kültürel mirasına en çok sahip çıkan kentlerinin başında geliyor. Ama yeter mi?
Kim ne derse desin, ben kültür mirası konakların, çayhane, restoran olarak işletmecilere verilmesini onaylamıyorum. Hacı Kadı evinin duvarındaki "Yörük Obaları Derneği" yazısı nedir öyle? O değerler, oraları kiralayanların değil, tüm Muğlalıların ortak malıdır. Sorumlular da tüm Muğlalılar adına buraları korumak zorundadırlar.
Arasta, hamam, camii, konak derken, zaman su gibi akıp gidiyor. Oysa gezip görmek istediğimiz pek çok yer var daha. Konuklara, 13 Mayıs'ta Yörük Obaları Şenliğinde yeniden gelmeyi öneriyorum, sevinçle kabul ediyorlar.
Akyol çıkışında dönüp kente bakıyorum. Sabahki sisten eser yok; ama kömür kokuları, burnumuzun direğini sızlatmaya devam ediyor. Başımı kaldırıp Dırlavan'a doğru bakıyorum. Muğla 'nın o düzlüklerde kurulacak uydu kentler sayesinde özgünlüğünü koruyarak gelişecek bir kent olacağına şimdi daha çok inanıyorum.
Şimdi yolumuz Belen Değirmeni'ne. Biraz sonra Kültür Bakanlığı mahalli sanatçısı Mehmet Topçuoğlu sazının tellerine vururken biz de
"Dağın dibi suçıkan
Masaları devirmeden ormancı
Tahir Amcam tellere vurmadan
Billurlara aşk koysak"
deyip bir güzel Muğla güneşini daha Bencik Dağlarının arkasına uğurlayacağız.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Yüzüne yazılan |
|
Yüzüne yazılan yaraya değilse de hikayeye alışmak gibi...
Bu yolun artık tesadüflerine şaşmayacak kadar alışkın olduğunu biliyoruz ikimiz de değil mi
...
Cesaret edilememiş diye esarete boyun eğdirmiş
Susturmuş ya karşısındaki bunu en büyük zaferi bellemiş
Yağmurda temizlenmiş
Rüzgarda ten eskitmiş
...
Bir bağdan diğerine şarap gerdiriyoruz şimdi
Genişledikçe çapını daraltan adamlar kadınlar hanesine yeni çentikler ekleniyoruz.
...
Bir ormanın hikayesine ihanet edenler var
İhaneti gördüm ya bir kez
Artık öldürseler duramam
...
Dalın dilini kesti ormancı
Kuşun yuvasını viran eyledi
Toprağın bereketine günahkar teninden sular gönderdi
Dal da kuş da orman da utandılar
Öne eydiler utanç içinde suretlerini
...
Koştum, caddeye çıkan yoldan şehre inene kadar hiç durmadım
Gördüm ben ihanetin en olmazını
Öldürseler duramazdım
Koştum
şehre karışan caddeye varana kadar durmadım
Arkama da bakmadım
...
Caddenin de ormandan çok bir farkı yok
Bu şehrin de hikayesine ihanet edenler var
...
Bankta yanyana, yüzleri denize bakan biri adam diğeri kadın iki oturan...
Hafifletici birkaç cümlenin de yüzü yok ki dillenmeye
Bank deniz boğaz beton
Utandılar
...
Bu gereksiz derinlik penceresinden aşağı fütursuzca sarkma demiştim sana
Düşersin de kurtaramam korkumdan
İkimizi bir sahteliğin girdabında boğacağın hiç aklıma gelmedi
...
Ne yazık;
Ormandaki kuşun bozulmuş yuvasıyla
Şehirdeki kadının duası aynı
İkisi de; geçmişin üzerini geleceğin gerçeğinden ayırmakta hem kararlı hem de bunu beceremeyecek kadar yeni yaralı
...
Yazarımızın tüm yazı ve seslendirmelerini facebook Pergelin Divit Ucu sayfasından takip edebilirsiniz.
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Tarhanadan müstehcenliğe giden kısa yol
ŞOK ŞOK ŞOOOKKKK !!!
Pişmiş müstehcen tavuk hemcinsleri tarafından kınandı !!!
+18 haber...
Geride bıraktığımız hafta Hürriyet Pazar ekinde Civan er tarafından verilen '' Tarhun ve Tarhanalı Tavuk'' tarifindeki kızarmış tavuk resmi bir bayan okur tarafından müstehcen bulunmuş. Bir yemek resminde ilk bakışta müstehcenlik gören bir kadının ruhsal durumu ve cinsel yaşamı araştırmaya değerdir belki.
Çiğ tavukların başına gelmedi kızarmış tavuğun başına gelenler. Sizi gidi yelloz tavuklar sizi... Solaryuma girip soyunup dökünüp çıkmayın böyle gazete köşelerinde. Olan var olmayan var, et but yerinde, birilerinin iştahı kabarır, bir yeri şişer sonra. Öyle görünüyor ki kabarmış da.
Dervişin fikri neyse zikri odur derler ya, Hanımgöbeği veya Vezirparmağı tatlısı yiyenler ya da Dilberdudağı adlı tatlıyı yiyenler de tahrik oluyor mu acaba?
Koyuna, keçiye, köpeğe tecavüz edenler, tavukla ilişkiye girenler, eşo gelinlerle ilk deneyimlerini yaşayanlar hatta oturduğu banka tecavüz ederken sağlık sorunu yaşayıp 112 acil'i arayanlar varsa hâlâ bu toplumda, aslında çok da şaşırmamalıyız böyle bir bakış açısına.
Pişmiş müstehcen tavukla bir restoranda bir âdem yalnız kaldığında ne yapar acaba? Gizli kamera çekim lazım. Üstüne bir de Hanımgöbeği tatlısı gelirse masaya yiyen ne yapsın.
Bu bir dizi senaryosu konusu bile olur böyle giderek muhafazakârlaşan bir toplumda ve reyting rekorları bile kırar.
Hayata nasıl ve nereden bakarsanız öyle görürsünüz. Tavuğun tavuk gibi görülebilmesi bile bu kadar zorken yakında yılbaşı gecesine yönelik cinsellik çağrıştırıcı, iç gıcıklayıcı iç çamaşır ve renklerle dolacakken vitrinler, millet aya gidiyormuş, marsta su bulunmuşmuş kime ne. TV'de hemen hemen her dizide, filmde cinsel istismar, çarpık aşk ve seks ilişkilerinin, tecavüzlerin izlendiği ve sayelerinde reyting rekorları kırılan bir toplumun üyelerinden çok sağlıklı olmalarını, olayları ve görüntüleri çarpıtmamaları, kendi fantezilerini katmamalarını beklemek zor elbette.
Konuyu burada Mü ananızın sözü ile noktalayıp yüksek huzurlarınızdan çekileyim artık.
Mü ana sözü: pişmiş aşa su katılmazsa pişmiş tavuğa da yan gözle bakılmaz.
Haber: kümes ve mutfak muhabiri: Müşerref Özdaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç RAKI,BALIK,MÜZEYYEN ABLA -2 |
|
Rakı Balık ve Müzeyyen Abla tutkum aslında uzunca bir zamandır var. Yani ben Müzeyyen ablayı dinlemeye başladıktan sonra kendiliğinden gelişen bir şey.
Her zaman yazılarımdaki gibi ruh hali içerisinde değilim aslında. Tamam ENlerde yaşamayı seviyorum, en depresif ben olabileceğim gibi en neşeli de olabiliyorum. Zaten sanıyorum hep en depresifte olsaydım benim koca ya bu dünyayı ya da daha kısa yolu beni terk etmişti.
Bundan seneler seneler (ama çok da seneler değil canım malum 70 yaşında değilim henüz,4 sene evvel diyelim ) önce ben yine bir Cuma günü işyerinde bir yandan çalışıp bir yandan Müzeyyen Abla dinliyorum. "Sevmekten kim usanır" ı yaklaşık onuncu dinlememden sonra oldum ben. Ve kocayı arayıp şöyle dedim ki "Nnneeeeollurrrr bu gece beni meyhane tarzı bir yere götürrrrrr rakııı içelimmmmmm"
İşin ucunda rakı ve de meyhaneden kastım salaş bir yer olduğundan eski rockerlardan kim kalmış yeni aile babası kocam tamam dedi, Kadıköy'e gidelim. Ve ben eve gidip yemek hazırlama derdinden de kurtulmanın hafifliği ve gönül rahatlığıyla on birinci kez malum şarkıyı dinlemeye başladım.
Akşam oldu, servise binildi, Cuma trafiğinde iyice gerilen sinir telleri ile abuk uzun bir saatte Kadıköy'e ulaşıldı ve de Beyle buluşuldu.
Başladık Taksim'e alışık Kadıköy'e tanışık halimizle meyhane aramaya. Ben istiyorum ki hem fasıl olsun, hem rakı olsun , hem balık olsun ama keyifli olsun. Bilmem kaçıncı turumuzda bir sokak arasında ben ufacık bir tabela gördüm ve de aha dedim hem fasıl var hem rakı hem balık. Kadıköy'ün çarşısındaki eski evlerden bozma altta midye tavacı birinci katı meyhanemsi bir yer. Ama nasıl küçük nasıl salaş. Siz deyin on beş metre kare, masa diye sehpa serpiştirilmiş, taburelerde oturuyorsun. İki yetişkin çalışan normal görünümlü çılgın karıkoca diz dize dizildik bir köşeye, ama zaten ben kocayla diz dize arka masayla sırt sırta , yan masaya bir nefes mesafesindeyim. Durumda bir gariplik var kabul ediyorum, yani bir tayyörle ve taburede iki büklüm oturmak zor oluyor. Neyse sesimi çıkaramıyorum malum hem rakı hem balık hem fasıl olsun diye tutturan ve de oturduğumuz yakada olsun deyip hiç mi hiç mekan araştırmadan yüreğimizin götürdüğü yere gidelim diyen benim. Öyle olunca mızıldayamıyorum. Yoksa ben bilirim kocaya yapacağımı. Neyse balıkları söyledik, mekan darlığından mezeleri es geçtik. Rakılar geldi başladık demlenmeye. Sonra fasıl diye elinde ut , gençten bir çocuk geldi ve mucize başladı. Ah ön yargılı Banu ah, ah eşek Banu. Çocuk esmer vatandaş değil bu bir, her şarkıyı makamıyla okuyor konservatuvarlıymış bu iki, "Sevmekten kim usanır" ı Sibel Canımsı ağdalıkta değil yaraşır şekilde söylüyor bu üç.
Biz bir coş bir coş , bir eğlen bir eğlen…
Biz bir iç bir iç …
Sanırım hayatımda ki en keyifli gecelerden birini geçirdim
Tüm masadakilerle o gece bin yıllık dost olduk. Hoş bir daha hiç görüşülmedik ama olsun.
Geceye dair hatırladığım şeyler ilerleyen saflarda pek silik , yalnız benim Trakyalı koca benim ismini bile beceremediğim 3-5-8 liği o bin yıllık dostlardan bekar bir hatunla karşılıkla döktürmeye başlayınca ben apar topar hesabı isteyip baş dönme ve bayılma numaramı yaparak hadi kalkalım diyebilecek kadar aklım başımdaymış. Ama sonrası yok tabi, Sadece kocayı kurtarmanın rahatlığıyla gevşeyip takside mutlu rüyalara daldığımı hatırlıyorum.
Bir de buraya hep gelelim deyip ismini ve yerini hatırlayamadığımızdan gidemediğimizi.
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BİR FİLM, BİR KİTAP
İlber Ortaylı'yı en son "Muhteşem Yüzyıl" filmi için yapılan toplantıda görmüştüm. Meral Okay'ında katıldığı tartışma çok ateşli geçmişti. Bir gazetecinin özel hayatla ilgili sorusuna Meral Okay çok sert çıkışmıştı. Hatta bu olay basına da farklı yansıtılmıştı.
Bu olaydan sonra bir ilgi uyandı ben de, Türk dizilerine karşı. Daha önceden dizi karşıtı olan ben, filmin neredeyse bütün bölümlerini izledim. İzlememde ki en büyük etkense, konusunu tarihten almasıydı; tabi ki bir de deneyimli ve kaliteli kadrosu.
Senaryodan, yapımcısına, müziğinden, yönetmenine kadar, hepsini tek tek inceledim.
Bence film, başarısının büyük bir kısmını, Meral Okay'a borçlu, bir de oyuncularına.
Tartışılanların aksine, en iyi rol yapan, filmin ağırlığını taşıyan; Nebahat ÇEHRE bence. Ne kadar Hürrem, Mahi Devran'dense de; taşıdığı karakteri omuzlayabilmesi, o anaç ve lider haliyle, tam bir Osmanlı Sultanı Nebahat ÇEHRE. Duruşundan, konuşmasından, yürüyüşünden rolünü kavradığı belli.
Bir de kıyafetler tabii. İnsanlar hep günlük kıyafetli, filmleri izlemekten sıkılmışlardı kaç zamandır. Bu renkli, süslü, şaşalı kıyafetler de hoşlarına gitti, insanların.
Filmi, her izleyişimde, farklı meraklar uyandı ben de; anlatımı ne kadar doğruydu, sapıtılan yerler var mıydı? Anlatılan tarih mi? Yoksa saptırılmış, fantastik bir şey miydi?
Bu merakla, bir çok kitap aldım, inceledim. Merakım artıkça arttı. Her seferinde bu da mı olmuş, dediğim yerler de oldu, şaşırdığım...
En son olarak da, İlber Ortaylı'nın "Defterimden Portreler"i inceledim. Sadece Kanuni'yle ilgili bölümüne bakmak için aldığım kitap, benim tam beş saatimi aldı. O kadar sürükleyiciydi ki elimden bırakamadım.
Kitabın içinde; Kösem Sultan, İsmail Cem, Cemil Meriç, Ayla Erduran, Neslişah Sultan, İhsan Doğramacı, Beethoven vb. daha bir çok isim vardı.
Bildiğim ve bilmediğim bir çok şeyi tekrar öğrendim bu kitapla. Prens Eugen 18.yy Osmanlıyı yenen tek Avusturyalı olduğu, "Hafız" kitabının bütün Edebiyat ve Felsefe camiasını felç ettiğini, Don İzzettin Paşa'nın yerel müzikten etkilendiğini, Hacı Murat da Rusya'nın tehdidinin var olduğunu vb. şeyleri biliyordum.
Bunun yanında, bize Tolstoy'un, karısından kaçarken, bir tren istasyonunda öldüğü anlatıldı, ama öyle değilmiş. Karısı tam tersine kötü değil, ona yardım eden, sabahlara kadar notlarını temize çeken biriymiş. Kösem Sultan için de, hep cani, kötü kadın, yaftası yapıştırılmış; onun ölümünden sonra, on bin kişinin aç kaldığı, unutulmuştu.
Bunlar da bilmediklerim arasındaydı.
Kısacası tarihe ışık tutan, farklı bir bakış açısıyla eleştiren, okunması gereken bir kitap "Defterimden Portreler …"
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-41
* Düşünce; ya söz, ya da eylem olur.
Söz; ya sözde kalır, ya da eylem olur.
Eylem; ya hedefe ulaşır, ya da yarı yolda kalır.
Neyin ne olacağı ise, senin neyi isteyip istemediğine bağlıdır.
*Evren, çözdükçe uzayan ve zorlaşan bir bulmacadır.
* İnsanın "varlık" karşısındaki tavrı nedir?
Önce bakar, sonra görür, daha sonra hayret eder ve en sonunda da hayran kalır.
* Yenilgi de galibiyet de düşüncede başlar.
* Kazanamayacağınızı düşündüğünüz halde kazandınız mı? Öyleyse bunu da kayıplar hanesine yazabilirsiniz!
* Sabırlı, azimli ve inanan insanlara karşı koyabilecek hiçbir güç yoktur.
* Ödülü verenden ziyade alanın "hak edip etmeme" konusunda vereceği yargı daha önemlidir.
* Merak, öğrenmek isteyen bilgi yolunu aydınlatan bir el feneridir. Ancak bu ışığı takip eden bilgi yolunda ilerleyebilir.
* Hayal kuramayan insan, susuz kalmış bir tarla gibidir. Ürün vermesine verir; ama ne kadar?
* Bana dünyayı kimin zindan ettiğini sorsalar; hemen şu cevabı verirdim: Hatalardan korkmamı söyleyenler…
* Oyundaki mızıkçı, en kötü oyuncudur.
* Dünyadan gitmeden önce her insan, hesabını mutlaka öder. Dışarıdan baktığınızda bir eli yağda, bir eli balda olanları görüp de bu iddiaya karşı çıkmayın sakın. Onların çektikleri vicdan azabını ve korkuyu biliyor musunuz? İşte onların hesabı da bu…
* Olağanüstü dönemlerde her ülkede hainler, yerden mantar biter gibi ortaya çıkarlar. O kadar çokturlar ki, daha önce nerede ve nasıl saklandıklarına hayret edersiniz.
* Gerçek fiyatından daha pahalıya bir malı al; ama satılık bir adamı asla alma. Çünkü beklesen de malın fiyatı düşmeyebilir, satılık adamın fiyatı ise hep düşüştedir.
* Her insana hak ettiği kadarını vermeli; çünkü hak etmediği kadarını vermek ona hakarettir.
* "Ben gidiyorum." Dediysen, git. Bunu dedikten sonra dönüyorsan, demek ki gitmeyi bilmiyorsun.
* Nasıl ki sudan geçerken pantolonunun paçalarını sıvamadıysan, ıslandığın için suyu suçlayamayacaksan; çirkef birine sataştığında üzerine pislik sıçrattığı için de onu suçlayamazsın.
* Duygu sömürüsü yapan insanların, kendisine acındırarak dilenenden farkı nerede?
* Kamil insan olabilmenin şartlarının başında edep ve tevazu gelir.
* İnsanın hayvan olmadığının kanıtı, merhamettir. Çünkü bu özelliğe hiçbir hayvanda rastlayamazsınız.
* Ömrün kısalığından yakınma; uzun olsaydı şimdikinden farklı ne yapacaktın, onu söyle?
* Zamanımızı çalanlara da hırsız muamelesi yapılmasını ve bunların mevcut yasalara göre cezalandırılmasını öneriyorum.
* Geçmiş mi? Adı üzerinde geçmiş! Öyleyse bana ne? Gelecek mi? Adı üzerinde daha gelmemiş, ama gelecek! Ya gelmezse? Öyleyse bundan da bana ne? Şimdi mi? Evet şimdi ve ben o yüzden hep şimdideyim.
* Ölüm iyi midir, kötü müdür? Çok saçma bir soru! Ölümün iyisi, kötüsü olmaz.
* Aptala "aptal!" dersin alınır, kızar; çünkü o aptal olduğunu fark edemeyecek kadar aptaldır.
* Zorba, etrafına korku salan bir korkaktır.
* Hancı sarhoşsa hoşgörün. Çünkü, hancı sarhoş olmasa, sarhoş yolcunun kahrını nasıl çekecek?
* Doğanın bize karşı cömert, merhametli ve hoşgörülü olmasını istiyorsak, öncelikle doğayı sevmesini öğrenmeliyiz.
* Ruhtaki savaş ve barışın yanında; meydandaki savaş ve masa başındaki barışın esamisi bile okunmaz.
* Doğanın düşmanı, aynı zamanda insanlığın da düşmanıdır.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
DEZENFORMASYON BOMBASI
- Değerli arkadaşlarım buraya neden toplandık?
- Neden toplandık ki Başganım, her şey eyi ve de gözel giderkene......
- Lan oğlum Şevki ince işlere senin bir türlü aklın ermiyor.....Gutsal gezegenimiz Uranüs'te her şey de kusursuz gitmiyor icabında. Bir dezenformasyon bombası patlatmamız lazım oluuuum ya, beyin fırtınası yapacah, Orantenegon'daki böyyüklerimiz öyle diyo....Bilimsel takılmamız gerekiyomuş.....
- Bomba mı ne bombası.......Anneeee, ya yeter ya bu patlayan şeylerden gorkuyom ben, ya korkudan altıma edecem be! Yok bomba patlar, yok mayın patlar, yok molotof ne bu yaaa. Biraz da bir şey patlamasın yaaa.
- Arkadaşlarım ben size hep söylemiyomuydum Bu Şevki'yi Orta Uranüs'e yakın yerlerde görevlendirmeyek diye. Adam oralarda otlana otlana hem keş oldu, hem de korkak... Bomba deyince kaçacak delik arıyo icabında.....Oluummm bu öyle değil yaa. Şimdi bizim yandaş ve candaş basın mümkün olduğunca küçülterek verdi ya gene bizim çocuklar sırtlarındaki USK (Uranüs Silahlı Kuvvetleri) üniformasını çıkarıp Gato askeri olaraktan Buriye'ye girme teşebbüsünde bulunacaklar......
- Ne diyon sen başganım yaaa. O iş rafa kalkmamış mıydı......
- Eeee şimdi de raftan indi işte oolummm. Şimdi bu durumda gündeme bomba atmamız lazım.
- Ne yapmamız lazım, ne yapmamız lazım......
- Yani gündemi değiştirerek bu saf ve de cahil halkımızın olayın farkına varmamasını sağlamamız lazım. Merak etme öyle bom diye patlayan bombalardan deeel.
- Eee peki de bundan bize ne yaaa. Bu iş Bertaraf gazetesinin görev alanına girmiyo mu icabında......
- Ulan salako, sen Bertaraf'ın ne zaman kendi başına bir halt yediğini gördün ki. Konuyu biz bulacaz, onlar sadece bombayı patlatmakla görevli. Talimat üzerine iş yaparlar onlar, yani taşeron oğlum onlar taşeron lan anlasana
- Haaaa
- Jeton yeni düştü salakta .... Şimdi hattı zatında tam zamanında zannederek şike bombası patlatmıştık, Bir taşla da birkaç guş vuracaktık bu arada. Hem fitbol takımlarında yöneticiler bir şekilde değişmek zorunda bırakılarak, tüm takımlar icabında görünürdeki adları ne olursa olsun Okyanus ötesi Spor haline gelecekti, hemi de Gato müteahhidi olduğunu keşfettiğimiz ve müstakbel şeyhülislam efendimize çok soğuk bakan iki takım yöneticisini de içerde dutup, bizim has müteahhitlerimize bu ihaleleri peşkeş çekecek idik, bu arada da Coni destekli bizim çocuklar Buriye'ye piknik yapmaya gidecekti ........Ama lan ne yazık ki hem Teksas'lı esas oğlan şu BM denen dükkanda diğer babalanan ülkelere gereken vücut çalımını çekemedi hem de bu Kesat denen yavru babası kadar salak çıkmadı. Hatta o kadar akıllı çıktı ki Buriye'nin yarı nüfusuna göre kurduğumuz Matay'daki kamplarda yaşayanların sayısı çok kısa sürede Vimas çadırlarının altına düştü. Bi de orada rezil olduk yani. Allahtan yandaş ve Candaş medya vardı. Sadece o bölgede yaşayan halk bu duruma uyandı. Dolayısıyla Libya'da da iş daha yeterince ballanmadan bir de balıklama Buriye'ye dalma işi olamadı. Yoksa tekrardan oturup kafa patlatmaya gerek kalmayacaktı.....Sanırsam şimdi konumuzu bir eyice anladınız yani.....
- Heee başganım anladık.
- Şimdi öyle bir şey bulmalıyık ki. Millet gözlerini oraya diksin ve dahi ondan başka bir şey düşünemesin....Çünkü bu arada muhtemeldir Buriye'den de çok sayıda şehit haberi de gelir icabında tabiatıynan....
- Şargıcı Nedese'nin bacakları desem, Ya da Baltagül'ün kurtulduğu son bölümün dizisini çektirsek...........
- Ulan Şevki herkesin içinde seni eşek sudan gelene kadar döverim lan....ya bunun aklı fıkri orasında arkadaşlarım yaaa. Bunu hangi gerzeğin aklına uydukta terfi ettirdik
bilmem ki yaaa....
- Şimdi benim aklıma şööle bir fikir geliyo başganım. Bu Yermenistan başganı geçenlerde bir celallendi ya..
- Eeee bizim Ezeli ve ebedi Liderimiz de ona mı celallensin yani.....
- Yoh yoh başganım ya demem o değil. Yani aslında bunların bütün dertleri ne, Aradaki sınırın açılması. Onların ekonomiye can suyu olmayacak mı bu. Olacak. O zaman sınırı açalım. Bizim böyyük Başgan'da Çarkisyan'la bir güzel öpüşüp koklaşsın. Hatta çak bile yapabilirler icabıynan.
Şahane bir Yermenistan açılımı yani başlıklar, manşetler falan.....Canım ülkem komşularıyla sorunlarını birer birer çözmeye başladı icabında..... İşte örnek ülke yaşasın dünya barışı filan derken herkesin gözü hatta Yevropa'nın bile oraya dikilir, biz de arkadan dolanıp komşumuz Buriye'ye piknik yapmaya giderik icabında. Gelen şehitleri de, artık ne yapalım küçük çapta bir savaş bu ayaklarına sessiz sedasız sadece aileleri filan yani.
- İyi de bence bunu yapmadan, yeni bir heeergenekon dalgası patlatarak terörist eğilimli münafık muhalif basını eyicene bir içeri alalım ki, az sayıdaki muzır neşriyatta gene mi şehitler gibi uygunsuz haberler çıkmasın yani....
- Bunu da bir eyice düşünelim arkadaşlarım......
- Benim aklıma daha da eyi bir fikir geldi. Hemi de bu kadarda zahmetli deel. Yankara'nın Kent Konseyi Başganı TUTTU üniversitesi ilen uğraşıyo ya. Hah işte de tamda şimdi bir gamulaştırma patlatak arkadan da bu arazideki bütün ağaçları gesip oraya hemen bir nükleer santral inşaatı temeli atak. Vallahül azim sadece bizim ülke değil bütün dünya ayağa kalkar. Böylece ne Buriye kalır, Ne savaş, ne de Gato gücü filan yani.
- Bak bunu daha da çok tuttum, birinci sıraya yazıyorum. Bana hemen Gözel Yankaramın gent konseyi başganını bulun. Hemen aziz arkadaşlarım....
Toplantıya ara veriyok, hatta son veriyok. Aklına daha parlak fikirler gelen olursa beni 24 saat cebimden arasın yani. İcabında aynı anda iki bomba bilem patlatırık yani.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Hilmi Z. Ülken'in Değer Felsefesi Üzerine I |
|
Hilmi Z. Ülken, değerin neliğini incelemek için öncelikle, felsefe târihinden bâzı kesitler sunar. Ülken'e göre değer felsefesi, Sokrates ve Sofistlerle birlikte başlamıştır. Platon'la birlikte ise değer sorunu, pek çok bakımdan incelenmiş ve türlü araştırmalara konu olmuştur. Platon, tüm değerleri bir "mânevî alan"da toplamaya çalışmış ve insan ruhunda bunların bir karşılığının olduğunu öne sürmüştür. Bununla birlikte Platon, değerleri, hakîkat sorunu çerçevesinde ele almış ve tüm değerlerin tek bir ideada; Bir'de birleştiğini savunmuştur. (Hilmi Z. Ülken, Bilgi ve Değer, Ülken Yayınları, İstanbul 2001)
Bunun anlamı ise değerlerin belirli bir hiyerarşi içerdiği ve son aşamada, kendi yetkinliklerine ulaştığıdır. Platon, bir şeyin hakîkatini, o şeyin yetkinliğinde aramıştır ve "mânevî alan"dan uzaklaştıkça, ideaların da yetkinliğinin kaybolacağına inanmıştır. Yâni, değerin neliği sorununu, hakîkat sorununa eklemlemiş ve bağımsız olarak ele almamıştır. Aristoteles ise eserlerinde, değerleri sınıflandırarak ve birbirleriyle ilişkilendirerek ele almış ve Platon'un aksine, değerleri bağımsız olarak incelemiştir. Her değeri, önce kendi sınırları ve belirli şartlar içinde ele almış ve sonra da birbirleriyle ilişkilendirmiş; bunu yaparken de büyük oranda mantıktan yararlanmıştır. (2001:186-7)
Fakat, Aristoteles de eserlerinde, pratik birtakım gereksinmelerle hareket etmiş ve dogmatik realizme saplanmıştır. Modern dönemde ise Descartes, tüm çalışmalarını metot üzerine kurmuş ve değerlere ilişkin bir inceleme yapmamıştır. Spinoza ise Etika'sında, ele aldığı tüm sorunları, ahlâkın içinde toplamıştır. Leibniz ise değerleri, yaradışa bağlı ahlâkî alandan çıkartmış ve belirli birtakım karşıtlıklar içinde ele almıştır; kötülük olduğu için iyiliği, kusur olduğu için de yetkinliği aradığımıza inanmıştır. Modern dönemde değer sorununun ilk defâ bağımsız olarak ortaya konulması ise Kant'la başlamıştır. (2001:188)
Kant bu incelemesinde, ruhun yetilerini tasavvur, arzu ve his olarak sınıflandırmıştır. Bunlardan tasavvur yetisine saf akıl, arzu yetisine pratik akıl veya ahlâk, his yetisine de yargı veya değer yargısı karşılık gelir ve bunlar bilgi, ahlâk ve sanat alanlarını oluşturur. Kant değer sorununu, arzu ve his yetileri üzerine kurmuş ve hakîkat sorunundan ayrı olarak ele almıştır. Sonraki dönemlerde de Hamilton, Bain, S. Mill, Herbart, Lotze ve Brentano, bu zemin üzerinde konuyu ele almıştır.
Ülken'e göre Hamilton, bu yetileri birbirinden kesin bir biçimde ayırmıştır. Kezâ, akıl ve inanç alanları da birbirlerinden kesin olarak ayrılır ve akıl, bilimi meydana getirir; inanç ise dîni. Değerler ise duygu ve arzularımızdan doğan inançlarla kavranır. Aslında, bilim ile inanç arasında bir karşıtlık yoktur; karşıtlık, her ikisini de aynı akla dayandırmayla ortaya çıkar. Yâni Hamilton, Kant'ın görüşlerini bir adım daha ileri götürerek, inanç alanını aklın sınırlarından bütünüyle çıkartmıştır. Mill ise ruh yetilerinin kesin sınırlarla ayrılamayacağını, ruhî olayların aynı duyumlardan kaynaklandığını ve aynı bilinçte şekillendiğini savunmuştur. (2001:189)
Bain ise daha da ileri giderek algı, yargı, hayâl gibi işlemleri, tasavvur altında toplamış ve diğer tüm duyguları, arzunun dereceleri olarak konumlandırmış; duyguları, ruhun tecrübe ettiği hakîki duygular olarak ele almıştır. Yakın dönemlerde ise Brentano, tıpkı Descartes gibi, bilinci bir töz olarak kavramak yerine, bilincin bilinç edimlerinden oluştuğunu öne sürmüş ve ruhî olayları üçe ayırmıştır; tasavvur olayları, yargı olayları, sevgi ve kin olayları. Bunlardan tasavvur olayları, zihin yetisine karşılık gelir ve algı ile hayâl üzerine kuruludur. Yargı olaylarında ise bilinç, bir olumlama veya olumsuzlama içindedir ve bir inanç oluşturur.
Sevgi ve kin olaylarında ise haz, acı, eğilim, neşe, vb. duygular hakkında çift kutuplu yargılarda bulunulur ve tercihlerimiz oluşur. Bilimsel bilgiler, tasavvur olaylarına dayanır; onları hareket ve icrâ hâline geçirmek istediğimizde ise yargı içine girilir ve inançlar oluştururlur; hangi inançları tercih edeceğimizi ise sevgi ve kin olayları belirler. Diğer taraftan, Hegel'in ardıllarından Croce de ruhî olaylar ile felsefe sorunları arasında bağlantılar kurmuştur. Croce, irâde ile zekâyı birleştirerek her irâdenin bir zekâdan kuvvet aldığını ve her zekânın da bir irâdeyle gerçekleştiğini savunmuştur. (2001:190-1)
Bu noktada, ruhî olaylar ve bilinç ile felsefe sorunları arasındaki ilişki hakkında üç temel izlek dikkati çekmektedir. Bunlardan ilki, Croce gibi Yeni-Hegelcilerin irâde ile zekâyı birleştiren görüşleri; ikincisi, Schopenhauer ve Nietzsche'nin de savunduğu üzere, bütün ruhî olayların irâdeden doğmuş olduğunu savunan praksis görüşü; üçüncüsü de Brentano'nun savunduğu üzere, irâdeden bağımsız bir ruh alanının olduğunu kabûl eden görüştür. Bunlardan sonuncusu, değerlerin sevgi ve nefretin ürünü olduğunu iddiâ eder ve kaynağına duyguları yerleştirir. Bu görüş Scheler, Hartmann, Jaspers, Geiger, Sartre, Marcel gibi filozoflar tarafından da paylaşılır ve fenomenolojiden izler taşır. (2001:193)
Diğer taraftan, Felsefe'nin üç temel problemi vardır; bilgi, varlık ve değer. Tüm insan etkinlikleri, ya bir hakîkat araştırılmasıdır, ya bir şeyin değerlendirilmesidir, ya da yalnızca var oluşlarının tespit edilmesidir. Doğru olma ile değerli olma arasında zorunlu bir bağ yoktur; doğru bir bilgi, değerli olmayabilir ve bilgiler, birer tespit olmaları bakımından bir hakîkatin ifâdesidir. Hakîkat ise içeriğe ilişkin olmaktan çok, şekle ya da öze ilişkindir; içinde çelişki barındıran bir bilginin hakîkati dile getirmesi düşünülemez. Hakîkat kendi geçerliğini, çelişmezlik ve sonuçluluktan alır.
Hakîkatin vârolması için, varlıkta karşılığının olması gerekmez; örneğin hayâlî noktalar, gerçekte var değildir; fakat geometri, bu noktaları inceleyen bir bilimdir ve kendi alanına ilişkin hakîkatleri ortaya koyar. Değer ise ancak vârolan bir şeyin değeridir; değer, vâroluş alanına âittir; yâni, vârolmayan şeylerin değeri de olmaz. Vârolmadığı hâlde vârolduğu düşünülen şeylerin hakîkatinden bahsedilse de değerinden bahsedilemez. Değer yargısında bulunabilmek için, öncelikle bir varlığın tespit edilmesi gerekir. Bu tespit ise sezgiyle gerçekleşir ve bu nedenle değer, ya bir duyum, ya da bir duygu şeklinde oluşur. (2001:194)
Değerler, bu şekilde kavrandıktan sonra, kavram ve önermelerle ifâde edilirler. Fakat, değerin tespit edilebilmesi için bu kavram ve önermelere ihtiyaç yoktur. Değerler için asıl önemli olan, değerin varlığıdır, değer üzerine yapılan yargı değildir. İnsanda, kavramlardan önce bir değer sezgisi vardır. Kimi değer yargıları ise değer alanından çıkarak hakîkat hâlini almıştır; örneğin, bir ürünün ucuzluğuna âit bir değer yargısı böyledir. Değer yargıları, kişiden kişiye farklı olabilir. Fakat, değerden bahsedilebilmesi için nesnenin somut olarak konması gerekir; yeşilin güzel olduğunu söyleyemeyiz; ama, yaprağın yeşilinin güzel olduğunu söyleyebiliriz.
Soyutlama arttıkça, değer de kaybolur; somutlama arttıkça, değer de açık bir biçimde ortaya konur. Başka deyişle değerin varlığı, somut olarak tespit edilebilir ve bu özellikler, değerin vâroluşa ilişkin olduğunu gösterir. Bununla birlikte, soyut birtakım yargılardan da soyutlamalar yapılabilir ve bunların hakîkatleri gösterilebilir. Örneğin ahlâkî hayat, yaşanmış varlık olarak değer; kavram olarak da hakîkattir. Gerçek ise bir yandan hakîkat gibi şekle ya da öze, bir yandan da değer gibi vâroluşa âittir ve hem formel bağıntılara, hem de değerlere âit somut özelliklere sâhiptir; gerçek alanı, şeklini hakîkatten, maddesini değer alanından alır. (2001:194-5)
Gerçek alanı, kavramlardan önceki alandır ve ancak kavramlar ile yargılarla ifâde edilebilir. Bilgi, varlık ve değer arasındaki ilişkiler çoğu zaman birbirine karıştırılsa da bir şeyin özneyle olan ilişkisine bakıldığında o şey değerdir; özneden bağımsız olarak o şeyin bir nesne olarak ele alınması durumunda ise gerçektir. Dolayısıyla nesneleştirmede, özneden koparma vardır; değerde ise özneye bağlılık. Bir şeyin varlığını, ya onun değişmeyen bir hâlini tespit sûretiyle, ya da ona âit zamansal bir değişmeyi bir eylem ve fiil göstermek üzere ifâde edebiliriz. Bunlardan ilki hâli, ikincisi ise fiilîdir.
"Sokrates ölümlüdür." denildiğinde, bir beyanda bulunulur; "Sokrates ölüyor, gidelim nasihatlarını dinleyelim." denildiğinde ise zamâna bağlı bir eylem ve bir değişim dile getirilir. Değişimi de bir fiili ifâde etmelerine göre iki nesne arasındaki bir değişmeyi ya da özne ile nesne arasındaki bir eylemi dile getirmeleri bakımından ikiye ayırmak mümkündür. "Su kaynıyor." ifâdesi, bunlardan ilkini; "Su, yüz derecede kaynar." ifâdesi ise ikincisini örneklendirir. Bu tür ifâdeler, hem varlığa âit bir değişmeye sebep olurlar, hem de bu değişmeyi tespit ederler. Hâlî olan beyan tarzları, bir değeri tespit eder; "Bayrak kutsaldır.", "Bu hareket iyidir." ifâdelerinde olduğu gibi. (2001:198-9)
Hâlî beyanlar, sırf şekil bakımından ele alındıklarında, doğru bir beyan olurlar. Fakat, içerikle birlikte ele alındıklarında, değeri göstermeye yararlar. Ayrıca, fiilî beyan tarzlarıyla da bir gerçek tespit edilebilir. "Bütün cisimler, boşlukta aynı hızla düşerler." denildiğinde, bir gerçek tespit edilmiş olunur. Bunlardan bir kısmı, nesnel bir niteliktedir ve doğa kânunlarını dile getirir. Diğer bir kısmı ise öznel ve bireysel olduğu için, yalnızca tekil gerçeği tespîte yarar. İkinci gruptaki fiilî yargılar, değer alanına ilişkin yaratış ve îcât sürecini ifâde edebilir. Yâni beyanlarımız, ya bir değer, ya da gerçeklik ifâde eder ve birini diğeri cinsinden dile getirmek mümkündür. (2001:200)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
kısa
kısa cümleler kurardın,
susardım,
suskunluğum seni sarardı.
sen konuşurdun,
ay fırıl fırıl dönerken
ben yine susardım..
isterdim ki
yağmurun sustuğu yerde
anlat,
sen konuşurken
soluğun temizlesin havayı..
telaştan dolsun ciğerim..
Ceren Çiçek
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|