|
|
|
Editör'den : Mutlu Yıllar!.. |
Merhabalar,
İşte gene bir koca yılın sonu, umutla besleyip büyütülecek bir yeni yılın başlangıcı. Koca demek adetten olmuş, oysa şıp diye geçiverecek kadar kısa. Ya da, yaş kemale erdikten sonra öyle geliyor insana. Gene adettendir, geçen yılın muhasebesini yapıyor insan ister istemez. Kendim için, ailem için, dostlarım için ve tabi memleketim için ne yaptım diye düşünüyorum. Yapabildiklerimi başkaları değerlendirir ama ben kendim, kötü birşey yapmadığımı biliyorum. Bu da bana yeter. Bu zamanda, iyi ve dürüst insan olmanın en büyük ibadet olduğunu akıl defterime bir kez daha not ettim.
Yeni yılda hepiniz gibi, gözümün gördüğü, elimin erdiği, yüreğimle tuttuğum herkese sağlık diliyorum en başta. Sonra da namerde muhtaç etmeyecek kadar para elbette. Ama kendim için birtek şey istiyorum memleketimden, adam yerine konmak. Adam yerine konduğumu, eşya değil de insan olarak bu güzel memlekette bir yer kapladığımı anladığım an Dünyalar benim olacak yeni yılda.
Yeni yılda hepinize kucak dolusu içten sevgilerimi yolluyor, ilginizin yeni yılda da artarak sürmesini diliyorum. Herşey ama herşey istediğiniz gibi olsun. Seneye görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
Ben bu sene
Ben bu sene ağaç yapmadım. 35 yıl sonra ilk kez ağaçsız girmek istedim yeni yıla. Renkler, ışıklar, süsler istemedim. Işıkların, renklerin, süslerin ardındakileri görmek istedim belki; belki de bu kadar ulvi değildi kararımın güdüsü de ben öyle görmek istedim. Ama kesin olan tek şey ağaç istemedim.
Ama buram buram Ege kokan bilge bir zeytin ağacı yerleştirdim beynimin kıvrımlarına. Bu imgeye hiç uymasa da her akşam "evlerinin önü mersin" türküsü eşliğinde bir kadeh rakıyla geçtim ağacımın karşısına.
Gencecik bir evladın ölümden dönüşünün sevincini yerleştirdim en tepeye zafer takı olarak olarak.
Korkular, sarsılan güven duyguları, çaresizilik, kaybedilen-geri kazanılan-bazısı kazanılamayan organlar, direniş, inanç, tedaviler, ameliyatlar, yine korkular, yine umutlar VE MUTLU SON'dan ala zafer takı mı olurmuş..?
Sonra kapadığım kapılar için parlak, saydam camdan bir yıldız yerleştirdim. Kapadığım kapılar, kapadığım kapıların ardında kalanlar, kapadığım kapılardan çıkarken yanıma aldıklarım...
Kapıyı kapayıp çıkmak iyidir. Özgür kılar insanı. Çakılıp kalmanın, kapanıp kalmanın kimseye faydası görülmedi şimdiye dek. Dört duvarın, koltuğun güvenliğinden yeni bir yolculuğun ya da sadece "gitmenin" belirsizliğine adım atmadan önce içeriye son bir kez baktığında gerçeğin ta kendisini görürüsün. Ben bu sene ikocaman kapıları kapamadan önce içeriye son kez baktım, gülümsedim ve kapıyı kapadım. Bazıları o kapıların ardında kaldı ama yanıma kalanlarla yaşam güzelleşti, türküler zenginleşti, sırtım dinlendi.
Benim olmayanlar için kırmızı, kocaman bir top yerleştirdim. Benim olmadığı halde sevdiğim, benim olmadığı için sevdiğim, bende olmadığı için hayran olduğum, bende olmadığı için kıskandiklarım adına koca, kırmızı bir top
Benim olmasa da aşık olduğum onca çocuk... Benim gidemediğim yerlere korkusuzca giden gencecik, yürekli kızlara duyduğum hayranlık. Kendisininkinden başka yaşamları umursadıkları için tutsak edilen yiğitlerle hiç kopmayan bağım, duygudaşlığım, başkalarının iyiliği için harcayacak parası olan dostlara sahip olmanın keyfi, benim olamayan paralarla yaşamlarına dokunduğumıuz insanlar...... Kocaman kırmızı top size yakışır çünkü tutkunun, direnişin rengidir kırmızı.
Yeni olan herşey için yanıp sönen yeşil bir ışık yerleştirdim...
Yepyeni dostlar, aramıza yeni katılacak olan minik bir insan, hayatı anlamlı kılacak yeni mücadeleler, elini tutacağımız yeni insanlar size yeşil yakışır. Çünkü doğanın rengidir yeşil ve doğa hep yenilenir, tüm hoyratlıklara inat, bir süre dinlenip yeniden yeşerir. Hepbirlikte yeşereceğimize mutlak inancımla yandı ışıklar.
Herşey güllük gülüstanlık değildi elbette. Yitirdiklerimin hüznüyle de yüzleşmek gerekiyordu. Yüzleştim ve sarı toplar yerleştirdim yitirdiklerim için.
Kimilerinin bedenini yitirdik ve huzurlu uykulara dalacaklarını umarak toprağa yerleştirdik. Doğanın gereği bu.Çok özlesek, o korkunç yitirme duygusuyla sarsılsak da yaşamın, insan olmanın bir parçası da ölmek işte. Bazıları ise ruhlarını yitirdiler. Yeterince özen gösterilmeyen ruhlar uçup gidiverdi gözümüzün önünde. Çaresiz gözlerle izledim öfkenin, bencilliğin, korkunun yok ettiği ruhları. Allahtan az sayıdaydılar. Çok az. Ruhunu yitirmek doğanın gereği değil oysa ki. Karşı durulabilir, önlenebilir birşey ve tam da bu nedenle Fatiha okunmaz ardından. Sarı hüznün rengidir yiten ruhlara sarı yakışır.
Hayallerim için gümüş rengi toplar yerleştirdim. Renksizdir hayaller ve ancak gerçekleştiği zaman bulur rengini.
Ruhlarına özen gösteren insanlar hayal ettim. Dünya sadece özen gösterilmiş ruhlarla güzel bir yer olabilir. Gören gözler hayal ettim; kendini değil başkalarını da gören gözler. Aşkı hayal ettim, umudu, kederi paylaşmayı düşledim. Daha çok çalışabilmeyi, yaşama daha fazla katkı koyabilmeyi hayal ettim. En çok da Van'a gidebilmeyi düşledim. İnanıyorum ki tüm bu hayaller akan zamanla birlikte gerçekleşecek ve kendi rengini bulacak.
Ben bu sene ağaç yapmadım. Ama beynimin kıvrımlarındaki zeytin ağacının gümüşi yapraklarında kendimi, ömrümü gördüm. Ağacı sevdim, kendimi sevdim. Bu ağacın altında en güzel, en güçlü dileğimi diledim. Tüm namuslu dostlarımın böyle harika ağaçlara sahip olmasını, o ağacın altında kendine gülümseyebilmesini diliyorum.
Ayşen Tekşen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan MEVSİM TÜRLÜSÜ -2 |
|
Sümüğü buz tutmuş bir çocuk kapımızı çaldı. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Neredeyse yirmi gündür elektrikler kesikti. Kar hatları koparmış diyorlardı. Yemeği yedikten sonra yatağıma girip uzanmıştım. En son radyoda haberlerin başladığını anımsıyorum. İşte tam orada kopup gitmişim. Radyoda haberler başlamıştı Alışkanlık işte önce pencereye koştum. Dışarısı sadece sisli ve cılız bir aydınlıktan ibaretti. Soğuğun önünü kesebilmek için camları aylar önce gübre çuvalı naylonlarıyla kapatmıştık. Yatmadan önce açık unuttuğumuz radyo kafasına göre takılıyordu. Telaşla sokak kapısına koştum. Tahta sürgüyü geriye çekip kar üzerinde zor ilerleyen kapıyı biraz aralayabildim. Sümüğü buz tutmuş, ellerini ovuşturan küçük bir çocuk beni bekliyordu. Karlar altındaki kerpiç evler, daracık sokaklar kalaylı bir kazan gibi ay ışığı altında parlıyordu. Bazı evlerin bacalarından hala dumanlar yükseliyordu.
"Babamın dişi ağrıyor. Sizde optolidon varmış? Varsa birkaç tane verecekmişsin."dedi. Odaya dönüp gaz lambasını yaktım. Bir parça gazete kâğıdı yırttım. Birkaç tane hapı kâğıda sarıp kapının önünde bekleyen çocuğa verdim. "Babana selam söyle, geçmiş olsun de benim için." Saate bakmak o zaman aklıma geldi. Ben kocaman bir uyku çekmiştim ama sabaha daha kocaman bir yıl vardı. Saat henüz dokuz buçuktu. Yatağa geri dönüp uyumak mümkün değildi. Sobanın külünün birazını maşa ile çekip eski bir alüminyum tepsinin içine aldım. O tepsi artık bu iş için kullanılıyordu. Sabanın arka kısımlarına iki tane tezek yerleştirdim. Ön tarafa da birkaç parça kuru odun. Kapağını kapatıp hava deliğindeki boşluğa bir gazete sokup tutuşturdum.
Adem ve ben bin dokuz yüz seksen beş kışı kadar inatçı ve tutkulu iki aşıktık. Madem ki uykum kaçmıştı, madem ki soba da yanıyordu ve hala lambamda gaz vardı. O zaman bir yandan radyo dinleyip öte yandan şiirler, mektuplar yazmak kaçınılmazdı. "Ela gözlüm, aklımda kardan ve soğuktan başka bir şey yok. Beyaz temizliğin, aydınlığın, duruluğun rengidir derler. Sakın inanma… Burada tam iki aydır yaşamın bütün renkleri bembeyaz... Beyaz kar demek, soğuk demekmiş. Açlık, hastalık, yokluk demekmiş. Haberimiz bile yokmuş. Köy yolları neredeyse bir aydır kardan kapalı ve yirmi gündür elektrikler kesik. Neyse ki gazımız var, unumuz, şekerimiz ve tuzumuz da. Anlatmakla olmaz, yaşamak lazım diyenleri şimdi çok daha iyi anlıyorum. Sana içimde her gün biraz daha büyüyen can sıkıntısını, yalnızlığımı ve buradaki yaşamın ölümcül tekdüzeliğini anlatmayı beceremem. Gelip görmen, yaşaman ve öteki insanlarla paylaşman lazım...
Ela gözlüm, sigarayı yine arttırmışım. Kaç pakete çıktım bilmiyorum. Köylülerden biraz tütün aldım. Arada bir kendim sarıp içiyorum. Bu uçsuz bucaksız beyazlık her bakışta efkârımı çoğaltıyor. En çok neyi özlüyorum biliyor musun? Elbette önce seni… Ve ela gözlerinden sonra koyu maviden, yeşile çalan bir denize bakmayı özledim. Konak meydanına inip kalkan güvercinleri, vapurların peşinden koşup duran martıları özledim."
Bin dokuz yüz seksen beş yılında Elbistan Ovasında son otuz yılın en acımasız kışı yaşanıyordu. Can sıkıntısı gölge gibi bedenimize eklenmişti. Hayrinin Kahvesi'nde sabahtan geceye kadar sürekli taş ve kâğıt oynuyorduk. Oynayanlar ile yancılar sürekli değişse bile masa hiç dinlenmiyordu. Âdem ve ben umutsuz ve bunalımda iki âşıktık. Rakı ile dargın kalmaya özen gösteriyorduk. İçmek için birlerce nedenimiz vardı. Ama insan bu koşullarda ağzıyla içemez rakı şişesinde balık olmayı isteyebilirdi.
Zühre Bacı halimize acımış olacak ki dün akşam bizi yemeğe çağırdı. Patatesli, kıymalı kömbe yapmış. Ayranımız koyu, turşularımız kehribar gibi sarıydı. Lüküs ışığında çaylar içilip, sohbetler yapıldıktan sonra eve döndük. Dışarıdaki ayaz anlatılır gibi değildi. Birkaç yüz metre içinde ayakkabılarımız bile donmuştu. Sobayı yakmaya üşendiğim için eve girer girmez yattım. Âdem kendi odasında yatağının içinde ve gaz lambası ışığında bir şeyler yazmaya çalışıyordu, " Sen isterse yazma zararı yok. Sana kırılabilecek, darılıp küsebilecek durumda değilim. Burada yaşamla aramdaki en güçlü bağım sensin. Eğer bir gün "mektuplarını istemiyorum, yeter artık, yazma bana," dersen susarım. Yazdıklarımın nasıl göründüğünün farkındayım. Sana öyle uzağım ki elimden bir şey gelmiyor. Ben sana aşağım. Hastalıklı bir tutkunun esiri değilim."
Bin dokuz yüz seksen beş kışında Âdem ve ben âşıktık. Evleri, sokakları, ağaçları ve kışı bambaşka bir gezegendeydik. Sadece insanları tanıdıktı. Uzaktan bakıldığında da, içine girildiğinde de bütün köylüler birbirlerine benziyorlardı. Gün boyu ineklerden, koyunlardan, traktörlerden, particilerden konuşuyorlardı. Ve gelecek yıl pancar fiyatlarının daha iyi olacağını umut ediyorlardı.
BÜTÜN KAHVE MOLASI DOSTLARININ YENİ YILI KUTLU OLSUN.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu CAN ÇEKİŞEN BİR MESLEK ÜZERİNE |
|
Prof. Dr. Haluk Şahin, Türk iletişim biliminin duayenlerindendir. Kendisi, mesleğinin gereklerini yıllardır hem yazılı hem de sözlü olarak, hakkını vererek yapar. Bundan iki ay önce Bodrum'da "Medyanın Dünü, Bugünü, Yarını" konulu oldukça yararlı bir konferans vermişti. O gün söyledikleri, katılımcılarca ilgiyle dinlenmişti. Haluk Bey, o konferansında anlattığı konuları, * "Can Çekişen Bir Meslek Üzerine- Son Notlar" kitaplaştırmış.
Haluk Şahin kitabına 15 yıldır yazdığı Radikal gazetesinden uzaklaştırılma sürecini anlatarak başlamış. Ancak okur, daha ilk sayfalarda bireysel bir sorundan çok medyadaki hızla çöküşe giden kırılmaların izlediğini, hemen fark ediyor
Kitabı okurken yıllar önce Nilgün Cerrahoğlu' nun Batılı bir iletişimciyle yaptığı röportajı anımsadım. Yanlış anımsamıyorsam röportajın başlığı, "Gazetecilik ölüyor mu?" gibi bir şeydi. O zamanlar İnternet bu kadar gelişmemişti. Buna karşın o, iletişimde 21. Yüzyılda çok az gazetenin ayakta kalacağını, gazeteciliğin devam edeceğini; ama bu gazeteciliğin başka türlü bir gazetecilik olacağını ileri sürüyordu. Bu kez Haluk Şahin aynı konuya daha yakından bakıyor. Ben Cerrahoğlu'nun röportajındaki savları o yıllarda biraz düşsel bulmuştum. Oysa geçen zaman içinde, bunun bir bir gerçekleştiğini gördüm. Bu yüzden, Haluk Şahin'in saptamalarının ve öngörülerinin son derece gerçekçi olduğunu düşünüyorum.
Bizim eve daha birkaç yıl önce birkaç gazete birden girerdi. Şimdi ay boyunca eve gazete girmediği bile oluyor. Bu, dünyadaki gelişmelerden uzak olmamdan değil. Aksine dünyada olan biten her şeyi çalışma masamdan anında izleyebiliyorum. Hatta konuyla ilgili düşüncelerimi, birkaç satırla, resimle şiirle, müzikle veya karikatürle dile getirip dostlarımla paylaşabiliyorum.
1980'li yıllarda Belçika'da, basın yayın kurum ve kuruluşları üzerine bir araştırma yaparken ilginç bir ayrıntı dikkatimi çekmişti:
1968'li yıllarda Avrupa'da ve ülkemizde hızla gelişen egemen düzene tepki hareketleri, Avrupa'da da şiddete başvurarak bastırılmaya çalışılmış. Ancak Avrupa Yayın Birliği, bir karar alarak, bu gösterileri ve tepkileri yönetimlerin baskıları doğrultusunda değil de tarafsız bir şekilde vermeyi kararlaştırınca, yönetimler baskılardan vazgeçip bu tepki gruplarıyla diyalog geliştirme yoluna girmişler. Ülkemizi de iyi tanıyan bir dostum: "Avrupa o tepki gruplarının dinamizmini kalkınmasında bir itici güç olarak kullanmayı becerdi, oysa Türkiye tepki gruplarını tırpanlamayı seçti." demişti.
Bu son derece doğru bir saptamaydı. O dönemlerde biz de toplumsal muhalefeti anlamaya çalışan dürüst bir medyaya sahip olsaydık, bugün, ne iktidarların çanak yalayıcısı gazeteciler baş tacı edilir ne de bunca gazetecimiz en verimli yıllarını tutukevlerinde geçirirdi.
Haluk Şahin, kitabında, iktidarın ve artık ülkenin yeni egemen güçleri olduğunu kabul etmemiz gereken cemaatlerin, medyaya hakim olma oyunlarına da değiniyor. Bence bu güçlerin gazeteleri ele geçirmeleri uzun sürede bir anlam taşımayacaktır. Okumayan bir toplumu gazetelerle yönlendirmek olanaksızdır. 74 milyonluk bir ülkede, 20 -30 bin, bilemediniz 100 bin tirajlı gazetelerin kamuoyu oluşturma güçleri son derece sınırlıdır. Türkiye'de halk, gazeteler aracılığıyla değil, televizyonlar aracılığıyla yönlendirilmektedir. Çünkü bu toplum, hâlâ sözlü iletişim toplumudur.
Haluk Şahin'in belirttiği gibi bu toplumda da yükselen medya İnternet medyasıdır. Şimdilerde Facebook, Twitter gibi sosyal iletişim araçlarında yayımlanan bir haber bir saat içinde kar topu binlere on binler ulaşabilmektedir. Bunun şu aşamada engellenebilmesi de kolay gözükmemektedir.
Haluk Şahin, basının demokrasinin gelişimindeki rolünü açık açık anlatmış. Bugün medyayı avuçlarına almaya çalışanlar, toplumumuzda internet kullanıcılığı yaygınlaştıkça varlıklarını korumada oldukça zorlanacaklardır. Yönetilenlerin "Cam bir fanusta çırılçıplak" olduğu bir dünyada, yönetenlerin çarşaflara da girseler, sinyal kesicilerle de dolaşsalar çıplak olduklarını anlamaları uzun sürmeyecektir.
Bizim ilk mizahi sözlüğümüzün adı Lehçet'ül Hakayık'tır. Direktör Âli Bey hazırlamıştır. Orada "cüce" sözcüğü "Büyük adamların yakından görünüşü" diye açıklanır. Ben bu kitapta birçok cüce gördüm. Ziya Paşa'nın;
"Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde"
" Onlar ki dünyaya lâf ile nizam verirler. Onların evlerine gidip bakın, hanelerinde bin türlü ihmal ve düzensizlik görürsünüz," demesinin ne kadar da yerinde olduğunu bir kez daha anladım.
Anlatımının sıcaklığından mı, en zor konuları bile en kolay anlaşılır biçimde anlatmasından mı, konularına bilim adamlığı tarafsızlığıyla ışık tutmasından mı bilmiyorum. Ben, Haluk Şahin'in kitabını bir gecede okudum. Herhangi bir egemen gücün, tek sesli bir toplum yaratmasının yarın, bugünden daha zor olacağını anladım, demokrasi ve insanlık adına mutlu oldum.
* Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar, Haluk Şahin, Say Yayınları 2011, 10 TL
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Yeni Yılı Beklerken
Yeni bir yıla girmeye sayılı günler kaldı.
Adettendir köşe yazıları yazılır, haydi bakalım bir tane de ben karalayayım.
Sokaklarda, çarşıda, pazarda sivri renk renk külahlar, aptal maskeler,püsküllü süsler, irili ufaklı Noel Baba sembolleri, plastik çam ağaçları, bol bol kırmızı, özellikle iç çamaşır., seksi kıyafetler göze çarpıyor çok sayıda. Bütün bunlar olmadan yeni bir yıl gelmeyecek mi veya bunları alıp kullanarak daha mı mutlu olunacak? Umutlarınızı kırmızı, el kadar bez parçalarına mı bağlayacaksınız? Sarhoş olmadan karşılanamaz mı yeni gelen gün ve yıl? Pazardan pazartesiye , salıdan çarşambaya geçmekten ne farkı var o günün, gecenin? Umutlarımızı piyangoya mı bağlamalıyız ille de? Ya ertesi günkü hüsran, vahlar tühler? Yıkılan ve ertesi yıl bu zamanlara ertelenen hayaller, zengin olma umudu?
Köşeyi dönsem ÖLÜM...düz gitsem HAYAT... der bir şarkıda,
HAYAL ise dikey çıkış, hayallerin suya düşmesi denilen şey de tepeden yere çakılma anlarıdır.Belki de boyunuzu geçmeyen bir suya balıklama atlayıp dibe çakılmak.Beyin ölümünün gerçekleşmesi hayallerin...
Ne diyelim, hayallere devam yine de...
Paranın beni değiştirip değiştirmeyeceğini bilmek istiyorum, Tanrım,lütfen bana bir şans! diyenlere gülümsüyorum sadece... Medya ve reklam dünyasının dolduruşuna ne de kolay geliyoruz.
Kırmızıda keramet mi var? Eğer öyleyse, bu kadar çok mutlu ediyor ve enerji yüklüyor ise tüm dünyayı kırmızıya boyamaya ne dersiniz?
Yine kırmızılı kıyafetler eşliğine, kadınların kırmızı rujlu gülücükler ve öpücükler dağıttığı, sevgiliye kırmızı güller verildiği, hindi dolmaları yiyerek, belki kırmızı halıların serili olduğu lüks mekanlarda salınarak, kırmızı şarap içerek, şampanyalar patlatarak, tıka basa mideleri doldurarak, gecenin devamında kırmızı noktalı saatler yaşanarak, çılgınca eğlenerek geçecek pek çok kişinin 2011 son gecesi… Ancak ertesi sabah uyandıklarında dünyanın bir yerlerinde aç insanlar olmaya devam edecek.İşgaller, zamlar, borsada düşüşler, terör, dünyanın pek çok yerinde kırmızı alarm durumları yaşandığı gerçeği var olmaya devam edecek. Belki kırmızı reçetelik maddelerin kullanılarak insani duyuların tamamen ortadan kalktığı, dumanlı kafa ve buğulu gözler eşliğinde girilecek yeni bir yıla…
Gelen yılların güzel, mutlu, verimli, bizden çok şey götüren getiren yıllar olmasını dileyelim yine de ancak dilemekle olmayacağını ve çaba göstermemiz gerektiğini de unutmayalım tabi ki..
Sevgiyle kalın, mutlu kalın, umutla kalın...
Müşerref Özdaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç KENDİMİ AZAT ETMEK İSTİYORUM |
|
Aslen yalnızız doğru mu?
Evet hayatımızda sevdiğimiz insanlar var; ya da sevdiğimiz bir işimiz ,ya da sevdiğimiz köpeğimiz veya kedimiz, ya da televizyonumuz, kitabımız, dedikodularımız ,cep telefonumuz, bilgisayarımız , kıyafetlerimiz….
Kısacası kendimizi yalnız zannetmemek için etrafımızda bilerek veya bilmeyerek oluşturduğumuz ağımız var. Merkezinde de biz. Ama sonuç değişmiyor ; yalnızız!
Elimden geldiğince samimi yazmaya çalışıyorum burada. Kendimi ve hayatımı saklama gereği duymadan, dostlarımla sohbet eder gibi belki de. Ya da içsesimle konuşur gibi çıkıyor cümleler klavyeden.
Bu kadar açık seçik olmak pek sağlıklı değil aslında biliyorum. Ama ben yalnız olduğumuz gerçeğini çok küçük yaşımdan beri sırtlamış durumdayım. Bu gerçekle yüzleşmeye çalışıyorum belki de. Bu kadar çok konuşup yazarak yaralarımı tamir etme niyetinde miyim ? Bilemiyorum. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi aynı zamanda bir çalçeneyim.
Enteresan bir şey vardır bende, yalnız olduğumu bilirim ama kendimi pek yalnız bırakmam .Ölümden de çok korkarım ben. En çok yalnız olacağımı bildiğim yer orası gibi gelir bana. Öyle çok korkarım ki ölümden aklıma geldikçe daha çok konuşmaya başlarım kendimle ya da yanımda kim varsa onunla.
Unutmaya çalışırım.
Herkes gibi benim de korkularım var bol keseden. Herkes gibi ben de çözüm üretmeye çalışıyorum başa edebilmek için kendimle ya da hayatımla. Bu yüzden fark yaratıp yaratmadığıma bile emin olmadan halka açık bir yerlere yazmak istedim. Düşüncelerimde yalnız olmak istemedim , paylaşmak istedim. Google da adımı yazdığımda kendimden bir şeyler bulmak istedim.
2011 benim için kendimi tamir etmeye çalıştığım bir yıl olarak kalacak hafızamda.
2012'den beklediğim de kendimi azat etmek.
İçsesimi susturmak şalteri kapatmayı öğrenebilmek….
Kendimle barışmak istiyorum….
Mücadeleyi kesip kendimle huzura kavuşmak istiyorum…
Çünkü, geç de olsa farketmeye başladım ki; çevremde iğneyle kuyu kazarak uğraştığım, didindiğim, vebalini ödediğim, çalışıp çabalayarak HAKETTİĞİM her şeyin yanında BEN çok önemliyim.
Hep baş başa kaldığım BEN' im gün sonunda.
Ve de hayat sonuna geldiğimde de kendimden memnun ayrılmak istiyorum …
2012 den tek istediğim bu işte, kendimi azat etmek, kendimi özgürleştirmek….
Herkese İyi Seneler
Kendinizle barışıp sevdiğiniz bir sene umuyorum size de
Sevgilerimle
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-1
Hayrettin, kendi öksürüğüne uyandı. Yatakta doğruldu, birkaç kere daha öksürdü. Üzerindeki yorgan aşağıya kaymıştı. Eğildi, aldı ve yorganı üzerine çekti.
"Az kaldı, seni yakında bırakacağım lanet şey!" dedi sigaraya. Bu kaçıncı deyişiydi, o da bilmiyordu. Sigaradan kaynaklanan öksürük, artık gece uykularını bölmeye başlamıştı.
Gece sabaha dönüşmeye çalışıyordu. Karanlıkla aydınlık arasıydı. O nedenle daha erken olduğunu anladı. Tekrar yatağa uzandı, yorganı başına çekti. Üç-beş dakika uyuma umuduyla bekledi. Boşuna beklemişti. Uyuyamayacaktı. Kalktı, odadan salona geçti. Oradan da balkona çıktı.
Sokağa baktı. İn cin top oynuyordu. Sokakta ne bir araba ne bir insan vardı. Hatta son zamanlarda sayıları artmış olan sokak köpekleri bile yoktu. Baktığı yerde sanki hayat donup kalmıştı; tıpkı kopan bir filmin son karesi gibi. Sadece, -eğer buna da hareketlilik denirse- rüzgarın hafifçe oynattığı birkaç yaprak kıpırdıyordu. Tekrar içeri girdi..
Üşümüştü. Mutfaktaki kombiyi çalıştırdı. Birkaç dakika sonra evin içi ısınırdı. Bu doğalgaz ve dolayısıyla kombi doğrusu büyük rahatlıktı. Kovalı sobalarla, kuzinelerle ısınmak için az mı uğraşırlardı. Sabahleyin kalkınca sobanın külünü temizleyeceksin, alta tahta parçası ve biraz ince odun, onların üzerine de kömür koyacaksın. Bir kağıt parçası ile alttan bunları tutuşturacaksın. Öyle bir kerede yakmak marifet isterdi. Münevver yakardı, ama Hayrettin için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Bu tür işlerde beceriksizdi. Sobayı temizlerken etrafa külleri döker, defalarca kağıt yakıp sobayı tutuşturmaya uğraşırdı. Çoğunlukla Münevver imdadına yetişirdi. Gerçi o da evin içine dökülen küller nedeniyle biraz söylenirdi, ama olsun.
Hayretttin 55 yaşındaydı. Beş sene önce karısı Münevver'i kaybettiği için yalnız başına yaşıyordu. Münevver öldükten sonra evde hemen hemen hiç değişiklik yapmamıştı. Her şey onun bıraktığı gibiydi. Tabii evin toz içinde olması hariç.
Salondaki masaya oturdu. Masanın üzerinde bir paket sigara, çakmak, kül tablası, iki tane kirli çay bardağı, akşam yemeğinden kalmış ekmek kırıntıları, katlanmış bir gazete, tuzluk, kullanılmış bir çatal, hatta bir de boş ilâç kutusu vardı. Eli sigaraya gitti. "Kahvaltı etmeden içme şu meredi!" dedi kendine. Kalktı mutfağa gidip ocağı yaktı, çaydanlığı üzerine yerleştirdi. En az beş-altı dakika sürerdi suyun kaynaması. Demlemek için de birkaç dakika isterdi. Demek ki on dakika kadar beklemesi gerekecekti.
Salona dönüp, vitrindeki nişanlıyken çektirdikleri fotoğraftaki Münevver'le konuşmaya başladı. Bunu son günlerde sıkça yapar olmuştu: "Hani birbirimizi hiç terk etmeyecektik? Beni bıraktın gittin Münevver. Senden bir gün bile ayrı kalamayacağımı sanıyordum. Oysa tam beş sene, evet beş koca sene geçmiş sensiz."
Hayrettin liseyi bitirdikten sonra iki sene orda burda çalışmış, sonra da askere gitmişti. Askerlik dönüşü vergi dairesinde bir işe girmişti. Bir gün işten eve dönerken evlerinden bir sokak ötedeki iki katlı bir evin önünde komşularının yedi yaşındaki oğlu Kenan'ın bir genç kız ile konuştuğunu gördü. Önce dikkatini çeken Kenan'dı. Buralarda ne işi var, diye düşünmüştü. Sonra kıza da dikkatlice baktı. Çok, ama çok güzel olduğunu görünce adeta heyecandan dizlerinin bağı çözüldü. Adımlarını yavaşlattı. Yanlış anlaşılır diye korkudan baktığını belli etmemeye çalışıyordu. Bir ara kız ile gözgöze geldi. Bu sadece bir anlıktı. Kız başını önüne eğip evinin kapısına doğru yönelmişti bile…
Münevver'le olan ilişkisi böyle başlamıştı. Eve geldiğinde gözlerinin önünden uzaklaştırmaya çalıştığı bu güzel kızın hayali, daha sonraki günlerde de onunla beraber olacaktı. Artık işe giderken ve gelirken o evin önünden çok yavaş adımlarla geçiyordu. Belki gene görürüm umudu vardı içinde. Nedense bu umut hiç gerçeğe dönüşmüyordu! Çünkü bir hafta olduğu halde, bu güzel kızı bir daha görememişti. Bir yol aradı ve buldu. Kenan ile konuşacaktı.
Yolda Kenan'a ilk rastladığında küçük çocuğun başını okşadı ve:
-Kenan, sana bir şey soracağım, ama bu sorumdan kimseye bahsetme.
-Tamam.
-Şu aşağıdaki sokakta bir kızla konuşuyordun. Kimdi o?
-Hangi kız Hayrettin abi?
-Hani iki katlı evleri var.
-Münevver abla mı?
Böylece adını da öğrenmişti. Bu konuşmadan üç gün sonra, iş dönüşü Münevver'i evlerinin camını silerken gördü. O da Hayrettin'i görmüştü. Ancak, kaçamak bir bakıştan sonra camı kapatması ve tülü çekivermesi, Hayrettin'in açısından biraz üzücüydü.
Bir kısa mektup yazdı. Yanlış anlaşılmamasını, niyetinin ciddi olduğunu, görüşmek istediğini, Pazar günü öğlenden akşama kadar parkta onu bekleyeceğini mektupta belirtti. Şimdi yapılacak iş, Kenan'ı bulup bu mektubu Münevver'e vermesini sağlamaktı. Kenan'ı bulması uzun sürmedi; çocuğun eline biraz para sıkıştırdı ve mektubu Münevver'den başkasına vermemesi için de sıkı sıkı tembihledi. Kenan mektubu cebine koyup gitti.
Heyecanlı bir bekleyiş başlamıştı. Acaba mektubu almış mıydı? Tepkisi ne olmuştu? Bunları soracaktı, ama Kenan'ı da iki gündür görememişti. Gördüğünde sorularını Kenan'a yöneltti. Küçük çocuk omuzlarını silkip cevap verdi:
-Bir şey demedi Hayrettin abi. Mektubu verdim, geldim.
(Devam edecek)
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
CAHİLLİĞİMDEN UTANDIM
Uranüs'ün güzel insanları bir de beni yazar taifesi yerine koyup okuyorsunuz. Allah'ım ben meğerse ne cahil bir insanmışım yaaa!
Beni Coğrafyadan geçiren hocamın (pardon abilerim, ablalarım hoca cami de olurdu değil mi, yani öğretmenimin demek istedim, kemikleri sızlıyordur şimdi icabında.) Yani bu kadar cehaletin hiç kimse de görülmesi mümkün değil ki kardeşim yaaa.
Dur be Abuzittin, sakin ol hele şu meseleyi bir de biz anlayak, hani deliliğin gibi salaklığını da tescil etmek gerekirse onu da biz ederiz icabında dediğinizi duyar gibiyim. Yani yazıya böyle balıklama dalmak elbette biraz da saçma oldu ama kendi kendime o kadar sinirlendim ki yani o kadar olur. Az daha kendi kendimi tokatlamaya başlıyordum.
Efendim kusura bakmayınız bugünlerde Alanya diye bir bela var başımda, (Güney sahillerimizde ki çirkin sahil kasabası) konumuz ötesi boş verin gitsin de, ben boş veremediğim için sinir katsayım ve de tansiyonum bir hayli yüksek seyrediyor ve hiç de yazı yazasım yok yani aslında.
Tam bu ruh haliyle şizofren takılırken (ilk yazıma yorum yazan sevgili kardeşim kulakların çınlasın) Yine o malum sesleniş yükseldi mutfak cenahından "Yemeeek". Bunun ne anlama geldiğini önceki yazılarımdan hatırlayacaksınız!
Eee, bu yemek de haliylen TV kanallarının haber saatine denk gelmez mi, gelir elbette. Yahu ben aylardır kendimi televizyon seyretmez addediyorum. (Aslında konu bulmak bakımından seyretmemde sonsuz yarar var, ama bu kadar da boşa zaman harcanmaz ki kardeşim, şurada ömrümün sayılı günleri kalmışken yani!) Futbol'la olan bütün ilişkimi bitirmiş bulunuyorum. (Bkz. önceki yazılarım) Hatta son günlerde bir havalandım, futbol denince uzay gemisi görmüş pozlarına girmeye başladım!
Neyse yemek üstü sade kahve içerek sadede gelelim. Tam da gayet güzel ve leziz bamya yemeğine kaşık sallarken Uranüs'ümüzün medarı iftiharı ezeli ve ebedi liderimiz konuşmaya başlayıp "Üç kıtayı birleştiren" ülkemizden söz etmez mi?
O saat yerimden zıplamışım yani. Kaşığımdaki bamyalar, bizim Şanslıya (evdeki kedimiz) saç oldu o dakika. (Şanslı hadi gene iyisin, bak Kahve Molasına konu oldun oğlum.) Tamam Aysa ile Apruva'yı birleştirdiğimizi biliyorum da, (hay birleştirmez olsaydık da ayrı kalıp ayran içselerdi yani) Üçüncü kıtayı hatırlayamadım. Ulan koskoca bir kıta bu nasıl hatırlanmaz!
Ah Coğrafya öğretmenim ah! Beni coğrafyadan sürüm sürüm süründürecektin yani, bak Ortaokul, Lise derken o güzeller güzeli Anadolu Üniversitesini de bitirip adam oldum. (Sen kendini hala öyle zannet!) Şu işe bak şimdi, nostaljik damarlarım kabardı. Sahi yahu 40 yaş gençleşip yeniden gitsem de eski okulumda bu seferde Felsefe, melsefe okusam olmaz mı yani, hani psikoloji de olabilir. Ekonomi istemem ağabeyler o sizin olsun. Tekrar bankacılık yapamam yani.
Ya hocam Ülkemizin üç kıtayı birleştirdiğini bilemeyen beni coğrafyadan geçirdin. Sonra bak kendimi adam yerine koyup, o kadar mesai arkadaşımın başına bela oldum yani.
Senin yerine ben kendi kendimi tokatlıyorum. Ulan nerede benim cetvelim, al sana sağ avucum al ulan al. Hah kızardı. Eee şimdi de sol avucum, al ulan al az bile sana......da.
Ulan iyi de ben kendi kendimi neden dövüyorum ki? Birden kafama takıldı bu üçüncü kıta hangi kıta be ağabeyim? Hanamerikanya olamaz çok uzak, Atralvusya desen uçakla bile gitmeye cesaret edemem yani. Peki hangi kıta bu. Dur şu Moogle'a (Not:Uranüsteki Google) gireyim bir bakayım.
Anaaaa! Aysa ile Akfira'nın Kırmızıdeniz ile ayrıldığını yazıyor. Eeee o zaman yani??? Hadi bakalım Akfira'da olamaz bu üçüncü kıta. Hadi sayın okurcumlarım siz bulun şu kıtayı valla billa dondurma ısmarlıcam, bak söz ulan söz!
Haaa şimdi anladım! Ulan cahil Abuzittin yeni gelişmeleri takip etmezsen bööle olur olum ya. Bir de internet kullanıcısı kesiliyosun başımıza yani. Demek ki Apar Yarımadası kıta statüsüne terfi etti. Yani artık Aysa'nın bir parçası değil. Uranüs'ün en yeni ve tabii ki en değerli kıtası o. Bi kerem petrol var oluuum orda, petrol tamam mı!
Ulan seni cahil Abuzittin seni, seni görgüsüz seni. Bu yaşına geldin hala bir adam olamadın yani. Yuh olsun sana yuh. Üç kıtayı birleştiren ülkede yaşayan eşek Abuzittin seni.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Hilmi Z. Ülken'in Değer Felsefesi Üzerine IV |
|
Ülken'e göre değerin nesneleşmesi ile bilginin nesneleşmesi arasında aşkınlık ve içkinlik nedeniyle kapatılamayacak bir boşluk vardır. Eylem, yalnız başına ne duygusal, ne zihinsel, ne de irâdîdir. Bu unsurlar, eylemin yalnızca psikolojik bakımdan bir yönünü içerir. Felsefe'de zihinci teoriler veya irâdeci teoriler arasındaki karşıtlıkların temelinde de bu türlü indirgemeler vardır. Değer, çift kutupludur ve bir şeye "değerlidir" denildiğinde, o şeyin karşıtının "değersiz" olduğu da söylenmiş olur. Gerçek alanında ise böyle bir çift kutupluluk yoktur. Hakîkat de ancak bir değer olarak ele alındığında çift kutupludur ve doğru-yanlış ayrımı, değerlerin bir türü olarak incelenebilir. (2001:222)
Hakîkat, bir gerçeğin ölçüsü hâline geldiği zamansa, bu çift kutupluluğunu kaybeder ve bir tespit hâlini alır. Dolayısıyla çift kutupluluk, iki şekilde görünür; subjektif olarak ve nesnel olarak. Subjektif açıdan ele alındığında değer, insanı incelemeye götürür. Çünkü, bu çift kutupluluk, insanın verdiği yargılarla açığa çıkar. Bir yargı verildiğinde, onun doğru veya yanlış olma olanağı da kabûl edilmiş olur ve yargı, belirli bir anda ya doğru ya da yanlış olur. Yargıda bulunmak, doğru veya yanlış değerlerinden birini kullanan zihnin bir fiilidir ve yargı, varlık alanında değil, öznenin zihnindedir.
Hakîkati biçimsel açıdan ele aldığımızda, yargıların varlık ve yoklukla ilgili olduğunu görürüz; ancak, hakîkati bir değer olarak gördüğümüzde, yanlışlığın da bir değer hâline gelmesi sonucuyla karşılaşırız ki, bilgisel açıdan bakıldığında bu durum, bilginin olumsuzlanması ve varlığın inkârı sonucuna götürür. Bu nedenle, yargılar aracılığıyla değerleri ifâde etmek eksiktir. Değerin subjektif açıdan ele alınmasında araştırılacak bir diğer konu da haz ve acının çift kutupluluğudur. Grekler de haz ve acının çift kutupluluğuna dikkat etmemişlerdir ve her ikisini de aynı olgunun farklı nitelikleri olarak değerlendirmişlerdir. (2001:223)
Nitekim, Platon'a göre gerek haz, gerekse de acı, aslında arzunun sonucudur ve arzunun doyurulması hazzı, doyurulmaması ise acıyı oluşturur. Psikolojik açıdan incelendiğinde arzu, acıyı değil, sözde-acıyı meydana getirmektedir ve bunların sınırları belirsizdir; içerikleri de göreli olarak değişir. Örneğin, ipekli elbise isteyen bir kimse için onu alamamak, bir sözde-acıdır ve bunun içeriği ve sınırları çizilemez. Oysa, haz yokluğu ile acı, birbirlerinden açık biçimde ayrılır ve bunların birleştirilmesi, zihin faaliyetlerinde bir yanlışın ortaya çıkmasına yol açar. Bu yanlışın Felsefe'deki devâm ettiricileri arasında ise Schopenhauer ve Lotze'un adı anılabilir. (2001:224)
Haz ve acı, birbirlerinden farklı köklere sâhiptir ve biri merkezden dışa doğruyken, diğeri dıştan merkeze doğrudur. Birini biyolojik ve ruhî varlık meydana getirirken, diğerini fizikî ve sosyal çevre belirler. Psikolojik gelişim, kişileri hazza götürür; fizikî ve sosyal çevre ise acı doğurabilir. Bununla birlikte, haz ve acı, aynı bilinçte yer bulur ve birinin arttığı sırada öteki gölgede kalabilir. Haz ve acı, duygusal hayâtı birleştirmek ve eylemlere hareket noktası teşkil etmek bakımından ortak bir etkinlik gösterir. Bunların şekillenmesinde ise yalnızca duygusal hayâtın etkinliği yoktur, aynı zamanda içinde bulunulan fizikî ve sosyal çevre de bunda etkindir.
Bu yönüyle sempati ve antipati, neşe ve keder, vb. yüksek dereceden haz ve acının ayrı cinstenliğini devâm ettirir ve eylemlerdeki belirleyiciliği, değişik formlara taşıyarak sürdürür. Ahlâkın duygusal hayâta dayandırılmak istenmesindeki temel gerekçe de budur; bu gibi duyguların eylemlere yön vermede temel belirleyici olduklarına inanılır ve eylemlerin değeri belirlenirken, bu unsurlardan hareket edilmesi istenir. Oysa, değerin çift kutupluluğu içinde yargılar temel olmadığı gibi, haz ve acı da yargılara temel teşkil etmede kullanılamaz. Bir kimsenin arzularına cevap veren unsurların içine bir başkasının haz ve acısı da dâhil olabilir ve birisi için haz olan bir şey, başka birisi için acı hâline gelebilir. (2001:225)
Haz ve acının nesnel bir biçimde değerlendirilebilmesine imkân yoktur. Bu konuda ortak bir ölçüt de olanaklı olmadığı için, hazza dayalı değerlendirmelerde ölçüsüzlük kaçınılmaz olacaktır. Değer alanının aşkın olması ve duyu verilerine indirgenememesi, hedonizmden uzak durmayı da mümkün kılmaktadır. Üstelik, kimi zaman acı olarak değerlendirilen unsurlar, başka bir zaman diliminde haz olarak değerlendirilebilir ki, bu değerlendirmede de özne, yine kalıcı bir değer hükmüne ulaşmaktan alıkonur. Hazzın değerinin belirlenmesi ve bunda yine hazzın bir ölçüt olarak alınması, kişiyi hazza bağımlı hâle getirir ve burada değer belirlemesi de kişiyi hazzın tutsağı hâline getirmekle sonuçlanır.
Diğer taraftan, nesnel olarak ele alındığında ise değerin çift kutupluluğu, duyu verilerine görelidir ve sınırlıdır. Mıknatıs gibi nesnelerde çift kutupluluk, açık bir biçimde tespit edilebilir ve biyolojik yaşamın bâzı evrelerinde de çift kutupluluk bulunabilir. Örneğin, dişi ile erkek, doğal olarak çift kutupludur. Fakat, bu çift kutupluluk, organik yaşamın daha üst basamaklarında artarak genişler ve ruhî olaylarda içerik değiştirerek başka bir nitelik sergiler. Toplumsal yaşamda da değerlerin nesnel olarak çift kutupluluğu, toplumsal dinamiklere görelidir ve sınırlıdır. Toplumsal yaşamın bir tür emir ve yasaklar bütünü içinde şekillenmesi ve hemen tüm yaşam alanlarının bunlara göre düzenlenmesi, bunu incelemeyi zorlaştırır. (2001:226)
Değerler alanı, çift kutuplu bir alandır ve bu çift kutupluluk, kendine özgü içerik ve işleyişlere sâhiptir. Önemli olan, bir değer alanını bu kendine özgülük içinde ele almak ve bu kutuplar arasında karıştırmalar yapmamaktır. Bunu sağlamanın yolu ise insanın kendisini aşabilmesine bağlıdır. Kendi duyu verileriyle sınırlı insan, bu aşmaları gerçekleştiremez ve bu karıştırmalardan kurtulamaz. Bir şeyi açıklamak için, öncelikle onun bilincinde olmak gerekir; açıklama bilinci ise nesnelerin bilinciyle her zaman örtüşmez. Bu durumda dil, bilincin kendi sınırları içinde bir alan karıştırmasına bağlı olarak, yalnızca sınırlı algılar üzerinden yargı verir ve bu yargılarla yaşamı düzenlemenin olanağı yoktur.
Özne, kendindeki eksiklikleri nesnel bir incelemenin konusu hâline getirip aşmaya çalışırsa, değerin çift kutupluluğunu en doğru biçimde kurmayı başarır ve yaşamına geçirmeyi sağlar ki, başkasının varlığı ile başkasıyla kurulan ilişki, öznenin kendini aşmasına yardımcı olan temel unsurlar olarak dikkat çekmektedir. Değer sorunu ister istemez, başkasının varlığını incelemeyi gerektirir. Başkası, ya bir duyu verisi olarak, ya da duyu verilerini aşan aşkın nesne olarak kavranır. Başkası öncelikle, bir duyu verisidir ve bu yönüyle, herhangi bir duyu nesnesinden farksızdır. Hâliyle, duyu verisi olmak bakımından bilinçteki konumu nedeniyle Ben'in tasarrufu altındadır ve Ben'in türlü çıkar yönelimleriyle anlamlandırılır. (2001:227)
Nitekim, Ben'in gelişimine katkı sağlıyorsa haz, engel oluyorsa acı olarak kavranır ve bu nedenle başkası, dış dünyâdaki nesnelerden hiçbir ayırt edici özelliğe sâhip değildir. Ne var ki insan, başkasını, mânevî yönü itibâriyle bu şekilde değerlendiremeyeceğinin de bilincine varır; çünkü insan, "şeyler arasında bir şey" değildir ve onun kendinde taşıdığı özellikler, Ben'in yaptığı bu anlamlandırmada bütünüyle kendi sınırları içinde kalmasını olanaksızlaştırır. Bu mânevî yönle insan, aşkın nesne hâline gelir ve araçsallaşmaktan kurtulur.
Aşkın nesne olarak insan, kendinde taşıdığı özellikler itibâriyle bunu sağladığı gibi, aynı zamanda Ben'in de kendi içine kapanmasını ve kendi çıkarlarına uygun tek taraflı bir dünyâ kurmasını da engeller ve onu, insanların çoğulluğuna taşır; bu çoğulluk içinde kendi yerini bulmasını sağlar. Başkasını araçsallaştıran bir Ben için insan, teknik bilginin konusudur ve yalnızca özel birtakım amaçları gerçekleştirmede katkı sağladığı oranda değerlidir, bunların ötesinde bir değeri yoktur; yâni, kendi değerini kendisinden almaz ve koruyamaz. Günlük dilde kurnazlık olarak tanımlanan olgu ve olaylar, insanların bu şekilde değerlendirildiği durumları ifâde eder.
Bu konuda "zekâsı" yüksek olan kimselerin en uç örneklerinden biri, Goethe'nin Faust'undaki Méphistopfeles'tir. Oysa insan, basit bir duyu nesnesi değildir ve teknik bilgiyle ele alınamayacak bir varlığa sâhiptir. Başkasına yönelik her eylem, henüz ilk aşamasında, belirli türden bir değerlendirme içerir ve bu değerlendirmede Ben, başkasını olduğu kadar kendisini, kendi sınırlarını ve özelliklerini de değerlendirir. İnsanın mânevî yönü söz konusu olduğunda Ben, kendisinde maddî haz ve çıkar ilişkileriyle doyurulamayacak bir açlık olduğunu hisseder ve değerlendirmeleri aracılığıyla, bu yönü daha farklı bir yönelimle doyurmaya çalışır. (2001:228)
Öyle bir açlıktır ki bu, doyuruldukça artar. Buradaki açlık, bir tür huzursuzluk içinde duyumsanır ve Ben, bu huzursuzluktan kurtulamaz. Bilgi alanında ise bu tür bir huzursuzluk yoktur ve bilme merâkı, nesnenin incelenmesiyle diner; değer alanında ise böyle bir duruma rastlanmaz. Ben'in yalnızlığını tamamlayan, korkularını yatıştıran, kaygılarını gideren varlık olmak bakımından başkası, bilincin sınırlarını aşan aşkın nesne alanının varlığına ispattır. Çünkü Ben, bilinç sınırları içinde bunları sağlayamaz ve bilincinin tasarrufu altında kaldığı sürece başkasının başkası olarak varlığını duyumsayamaz. (2001:229)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
KOMÜN KRALA AĞLAMAK
Ağlamanın, taklidi en zor yapılabilen bir davranış olduğu düşünüldüğünde Kuzey Kore lideri Kim Jong İl'in ardından her kesimden kuzey Korelinin taklitten uzak içten ve samimi ağlamaları son zamanlarda şahit olduğumuz ilginç olaylardan biri.
Televizyon spikerinin içten ve samimi, doğallıkla gözyaşlarına boğulması hem gerçekçi hem de inanılması güç bir durum. Argo ifadeyle numara mı yapıyorlar diye insan alternatif olarak düşünebiliyor. Bu ağlamaların tamamen gerçek ve kendiliğinden olduğuna inanıyorum.
Hayata veda eden insanlar ardından elbette üzüntü, keder ve acı hissedilir. Bunların hissediliş derecesine göre bazı insanlar göz yaşlarına boğulur. Bu anlamda ölü arkasından ağlamak gayet doğaldır. İslam dini aşırıya kaçmamak şartıyla bu doğallığı kabullenmiştir.
Fethullah Gülen Hocaefendi bir vaazında Hz. Hamza'yı anlatırken onun şehadeti sonrası üzüntülerin aşikar ifade edilmemesi üzerine Peygamber Efendimizin amcası için "Hamza ağlayın" dediğini anlatır.
Kuzey Kore komünist rejimin zorunlu emri midir bilinmez ama 21 yüzyılda teknoloji nimetleriyle donanımlı bu halk kendi kralı için gözyaşı döküyor ve yas tutuyor.
Rejim, Kuzey Kore halkını, dışarıya kapalılıkta kendi içinde büyük bir çalışma, azim, gayret göstermeye "Juche" idealini hedef göstererek inandırmış durumda. "Juche", kendi kendine yetebilme, tam bağımsızlık anlamlarına gelen bir idealdir. Bu asra rağmen, başlarında babadan oğla devam eden krallıkta olsa bu halk, birlik ve beraberliğini ve ideal birliğini kaybetmiyor. Bu toplum birlik ve beraberliği zannedersem yalnızca uzak doğu toplumlarında geçerli. Japonya bugünkü teknoloji seviyesini büyük ölçüde toplumlarının bu yapısına borçludur. Bir yüce ideal uğruna tüm halk her şeye rağmen tek yürek olabiliyor.
Kuzey Kore halkının, geçmişte açlıkla karşı karşıya kalmasına rağmen ideal birliğinden fire vermemelerini salt komünist devlet yönetiminin baskısından kaynaklandığını düşünmüyorum. Belli bir sanayi ve teknolojiye de ulaşan Kuzey Kore'yi, Batılılar, elbette boş bırakmayacak ve müdahale edeceklerdir. Ancak onların girişimlerinin halkın bu birlikteliğinden dolayı bir henüz bir sonuca ulaşmadığı malum.
Bu halklar, Ortadoğu halkları gibi değiller. 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar' ifadesi gereği Ortadoğu halkları, devlet büyüğüne ağlasa da bu korku ve endişeden, taklidendir. Bugün övgülere boğduğu liderini, birilerinin kışkırtmasıyla yarın yerlere geçirmek elbette ki Ortadoğu halklarının genlerinde mevcuttur.
Kuzey Kore lideri Kim Jong İl'in ölümü ardından samimi gözyaşları dökerek halkın liderine gönülden bağlılığını göstermesi üzerine tekrar düşünülmesi gerektiğini vurguluyorum. Ve biz şanlı, şerefli, köklü, yüce bir toplum olarak bu halkın benzeri sahip olduğumuz hasletlerimizi kaybettik. Geleceğimizi şekillendirecek bu konu üzerinde uzun uzun düşünelim. Zira geleceğimizin şifreleri bu noktada gizli.
Japonya'dan çok daha önce başlattığımız batılılaşma faaliyetleri, teknik ve teknolojiyi edinme gayretleri sonucunda iki yüz yıl geçmesine rağmen bugün fazla bir mesafe kat etmemiş durumdayız. Oysa Japonya bu işi kırk yılda halletti.
Aynı şekilde Kuzey Kore de bizden daha ileri bir sanayi ve teknolojik seviyede. Bunu borçlu hissettikleri Krallarına gerçekten ağlıyorlar. Bizim gibi Batının efsununa kapılıp çözülmezlerse, rejimleri yanlış ve kabullenilmezde olsa dünya etkinlikleri artarak devam edecektir.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Aldanıştır
Aldanıştır!
Yorgun yokuşların kırçıllığı
Ve yanılmıştır
Kararsızdır gece.
Haykırıştır!
Kundağını çözerken
Hayatın hırçın cümleleri.
Arada diline düşen
Kimsenin söylemediği sahipsiz türkü;
Küçükken tuttuğun günlükte büyümektedir.
Ve gözyaşlarının tomurcuğu kağıtlar
-Şimdi toz içindedir.
Kaybediştir!
Kabus soğuğundayken gece
Hüzzam makamı bir düşten uyanmak.
Ve arayış
Aldanıştır..
Yorgun yokuşların dönüşünde kendini.
Sahipsizdir gece.
Yine yanılmıştır.
Çünkü dün,
Bugün kadar gerçektir
ve yarın,aldanıştır...
Fatih Ünver
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|