|
|
|
Editör'den : Tuz b.k kokuyor!.. |
Salı günü ilk duyduğumda şu satırları not düşmüsüm sanal defterime; "Sen mahalle kavgasına kurban gitmişsin Hrant. Şikeciler, askerler, muhalifler, yazarlar, gazeteciler terör örgütü(!?) kurarken, seni, mahallenin piçi, yürüyüşünü beğenmediği için vurmuş Hrant, hakimler öyle karar vermiş. Memleketim adına yerin dibindeyim, utanıyorum karşında Hrant." Ardından duyduklarımla o dibe çakıldım kaldım, çıkabileceğimi de sanmıyorum.
Beş yıl önce, "Hepimiz Ermeniyiz." diye Mecidiyeköy'den Taksim'e yürürken en öndeydi "Yetmez ama evet" deyiciler. Yıllarca alkış tuttukları yönetenlerin oyuncağı olunca anladılar faka bastıklarını, ama geçti artık. Kutularının üzerinde yazan "Son Kullanma Tarihi"nin de bittiğini sonunda anladılar ama atı alan Üsküdar'ı çoktan geçti gitti. Demokrasiyi nalıncı keseriyle yontanlar ellerinde kalan son kıymığı da bu tatlı su aydınlarına batıracak ve iş bitecek. Son üç yılda devşirilip değiştirilen adalet kavramına sessiz kalıp, aksine alkış tutanların, bugün Agos önünde demeç üstüne demeç verip sızlanma hakları yok. Ne ka ekmek, o ka köfte. Yediğinizi bildikleri için de, köfte eşek etinden haberiniz olsun.
Tuz başka nasıl kokar? Kararı veren hakim "içime sinmedi" diye demeç verince ortalık lağım çukuruna döner, tuz da kokar, buz da. Sadece örgütle ilişkisi kurulabilen ya da kurulması muhtemel davalara bakan özel yetkili mahkeme, delil yetersizliğinden örgüt bağlantısı kuramadığını söylüyor ama tüm bağlantıları kitaplaştıran gazeteciyi örgüt üyesi olmaktan yargılayabiliyor. Madem örgüt bağlantısı yok, o zaman senin yetkin de yok demezler mi adama? Derlerse desinler, hakim içine sinmese de kararını vermiş bir kere, görevini yapmış, vicdanı rahat. Arada bir sanığı atlamış, ceza vermeyi unutmuş ne yazar. Canım bu kadarı kadı kızında da olduktan sonra, kadının ta kendisinde hayda hayda olur.
Tepeden tırnağa tüm yönetenlerin "içine sinmemiş" alınan karar. Başbuğ'un tutuklanması da içlerine sinmemişti hatırlayın. Serbest kalan mahalle çocuklarından başka kimsenin içine sinmedi anlaşılan. İyi de, bu adamına göre adalet çarkının tekerine benim mi çomak sokmam bekleniyor? 95 yaşındaki adamı yargılama tiyatrosu oynayacağına, içimize sinecek bir adalet için kıpırdansana birader. Eldeki tüm yasal, gayri yasal imkanlara rağmen, Ergenekon'a bağlanamamasının bir nedeni olmalı. Ya istediler ama beceremediler, ya da birinin ricasını kıramadılar. Ben diyorum ki, derin devleti aramak için kuyu kazsak, öbür taraftan Pensilvanya'ya çıkar mıyız? Kazmalı mı, yoksa kazmadan sarmısaklayıp mı saklamalı? Ben bilemedim, siz ne dersiniz? Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KENTİN DEDİKODUSU SOKAKLARA SAÇILIR |
|
O kadın bu sabah istasyona benimle aynı saatte geldi. Her sabah yaptığı gibi birinci vagona bindi. Makinist odasının kapısına kadar ilerledi. Sonra yüzünü oturanlara dönüp beklemeye başladı. Şu anda artık inecek yolculardan birinin yerini kimse oturmadan kapabilmek için uygun pozisyona geçmiş oldu. Her sabah Nilüfer durağında inecek olan yolculardan boşalacak oturakları kollar ve mutlaka yolculuğunun geri kalanına oturarak devam ederdi. Yolculuğun tamamını ayakta gitmemek için yemin etmiş gibiydi. Atmaca gibi dalışa geçip oturağı kaptıktan sonra ayakta duran kendinden yaşlı ve hasta birileri olsa bile aldırmazdı. Her sabah yinelediğim sıkıcı yolculukların bazılarında onunla aynı saate aynı trene denk gelirdik. İşte o sabahların bir kaçında o ne yaparsa gölge gibi onu izledim. Bir iki kez boş oturağı onun kapmasını engelleyerek kendim oturdum. Tek bir sözcük söylemese, imalı bakışlar atmasa bile bana gıcık olduğundan adım gibi eminim.
Nereye gittikleri bilmem ama sekiz on beş trenine hep bir baba ile kızı da biner. Baba kırklı yaşların sonlarında kızı ise olsa olsa on sekizindedir. Onlar ikisi hep yan yana otururlar ve kızı sürekli kitap okur. Hiç etrafına bakmaz. Ayaktaki yolcular arasında yaşlı veya özürlü biri varsa bile görmez. O terene benden önce bindiği için istesem de onları gıcık edecek bir şey yapamam. O genç kız kitapları sevdiği için, entelektüel birikim sağlamak veya kültürlenmek amacıyla değil insanları görmemek için kitap okuyor. Duymamak ve konuşmamak için kulaklıklarını takanlar gibi…
Çalışan insanlar otobüslerin en kalabalık saatlerinde işlerine gidip gelirler. Okul çıkışları ile kesişen bu saatlerde oturarak yolculuk yapmak bir yana otobüse binebilmek bile şans gibidir. İşim gereği fazlaca gezdiğim için dün öğle saatlerinde otobüse bindim. Ayakta yolcu vardı ama sıkış tepiş değildi. Otobüse şöyle bir göz gezdirince emekli derneğinin biri Karadeniz turuna düzenlemiş gibi hissettim. Yolcuların neredeyse tamamı altmış yaşın üzerindeydi. Şişman ama en güzel elbiselerini giymiş teyzeler iki kişilik oturaklara sığmakta zorlanıyorlardı. Hemen hepsinin kucaklarında naylon torbaları ve şişkin göbekli çantaları vardı. Hiç kimse hangi durakta ineceğini bilmiyordu. İçlerinden birileri ayağa kalkıp sürücüye inilecek duraklar hakkında talimat verip duruyordu. Benim jeton geç düştü. Bunlar eş, dost ve akraba ziyaretine gelen insanlardı. Zaten günün bu dilimi otobüslerde çalışanlara değil hanım teyzelerin ev gezmesi saatlerine rastlıyordu. Kimse otobüsten tek başına inmiyordu. Her durakta dörderli beşerli eksiliyorduk.
Toplu taşımayı kim icat ettiyse bizim yüce değerlerimizi pek düşünmemiş sanırım. Bazen tek başına yolculuk eden türbanlı kızların ve kadınların yanındaki oturak aniden boşalıverir. Eyvah şimdi gelip yanıma erkek oturacak paniği ile etrafı nasıl da telaşla süzerler. Eğer şanslıysalar yanlarında ayakta duran bir bayan bulurlar. Onu hemen eteklerinden çekiştirip yanlarına oturturlar. Bazıları erkek oturmasın diye hemen boşalan koltuğa küçücük çocuklarını oturturlar. Sıklıkla değilse bile bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için koridor tarafındaki oturağa geçip boş yerin önünü kapatanlara da rastlıyorum. Birazcık adamlığınız varsa onu rahatsız edip oraya geçmeyi istemeyeceksinizdir. Kent sokaklarında koşturan insan kalabalığı içinde göze batmamak için çabalayanların yanında fark edilebilmek için elinden geleni ardına koymayan çok kişiyle karşılaşıyorsunuz. Sabahın köründe yarı uykulu halinizle bir otobüse binersiniz. Bir kaç dakika sonra bir hıyarın telefonu çalar. Bütün otobüse dinleterek bağıra bağıra en az yirmi dakika konuşur. Ben bu dangalakların özgüvenlerinin neden bu kadar dünyayı ben yarattım dozunda olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağım. Bir insan nasıl bu kadar densiz olabilir.
Otobüsler, duraklar, yolcular ve sürücüler bir iki sayfada anlatılacak kadar kısır bir konu değildir. Sadece kıyısına köşesine baktığımızda bile bir sürü malzeme bulunabiliyor. Kentlerin neredeyse hepsinde yaşlılar otobüs numaralarını veya tabelalarını okuyamazlar. Bu onların hatası değildir. Yaşlanan insanların gözleri eskisi gibi görmez. Bir de trafiğin akşam telaşı içinde bunu başarmak çok kolay da değildir. Günde sekiz saat yolcuların sorularını yanıtlayan sürücü ise artık yorgunluktan kafayı yemek üzeredir. Yol almak için önüne atlayan araçlar, durmadan çalan kornalar, kavgaya her zaman hazır, barut gibi sürücüler arenasında ekmek kapmak kolay değildir. Sürücüyü bir yana bırakalım. Tam zamanında otobüsünüze yetiştiniz ve bir de otarabildiyseniz işte bu gün sizin şanslı gününüzdür. Ama keyfinizin uzun süreceğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bir sonraki duraktan henüz yaşlı denemeyecek ama saçı başı ağartmış bir ağabeyiniz veya ablanız biner. Vicdan azabı gibi hemen dikilir tepenize. Bakışları da yüzünüze odaklanmıştır. Bir iki kez görmezden gelmeniz hiç geçer akçe değildir. Mecburen kalkıp yerinizi verirsiniz. Özellikle böyle davranan ve yerinizden kalkmanız için psikolojik baskı yapan yolcular vardır. Ve nedense bu yolcuların çoğu kadındır. Çünkü kadınlar narin canlılardır. Ayakta uzun süre yolculuk etmeye dayanıklı değillerdir. Ama tuhaf biçimde kocaları dünyayı terk edip gittikten sonra onlarca sene daha yaşamaya devam ederler.
Sokakların dedikodusu bitmez. Belki daha sonra kağıt toplayıcılarını, simitçileri, hurdacıları, broşür dağıtanları, çöpçüleri, taksi ve minibüs şoförlerini, bardakta mısır satanları ve köftecileri anlatırım. İnsanın dedikodusunu yapacak amca, dayı, teyze ve dayı çocukları, rekabet edebileceği hısımları olmaması ne kötü.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu SANIYORLAR Kİ |
|
19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal, Samsun'a çıktığında, bu ülkede işgal falan yoktu.
Herkes okuryazardı. Tüm çocuklar, okullarda dinini, diyanetini öğrenerek yetişirlerdi.
Hırsızlık, irtikap, ırza tecavüz.. aklınıza gelebilecek hiçbir kötülük yoktu toplumda.
Halk özgürdü. Kadınlarımız erkeklerle eşit haklara sahipti.
Aydınlar düşüncelerini açıkça söyler, gördükleri aksaklıkları rahatlıkla eleştirebilirlerdi. Hıristiyan, Musevi; Alevi, Sünni gül gibi geçinip giderlerdi.
Ülkede demokrasi vardı. Kadınlarımız da erkekler gibi seçme ve seçilme hakkına sahipti.
Mavri Mira, Etnik-Eterya, Pontus Rum, Taşnak -Hınçak, Kürt Teali, Teali İslam, İngiliz Muhipleri, Sulh ve Selamet-i Osmani Fırkası, Wilson Prensipleri… gibi cemiyetler ülkeyi parçalamak için çalışan cemiyet falan değildi; onlar bilakis yabancı dostlarımızla sıkı işbirliğiyle devletin geleceğini biçimlendirmeye çalışırlardı.
O günlerde Boğaz'a demirleyip toplarını saraya çeviren gemiler düşman değil, dost ülkelerin gemileriydi ve padişah efendimizi koruyorlardı.
O zaman AB falan yoktu; ama İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan dostlarımız, ülkemizin bağımsızlığı ve bütünlüğünü koruması için özveriyle çalışıyorlardı.
Devletin kasası tıka basa doluydu. Dışa verilen borçlar sayesinde başka ülkeleri kendimize göbekten bağlamıştık.
Yurdun dört yanı demir ağlarla örülmüştü. Bankalarımız, fabrikalarımız dünyaya örnekti.
Sözün özü, devir tam asr- ı saadetti ki Mustafa Kemal, Samsun'a çıktı. Halkı örgütledi. Dostlarımızı ağlattı, düşmanlarımız güldürdü. 600 yıllık devletimizi yıktı. Padişah Efendimizi sürgüne gönderdi. Yetmedi halifeliği lağvetti. Dünya Müslümanlarını başsız bıraktı.
İktidar partisinin sözcüsünün dediği gibi Türkiye'nin Baas partisi CHP'yi kurdu.
CHP'nin halka yapmadığı zulüm kalmadı. Laiklik deyip halkı dinsizleştirdi. Peygamber efendimiz "Kavmiyeti tel'in etmesine karşın, milliyetçilik fikrine sarılıp halkı ummetçilikten uzaklaştırdı. Cumhuriyet deyip Al-i Osman'ın tahtına el koydu. "Halk" dedi, "devlet" dedi, "devrim" dedi.
O ölüp gitti. Ama düşüncesini savunanlar, biz "Atatürkçü"yüz deyip onun açtığı yoldan yürüdüler.
Onun adına 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 30 Ağustos gibi Hak kitabında adı geçmeyen bayramlar uydurdular. Bu bayramlarda çocuklar, robot gibi şiirler söyledi, gençler stadyumlarda kıçları başları açık dans ettiler.
Diyorlar ki;
"Atatürk'ü severim; ama Atatürkçü olmayı hakaret sayarım."
"Kaldırın bu 19 Mayıs'ı. Bu Faşist bir uygulamadır."
"Değişim kanlı mı, kansız mı olacak?"
"Cumhuriyet döneminin artık sonu geldi."
"Adliyede, mülkiyede, askeriyede tüm anayasal güçleri tarafınıza çekinceye kadar sessiz ve derinden gideceksiniz… Kılcal damarlarına kadar sızacaksınız, son ana kadar varlığınızı asla belli etmeyeceksiniz… İcabında mahkemelerin altını üstüne getireceksin, avucuna alacaksın... Önemli olan mahkûm ettirmektir… Avukat tutacaksınız, hakim kiralayacaksınız... Tüm kaleleri zapt etmeden, tüm hücrelere nüfuz etmeden, vaktinden erken yapılmış her hareket sonumuz olur."
Sanıyorlar ki vakit tamam.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-3
Sigarasını yaktı ve:
-Münevver, hatırlıyor musun nişanımızdan önceki son buluşmamızda bizi nasıl da cereyan çarpmıştı? Dedi.
O gün gene parkta buluşmuşlardı. En uzun görüşmeleri de bu olmuştu evlenmeye karar vermeden önce. Ama gene de tüm görüşmeleri topu topu yarım saati ancak bulurdu. Önce bir bankta biraz oturmuşlar, sonra yürümeye başlamışlardı. Yan yana yürürken birbirlerinden uzakta durmaya gayret ediyorlardı. Olur ya bir tanıdığa rastlayabilirler, yanlış anlaşılır; sonra da bir sürü dedikoduya neden olabilirdi fazla samimi davranmak.
Onlar birbirinden uzak durmaya çalıştıkça gizli bir güç aksine yaklaşmaları için iteliyordu. Direnmek zorunda kaldıklarından bu mücadele onları yoruyordu. Bir ara nasıl olduysa oldu, elleri birbirine hafifçe temas etti. Ve anında ikisi de ellerini geri çekti. Adeta elektrik akımına tutulmuş gibi bir duygu hissettiler. Belki de vücutlarındaki elektrik yükü boşalmıştı. Daha sonra bu olayı defalarca hatırlayıp gülmüşlerdi.
Münevver gitme zamanı geldiğini söylediğinde Hayrettin:
-Annemleri seni istemeleri için göndereceğim. Ne dersin Münevver? Diye sorduğunda Münevver'in beyaz yüzü kızardı ve kısık bir sesle:
-Sen bilirsin, dedi.
Hayrettin meseleyi annesine açtı. Görüşmüş olmasalar da ailesi Münevverleri tanıyordu. Kendi halinde, onlar gibi kıt kanaat geçinen bir aileydi. Münevver ailenin tek çocuğuydu, Hayrettin de öyle.
Dünür gidildiği gün Hayrettin de gelmek istemiş; ama ailesi uygun olmayacağını söylediğinden evde beklemek zorunda kalmıştı. Birkaç saat süren merak ve heyecan dolu bekleyiş annesinin sokaktan gelen sesini duyuncaya kadar devam etmişti.
Cevap olumsuz gibiydi. Daha doğrusu muğlaktı, ama Hayrettin daha ziyada olumsuz tarafını düşünüyordu. Kızın ailesi doğrudan "hayır" dememiş, "bir düşünelim; kıza da soralım." Diyerek dünürleri uğurlamıştı.
Sigarasını sinirli bir şekilde söndüren Hayrettin o anları hatırladıkça aynı tepkileri vermekten geri kalmıyordu. Gözü salondan koridora açılan kapının üzerindeki örümcek ağına takıldı. Sonra yan duvara yapışmış sivrisinek ölüsüne, oradan da içeri vuran güneş ışığında uçuşan toz zerreciklerine… Bunlar Hayrettin'i rahatsız eden şeyler değildi. Yıllardır bu eve bir kadın eli değmemişti. Hayrettin elinden geldiği kadar derli toplu ve temiz olmaya çalışıyordu; ama yapabildiği işte bu kadardı. Münevver görseydi bunları kesin çıldırırdı.
Münevver'in çiçeklerine su vermeliydi. Onlara "Münevver'in çiçekleri" diyordu; çünkü Münevver onları çok severdi, hepsi ile tek tek konuşurdu. 8-9 tane idiler, kala kala iki tane kalmıştı. Münevver'in ardından birer birer solmuştu diğerleri. Ne yapsa kâr etmedi. Sanki sırayla intihar ediyor gibiydiler. Kurtarabildikleri işte bu ikisiydi.
Annesini iki gün sonra tekrar dünürlüğe gitmeleri için sıkıştırmaya başladı. Babasına bir şey söyleyemezdi. Nazı annesine geçiyordu. Kadıncağız her defasında "Oğlum, hemencecik tekrar gitmek olmaz. İnsanları sık boğaz etmeyelim. Bırakalım rahat rahat düşünsünler." Diyordu. Bir hafta sonra annesi bu ısrarlar karşısında daha fazla dayanamadı ve kocasına durumu anlattı. Babası "Oğlan haklı hanım. Olacaksa bu iş, bir an evvel olsun. Olmayacaksa da olmasın; ama biz de işimizi bilelim. Yarın gece gene gideceğiz. Gider söylersin, haber verirsin." Demez mi?
Bu defa gelen cevap olumluydu. Kız ile konuşulmuş ve kız açıkça gönlünün Hayrettin'den yana olduğunu annesine söylemişti.
Aileler, işi uzatmak niyetinde değildi. İki gün sonra ayrıntıları konuşmak için bir araya geldiler ve söz-nişan devresinin kısa tutulmasına bir ay içinde de düğün yapılmasına karar verdiler.
Ve evlendiler. Aynı mahalleden iki oda bir ev tutulmuştu yeni evlilere; birkaç parça da eşya alınmıştı. Yani yeni yaka, yeni paça… Ailelerin güçleri ancak bu kadarına yetiyordu. Zaten ikisinin de eşyada, malda gözleri de yoktu. Yemeklerini tel dolapda saklıyorlar, yıkanmış tabaklarını teleğe diziyorlardı. Bulaşık ve çamaşır Münevver'in ellerine bakıyordu. Seyredebilecekleri bir televizyonları da yoktu. Olsun. Onlar eksiklerini yavaş yavaş giderebilirlerdi. Nitekim evlendikten iki ay sonra Münevver'in annesine miras yoluyla biraz para düşmüştü. Bu parayı hemen kızına verdi. O da Hayrettin'le konuşup o yıllarda piyasaya yeni çıkmış olan renkli bir televizyona peşinat olarak yatırdı. Bundan sonra hesabı iyi tutmak gerekecekti, çünkü her ay ödemek zorunda oldukları bir taksitleri vardı.
Onların oldukça ciddi bir sorunu daha evlendikleri ilk gün başlamıştı. Gençler çok istedikleri halde bir türlü birbirlerine yaklaşamıyorlardı. Zihinleri bedenlerini baskı altına almıştı. Yani ikisi de cinsel konularda çok cahildiler. Bu konuda bütün bildikleri sağdan soldan duydukları doğru-yanlış birkaç bilgiydi.
Hayrettin bu sorunu aşmak için bir doktora danışmalarını teklif edince Münevver, "Olmaz öyle şey. Ben doktora gitmem, utanırım." Diyerek karşı çıkmıştı. Bunun üzerine Hayrettin kitapçıları dolaşarak doğru bilgileri öğreneceklerini zannettiği bir doktorun cinsel konularla ilgili bir kitabını alıp eve getirdi.
Münevver'in buna da bir itirazı olacak değildi ya? Kitabı birlikte okumaya başladılar. Sonra vaz geçtiler. Çünkü birisi okurken diğeri ya gülüyor ya da bazı sorular soruyordu. Böyle olunca da okuduklarından pek bir şey anlamıyorlardı. Bunun üzerine kitabı gündüzleri Münevver, akşamları işten gelince de Hayrettin'in okumasına karar verdiler. Birkaç gün içinde kitabı bitirdiler ve önlerindeki bu engeli de öğrendikleri bilgiler sayesinde aştılar.
(Devam edecek)
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç SADE KAHVE |
|
Dostlarla olunan, çocuklu bir yılbaşı yemeği yaptık bizim evde. Yıl güzel başlasın, dostlarla geçsin, çocuklarımız da dost olsun diye.
Sonraki haftasonu, aynı şehirde ama bizim bir uçta onların diğer uçta olmasından dolayı çok sık görüşülemeyen babaannemize ziyaret. Özlem giderme, üşüme, oğlumun cıvıldamalarıyla ısınma, kenetlenme..
Yoğun iş temposu;
Bitmeyen trafik çilesi;
Neden üç saat yolda geçer sorgulaması;
Yaşasın ucuz bilet diye kendimi kaybettiğim bir anda alınan memleket biletiyle İzmir'e kaçamak bir hafta sonu. Yine özlem giderme, yine oğlumun cıvıldaması, İstanbul'da karda kalanlara nispet yapma. Memleket kokusunu ciğerlerime çekme, tulum peynirinin hasını yeme, boyozu bilen ve hakkıyla yiyen ailemin kadınlarıyla beraber kahvaltı keyfi, bolca dedikodu, bolca kahkaha…
Eve çok ama çok yorgun dönüş.
Ve İstanbul'un karla uyandığı Salı sabahı sonunda bedenim iflas etti, izin verdim kendime.
Oğlum çok şaşırdı beni görünce ,önce " Oww "dedi, sonra tarif edilemez güzellikte gülümsedi.
Güne onunla beraber başladık, ilk erkeğimi yolcu ettik, ikinci erkeğimle baş başa kahvaltı yaptık, o benim zeytinlerime sulandı , ben onun bulamacını yedirmeye çalıştım. Ortalığı kirlettik beraber, Sonra salonu dağıttık. Ben onun çoraplarını çıkarttım, o ayaklarını ağzımın içine soktu; o televizyon seyretmek istedi, ben annecilik oynayarak izin vermedim ,o ağladı, ben umursamadım; beraber ev topladık, kendimizi topladık; cici annemiz geldi bizim toplandığımızı sanıp da toplayamadığımız halimizi görünce gülüp bizi toplamaya başladı.
Ve o gelince oğlumu ona devredip odama kapanıp üç saatlik bir uyku uyudum. Uyandığımda ruhum bile dinlenmişti.
Hemen giyindik, kardanadam yapmaya gittik, beceremedik. Oğlum da annesi gibi kardan pek hoşlanmadı, son derece temkinli ve araştırmacıydı . Ve yine annesi gibi ; hiç bir kapatıcının kapatamadığı soğuk günlerdeki en büyük çilem olan; burnumun kırmızılığı gibiydi onun da minicik burnu. Kırmızı bir düğme olmuştu küçücük suratında.
Yorulduk eve çıktık, tarçınlı karanfilli çay demledim, odama çekildim, kitabımı okudum.
Cici annemiz gitti, benim kısacık kendime ayırdığım vakitler de çabucak bitti, ama çok ama çok kıymetliydi.
İlk aşkım geldi.
Karanfilli tarçın kokusunu aldı, üşümüş ellerini bizimle ısıttı. Oğlunu kucağına aldı. Bana da aceleci bir öpücük kondurdu.
O an orada kaldım.
Yukarı çıktım, yukarıdan bize baktım, çok ama çok sevdim bizi.
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Lütfen kapatın ekranı ve bir şans verin kendinize
Evet, kapatın lütfen. Kapatın yalanların ekranını ve sessizliği dinleyin, yalnızca o sessizliğin bile söyleyecek çok şeyi var size.
Ama internetin fişini çekmeyin, ulaşmak gibi bir niyetiniz varsa, oradan ulaşılabiliyor en azından gerçeklere. Zihninizin filtresi süzecektir oradaki kirliliği. Haberin ne kadarı haber, nereden sonrası yorum ve hangi yorum dürüst, iyi niyetli... seçecek ve süzecek olan sizsiniz en azından. Ama televizyon! İşte orada durmalı.
Birkaç yıldır tv izlemediğimi rahatça söyleyebilirim. Bulunduğum ortamlarda hep açık olan ekranlardan, sürekli zıplayıp duran kanallardan üzerime üzerime gelenlere hiç ilgi göstermiyorum desem yeridir. Bunun nedeni bellidir sanırım. Tv izlemiyorum diyen, izlemeyin diyen kim varsa bu aygıtın gerçeğini çoktan görmüş olandır besbelli. Görmemiş olansa hiç de öyle çoğunluk filan değildir de, çekim alanına kapıldıkları bu "yalanla insan dizayn etme" aygıtından kendilerini kurtaramamaktadırlar. Ağır ağır uyuşmanın, damla damla zehirlenmenin tadına bırakmışlardır kendilerini.
Tv ekranlarından üzerimize yağan nedir? Yalan, yalan, yalan! Ekranın yüzü yalanın yüzüdür dense yeridir. Bu ülke için artık, ideolojik bir yalan aygıtı olarak, bütün dünyada hüküm süren organize hırsızlık düzenine hizmet etmenin ötesine geçmiş, açık ve mide bulandırıcı biçimde yalanla yol alan bir yeni egemenler düzeninin silahına dönüşmüştür.
Eskiden beri "para", "marka", "şöhret", "teknoloji fetişizmi" temalarından kurgulanan ideolojik temel taşlarını, başta reklam olmak üzere, yabancı diziler, hemen tümü futboldan ibaret spor programları, bayağının bayağısı eğlenceler, egemen düzeni parlatan tek yönlü haber ve tartışma programları üzerinden yerleştiren zihniyet, bugün ek olarak yabancı yerine her biri birer "büyüklere masallar" kıvamında yerli dizilerin geçmesiyle ve "sivil ekran mahkemeleri"ne dönüşen tartışma proramlarıyla sürmektedir. Yalanı gerçek kılmak konusunda uzmanlaşmaktadır.
Sözün özü, felaket bir düzey kaybıyla, apaçık bir çirkefe dönmüştür ekran. İşte bu yüzden kapatın usulca düğmesini. Ama cihazın üzerinden kapatın bence, kumanda elde oldukça yenilmek işten değil bu canavara.
İnternet, kolaylığın çoğalttığı özensizliklere ve birçok bayağılığa karşın size seçme ve gerçekleri okuma şansını sunuyor en azından. Oysa televizyonda üç-beş kanal dışında size saygı duyan bir şey kaldı mı? Ve onlar da izlenebilmek, reklam pastasından pay almak uğruna umulan düzeyi ne kadar umursuyor?
İnternetten okumakla yetinemez tabii bir kez okumaya başlayan. Gazete, dergi ve kitaplar elbette. Özellikle kitaplar... Balzac'ın "İçinde iyi bir şey bulunmayacak kadar kötü bir kitap yoktur." sözü boş bir söz müdür? Bir de size uygun, iyi bir kitabı okuduğunuzu düşünün. Düşünmeyin yapın bence, "zaman yok", "pahalı", "bulunmuyor" klişelerinin ciddiye alınacak tarafı yok artık. Kitaba ulaşmak çok kolay. Bazıları internette bile var. Okumak insanı tahammüllü yapar, sabırlı yapar, sorgulayıcı yapar. Kitap okumak kişiseldir, kitlenin bir parçası olmanın hoyratlığından uzaklaştırır, sürü ahlakının acınası zavallılığından kopartır. Haftada bir kitap okuyun, ayda bir okuyun ama düzenli okuyun derim. "Bunca zaman kitap kapağı kaldırmamışım neyime benim" demeyin, bir şeye yetişmek için, bir şeylerin eksiğini kapatmak için değil, kendiniz için, hem öğrenmek hem estetik bir haz için okuyun. Kitap akademik, profesyonel uğraşların, entellektüellerin bir nesnesi değildir yalnızca. Kitap herkes içindir. Herkes için bir kitap yazılıyor ya da basılıyordur şu anda bir yerlerde.
Yetmişbeş milyona yakın insanın kaçı düzenli bir şeyler okuyor bu ülkede? Sanal alemde ya da matbu olarak... Çok az elbette. Acınacak ölçüde, bir ülkenin utancı olacak ölçüde değil mi?
İşte ancak sıradan insanı okumayan bir ülkenin televizyon ekranlarında, devletin kanalında yıllar yılı efendice sunan bir spor sunucusu her akşam, iktidar oyuncaklığının en ileri aşamasında, yeni konseptlere uyarlanacağım diye jest, mimik, ritim, bildiği ne varsa unutmuşçasına, ne idüğü belirsiz, izleyeni yoran bir ucube gösteri sergiler. Ve işte okumayan, gerçekle, öğrenme isteğiyle, estetikle bağını yitirmiş bir izleyici ancak bunu "Bu nedir yahu?" diye sormadan izler, bir güzel yutar ve sindirir.
İşte ancak, milyonlarca insanı günde iki satır burç falı bile okumayacak kadar yazıya çiziye yabancılaşmış bir ülkenin ortalama izleyicisi, "Bu bağıra çağıra konuşan adam, şu güzel ama hırstan çirkinleşmiş bayan neden devam eden yagılamalar hakkında hüküm bildirmekle kalmayıp "şunu da tutuklamalı, bunu da yargılamalı" diye atıp tutar da kimse "dur bakalım!" diyemez" diye bir kere olsun sormayı akıl edemeden çekirdeğini içlemeyi sürdürür...
Kapatın televizyonlarınızın düğmelerini bir süre için ve oluşan sessizliği dinleyin lütfen. Sonra müziği açın usulca, alın kitabınızı elinize ve okumaya başlayın. Ama hemen koyuvermeyin bir kenara, bırakın akıp gitsin, gitmiyorsa bir başkasına başlayın. Lütfen başlayın bir yerden, ardı geliyorsa ne ala, gelmiyorsa boşverin gitsin.
Yine de hemen kumandayı almayın elinize, bir şans daha verin kendinize, izlemek kolayınıza geliyorsa, geçin internete, bulun bir siteden François Truffaut'nun "Fahrenheit 451"ini, izleyin. Sonra artık içiniz hala kaldırıyorsa o rezaleti, zihniniz izin veriyorsa hala, buyrun televizyonunuzu izleyin.
Haşmet Şenses
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Salvador Dali
İstanbul'da Salvador Dalí sergisi vardı. Ben de karın yağmasını fırsat bilip, hem güzel kar resimleri çekerim, hem de sergiye bir uğrarım diyerek yola çıktım.
Tabii ki İstanbul'un karı malum, daha tutmadan eriyor. Anadolu Yakası'nın karı, Beyoğlu'nda yoktu bile, çoktan erimişti. Benim kırmızı tramvayı karlı çekme hayalimde, güneşle beraber eriyip gitmişti.
Galatasaray'dan bir yol iner Tophane'ye doğru, bu yol üzerinde eski eşya satan dükkânlar, yıkılmak üzere olan eski ahşap evler, karşılar sizi. Bir de sokak kedileri. Grili, siyalı tüyleriyle üşümüş üşümüş bakarlar size.
Bir taraftan, soğuktan kızarmış burnumu çekerek, bir taraftan, kedileri severek, Tophane'ye kadar yürüdüm. İşte burada benim, kendime ideal aldığım, onun gibi görebilseydim, keşke dediğim, büyük bir sanatçı vardı; Salvador Dalí.
Daha önce Sakıp Sabancı Müzesi'ne, sırf onun için, uzun yoldan geldiğim zaman, yıl 2008'di. "İstanbul'da Bir Sürrealist Salvador Dali" adlı sergisinde, İspanyol sanatçının, yağlı boya tabloları, çizimleri ve grafiklerinin yanı sıra, el yazmaları, defterleri, mektupları ve fotoğrafları gibi 380 parça eseri sergilenmişti o zaman.
Şimdi ikinci bir şansım daha olmuştu.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Tophane mevkisinde açılan sergi 121 eserden oluşuyordu.
Sergide; "İlahi Komedya, Sürrealizm İzleri, Gala ve Akşam Yemeği" adlı eserleri de yer alıyordu.
Sürrealizm; resimde en büyük akımdır bence. Onun en iyi temsilcisi de tabii ki; Dali'dir.
Dali'nin Sürrealizm yanlısı çizimleri, her eserinde kendini gösterir.
Gerçek üstü yapıtlarından, orijinal duruşundan, dikkat çekme eğilimin fazla olduğundan, bahsedebileceğimiz Dali'nin, en beğendim eseri; saatlerin erimesidir. Hem zaman kavramı açısından, hem de peynirle, saatin birleştirilmesi açısından çok orijinal bir eserdir.
Her dahi sanatçının hayatın da olduğu, gibi annesinin ve eşinin, onun hayatında çok önemli bir yeri olmuştur. Annesini ve eşini kaybettikten sonra çok üzülmüş ve eserleri, duraklama dönemine girmiştir.
Özelikle eşi Gala'nın ölümden sonra, tek bir eser yapabilmiş, ondan sonra ki hayatını da, savruk bir şekilde yaşamıştır.
İlginç bir karaktere sahip olan, hayatı acılarla geçen, bohem bir hayattan, çok ilginç eserler yaratan, Dalı'nın eserleri çağının en iyi eserleridir.
Ve böyle dahiler, yüzyılda bir ancak gelir diyerek, eserlerini 26 Şubat'a kadar görmenizi tavsiye ederim.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
TERSİNE SORUŞTURMA
Başlangıç Notu: Aşağıdaki Olaylar Uranüs isimli çooook uzak bir gezegenin güzeller güzeli en güzel coğrafyasında muhtemelen 2025 yıllarında filan geçmektedir. Günümüzle bir ilgisi yoktur. İlgili ve ilgisizlere duyurulur.
Cumhuriyet savcısı (bundan sonra CS): Sayın Kontr terör yetkilisi Zihni Çokşişman (ZÇ)
Şu anda neden burada olduğunuzu biliyor musunuz?
ZÇ: He vallah, bilmekteyim.
CS: Gözaltına alındığınız andan itibaren herhangi bir kötü muamele veya darp edilme ile karşılaştınız mı?
ZÇ: Hayır gayet iyi muamele gördüm. Gak dedikçe su, guk dedikçe ekmek yani. Polis sorgusunda ne biliyorsam bir bir anlattım zati.
CS: Sayın ZÇ size isnat edilen suçu biliyor musunuz?
ZÇ: Bilmekteyim. Hiçbir suç kanıtı olmadığı halde gözaltına alınan 7 liseli gence işkence yaptım. Kendilerini öldüresiye dövdüm ve dövdürdüm.
CS: Sayın ZÇ sizin de izninizle "hiçbir suç kanıtı olmadığı halde" sözlerinizi tutanaktan çıkartmak istiyorum. Çünkü bu beyanınız suçlu olanlara işkence yapmanın meşru olduğu gibi bir sonuç yaratır efendim.
ZÇ: Siz bilirsiniz sayın savcım.
CS: Suçlu bile olsa zanlılara işkence yapılamayacağını, bunun insanlık suçu olduğunu biliyorsunuz değil mi?
ZÇ: Bilmiyordum ama Karakolda yeni öğrendim sayın savcım.
CS. Bir süredir teknik takip altında tutulmaktaydınız. Gerek bireysel olarak size atılı suçla ilgili olan, gerekse verdiğiniz ve suç olduğu iddia edilen talimatlarla ilgili olan kısımlara ait olanlar dışında teknik takibe dayalı bütün telefon kayıtlarınız silinmiştir.
Geride kalan kayıtlar son derece gizli tutulmakta olup, sizin suçunuzu Mahkeme önünde de ikrarınız halinde tamamı delil niteliğini yitireceğinden yok edilecektir. Bu konuda bilgi sahibi kılındınız.
ZÇ. (Oleeey, ulan aynı anda iki hatunu daha idare etmekte olduğumu, bizim kaşık düşmanı öğrenseydi yanmıştım valla. Beni babasına vurdururdu namussuzum.) Bilgi sahibi oldum sayın savcım.
CS: Emniyette ki davranışlarınız ve itiraflarınız nedeniyle 3 gün olan gözaltı süresi bir güne indirilmiş olup, buradan da tutuklanmanız istemiyle nöbetçi mahkemeye sevk edileceksiniz. Şimdi soruyorum size isnat edilen işkence yapma suçu ile işkence yapılması talimatlarını verdiniz mi?
ZÇ: İleride benim de içeriye tıkılabileceğim, yani biz herkesi Kilimli'ye tıkarken hiç aklıma gelmemişti, sayın savcım. Yani benim bildiğim tutuklulara işkence yapmak çok normaldi. Bir gün suç olabileceği hiç aklıma gelmedi, sayın savcım. Verdim yani. Olay sırasında hiç de acımadım bu gomonislere, ne de olsa okul müdürü de şikayetçi olmuştu. Şimdi anlıyorum ki suç işlemişim. Yeni hükümet geldi böyle oldu.
CS: Sayın ZÇ siz de kabul ettiğiniz takdirde "yeni hükümet geldi böyle oldu" beyanınızın tutanaklardan çıkarılmasını istiyorum. Bu ifade yargının bağımsızlığına gölge düşürüyor. Son yasal değişikliklerden sonra yargı gerçek anlamda bağımsızlığına kavuşmuş olup, bize değil hükümet, Cumhurbaşkanı bile emir veremez. Bir Cumhuriyet savcısı sadece ve sadece yasalarla bağlıdır ve ona göre işlem yapar.
Bilmelisiniz ki artık Adalet Bakanı değil HSYK toplantısına başkanlık etmek, HSYK binasının olduğu sokağa bile geçmişin utancından olsa gerek girmiyor artık. Dedikodulardan çekiniyor da olabilir tabii. Yaz kızım sonuç olarak zanlının ifadesi tamamlanmış, suçunu ikrar ettiğinden tutuklanma istemi ile Nöbetçi Mahkemeye sevkine karar verilmiştir. İşbu ifade ilgilisine tekrar okutularak imza altına alınmıştır.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kant ve Levinas Etiğinde Özgürlük Kavramı Üzerine II |
|
Kant, insandaki "ussal öz" olarak Kendi'yi; Levinas ise Ben karşısında Öteki'yi verili olarak ve mutlak biçimde kabûl eder ve özgürlük kavramı, özgür kişiyi otonomi/yâderklik ikilemi içine sürükler. Kant etiğindeki Kendi ile Levinas etiğindeki Öteki, belirli türden bir kendinde şey kavramsallaştırması içinde ortak bir kavrayışı, değişik bir şekilde yansıtmaktadır. Kant etiğindeki bu kendinde şey, doğrudan bir etik yönelim içermez; François Laurelle'nin de belirttiği üzere "Levinas [ise] tamâmen etik bir Öteki îcât eder; davranışları açıklama gücünden bile önce; Öteki'nin ahlâkî davranışlarının açıklanabilmesinden bile önce, Levinas'ta Öteki, zâten etik bir ötekidir." (Aktaran: Bauman, 1998:109)
Kendi ve Öteki'nin bu tür bir kavranışı, özgürlük sorununu içinden çıkılması güç bir sorun hâline getiren "Kim için özgürlük?", "Ne için özgürlük?" ve "Nasıl bir özgürlük?" sorularını cevaplamada ciddî sorunları da berâberinde getirmektedir; Kendi'nin ya da Öteki'nin mutlaklaştırılması, etik ilişkiye de zarar vermektedir. Kant etiğinde etik özne ya da özgür kişi, kendi özgür eylemlerinin değerini, ahlâk yasasının kurallarına göre biçer ve başkalarını ölçüt almaktan sakınır. Böyle yapacak olursa, bu değerin tamâmen rastlantısal olacağını düşünür ve hattâ, yüksek değerlere yönelik bir nefretin bile açığa çıkabileceğine inanır. (Kant, 2007:162)
Levinas etiğinde ise etik özne ya da özgür kişi, kendi özgür eyleminin değerini, Öteki'ye karşı sorumluluklarından ve bu sorumlulukları vazgeçilemez kılan Tanrı'nın buyruğundan; "Öldürmeyeceksin!" buyruğuna uygun davranışlarından alır ve bu, "etik öznenin aşkınlığını -dışsallıkla ilişkisinde kendimden başka hâline gelmemi- açıklamaya yarayan başka bir öznelik mefhumu sağlar." (Direk, 2005:143) Kant etiğindeki etik öznelilik ya da özgürlük, akla karşı sınırsız bir güvene; Levinas etiğindeki etik öznelilik ya da özgürlük ise Tanrı'ya ve bu buyruğa karşı sınırsız bir güvene indirgenir. Bu durumda, etik ilişki ve özgür kişi, Kant etiğinde akla karşı sınırsız güvenin; Levinas etiğinde ise Tanrı'ya karşı sınırsız güvenin olumlanması bağlamında ikincil hâle gelir ve özgürlük kavramı, etik ilişkiye zarar verir.
Kant etiğindeki öznelilik tasarımı, insan türünün doğadaki diğer canlılar karşısındaki tekilliğini ve biricikliğini koruma amacındadır; Levinas etiğindeki öznelilik tasarımı ise insan türünün farklı üyeleri arasındaki tekilliği ve biricikliği koruma çabasını yansıtmaktadır. (Bauman, 1998:72) Özgürlük kavramının bu kaynak düşüncesiyle ele alınması ise etik ilişkinin kaybıyla sonuçlanmaktadır. Georg Simmel'in de eleştirdiği gibi, "ussal öz" olmak bakımından Kendi, kendisine yönelik tutumu nedeniyle tüm Ötekileri, Kendi'si için ve Kendi'sine yapacağı yolculuklarda bir tür istasyon olarak görür ve tüm bu istasyonlarda, Öteki'yi tanımaya çalışmak yerine, kendi eşsizliğini ve üstünlüğünü onlara dayatarak Kendi'sine yönelik ilgisini eylemlerine yansıtır. (Simmel, 1971:221-3)
Levinas etiğindeki özgür kişi, "Öldürmeyeceksin!" buyruğunun karşı konulamazlığı içinde Öteki'ye yâderk hâle gelirken, kendisini Tanrı'ya teslîm eder. (Levinas, 1989:192-8) Hâl böyle olunca, her iki etikte de Ben'in özgürlüğü ile Öteki'nin özgürlüğü, birbiri içinde eritilmek istenir ve etik ilişki, bir tür eritme potası olarak ortaya çıkar ki, bu noktada da Jacques Derrida'nın Levinas etiğindeki öznelilik tasarımına ilişkin eleştirilerine bakmakta yarar vardır. Derrida, Levinas'ın Ben ve Öteki arasında kapatılamayacak bir mesâfe yarattığını, bu durumda etik ilişkinin zâten olanaksız olduğunu; hattâ, Ben'in biricikliğini kurtarmaya çalışırken Levinas'ın, Öteki'nin biricikliğini ortadan kaldırmayla sonuçlanacak bir çaba içine girmiş olduğunu savunur.
Derrida, Levinas'ın Husserl'in başka Ben formülasyonu eleştirisini de haklı görmez ve Levinas'ın aksine, Öteki'yle etik ilişkinin, Öteki'nin ancak başka Ben olarak kabûl edilmesiyle olanaklı olduğunu savunur. Derrida'ya göre başka Ben, Levinas'ın düşündüğünün aksine, Ben'le tıpatıp özdeş olmadığı gibi, Ben ile başka Ben'in belirli bir ortaklık kurmaları da Aynı'nın mantığına düşmeyle sonuçlanmaz. Gerçi, Husserl fenomenolojisinde duygudaşlık kavramı, son çözümlemede böyle bir aynılaştırma tehlikesi yaratır; Ben'in bu başka Ben'i sırf duygudaşlıkla ele geçirmesi ise zâten mümkün değildir. Ben'in yaşadığı bu deneyim, kendi dünyâsallığına içkindir.
Derrida'ya göre Ben, bu içkin deneyimle gelen farklılığın bir başka Ben için de farklı biçimde gerçekleşebileceğinin farkındalığına ulaşır. Kendi dünyâsallığının bilincine varan Ben, başka Ben'le belirli bir ortaklık zeminine sâhip olsa da onun da kendine âit bir dünyâsallığa sâhip olduğunu görür ve buna saygı gösterir. Etik ilişki, Derrida için aslında, Ben ile başka Ben arasında farklı dünyâsallıklara ilişkin bir etik saygıdır; bu yönüyle de simetrik bir talebi gerektirir. Ben, Öteki'yle karşılaşma ânında, bu başka Ben'in kendi dünyâsallığını görüp ona saygı gösterince, aynı şeyi başka Ben'den de bekleme hakkı kazanır ki, Derrida'nın bu çözümlemesi (Derrida, 2004:159-61), Levinas'ın kabûl etmeyeceği bir değerlendirmedir.
Dolayısıyla, Kant etiğinde etik öznenin özneliliği ya da özgürlüğü, Kendi'nin verili olarak kabûl edilmesi nedeniyle "içkin" ("ussal öz" veya "akıl") ya da Levinas etiğinde Öteki'nin verili olarak kabûl edilmesi nedeniyle "aşkın" (Tanrı ve "Öldürmeyeceksin!" buyruğu) olarak temellendirilmek istenmişse de otonomi/yâderklik ikileminin aşılamaması nedeniyle etik ilişki, bir tür eritme potası olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki etikte de özgürlük kavramı, etik ilişkinin dışında farklı birtakım referans noktaları nedeniyle, Ben ve Öteki arasında etik bir paylaşım içinde kavranılmamıştır. Bu iki etik, özgürlüğü barışçıl bir yönelimle ele almak yerine, etik ilişkiyi içkin ya da aşkın güvenirlilikler içinde ikincil hâle getirmiştir.
Kant etiği, kendi olanaklı koşullarını gerek bilme yetilerine, gerekse de insanın varlık yapısına ilişkin ikili bir ayrımda bulur ki bu ayrım, duyulur dünyâ ile düşünülür dünyâ arasındaki ayrımdır. Kant'a göre saf akıl, "olanlar"la (varlık) ilgilenir; saf pratik akıl ise "olanlar"dan bağımsız olarak "olması gerekenler"e (etik) ulaşır. Kant bu görüşlerini, insanın hem duyulur dünyâya, hem de düşünülür dünyâya âit olmasıyla temellendirir. Bu yolla Kant, etiğinde "olanlar"dan hareketle "olması gerekenler"e ulaşmaya çalışmaz; "olanlar" çünkü deneyseldir, yanıltıcı ve yanlışa sürükleyicidir ve ahlâk metafiziğine konu olamazlar.
Levinas etiğinde ise Kendi'yi varlıktaki kendi zincirlerinden koparacak ve etik özneliliğine/özgürlüğüne taşıyacak olan Öteki'yle karşılaşmadır ve Levinas da "etik düzlem" ile "varlık düzlemi" arasında bir ayrım yaparak bu iki düzlemi, tıpkı Kant gibi, önce kategorik olarak ayırır ve sonra da bir biçimde bunları birbirine bağlamak zorunda kalır; "olanlar" ile "olması gerekenler" arasındaki ilişkide Ben'in özneliliğini/özgürlüğünü, özel bir yere yerleştirir. Oysa, gerek Kant etiğindeki, gerekse de Levinas etiğindeki bu ayrımlar, kendi özneliliği/özgürlüğü içinde kendisini sürekli haklılaştırmaya çalışan bir özne tasarımına zemin hazırlamaktadır. (Bernasconi, 2005:110-25)
Kant etiğine ilişkin olarak düşünüldüğünde, Conrad H. Waddington'un da dikkat çektiği gibi, insanlık târihine damgasını vuran hemen tüm trajedik olaylarda fâiller, zâten eylemlerinin haklı olduğuna içtenlikle inanan kimselerdir ve bu inançları onları, bu felâketlerden alıkoymamış; inançlarına yönelik bu tutumları, eylemlerini onların gözünde haklılaştırmıştır. Bu felâketlerin zemininde de sonuç olarak "iyi isteme", "koşulsuz buyruk", "istemenin genel yasa koyuculuğu", vb. kavramlara rastlanılabilmekte ve etik/özgür eylemin "saflığı", bu felâketleri önlemeye yeterli olamamaktadır. (Waddington, 1960:186-8)
Kant'ın Kendi'si, Ben-sevgisi ve doğa nedenselliğinden; duyulur dünyâdan bağımsız olarak belirlediği eylemleriyle Kendi'si için istediklerini başkası için de hak olarak görme ve gösterme yoluna gitmiş ve duyulur dünyânın üzerine çıkıp düşünülür dünyânın yurttaşı hâline gelen öznenin bu istemesinin etik niteliğinin güvencesini, bu iki dünyâ arasındaki ayrım oluşturmuştur. Kendi, düşünülür dünyâda Kendi'sinden başka bir şey görmediği gibi, Öteki'yi de görmez ve Öteki'nin gerçek taleplerine bakmak ve kendi sorumluluklarını kendi özgürlüğü içinde bunlar üzerinden tanımlamaya çalışmak yerine, Kendi'sini haklılaştırmaya yönelir.
Levinas'ın Öteki'si de "etik düzlem" ile "varlık düzlemi" arasında yaptığı ayrım bakımından, Kendi için hep aşkın kalır ve Levinas Kendi'yi, Üçüncü'nün dolayımında Ben olarak yeniden varlık düzlemine getirmek ister. Fakat etik ilişki, Öteki'yle karşılaşmayla başladığına göre ve bu ilişkide Öteki'nin yüzünde Tanrı'nın izi olan "Öldürmeyeceksin!" buyruğu dolayımsız biçimde görülüyorsa, bu buyruğun uzanımında herhangi bir Öteki ile bir başka Öteki de "Öldürmeyeceksin!" buyruğunun "taşıyıcısı" olmak bakımından bir ve aynı tutulmuş olur. Bu da aslında, Levinas'ın etik ilişkisinin Aynı'nın mantığını içerdiğini ve "etik düzlem" ile "varlık düzlemi" arasındaki ayrımının sorunlu olduğunu gösterir. (Levinas, 2003:218-9, 248)
Levinas etiğinde Üçüncü, Ben ve Öteki'yi etik düzlemin aşkınlığında kaybolmak yerine, "gerçekliğin kuyruğuna takılarak" yeniden "varlık düzlemi"ne taşıyan araçsal bir konum üstlenir. Bu tür bir araçsallık üzerinden etik ilişkinin "varlık düzlemi"ne taşınabilmesi ise zâten mümkün değildir. Ben, "varlık düzlemi"nde bulacağı Üçüncü'yle kuracağı yeni bir "etik ilişki" içinde "etik düzlem"e geri döner ve "etik sorumluluklar", hiçbir zaman varlık düzleminde gerçekleş(e)mez. Levinas etiğinde etik/özgür özne, tıpkı Platon'dan beri yapıldığı gibi, aşkın bir düzlemde değerleri ya da ideaları, "olması gerekenler"i; "sorumluluklar"ı görür; ama, bunları somut gerçekliğe dönüştürmeyi başaramaz.
İmdi, Kant etiğinde içerilen Aynı'nın mantığı olarak "ussal öz", Levinas etiğinde, "Tanrı tarafından yaratılmış olmak", "Tanrı katında eşit olmak", "Tanrı katında eşit değerde olunduğu için başkalarını öldürmemek/farklılıkları yaşatmak", vb. ön kabûllerle, başka türden bir Aynı'nın mantığı olarak yeniden ortaya çıkar. Ben ve Öteki arasında ne kadar güçlü bir ayrım ortaya koymaya çalışırsa çalışsın, "Öldürmeyeceksin!" buyruğuyla ve "Tanrı katında eşitlik" düşüncesiyle etik/özgür özne, etik ilişki içindeyken dahi varlık düzlemindedir ki, bu da bu iki düzlem arasında yaptığı ayrımı bulanıklaştırır ve Levinas etiği, geleneksel ahlâk dizgeleriyle ortak bir zemini paylaşmak zorunda kalır.
Kant etiği ise insanın akıl sâhibi bir varlık olması nedeniyle istemelerinde Ben sevgisi ve doğa nedenselliğini yenme olanağı bakımından özgürlüğünü "temellendirse" de bu kez bu özgürlük, insan türünün farklı üyeleri arasında tekillik ve biricikliği ortadan kaldırmaktadır. Her iki etikte de özgürlük kavramı, Ben'in Ben olarak; Öteki'nin de Öteki olarak ilişkiye girebileceği ve bu farklılıklarını barışçıl biçimde koruyabilecekleri bir öznelilik tasarımına dayanmamaktadır. Levinas etiği, bu tekillik ve biricikliği koruma iddiâsındır; ama, "etik düzlem" ile "varlık düzlemi" arasındaki bu ayrımın temelsiz kalışı, aynı zamanda "ilk felsefe olarak etik" hakkındaki görüşlerini de tartışma konusu hâline getirmektedir.
Levinas, Kant'ın aksine, Felsefe'nin en önemli sorunu olarak özgürlük sorununu görmüyor; Felsefe'nin temeline "Öteki'ye saygı"yı ve bu saygıdan türetilecek etiği koymak istiyordu. Üstelik, Levinas'a göre etik, tüm varlığı temellendirecekti; vârolan bir şey, kendisini haklı kılmak isteyecekti. (Bauman, 1998:66-7) Levinas etiğinde Öteki'nin hep aşkın kalması, bilinemez oluşu -Derrida'nın da dikkat çektiği gibi- Ben ve Öteki arasında bu kadar aşılmaz bir uçurum konulması (Derrida, 2004:160), berâberinde tüm varlığın da bilinemezliğini savunma ve giderek nihilizme düşme tehlikesi taşımaktadır.
Vârolan bir şey haklı kılınmayı bekleyecekse ve bu haklı kılmayı da Öteki'ye karşı sorumluluk gerçekleştirecekse, Öteki'yle karşılaşma öncesinde Kendi'nin tecrübe ettiği varlığın ne olduğu da ayrı bir tartışma konusu olmaktadır. Etik öznenin özneliliği/özgürlüğü ve "etik düzlem" ile "varlık düzlemi" arasındaki ayrım bakımından etik "ilk felsefe" olacaksa ve Öteki'ye karşı sorumluluk da Tanrı'yla ve "Öldürmeyeceksin!" buyruğuyla ilişkilendirilecekse, ilk felsefe etik değil, "teoloji" olacaktır. Kaldı ki Levinas, Öteki'yi verili kabûl etmesinin yanı sıra, Tanrı'yı ve Tanrı'nın varlığını da verili kabûl etmiş ve etik ilişki içinde Ben'in nihilizme düşmesini engellemeye çalışmıştır.
Bunun temellendirilmesi içinse Levinas, metafizik arzu gibi birtakım mefhumlara başvurmak zorunda kalmıştır. Bu çözümlemesinde Levinas, etik ilişkiyi yine varlık düzlemi içinden türetmiş olduğu için, hem bu ayrımı bulanıklaştırmış, hem de "Öldürmeyeceksin!" buyruğunu tüm varlığı ayakta tutacak genel bir ilke olarak kullanmakla (zor) özgürlüğü, bu kez teo-ontolojik bir incelemenin konusu hâline getirmiştir. Nasıl ki, Kant etiğinde Tanrı'nın varlığı, özgürlüğün önünde bir engel olarak konumlandırılmayıp, aynı zamanda da özgürlük, Tanrı'nın varlığına ilişkin bir güvenin dolayımında koruma altına alınmışsa, Levinas etiğinde de aynı kabûl, farklı gerekçelerle ortaya konmuştur.
Kant etiğinde olandan farklı olarak, Levinas etiğinde Tanrı'nın varlığı verili olarak kabûl edilmeyip bu dolayımdan geçilmediğinde ise (zor) özgürlük, bütünüyle muamma hâline gelmektedir. Kant etiğinde özgürlüğün temellendirilmesi, Tanrı'ya dayanmaz; Levinas etiğinden "Tanrı çıkartıldığında" ise etik öznenin özneliliği/özgürlüğü tartışma konusu hâline geleceği gibi, tüm varlığı ayakta tutan/tutacak olan "Öldürmeyeceksin!" buyruğunun uzanımı olmaksızın gerek etik, gerekse de varlıksal bakımdan tam bir nihilizm ortaya çıkacaktır. Etik/özgür özne, kendi yalnızlık ve çâresizliği içinde, bu nihilizm döngüsünden kurtulamayacaktır.
Gerek Kant etiğinde, gerekse de Levinas etiğinde özgürlük, son çözümlemede bir tür irâde özgürlüğü olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat, özgürlük sorunu bağlamında; "Kim için özgürlük?", "Ne için özgürlük" ve "Nasıl bir özgürlük?" soruları bağlamında bu irâde özgürlüğü, kaynak düşüncesi ve yukarıda bahsedilen gizli öncüller nedeniyle farklı birtakım sonuçlar doğurmaktadır. Kant için özgürlük, Kendi için; Kendi'nin ussal öz olarak açığa çıkması için, Ben-sevgisi ve doğa nedenselliğinden bağımsız bir istemenin özelliği/özerkliğidir ve burada irâde özgürlüğü, Kendi'nin Ben-sevgisi ve doğa nedenselliği ile ahlâk yasası arasında bir tercihi olarak değerlendirilir.
Levinas içinse özgürlük, Kendi'sinden kurtulan bir Ben için; Ben'in etik özneliliği/özgürlüğü için, Öteki'ye yâderkliğidir ve buradaki irâde özgürlüğü ise Kendi'nin kendi dünyâsallığı ile Öteki'ye karşı sorumlu olma arasında bir tercihi olarak değerlendirilir. Davies'ın da dikkat çektiği gibi, Kant etiğinde özgür kişi, irâde özgürlüğünü "kendi başına" kullanma özelliğine sâhiptir ve bu özgürlüğünü, aklın genel yasa koyuculuğu içinde Kendi'si tarafından kullanır. Levinas etiğindeki özgür kişi ise bu konuda ciddî bir açmaz içindedir; Levinas, Öteki'yle karşılaşma ânında akıl ve bilincin bütünüyle devre dışı kaldığını savunmuştur. (Davies, 2002:178)
Ne var ki, bu durumda Kendi'nin neyle ne arasında, neye göre ve nasıl bir tercih yapacağı sorusu cevapsız kalır ve bunu tartışmak yerine Levinas, Öteki'nin yüzünde yankısını bulan yardım talebinin mutlaklığını ön plâna çıkartır. Her iki etikte de özgürlük bir tür irâde özgürlüğü olarak kavranılırken, bu irâdenin tercihe bağlı olmaklığı; istenilen bir şeyin başka bir şeye tercih edilmiş olmaklığı, Levinas etiğinde büyük bir sorundur. Levinas, karşılaşma ânında kişide ortaya çıkan utancın, kişinin Kendi'sini sorgulamasını, Kendi'sini boşaltmasını sağladığını savunmaktadır. (Morgan, 2007:93)
Hâlbuki, bu utanç nedeniyle Kendi'nin sorgulanması, ilişkiye Kendi'nin Kendi olarak katılmasını ve bu da akıl ve bilincin etik ilişkiye dahlini zorunlu kılar ki, bu da Charles Taylor'un da dikkat çektiği gibi, Levinas'ın etik ilişkide aklın ve bilincin bütünüyle devre dışı kaldığı yollu kabûlünü sorunsal hâle getirmektedir. (Taylor, 1985:56-8) Karşılaşma ânında Kendi'de açığa çıkan "travmanın aşkınlığı" içinde bu sorgulamanın gerçekleşmesi; kişide açığa çıkan utancın bu aşkınlık içindeki etkinliği, ilk özgürlükten zor özgürlüğe geçişi bulanıklaştırmakta ve hattâ, özgürlüğün ya da etik özneliliğin de derecelerinin olup olmayacağı sorusunu akıllara getirmekte ve "Kendi'nin ölümü" söylemi, anlaşılamaz hâle gelmektedir. (Drabinski, 2001:117)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
İki nokta
Biz..
iki kalemdik düş kuran
Üçüncüye hiç varamayan
Bitkin bir aşk içinde,
iki noktaydık..
Kavuşamayan
Biz..
İki kalemdik.
Aşka dair
Hayata dair
Bize dair
Her cümlenin ardına
iki nokta koyan..
Öyle güvenirdik sözümüze
Vurdumduymazdık
Umursamazdık
Anlamazdık
Üstelik..aşk kadar küstahtık
Lirik şiirler içinde
Göremedik..ikimizde
Ya da korktuk belki de
Üçüncü noktanın giz kokan ardından!
Oysa sevmiştik
Direnmiştik
Ve..
hep yenilmiştik
O gurur tablosundan
Akan buğulu sanata..
Birleşemeyen
İki noktaydık biz
Öyle uzaktık aslında
ve öyle bir arada..
Oysa
Ya tek nokta olmalıydık
Ya da üç nokta..
Ya yalnız kalmalıydık her cümlenin ardında
Ya da sonsuzluğa varmalıydık
Bu aşkta..
Fatih Ünver
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|