|
|
|
Editör'den : Avrupa Şampiyonu olmuşuz!.. |
Memlekette olup biteni bıraktık Fransa'nın yaptığı densizlikle yatıp kalkar olduk. Hala anlayabilmiş değilim. 10 sene önce soykırım iddialarını kabul edenlerle 1 ay öncesine kadar enseye tokat arkadaşken, aynı ademler iddiayı reddedene ceza vereceğiz deyince düşman olduk. Maç sonucu bekler gibi bekledik oylama sonucunu. Bizi çok taktıklarını(!?) anlayınca da başladık bağırmaya. Yaptırımlar hazır bekliyor diyenler şimdilerde Fransa parlamentosunda toplanacak 60 imza ile Anayasa Mahkemesine başvuracak Fransız babayiğitleri bekliyor. Havalarını alacaklar o ayrı. Dayılanma Dış Siyaseti ile durumu bugüne kadar idare edenler Fransız bir dayı bulma telaşındalar ya işte orası pek komik. Fransa'nın ettiğinin iler tutar bir yanı elbette yok. Edepsizliğin, saygısızlığın daniskası. Amma velakin, inkar edene ceza verilmesini fikir hürriyetini kısıtlama olarak algılayıp karşı çıkanların, "vardır" diyene de aynı anlayışla yaklaşmalarını beklemek hakkımız değil mi? Yoksa, sen inkar edene ceza veremezsin ama ben var diyene çakarım mı diye bağırıyoruz onu bir anlayalım hele.
Bir Ermeni gazeteci, olsa olsa bize hakaret etmiştir diyerek öldürüldü bu memlekette. Ne, söylemek istediği anlaşılmaya çalışıldı, ne de, fikirdir, söyler denildi. Birileri bir veledi alet edip canını aldılar adamın. Başka birileri, beş yıl sonra, bu veled bu işi kendi başına yapmıştır dedi, bunun da adı adalet oldu. Sonra kalkıp Fransa'ya kızıyoruz, bak hele sen. Herşeye rağmen, Fransa'ya kısıtlı yaptırım uygulamasına varım. Hatta ben uygulamaya başladım bile, Fransız ekolünün temsilcisi sarı-kırmızılı futbol kulübüne saksı muamelesi yapacağım bundan böyle. Katılmak isteyenleri beklerim.
...
Resmi tirajı 25 bin, gayriresmi tirajı 1 milyon olan, okyanus aşırı destekli, hormonlu gazete Zaman 25. yılını kutladı. Tayyip Bey tören konuşmasında Türkiye'deki basın özgürlüğünden(!?) dem vururken, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü de, Dünya özgür basın sıralamasını açıkladı. 179 ülke arasında 148. olma başarısını gösteren Türkiye'de özgür basından bahseden Tayyip Bey, belli ki, olaya Fransız kaldı. Verdiği örnek te pek vurucuydu doğrusu, polis vuran birinin cebinden basın kartı çıkmış ta, bu da tutuklu gazeteci olarak anılıyormuş ta, aslında gazetecilik yaptığı için tutuklu olan kimse yokmuş ta, halamın sakalı olsaymış ta, amcam olurmuş ta, vesaire vesaire. Haydi biz salağız. Balbay, Özkan, Şener, Şık, Yalçın ve diğerleri silahlı örgüt üyesi olduklarını için tutuklular masalına inanırız, peki elin yabancısı inanır mı? İnanmaz. İnansa inansa Kadir İnanır.
Taze bir haber size; "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) geçen yıl en fazla mahkum edilen ülkeler sıralamasında Türkiye ilk sırada yer aldı. Türkiye geçen yıl 159 davada, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin en az bir maddesini ihlalden dolayı AİHM'de mahkum edildi. Türkiye'yi bu sıralamada 121 davayla Rusya, 105 davayla Ukrayna izledi." Avrupa Avrupa duy sesimizi, işte bu gelen Türkiye'deki hukukun ayak sesleri. İstediğiniz Avrupa Şampiyonluğu ise alın size en tazesinden bir kupa, bozdurur bozdurur harcarız artık. Adalet, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk kavramlarının ciklet gibi ağızlarda dolaştığı şu günlerde açıklanan rakamlar tam birer ibret vesikası. Gocunan var mı? Yok. Bizim derdimiz Fransa. Aman ha siz siz olun duruma Fransız kalmayın, en iyisi sağlıcakla kalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan NE GÜZEL HİÇ BİR ŞEYİMİZ YOKTU |
|
İki şişe şarabımız vardı ama başka hiçbir şeyimiz yoktu. Öylesine büyük bir yokluk içindeydik ki; derdimiz, tasamız ve geleceğe ilişkin kaygılarımız bile yoktu. Deli gibi istiyorduk ama henüz sevgilimiz bile yoktu. Güneş az önce uçsuz bucaksız ovanın üzerinden geçip bodur meşeleri şimdi kara lekeler gibi görünen tepelerin arkasına inmeye başlamıştı. Üstümüzdeki fıstık çamları akşamın kokusuna reçine ferahlığı katıyordu. Bizim sadece iki şişe Sevilen Şarabımız vardı. "Hadi çekelim be sağdıç," dediğimizde biteverecek diye ödümüz kopuyordu. Ağız dolusu yerine küçük yudumlar çekiyorduk. İnsan yaşadığı zaman böylesine yoksunlukların kıymetini bilemiyor. Biz öylesine güzel bir yokluk içersindeydik ki, ne gam, ne kasvet, ne kin, ne öfke hiç kimseye beş lira borcumuz bile yoktu.
Karanlık çöktükten az sonra önce Tacettin geldi. Sonra da Sami …
- Kokumuzu mu aldınız oğlum, dedim.
- Deli Nazmi'nin av köpeği miyiz biz?" dediler. "Bak şimdi ayıp salladın. Topal Hasan söyledi." - - Gasteci sanki fırlama. Her şeyi de bilir. Neyse hoş geldiniz."
Arkadaş arkadaştan hiçbir şeyini sakınamazdı. Şişelerimizi yudumladılar. İki şişe hem de
yarılanmış iki şişe şarabın bu güzel akşamı demlemesi mümkün değildi. Mobilyete atladığı gibi Tacettin çarşıya gitti. Parası var mıydı? Sormaya bile fırsat vermedi. On dakikaya kalmadan kâğıda sarılmış dört şişe ile geri döndü. Dört arkadaş şaraplarımız yudumladık. Şaraplarımızdan başka hiçbir şeyimiz yoktu. Ne geçim sıkıntısı, ne karı kız belası…
Tacettin bir Almacı bulup buradan uzaklara gidecekti. Benim henüz hiçbir planım yoktu. Şaban ticaret lisesini bitirip devlet kapısında memur olacaktı. Sami, Mezarlık Mahallesine bir bakkal açacaktı. Ama biz gelecektin konuşmuyorduk. Panta Sali'nin İsmail mobilyetin ayarını bozmuş. Gazı köklediğinde seksen basıyormuş. Kasap Yaşar'ın Cumhurla iddiaya girmişler. Kaybeden gençlik kulübündeki herkese çay ısmarlayacakmış. Yağhanede kapışmaya bir başlamışlar. Taa Koca Çeşme'ye kadar. Cumhur hem nal toplamış hem çayları ısmarlamış. O akşam sadece şaraplarımız vardı. Bir de şişelerin dibi görünmeye başlayınca şarkılarımız oldu. Ben "Susadım çeşmeye varmaz olaydım." Şaban "Ben köylüyüm," dedi. Tacettin ile Sami sadece dinledi. Çamların altını ve reçine kokularını akşamın deminde bırakıp Kahveler Önü'ne döndük. Bu dünyada bizden daha kral arkadaş yoktu. Sarhoş olan ya kavga eder yada sabaha kadar nara atardı. Biz gece yarısına kadar devrim yapıp evlerimize dağıldık. Bizim arkadaşlıktan ve şaraptan başka hiçbir şeyimiz yoktu. Yokluğun böylesine güzel olabileceğinin farkında bile değildik.
Çok değil geçen ay bir gece saat on bire yaklaşırken evdeki muhabbet kuşunun tırnaklarının uzadığını gördü. Eline bir tırnak çakısı aldı. Kuşun tırnaklarından birkaç tanesini kısaltıverdi. Derken ötekileri de… Hayvanı kafesine geri koydu. Saatler gece yarısına yaklaşırken kuşun tırnaklarından bir kaçının kanadığı fark etti. Hemen bilgisayarını açtı. İnternete baktı. Kısa kesilen tırnaklar sürekli kanayıp hayvanın ölümüne neden olabilir diyordu. İnternette veteriner adresleri aradı. Telefon birer birer aramaya başladı. Aradığı altıncı telefon kendisine yanıt verince çocuk gibi sevindi. Arabasına atladığı gibi veterinerin verdiği adresin yolunu tuttu. Gecenin en münasebetsiz saatinde muhabbet kuşunun peşinden koşan o adam şimdi elli yaşında ve o gece fıstık çamı altında şarap içen gençlerden biriydi. Bir diğeri elli yaşına hiç gelmedi. Önceleri sadece hastaymış dediler. Sonra da o malum hastalık dediler. Hep yalan olsun, yanlış anlamış olmayı diledim. Hastalığına hiç inanasım gelmedi. O elli yaşına gelemedi. Kırk altı yaşında üstelik bile bile ve günü gelsin diye bekleyerek çekip gitti. Arkasında ilkokula giden iki çocuk ve gözü yaşlı bir kadın bıraktı.
O gençlerden biri hala fırsat buldukça şarap içiyor ve o kaygısız gençlik yıllarını özlüyor. Çocuklarını çok seviyor ama eşinin sürekli kendini aldatabileceğinden kuşkulanıyor. Çünkü o kadınları çok iyi tanıyor. Uçanı kaçanı hiç affetmiyor. Ayağına gelen fırsatları kaçırmamakla övünüyor. Pahallı arabası ve güzel bir evi var. Karısından öcü gibi korkuyor. Artık hiç devrim yapmıyor. İnşaat malzemeleri satan kocaman bir dükkânı var. Çeşme akarken kazanını dolduracaksın felsefesine sımsıkı sarılarak yaşıyor. Ve ona göre şu andaki hükümet bütün vanaları açmış, çeşmeleri şakır şakır akıtıyor.
Dördüncü kişiyi anlatmaya hiç gerek yok. O hala biraz melankolik ve geçmişte, biraz geçmişte yaşamayı sürdürüyor. Sadece şarabının olduğu o eski akşamları özlüyor. Hala eski arkadaşlarıyla karşılaştığında devrim yapmayı sürdürüyor. Ülkesindeki insanların acılarına, yoksulluğunu ve çaresizliğine dertlendiği yetmiyormuş gibi üç gündür kavanozun dibinde hasta yatan balık için üzülüyor. Hayvanları sevmeyen insanları da sevmez diyenlere kızıyor. Çünkü hayvanları sevip insanları sevmeyenleri tanıyor. Bu hallerine kendi de gülüyor. Onun da iki çocuğu var. Biri kız ötekisi oğlan. Sadece arkadaşları ve şarabının olduğu eski günleri özlüyor.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu PAN - FLÜT - ZAMFİR |
|
Kaç gündür yağan yağmur gece yarısı birden dindi. Sabahleyin ışıltılı güneşi görünce, "Haydi, dedim kendime, yamaçlarda dolaş. Temiz hava al. Ciğerlerinin pası silinsin."
Gulle'nin her çalısını, her ağacını, her kayasını çocukluğumda bilirdim ya kömür ocakları yüzünden topoğrafyasının bile değiştiğini unutuvermişim. Daha sokağımızdan çıkar çıkmaz gri, kahverengi yamaçları görünce içimde tanımsız bir burukluk oluştu. Dönüp dönmemek arasında gidip geldim bir süre. İç sesim, sanki bin yıllardır o dağların güncesini tutarmış da bir gizi açıklayacakmış gibi "gitl!" dedi.
Tepeyi tırmanırken çocukluğumdaki gibi dönüp ovaya, köye bakma arzumu hep kovdum: Bazı şeyler anılardaki gibi kalmalı.
Evvel ahir miydi ki o zamanlar buralarda keçi sürülerine rastlardık.Yarengüme taraflarından gelen yörükler için buralar kışlaktı. Artık yoklar. Onları da geçmişin defterine attık.
Kömür işletmelerinin oluşturduğu tepelerdeki akasya ormanını yara yara ilerlerken kulağıma çalınan çıngırak sesini önce yanılsama sandım. Durup iyice dinledim. Bu yakınlarda bir keçi sürüsü olmalıydı. Aklıma köpekler geldi. Köpeksiz çoban olmaz ki!
Bir süre ormanın içinde sessizce bekledim. Çobanın sesini duysam, hemen sesleneceğim. Çıngıraklar bir uzaklaşıp bir yaklaşıyor. Kendimi çalıları siper alarak yamaçlara bakar bakmaz onu gördüm. Otuz kırk metre ötedeki kayanın tepesinde durmuş beni izliyordu.Ben köpek yüzünden buraya sıkışıp kalmıştım. Oysa karşımda o vardı. İçimde bir kasırga koptu:
"Oraya ne zaman, nasıl geldin
Bacakların rüzgardan hızlı,
Bedenin tüyden hafif miydi?"
Uzun sakalları ve dev boynuzlarının duruşuna kattığı heybete saygı duymak gerek;ama ben korkuyorum. Bir adım atsam öyle bir tıslayacak ki virgül olup yuvarlana yuvarlana dereye dolacağım.
Bu, Pan diyorum. Evet, evet…Antik çağların yarı teke, yarı insan tanrısı Pan bu.
Korkuyu, heyecanı yenmenin en kestirme yolu dile bir şarkı dolamaktır. Ama aklıma hiçbirbir şarkı gelmiyor.
"Ah çoban nerdesin? Yalnız Çoban, The Lonly Shepert, Einsamer Hirte…"
Kulak kesiliyorum. Duyabiliyorum o ezgileri.
Bir kaval mı bu?
Söylence bu ya. Pan, kırlarda dolaşırken Sirink adlı güzel mi güzel bir kıza rastlamış. Onu çok; ama çok sevmiş. Sirink de sevmiş mi onu bilinmez; ama Pan ona sarıldığı an, kamışa dönüvermiş.
Bişnev ez ney çün hikâyet mîkuned
Ez cüdâîhâ şikâyet mîkuned
***
(Dinle neyden kim hikâyet etmede
ayrılıklardan şikâyet etmede)
Mevlana mı önce demiş bunu, Pan mı? Önemli mi?
Pan, varıp o kamışı kesmiş, yedi parçaya bölmüş, balmumuyla birbirine yapıştırıp nefeslemiş. Hikâye odur ki Sirink dillenmiş. İşte o gün bu gün Frigya'dan Arkadia'ya bu dağlarda çobanların kaval üflemesi Sirinklerine kavuşma arzusundanmış.
Aylar yıllara, yıllar asırlara dönerken, Pan tanrılık tahtından indirilmiş; ama flütü bu dünyaya yadigâr kalmış.
O, kayanın tepesinde Pan gibi dursa da bir tekeydi ve gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Sonsuza dek böyle bekleyemezdim ya! Kaçmak için geriye döndüm; ama mıhlanmış gibi kalakaldım:
"Ovada üç boynuzlu bir dev!
Sarmaşıklar dolanır boynuma mevsimi değil.
Gölgesi çoktan yitmiş çamların,
Güneş varla yok,
Var git yoluna üzerlik otu,
Kampanalar çalınmış,
Raylar döşenmiş,
Atın üstüme mersinlerinizi Aldağlar,
Yaşam yaşam değil,
Ölüm hiç ölüm değil!"
Ova, Yatağan Termik Santralinin kördumanı altındada yitip gitmiş.Karşıdaki dağların bağrı delik deşik.Sanırsınız ki buralara göktaşı yağmış. Kaçsam, gitsem…Burası benim toprağım. Atalarım sonsuz uykuyu burada uyuyor. Nereye gidebilirim ki ben? Olduğum yere sırtüstü uzanıp gökyüzünün sonsuzluğuna bakıyorum. Kulağımda yine o flüt sesi:
Si, re- do- re-mi ,fa-mi-fa-sol, laa, do -do…
Bu, El Condor Pasa. Okyanus'un ötesinden, And Dağlarından süzülüyor yüreğimdeki sızıya.
"Ey Andlar'ın muhteşem kondoru,
Beni evime götür, Andlar'a,
Ey Kondor.
Ülkemi geri istiyorum, ve
İnkalı kardeşlerimle yaşamak istiyorum, bunun hasretini çekiyorum,
Ey Kondor."
Julio Baudouin yazdığı,Daniel Alomía Robles'in bestelediği bu Peru ağıtını, "Kondor, Andlar, İnka" sözcüklerinin yerine "Pan, Aldağlar ve Karia" sözcüklerini koyup yeniden yeniden söylüyorum.
"Ha sazın ustası, ha ustanın sazı" desek aynı şey olur mu? Bence olmaz. Her ne kadar mitoloji, bu flüte, panın sazı dese de bin yıllardır Kore'den, Peru'ya, dünyanın dört bir yanında çobanlar, sürülerini onun ezgileri eşliğinde otlatıyorlar. Osmanlılar miskal demişler ona, Romenler Nai, Yunanlılar syrinx, Koreliler so, Perulular siku…
Gün gelmiş Gheorghe Zamfir adında bir Romen çıkmış, onu yeniden müzik dünyasının gözdesi yapmış.
Hangi dağ başında olursam olayım, nerede bir keçi sürüsü görsem kulaklarımda mutlaka pan -flüt ezgileri çınlar. Bu ezgiler bazen El Condor Pasa'dır, bazen Don't Cry for me Argentina, bazen Einsamer Hirte, bazen Time to say Goodbay. Bu şarkıları başka müzisyenlerden de dinleyebilirsiniz; ama Zamfir'den dinlemek apayrı bir hazzın yağmurunda yıkanmak gibidir.
" nerede yere basan çarıklarımın son derisi?
ayaklarım sevişir kuru ve dikenli toprakla
veeeyy!..keçilerim veheeeyyy!..hahhh!.hahh!..
(T.Ayhan ÇIKIN)
O gün Aldağ'ın zirvelerinde dolaşırken doğanın nefesiyle tutuşan ezgileri, keçiler ve çoban kadar ben de yürek kökümde hissettim. Bir kez daha anladım ki bu dağlara insanın yaptığı zülmün zerresini hiçbir hayvan yapamaz.
" veeeyy!..keçilerim veheeeyyy!..hahhh!.hahh!.."
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Uğur Dink
“Aslında ne Türk’üz, ne Kürd’ üz, Ne Ermeni’yiz
öyle bir babamız var ki Hrant, hepimiz yetimiz”
19 Ocak akşamı Hrant’ı anma yürüyüşüne katılmak için sokağa çıktığımda İzmir’in o insafsız ayazıyla merhabalaştık. İstediğim tek şey yüreğimi ayazdan koruyabilmekti. İnsan yüreğini ayazdan koruyamaz da donmasına izin verirse yıllar önce soğukkanlı bir cinayette vurulup gitmiş adamların ardından yürüyemez ki.
Çünkü anma yürüyüşlerine gitmek için yüreğinizde ya öfke ya hüzün ya da hala daha hakkından gelinmemiş bir umut ya da bunların kombinasyonları olması gerekir ve bu duygular da sadece ayaz vurgunu olmayan yüreklerde barınabilir.
Ben yüreğimde hüzünle gittim YKM önüne. Önümde uzanan karanlık ve soğuk kente bakarken Uğur’un, Hrant’ın olmadığı kentlerin hep karanlık ve hep soğuk olacağını düşündüm. Anladım ki benim umudumun hakkından gelmiş birileri, öfke ise hiç yok; ehh o zaman sığınırsın Attila İlhan’a.
Hayat zamanda iz bırakmaz
Bir boşluğa düşersin bir boşluktan
Birikip yeniden sıçramak için
Elde var hüzün
Karlar üstünde bir kırık gözlüğü ve tabanı delik bir ayakkabıyı koynuma alıp sığındığım şiirlerin hüzünlü limanından, gök gürültüsü gibi patlayan sloganlarla ayrıldım. Herkes kaybını benim gibi yaşayacak değil ya öfkeli ve inançlı sesler “FAŞİZME İNAT KARDEŞİMSİN HRANT” diye bağırıyordu. İçim acıdı. Katılamadım slogana. Hiçbir şeye inat değil bizim kardeşliğimiz be Hrant. Sen, ben, Uğur, Deniz, Hüseyin ve daha binlercemiz taaa Ademle Havva’nın cesaretinden bu yana kardeşiz işte. Ve ben kardeşlerimi çok özledim. Babamı özlediğim kadar çok özledim. Özlem dolu çocuk kalpler bir yere sığınmak ister. Türkülere sığındım.
Erzurum çarşı Pazar leylim aman aman
İçinde bir kız gezer oy
Nenen ölsün sarı gelin aman
Bu halk, türkülerinden bu kadar uzak düşmeseydi oğullarını bu kadar kolay katledebilir miydi acaba? En büyük acı karşısında en şiddetli bedduası “nenen ölsün” demekten ibaret olan bu kültüre yabancılaşmasaydık kardeşlik için ille de bir ortak kök arar mıydık? Ben inanıyorum ki binlerce yıldır her kökten oğullar emziren Kibele’nin bereketli memelerinden artık sadece kan ve gözyaşı akıyorsa türkülerimizi unuttuğumuz içindir. Oysa ben inatla türkülerimizi söyleyerek avunuyorum. Kendimi türkülere bıraktığımda beş yıldır içime kazınan o yakıcı utanç; çocuğunu altı delik ayakkabıyla okula yolladığı için öğretmen tarafından uyarılan o annenin -başka hiç kimsenin üstlenmediği- o utancı siliniyor.
Düşümde seni gördüm
Ayazda yatıyordun
Koştum üstünü örttüm
Zembilimde katık var, ekmek var yiyemiyorum
Lokmalar dizilmiş boğazıma yutamıyorum
Yıldızları görsem denizi göremiyorum
Bir özgürlük çayına hasret mi öleceğiz.
Sloganlar her zaman türküleri bastırır. Kalabalık HEPİMİZ ERMENİYİZ HEPİMİZ HRANT’IZ diye haykırırken ben yine suskundum. Hrant’ın Ermeni olup olmaması umurumda değildi. Kuşkusuz bir azınlıktı Hrant. Ben o azınlığı çok iyi tanıyordum: Uğur’un, Deniz’lerin, Bedrettin’in, Madımakta yananların kardeşiydi, o azınlığa mensuptu. Ve kadar kolay değil Hrant olmak, Uğur olmak. Türküleri çok seven, Ruhi Su’nun sofrasında kadeh tokuşturan bu yiğitlerin kanı başka bir kan, kökleri başka bir köktü kim bilir nerelere uzanan. Bir keresinde şehrin karanlığında, havanın ayazında görmüştüm onları Yunus ile saz vuruyorlardı.
Ararsan Mevlayı kendinde ara
Kudüste Mekkede hacda değildir
Kalabalıktan bu kez de Kürtçe sloganlar yükseliyordu. EM HEMÜ HRANT’IN HEMÜ ERMENİ’NE. Acının dili ortak. Öyle de desen böyle de desen aynı acı işte. Mitinglerde avaz avaz bir çığlık halinde göğe yükselen bir acı. Ama bu ülke hep suskun. Gördüm ki artık Rakel suskun, Gürdal suskun. Kibele de susmuş. Bu ülkede acı suskun yaşanıyor, babalarını kaybeden çocuklar, sevgilisini yitiren kadınlar, kardeşlerini yitiren bizler ancak türkülerin fısıltısına sığınabiliyoruz. Dil, din, ırk farkı gözetmeksizin aynı cinayetlerle türkülerimizi çalıyorlar bizden; kentlerimizi karanlık ve ayaz kuşatıyor ve türküler bazen
Uğur'lar olsun Uğur'lar olsun
Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun
Bir keskin kalem, bir kırık gözlük
Yürekli yiğitlere hatıran olsun
sözleriyle bazen de sarı gelinle suskunluğu delmeye, bunların nasıl da aynı katillerin yarattığı ortak acılar olduğunu anlatmaya çalışıyor. Türkülerimizi duyamadığımız için binlerce yıldır, bazen Serez’in esnaf çarşısında yağmur çiselerken, bazen Ankara’nın taşında karlar üstünde, bazen de İstanbul’un yüksek kaldırımlarında yatıyor yiğitlerimiz.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor
Miting bitti. Bir kez bile Sarı Gelin’i söylemeden bitti çünkü biz artık türkülerini yitirmiş bir halktık. Eğer bilseydik türkülerimizi, eğer o tetiği çekmeden, o fünyeyi patlatmadan, o ipi çekmeden önce bir türkü çınlasaydı çocuk katillerin kulağında; ya da eğer Nazım’ın bir zamanlar “mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nâzıma! Ben, alacakaranlığında son sabahımın dostlarımı ve seni göreceğim ve yalnız yarı kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim” diye diklendiğini duymuş olsaydı cellat mümkün müydü bu azalışlar?
Koynumda delik bir çift ayakkabı, kırık bir gözlükler şehrin karanlığı ve ayazında öncekinden daha da hüzünlü geri dönerken bir mahur beste çalıyordu içimde:
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
Ayşen Tekşen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-4
Hayrettin dışarıdan gelen araba kornalarının ve insanların seslerinden sokaktaki canlılığın arttığını farketmişti. Biraz sonra da üst kattaki komşularının küçük çocuklarının çığlığı duyulurdu. Çocuğun annesi çalışıyordu ve her sabah bu yüzden ağlıyordu. Nitekim "Anne, anne!" diye ağlayan çocuğun sesi gelmeye başlamıştı. Bu ağlamaları kapanan bir kapı sesi takip etti. Çünkü, anne işe gitmek için evden çıkmıştı.
Televizyonu açtı. Yarım saat kadar seyretti, kanallara baktı. Seyretmeye değer bir şey olmadığına karar verip, kapattı. Kitaplıktan bir kitap aldı. Çekyatın üzerine uzanıp okumaya başladı. Dışarıdan gelen gürültüler artınca kitabın okuduğu sayfasını katlayıp çekyatın üzerine bırakıp pencereden sokağa baktı. Her zamanki görüntüydü, değişen pek bir şey yoktu aslında. Öğrenci servisleri, özel arabalar, koşturarak işe ya da okuluna yetişmeye çalışanlar. İlerilerden çakan bir şimşek dikkatini çekti. "Yağmur yağacak galiba!" diye düşündü. Yerlere baktığında hafif ıslak olduğunu gördü. Demek ki daha önceden biraz yağmur atıştırmıştı.
Hayrettin, bazen "Evet, hayat bir oyun. Ama kendi kendine, yani tek başına oynamaya kalkarsan çok kötü bir oyun." Diye düşünürken, bazen de yalnızlıktan hoşlanıyordu. Belki de yalnızlıktan hoşlandığını düşünerek kendini aldatmaya çalışıyordu. Çünkü Münevver'in yanında olmasını hiçbir şeye değişmezdi…
Şimdiki televizyonları da hâlâ o ilk televizyondu. Çok sağlam çıkmıştı. Bir kere arıza vermişti, o da basit bir şeydi. Münevver'in kenarlarını tığla işlediği o küçük örtü de, eve getirildiği ilk günden beri üzerindeydi. O örtüyü yaparken Münevver, ne kadar da sevinçliydi!
Televizyon taksidi aile bütçesini zorlayacaktı. Üstelik bu zorluk tam oniki ay sürecekti. Çünkü peşinatı verdikten sonra kalan borcu bir seneden önce ödeyemeyeceklerini hesapladıklarından, taksit sayısını satıcıya bu şekilde ayarlatmışlardı. Harcamalardan kısmaları ve ucuz olan yerlerden alışveriş etmeleri gerekiyordu. O nedenle Münevver, aile bütçesini yönetme işini üzerine aldı. Hayrettin maaşının içinden yol parasını ve küçük bir harçlığı ayırıp kalan parayı Münevver'in eline teslim ediyordu. Doğrusu bu yöntem Hayrettin'in çok işine yaramıştı. "Parayı nasıl denkleştireceğim, ne nerede daha ucuza satılır?" diye düşünmek zorunda kalmayacaktı. Bu ağır yükü Münevver gönüllü omuzlamıştı. Omuzlamıştı da her ay maaş gününün gelmesini de adeta iple çekmişti.
Bir yıl geçti, televizyonun taksidi de bittti. Bitti bitmesine de onlar taksitle de olsa 5-6 sene hiçbir yeni eşya alamadılar. Olanla idare etmek zorundaydılar. Ta ki Hayrettin Müdür Yardımcısı oluncaya kadar.
Çalıştığı kurumun açtığı sınavı başarı ile geçen Hayrettin, o gün, marketten bir şeyler alarak eve her zamankinden bir saat erken geldi. Hayrettin'i gören Münevver şaşırdı. İşten eve erken gelmesine de, elinde bir şeyler getirmesine de hiç alışık değildi. Hayrettin müjdeyi verince ona sarıldı. Gözlerinden iki damla yaş aktı, tabii mutluluktan. Hayrettin'e fark ettirmeden bu yaşları sildi. Hayrettin bu güne kadar onu ağlarken hiç görmemişti, bundan sonra da görmemeliydi.
Münevver'le Hayrettin'in kavga sayısı bütün evlilik süresi içinde onu bulmazdı. Her kavgadan sonra Hayrettin, bir köşeye çekilir, somurturdu. Yarım saati geçmeyen bu tatsız manzarayı değiştiren hep Münevver olurdu. Gider kocasından özür diler ve ona sarılırdı. Hayrettin de bu davranış karşısında kendini naza çekmez, Münevver'e sarılarak cevap verirdi. Çünkü o, barışmaya dünden razıydı.
Münevver, Hayrettin'in bu somurtmalarına bazen "İyi ki bir çocuğum daha yok. Olsaydı ben ikisine birden nasıl bakacaktım?" diyerek yarı şaka, yarı ciddi söylenirdi.
Çocukları olmamıştı. Doktorlar, tahliller derken çocuklarının olmama nedeninin Hayrettin'den kaynaklandığını öğrenmişler; ama bunu hiç sorun etmemişlerdi. Çocukları olmasa da onlar birbirlerine yetiyorlardı.
Yeni görevi ile birlikte maaşı da artan Hayrettin, evlerine bir çamaşır makinesi alma düşüncesini Münevver'e açtı. Münevver, çamaşırları şimdilik elle yıkayabileceğini, buzdolabına daha fazla ihtiyaçları olduğunu söyledi.
Buzdolabı alınmasına karar verilmişti, ama peşinatı ödemek için aybaşını beklemek gerekecekti. Bu bekleme süresini Münevver buzdolabının da örtüsünü hazırlayarak geçirmişti. Buzdolabının eve getirildiği gün, adeta bayram yapmışlardı.
Hayrettin Münevver'in resmine bakarak "Ne günlerdi, değil mi karıcığım?" dedi ve yatak odasına gitmek için yerinden kalktı. Gitti yatağını düzeltti. Mutfağa geldi birkaç parça bulaşık yıkadı. Bu işleri pek beceremezdi, ama yapmak zorundaydı. Arkadaşları Hayrettin'in ev işleri ile ilgili beceriksizliğinden haberdar oldukları için, Münevver öldükten kısa bir müddet sonra, onu buldukları adaylarla evlendirmeye kalktılar. Hayrettin gelen bütün teklifleri geri çevirdi. Münevver'den sonra böyle bir şey yapması asla mümkün değildi. Bunu Münevver'e ihanet olarak kabul ediyordu.
Evlenme tekliflerini kabul etmeyen Hayrettin, ailece görüştükleri arkadaşlarını bir bir kaybetti. Sayıları azdı evliyken de görüştüklerinin; fakat şimdi tam bir yalnızlığa gömülmüştü. Yeni arkadaş arama-bulma gibi bir niyeti de yoktu. Evde Münevver'in resimleriyle konuşuyordu canı sıkıldıkça. Bazen dışarıya çıkıyor, biraz dolaşıp tekra evine geliyordu. Bir süre sonra evdeki konuşmalarını dışarıdayken de yapmaya başlamıştı. Onun bu kendi kendine konuşmalarını gören mahalledeki insanlar "Vah, vah! Zavallı karısını kaybettikten sonra her geçen gün biraz daha aklını kaçırıyor." Diyorlardı. Bu tür konuşmaların bazılarını duymuş olmasına rağmen Hayrettin, bunları pek umursamıyordu. Kime ne? Canı istediği zaman, istediği yerde Münevver'le konuşmasına kimse karışamazdı!
Kötü sonun başlangıcı olan o gün, sık sık aklına geliyordu. "Kanatlarım olsaydı, uçsaydım ve Münevverimi o arabanın önünden alıp kaçırsaydım. Ya da o araba onunla birlikte beni de çiğnesydi!" Dedi ve yumruğunu bütün gücüyle masaya indirdi. Eli çarpmış olmalı ki kül tablası yere düştü. Kırılmamıştı, ama halının üzeri sigara izmariti ve kül içerisindeydi. Aslında bu yumruk öfkesinden dolayı değildi. Çaresizliğine atılmıştı…
(Devam edecek)
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup 4 |
|
Büyüyoruz anneanne. Her gün daha fazla... Hızla yaşadığımız hayatlarımızın içinde farklı hikayelere sahip oluyoruz. Bu hikayeler, senin hikayelerinden çok farklı anneanne. İçlerinde biraz hüzün, biraz acı, biraz mutluluk ve biraz sevinç var. Yaşadığımız her günün başlangıcıyla sonunda, bazen kahkahalar bazen de isyanlar tamamlıyor hikayelerimizi. Evet, anneanne, senin torunların kalabalık şehrin boğucu havasında, tozlu rüzgarında, insanlığın en kötü ve en güzel kaosunda yaşıyor hikayelerini.
Biz bu kadar karmaşık hayatın içinde yaşarken, senin hikayelerini düşünüyorum anneanne. Sıkıntılarını, üzüntülerini pek bilemesem de güzeldi hayatın. Sen, köyün tertemiz rüzgarında, tertemiz hayatların döngüsünde yaşadın hikayelerini. Kalabalıkların karanlık gölgelerinden uzak, hastalıkların kötü kokularından bihaber, sadece toprağın kara masumiyetinde yaşadın. Yaz gecelerinin tatlı esen rüzgarında yıldızları tek tek sayarken; kış gecelerinde, yağ kandillerinin titrek ışığı aydınlatırken masum yüzünü, sobada yanan odunlarının çıtırtı sesleri ve usul usul anlatılan kış masallarının içinde yaşadın anneanne. İşte bu kar taneleri gibi olan saflık beni büyülüyor anneanne. Bir zaman makinesi olsa, sık sık küçüklüğüme döneceğim. Geçmişin çocuk hikayelerinde olmak istiyorum anneanne, senin toprak kokulu hikayelerinin içinde. Öyle ki bunun için bir gün evdeki tüm ışıkları kapatacağım. Yaktığım mumun solgun ışığında senin bize anlattığın hikayeleri anlatacağım, bir kendime bir de ay parçası çocuğuma. Etrafta sessizlik olsun istiyorum, yağmur yağıyorsa sadece damlaların sesi ve rüzgarın kesintili uğultusu gelsin kulağıma. Çocukluğumuzdaki yağmurlu gecelerde olduğu gibi…
Büyüyoruz anneanne. Gün günden yaşlanıyoruz belki de hissetmeden, hissettirmeden. Kendimize ait bambaşka hikayelerle büyüyoruz. Biz senin torunların, kimimiz mutlu, kimimiz mutsuz. Şükrediyoruz anneanne, senin bize öğrettiğin dualarınla bulunduğumuz durumlar için. Bazen dayanamayıp isyan ediyoruz anneanne. Ama bu isyanlar sonra bizi mutsuz ve rahatsız edebiliyor; çünkü "daha da beterleri var" diyoruz. Yine de şu kalabalık şehrin adaletsizliğini görüp "Adalet nerede?" diye haykırabiliyoruz. Lüks hayatların içinde varlıklarını hesapsızca yaşayıp gün günden arttıran varken, diğerleri onların gölgesinde ezilip kalıyorlar. Diğerleri kim mi anneanne? Durmadan el emeği, alın teri ile çabalayan bizler var ya dön dolaş hep aynı yerde kösteklenip duruyoruz. Buna rağmen şükrediyoruz anneanne. Ama ya onlar? Hani gölgelerinin altında bile rahatsız olduklarımız, hiçbir zaman şükretmeyen şu hayatlar? Sıkıntıları olsa bile paraları ile her türlü olumsuzluğu ortadan kaldıranlar? Biz bir alırken, aynı zeka hatta daha üstün zekaya sahipken bizden daha da fazla, dört beş kat kazananlar? Nasıl bir adalettir bu diye düşünüyoruz. Sadece geçim derdi değil bahsettiğim, mutsuzluk, gözyaşı, çaresiz hastalıklar da yıkıyor insanları. Parası olan iyileşiyor, olmayan ise sürünüyor ölüme doğru, hem de acı çekerek. Kalabalık şehrin adaletsizliği hayatlarımızın içine girmiş, bizi boğuyor anneanne. Bir tarafta zevk sefa hikayeleri varken, bir tarafta akşama ekmek götürme derdi olan hikayeler var. Tüm bu adaletsizliği yaşamak değil, düşünmek bile rahatsız ediyor bizleri.
Bizim hikayemiz, senin dualarınla ayakta duruyor anneanne. Senin öğrettiğin dualar ve verdiğin öğütler, bizim koruyucu kubbemiz. Yine de kalabalık şehrin kötülükleri sıkıntı veriyor ruhumuza ve sıkılıyoruz yaşadığımız, duyduğumuz hikayelerden anneanne. Senin bize anlattığın hikayelerindeki tertemiz yaşamlardan istiyoruz. Dertleri sadece kara kışlar, seller, zor doğan kuzular olan… Toprak kokulu, beyaz kışların kar kokulu, bahardaki çimen kokulu hikayeleri yaşamak istiyoruz. Çocukluğumuzun davullu köy düğünlerini, şerbetli, şekerli bayramlarını, horoz ötüşüyle uyanılan sabahları tekrar yaşamak… Biz senin hikayelerini yaşamak istiyoruz anneanne.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Yasa(ma) |
|
Bana göre; son yıllara ve özellikle 2011'e damgasını vuran tartışmaların ardında "yasa" kelimesi ilk sıraya yerleşmiştir. Bir de seçim yılı olması sebebiyle kısa yoldan KHK şeklinde bir masa ile; "Ona yasa yapalım, bunu düzenleriz tasa etmeyelim" şeklinde epeyce bir yol alınmıştır. Hatta; en son Reis-i Cumhur'un görev süresindeki tasa da yine bir masada yeni bir yasa ile hallediverilmedi mi ? Sırf insanımız üresin diye; "İmam nikahlı 2., 3. ve 4. eş yasal olsun" diyene de sıra gelebilir. Nasılsa hazır masa, çıkmaz mı yeni bir yasa ? Mümkünse denk gelsin bir Cuma, hiç değilse sevinsin gariban kuma...
Geçmiş yıla ve bazen de geçmiş geçmiş yıllara bir göz atmak istedim.
Ocak ayının gündeminde hiç kuşkusuz Buazizi'nin ateşlediği Tunus ve Arap Baharı vardı.
Şubat ayında kervana Mübarek'in istifasıyla Mısır da katıldı.
Mart ayında Japonya'yı deprem ve tsunami vurdu. Elizabeth Taylor da sizlere ömür.
Nisan ayı sakin geçti. 1945 yılının Nisan'ında ise Hitler kendini vurmuş.
Mayıs ayında Bin Ladin de sizlere ömür. IMF Başkanı Dominique ise uçkurunun peşinde.
Haziran ayı elbette seçimler. 1923 yılının Haziran'ında Fenerbahçe, İşgal Kuvvetleri ile oynadığı General Harrington Kupası'nı kazanmış diye bir not düşelim.
2011'in Temmuz ayında ise Fenerbahçe şike suçlaması ile karşı karşıya. Amy Winehouse da sizlere ömür. Komutanların da Ağustos'u beklemeden istifa haberleri.
Ağustos ayında önce 1925 yılında Mustafa Kemal; "Milleti sevk ve idare edenlerin mesnedi ordu olmuştur" ve 1928 yılında da; "Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terk edip Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur demiş. Libya'lı muhalifler Trablus'u ele geçirerek Arap Baharı'nda "Biz de varız" demişlerdir. Yıldız voleybolcu kızlarımız Çin'i 3-0 yenip tarihte ilk defa Dünya Şampiyonu olmuşlardır.
Eylül nispeten sakin geçmiş. Arap Baharı'na demokrasi önerilmiş, "Sizi alakadar etmez" yanıtı alınmıştır.
Ekim'de Apple'ın eski patronu Steve Jobs sizlere ömür. Kaddafi de sizlere ömür. 1923 yılında Cumhuriyet'in ilan edildiğini bilmeyen yoktur elbette ama Van'da yaşanan deprem üzerine Cumhuriyet kutlamalarının iptal edildiğini kaç kişi hatırlayacaktır soru işareti. Çukurca'da 26 asker şehit olurken İsrail, Hamas'ın elinden ne yapıp edip 1 askerini kurtarmıştır.
Kasım ayında tiyatro ve seslendirme sanatçısı İstemi Betil sizlere ömür.
Aralık ayında; önce Brezilyalı eski futbolcu Socrates, sonra Kuzey Kore Lideri Kim Jong İl ve daha sonra da Aydın Menderes sizlere ömür. Bu arada ABD; Irak'taki 505.askeri üssünü de Irak'lılara devretmiş. Fransa Meclisi de; 1915 yılına ait Ermeni iddialarını reddetmeyi suç sayan yasa teklifini Genel Kurul'da kabul etmiş.
1943 yılının en önemli Aralık ayı haberlerinden biri de şöyle :
Kızılay Cemiyeti, stokları tükenen iskambil kağıdı satışını durdurmuş.
Günümüzde; hiç önemli değil, bizler artık 2012 falları için nasılsa bilgisayardaki Soliter'i kullanıyoruz. Bize düşmez tasası, açarız falları gelecek mi acep feşmekan yasası ?
Anayasa...
Bana yasa...
Sana yarasa...
Ona yaramasa...
Bunu yama...
Ama...
Şunu yamama...
Yasama...
Avrupa Birliği'ni allama...
Amerika'yı allayıp pullama...
İsrail'i dakikada bir sallama...
İran'ı nükleerde sollama...
Arab'a demokrasi yollama...
Sarkozy zaten dallama...
Mama mia mama...
Bir fırça da Şam'a...
Şamama olduk şamama...
Muz önümüzdeki yıllarda yolda, şimdilik kavun ile idare ediverin artık...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : İlknur Odabaşı SAKİNE SEÇİLEMİYOR |
|
Otobüs durağına koşar adımlarla geldi 2 A geçti mi ?
Görmedik dediler , üniversite öğrencisi kızı görünce rahatladı ,o da hergün kendisi gibi durakta bekleyenlerden biriydi , bir teyitte ondan gelince merakla otobüs numaralarını takip etmeye başladı .
İçinde plastik terlikleri, oyalı yazması, paçaları çamaşırsuyundan renk değiştirmiş eşofman altını göz ucuyla kontrol etti , nihayet otobüste oturacak bir yer bulabilmişti kendine .
Mücella teyzeyi bir başka seviyorum, onun evinde ne kadar yorulsamda evime mutlu dönüyorum diye geçirdi içinden, o arada otobüste kımıldayacak yer kalmamıştı . Durağına gelmiş ve sonrasında çıkış kapısını kollayarak ,güç bela otobüsten inebilmişti.
Sitenin önüne geldiğinde güvenlik görevlisinden ziyaretçi kartını alarak geçti, ilk günlerdeki gibi sorgu sual yapmıyorlardı.
Kapıyı açtı , Mücella teyze odasında uyuyordu ev çok sessizdi ağır hareketlerle mutfağa geçti kahvaltı hazırlığına başladı ,
bir taraftan salonu kontrol edip evi havalandırmak için sessizce pencereyi açtı .
O sırada , Mücella teyzenin sesi geldi günaydın evladım hoşgeldin , günaydın Mücella teyze akşamdan ilaçlarını aldın mı ?
Rutin başlangıç sonrası , Sakine temizlik için harekete geçti elektrik süpürgesinin sesinden rahat bir konuşma ortamı olmuyordu ama toz almaya başlayınca tatlı bir sohbet başlıyordu.
Salon büfesinin üzerindeki resim çerçevelerin tozu alınırken Mücella teyzenin anıları canlanıyor her bir fotoğraftan değişik anılar dile geliyordu.
Bazen Mücella teyze anılardan çok, akşam seyrettiği tartışma programlarını Sakine' ye aktarıyor karşılıklı konuşup kendilerince yorum yapıyorlardı .
Biliyormusun ? Dünyada yoksulluk yaşayan her 10 kişiden 7 si kadınmış , kadınlar karşılıksız hizmet üreten ucuz işgücü kaynağı olarak değerlendiriliyormuş. Sosyal güvenlik yardımından faydalanamadığı gibi hayattan beklentileri yanıbaşındaki erkeklerin katkıları kadar olabiliyormuş.
Sakine durdu ve dönerek Mücella teyze doğru söylüyon dedi , benim beyim her zaman iş bulamadığı için onun sigortası ödeniyor ,benim sigortam yok , ben çalışıyom onun sigortasını ödüyom.
Evladım hem öyle hem de ücretli bir işte sigortan ödenmiş olsa bile ücretsiz işlerin büyük çoğunluğu senin üzerinde değil mi ? Eşinle aynı saate eve dönmüş olsanız bile sen yemek yapmak, temizlik, ütü, çocuklarla ilgilenmek gibi nedenlerle daha çok yorulmuyormusun?.
Kadınlar çok çalışmakla kalmayıp şiddete maruz kalıyor , gelenek ve göreneklerin en ağır bedelleri onlara ödetiliyor.
Atatürk sayesinde çıkarılan pek çok kanunla kadınlar daha geniş imkanlarla öğrenim haklarına sahip olabildiler 3 Mart 1924 ( Tevhid-i tedrisat kanunu ) Öğrenim birliği ile tüm Eğitim Kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanarak kız ve erkek öğrenciler eşit haklarla eğitim görmeye başladılar.
Sakine sen okuyamadığın için üzülüp duruyorsun ama okumuş kadınlar da toplumsal anlamda hak ettikleri yere gelemiyorlar hani bizi yönetenler var ya başbakan, bakan, milletvekilleri , kadın parlamenter sayısı dünyada ortalama % de 14 , Türkiye dünyada 136 ncı sırada ve katılım oranı bu orana göre % de 5 lerde , fakat İsveç , Almanya gibi ülkelerde % de 40 oranlarında temsil ediliyorlar.
Biz de kadınların batılı Avrupa ülkelerin kadınlarından önce oy ve seçme hakkı olduğundan bahsediliyor fakat bugün İsviçre' de kadın parlamenter % 22 oranında temsil hakkına sahip. Kadınlarımız hala karar mekanizmalarında yeterince söz sahibi olamıyor.
Mücella teyze ama ben görüyom, seçimlerde en çok kadınlar çalışıyor , yani kadınlar çalışıyor erkeklerde temsil mi ediyor.
Maalesef öyle Sakine sen çalışıyorsun , eşinin sigorta primlerini ödeyip onun geleceğini güvence altına alıyorsun, kadınlar seçim alanlarında hizmet ediyor erkekler kazanıyor, çelişkili bir durum olmakla beraber kadın ana olarak eş olarak fedakarlık etmekte bir sakınca görmüyor bir anlamda çocuğunun ülkesinin geleceği için hizmetini karşılıksız yapıyor.
Üstelikte medeni hukuk dalında büyük katkısı olmuş 3 kişiden biri kadındır, adını çok az insan bilir, Jale Akipek .
İlknur Odabaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Gecenin Uyanışı ya da Uyuyamayışı
Yatakta dönüp durup içinizde uyumamak için direnen birçok hücreler olduğunu hissediyorsanız ve Marcel Proust'un kayıp geçmişi bile buna çare bulamamışsa bir yerlerde bir sorun var demektir. Gecenin derinlemesine her yere düşüp dağıldığı ve saatin 3'ü tam ortasından delip geçtiği bir vakitte dahi hala uyanıksanız yatağınızdan aniden kalkıp babanızın sigara paketinden bir adet marlboro alarak İstanbul'u yüksek bir yerlerden derhal izlemeye koyulun. Bu saatte bile alelacele koşuşturan insanları, zilzurna sarhoş ya da gece vardiyasından yeni çıkmış yorgunluktan bitap insanların içerisinde bulundukları taksilerin süratle geçişini, ağır ağır ilerleyerek mavi-kırmızı ışıklarıyla tedirginlik uyandıran polis arabalarını ve tıpkı benim gibi bu kayıp şehirde, gecenin bir nebze de olsa sessizliğinden medet umanların yürüyüşünü izleyin. Sonra biraz yukarılara göz atın. Yan yana dizilmiş binaların boylarına, gecenin ağırlığından simsiyah olmuş çatılara ve biraz da tam gaz giden otomobil seslerinin eşliğinde gökyüzüne bakın. O an bir adet marlboro size hiç ummadığınız kadar tatlı gelebilir. Dünyanın en acı ama bir o kadar da tatlı tadı kadar hem de... Gökyüzünü derinlemesine incelemeye başlayın. Hazmedemediğiniz birtakım olaylar karşısında yalnız olmadığınızı anlayacaksınız. Çünkü size çok uzaklardan göz kırpan birçok cisim görebilirsiniz. Bir yıldız- sürekli yanıp sönen bir yıldız- seçin. O size ne kadar da haklı olduğunuzu gösterecek. İstanbul... Aşağıda kargaşa, yukarıda ona göz kırpan yıldızlar... Bu şehirde halinden memnun görünen bir tek onlar var. İstanbul'u izlemekten son derece gurur duyuyorlar. Tıpkı benim gibi.
Selin Çağan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç RAUF DENKTAŞ'IN ARDINDAN… |
|
Ecel atı çok uzaklardan gelip bir yiğidi daha çekip aldı aramızdan. Bir çınar daha kurudu. Büyük devlet adamı, babacan insan merhum Rauf Denktaş'tan bahsediyoruz. O, gençliğinde Beşparmak Dağları'nda canı koltuğunda bir direnişçiydi. Şimdi Beşparmak Dağları ona ağlıyor. Sadece Beşparmak mı? Kerkük, Musul, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Batı Trakya, Doğu Türkistan, Kırım; kısacası bütün Türk yurtları ona ağlıyor. Zira o, ömrü boyunca esir Türk yurtlarının bağımsızlıklarını kazanması için içten dua etmişti, çok kere de orada zulüm gören soydaşlarımız için gözyaşı dökmüştü.
Rauf Denktaş deyip de geçmeyin. O, iç ve dış siyasette çok önemli bir markaydı. Çakalların köşe başlarını tuttuğu bu dünyada dik, diri ve iri durmanın sembolüydü. Türk dünyasının özü sözü bir, dev liderlerindendi. O, aşılması mümkün olmayan ulu bir dağdı Kıbrıs'ta. Kurtlar sofrasında payına düşeni almanın haklı mücadelesini veriyordu. Ateşten bir gömlek giymişti sırtına. Gerçeklerin sınırlarını zorlamış, çoktan aşmış bir efsaneydi o... KKTC'yi kurmuş, dünyaya tanıtmak için çok mücadeleler vermişti. Tabir caizse o, Kıbrıs'ın Atatürk'üydü. O, ömrü boyunca millî değerlerin arkasında adeta bir kale gibi durmuştu. Yüreği Anadolu'yla bir atıyordu. O, Kıbrıs'ın haklı davasını tüm dünyaya duyurmuştu.
Denktaş öldü. Türk dünyasının bir koca çınarı daha devrildi. Kıbrıs, İngilizlerin sömürgesi iken o, Dr. Fazıl Küçük'le bağımsızlık mücadelesini başlatmıştı. Gözü dönmüş EOKA'cı Rumlara karşı direnişte bulunmak için Türk Mukavemet Teşkilatını o kurmuştu. Kıbrıs'ın bağımsızlığı uğrunda her gayreti göstermiş, defalarca ölümle yüz yüze gelmişti. O zaman başlayan haklı Kıbrıs mücadelesi son nefesini verene kadar sürmüştür. O, 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı'ndan sonra kurulan KKTC'nin kurucu cumhurbaşkanı olmuştur.
Şimdi Akdeniz mahzun, biraz da yetim… Masmavi Akdeniz suları bu küçük adanın büyük liderine ağlıyor. O, ömrü boyunca çok ağır bir yükü sırtladı. Yüreğiyle bir destan yazmıştı o… O; yıldızı kucağına alan hilali, Kıbrıs adasının ufuklarında dalgalandırmıştı.
Mazlum milletlerin örnek aldığı bir liderdi merhum Rauf Denktaş… Yaser Arafat Filistin için, Aliya İzzetbegoviç Bosna Hersek için ne ifade ediyorsa Rauf Denktaş da Kıbrıs için aynı şeyi ifade ediyordu. Üçü de mazlum halkların mücadelesine adamışlardı kendilerini.
88 yıl dile kolay… Bu bereketli ömür Kıbrıs davasına adanmıştı. O, Türk milletinin gönlünde ve vicdanında taht kurmuştu. O, bu toprakta yattıkça bu toprak Türk'ün kalacaktır.
KKTC'nin kurucusu Rauf Denktaş tarihî bir şahsiyetti. O, kendini çok iyi yetiştirmiş bilge bir insandı. Dürüsttü, çalışkandı, nazikti, cesurdu, irfan, izan ve şahsiyet sahibiydi. Uluslar arası siyaseti çok iyi biliyordu. Denktaş, kalemi güçlü bir yazardı. Birçok eser kaleme almıştı. Gazetelerde, özellikle Yeniçağ gazetesinde, yüzlerce yazısı yayınlanmıştı. O, aynı zamanda iyi bir fotoğraf sanatçısıydı. Fotoğraf makinesini yanından hiç eksik etmezdi.
Merhum Rauf Denktaş çok görmüş geçirmiş bir insandı. O, doğumundan ölümüne kadar yaşadıklarını "hatıralar" şeklinde ifade etmiştir. Boğaziçi Yayınları bunları "Rauf Denktaş'ın Hatıraları" adı altında on cilt halinde bir araya getirmiştir. Bu dev eser KKTC tarihini yazacak kişilerin birinci başvuru kaynağı olacaktır. Bu hatıralar, Kıbrıs davasının izini sürecek kişiler için vazgeçilmez bir eserdir. Onun Kıbrıs'la ilgili daha birçok eseri mevcuttur.
Uzun ve bereketli ömrünü haklı Kıbrıs davasına adayan KKTC'nin kurucu cumhurbaşkanı Rauf Denktaş 88 yaşında vefat etti... KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 17 Ocak 2012 günü Cumhuriyet Parkı'nda dualar ve gözyaşlarıyla toprağa verildi. Merhum Rauf Denktaş, şimdi canından çok sevdiği KKTC topraklarında sonsuzluk uykusunu uyumakta… Uğruna ömrünü tükettiği topraklar ona yatak, masmavi gökler ise yorgan olmuş.
Büyük liderlerin yerini doldurmak çok zordur. Onlar bu fani dünyaya belli vazifelerle gönderilmiş müstesna insanlardır. Bunlardan biri olan Rauf Denktaş'a Allah'tan rahmet diliyoruz. O hep gönlümüzde yaşayacak. Onu hiçbir zaman unutmayacağız. Ruhu şad olsun.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
İMDAAAAAT, ÖLÜYORUZ. KM GİTTİ
Değerli dostlar; şu güzelim yurdumuzda her zaman mizah yapmak çok da mümkün olamıyor. Bazen kendi kendime diyorum ki; “Sen zaten bir deli ademsin be Abuzittin, bırak dolaylı dokundurmaları, benzetmeleri filan da bu adamlar seni benzetmeden, sen onları doğrudan bir güzel benzet olsun gitsin!” Tabii söylediklerini anlayabilecek beyinsel kapasiteleri varsa! Bu haftaki yazı da onlardan biri işte......
"Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak." Kızılderili Atasözü
Ey insanlık neredesin? Burası kaz dağları. Ben sincap, bunlarda arkadaşlarım tavşan, kertenkele, ağaçkakan bu da küçük yılanımız. Merak etmeyin zararsızdır, bugüne kadar tek bir insanı bile soktuğu görülmemiştir. Zaten siz insanların biz hayvanlara yaptıklarınızın yanında biz hayvanların istemeden de olsa siz insanlara verdiğimiz zararın esamesi bile okunmaz.
Bak, bak dinle! Ey insanlık vicdanın kaldıysa dinle, şu tan yeri vakti, bu horoz nasıl da güzel ötüyor. Biz hayvan arkadaşlarına günaydın diyor. Kümes horozu değil bu, onlar böyle ötmeyi beceremez. Kaz dağlarının horozu!
Yakıp yıkacaklar burasını, tam 16 tane gözü doymaz, kâr hırsı her şeylerini bürümüş zalim altın arayıcısı şirket, siyanür kamyonlarıyla ellerini ovuştura, ovuştura buraya doğru yola çıktılar bile! Onları hayvanlaşmaya, doğanın güzelliklerini görmeye, şuradan akan pırıl pırıl, şırıl şırıl tertemiz dereden su içmeye davet ediyoruz.
İçlerine derin derin çektikleri bu muhteşem havayı sağlayan, şu gördüğünüz çam ormanları. Vicdansızlar onları kesecekler. Günü gelir, günümüz muktedirlerinin pek çok şeyi affedilebilir belki, ama doğaya ihanet asla, doğa katliamı asla!
Coğrafyamı yok edemezsin, yok ettirmeyeceğiz sana bu muhteşem ülkenin doğal zenginliklerini! Ve şunu unutmayın er ya da geç doğa intikamını mutlaka alır.
Ama ağaçların, kuşların, derelerin, göllerin, denizin siz insanları o suçlu, bu masum diye ayırt etme yeteneği yok ne yazık ki!
Bu yüzden işte siz Karadeniz’in derelerine saldırırsanız, yok etmeye kalkarsanız, onlar da sel olup önlerine suçlu, suçsuz demeden hangi insan gelirse o sellerde kaybedecekler ve hiçbir zaman bir işe yarayamayacak o HES’leriniz.
Kaz dağları, tuz dağlarına dönerse günün birinde bunun bedelini sizler değil, torunlarınız ödeyecek. Ama siz o kadar vicdansızsınız ki, henüz doğmamış çocuklarınıza ve torunlarınıza mahvedilmiş bir coğrafya bırakmaktan bile utanmıyorsunuz.
Biliyor musunuz siz yoksunuz aslında. Sadece boynunuza kadar olan kısmınız var çünkü. Bir gövdeniz, mideniz ve boşaltım sisteminiz çalışıyor. Yani yiyor, içiyor ve s.............
Ama çalışmıyor beyniniz asla. Beyni ile kalbi arasında kan pompalanan bir varlığın yüreği olur çünkü.
Ve yürek kalptan bambaşka bir şeydir. Orada coğrafya sevgisi, orada önce aynı coğrafyanın, sonra bütün dünyanın insanlarına içten gelen bir sevgi olur. Orada vatan sevgisi, orada yurt sevgisi olur.
Sizin ileri demokratlarınıza bakıyorum da hiçbirinde tıss yok, çünkü doğanın silahlı kuvvetleri yok.
Çünkü onlarda doğayı yıkım darbesine karşı 10.000 adım yürüyecek yürek yok. Olmayan askeri darbeye karşı, yürümek, eli kolu bağlanmış askerlere yumruk atmaya çalışmak kolay. İktidara karşı doğayı savunmak zor. Benim sincap yüreğim kadar bile yürek yok onlarda.
Ey insanlar, insancıklar beni duyuyor musunuz? O zaman ne duruyorsunuz? Ortalığı protesto sesleri ile inletmeniz, milletvekillerini Mecliste bangır bangır bağırmaya davet etmeniz gerekmiyor mu? Yedi kat yerin ve yedi kat göğün protesto seslerinden yıkılması gerekmiyor mu?
Ne duruyorsunuz İstanbul’dan Kaz dağlarına kadar bir insan zinciri yaratsanıza! Öyle bir bağırın ki, bu vicdansızlığın çığlığı, o kara kalpli vahşilerin merkezi Brüksel’den duyulsun.
Küçücük çocuklara bir tek ağaç kurtulsun diye dakikalarca kağıt tasarrufunun önemini anlatmaya çalışan öğretmenlerden utanın. Utanın kalbi de suratı da kararmış insancıklar, utanın. Kaz dağları yok olursa, ikinci bir kaz dağları olmayacak bu coğrafyada ve sizin torunlarınız dönecek sizlerin ölülerinden hesap soracak.
Yüreği ve beyni ile hala yaşayan Can Yücelin mezarına saldıran siz ahmakların torunları, merak etmeyin, sizin mezarlarınıza saldırmayacak! Sadece ve sadece gelecek ve tükürecekler! Bu kadarı size yeter de artar bile.
Ama yok, bu o kadar da kolay olmayacak, doğanın direnişi insanların direnişine benzemez. Bütün varlığı ile size direnecek kaz dağları. İnadına çiçek açacağız, ezilsek bile iş makinelerinin paletleri altında. Sonunda bizim küçücük çığlıklarımız büyüyecek, büyüyecek, BÜYÜYECEK, BÜYÜYECEK, BÜYÜYECEK VE KOCAMAN, KOSKOCAMAN OLACAK ve sizin iş makinelerinizi durduracak!
Hodri Meydan! Kaz dağlarını size teslim etmeyeceğiz!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kant ve Levinas Etiğinde Özgürlük Kavramı Üzerine III |
|
John E. Drabinski'nin de dikkat çektiği gibi, Levinas etiğinde zor özgürlüğün "Öteki'ye yâderklik" olarak kavranışı, kişi özgürlüğünün kaynağına bir başkasını yerleştirmek bakımından özgürlüğün tanımını (Levinas, 2003:136) da zorlaştırmaktadır. (Drabinski, 2001:121) Ben'in "olmaktan başka türlü" olduğu bu yerde zor özgürlüğü, bir sis perdesi olarak kalmaktadır. İrâde özgürlüğünü kişi, Kendi'si için değil de Öteki'ye karşı sorumlulukları doğrultusunda kullanacaksa ve bu kabûl edişi, Öteki karşısındaki utancı nedeniyle gerçekleştirecekse, bu sorgulama ve kabûl edişte Tanrı'nın ve "Öldürmeyeceksin!" buyruğunun dahli, özgürlük sorununu daha da karmaşık bir hâle getirmektedir.
İmdi Kendi, etik ilişki içinde akıl ve bilinç devre dışı kaldığı için Kendi olarak yoksa, niçin utanç duyacaktır? Kendi, Öteki'ye karşı sorumluluklarını görüp bundan utanç duyacaksa ve bu utanç nedeniyle Öteki'ye karşı sorumluluklarını kabûllenecekse, bu utanç içinde belirli bir geçmişe ve geleceğe eklemlenerek kendi şimdisinden kurtulup zamânın şimdisine geçecekse, bu şimdideki sorumluluklarının gereğini yerine getirmek için asimetrik bir çaba sarf edecekse Tanrı, niçin "Öldürmeyeceksin!" buyruğuyla Kendi'ye bir iz bırakmıştır? Bu sorulara Levinas etiğinden hareketle cevap verilmek istendiğinde, bütünüyle çelişkili sonuçlara ulaşılmaktadır.
Öbür taraftan Kant, akla karşı duyduğu sınırsız güven ve bu güven içinde beliren "kendilik bilinci" içinde Kendi'nin özgürlüğünü, duyulur dünyâdan yalıtılmışlığında aramıştır; Levinas ise Tanrı'ya ve "Öldürmeyeceksin!" buyruğuna duyduğu sınırsız güven içinde Ben'in özgürlüğünü, etik ilişki içinde bütünüyle devre dışı kalacağına inandığı akıl ve bilincin bu özelliğinin, Kendi'nin yeniden kurulmasına izin vermemesinde aramıştır. (Davies, 2002:165) Hâl böyle olunca, Kant için Kendi, hep başka Kendi'lerle; yâni kendisiyle, karşı karşıyadır ve Kendi'nin kendisiyle olan bu özdeşliği, gerek bilme edimlerine, gerekse de eylemlerine "kendilik bilinci" olarak yansır. Kant'ın Kendi'si mutlaktır, evrenseldir, her şeyin üzerindedir.
Bu Kendi, tüm akıl sâhibi varlıklar için olanaklı en yüksek amaçtır ve tüm fenomenleri tek başına kurar, onlara yasalarını dayatır. Levinas etiğinde ise bunlar, Öteki için geçerlidir ve Öteki, kendi aşkınlığı içinde Kendi için hep bir aşkınlık olanağı olarak kalır. Oysa, akıl da aslında, belirli birtakım koşullandırmaların ürünüdür ve bu koşullandırmalar, aklın etkinliğini de şu ya da bu şekilde belirler. Kant etiğindeki "aklın nedenselliği" konusu, özgürlük sorunu söz konusu olduğunda bütünüyle bir "meta-anlatı" hâline gelmekte ve temellendirilmesi gereken bir şey temellendirilmiş kabûl edilerek, belirli türden bir "mantık hatâsı"na düşülmektedir.
Üstelik, aklın koşullanmasını sağlayan egemen güçler, maddî-toplumsal ilişkiler mârifetiyle bu koşullandırmayı gerçekleştirirken; mevcut güç ilişkilerini kendi çıkarlarına uygun biçimde düzenlerken, aklın evrensel bir çalışma biçimi olduğu söylemiyle bu meta-anlatıyı kullanırlar. Levinas etiğindeki aşkınlık olanağı da egemen güçler söz konusu olduğunda bu meta-anlatıyı aşmaya katkı sağlamamaktadır. Egemen güçlerin iktidârı karşısında Ben'in etik özneliliği/özgürlüğü, Öteki'yle ortak bir irâdeye dayanmadığı için, Ben'in yalnız ve çâresiz bırakılmasına ve bu da bu iktidârın devâmına yol açmaktadır ki, Öteki'nin Ben'e karşı kayıtsızlığı, bu döngüden kurtulmaya izin vermeyecektir.
Özgürlük sorunu söz konusu olduğunda aklın bu koşullandırmalara dönük yatkınlığı, Kant etiğinde gerektiği biçimde incelenememiş; akla karşı duyulan sınırsız güven, bu konuların araştırılmasını engellemiştir. (Bauman, 1998:63-5) İnsanı özgürleştirecek olan da aslında, Kant'ın öngördüğünün aksine, ahlâkî/özgür eylem söz konusu olduğunda kişinin duyusal dünyâsından (Ben-sevgisi ve doğa nedenselliği) bağımsız olarak irâde özgürlüğünü kullanması değil, içinde bulunduğu maddî-toplumsal ilişkiler içinde onu sarıp sarmalayan, hareket sahasını kısıtlayan, Öteki'ye ya da Öteki'yi ona düşman hâline getiren egemen güçler karşısındaki mücâdelesidir.
Kant etiğindeki özgür kişinin, bu güçlerin faaliyetlerini anlamada ve onlara karşı harekete geçmede atacağı adım, son derece sınırlıdır. Aklı koşullandıran egemen güçler, aklın etkinliğini de sınırlandırmışlardır. Kant'ın Kendi'si, her türlü maddî-toplumsal ilişkiden ya da duyulur dünyâdan bağımsız olarak kendi özgürlüğünü kurma olanağı olan bir "kurucu özne"dir ve Kant, maddî-toplumsal ilişkiler içinde ortaya çıkan neden-sonuç ilişkilerini doğa nedenselliğinin bir türü olarak konumlandırırken insana, bu "ussal öz" yardımıyla bunlardan bağımsız olarak hareket etme olanağını transendental özgürlük kavramsallaştırması içinde sürekli olarak tanır.
Ne var ki insan, bu "ussal öz"ü gerçekleştirirken dahi bu ilişkilerin içindedir; bu ilişkiler, bu "olanak"ların nasıl "olanak" olmaktan çıkartılıp gerçekliğe dönüştürüleceğini gösterir ki, bu durumda insan, attığı her adımda bu ilişkilerin sonucu olarak eylemde bulunmuş olur. İnsan, özgürlüğünün olanağını ve bu olanağın gerçekleşme koşullarını "aşkın" bir zeminde görse dahi bu özgürlüğü gerçekleştirirken "doğa nedenselliği"nin ya da maddî-toplumsal ilişkilerin içindedir ki, bu da Kant'ın özgürlük çözümlemesine bütünüyle aykırı sonuçlar doğurmakta ve özgürlük sorununu karmaşık hâle getirmektedir.
Kant etiğinde özgür kişinin, duyusal yönü bakımından aklın denetimi altına girmesi, özgürlüğün somut bir gerçeklik olarak ortaya çıkmasında çoğu zaman yetersizdir. Lawrence A. Blum'un da belirttiği gibi, kişinin duyusal yönünden bağımsız olarak irâdesini kullanması, yalnızca eylemi gerçekleştirme kapasitesini anlatır, özgürlüğün vârolan gerçeklikte açığa çıkmasını değil. (Blum, 1980:168-70) Vârolan gerçeklik çünkü, Kendi'nin dışında, kurulu ve iktidâr mücâdeleleriyle şekillenmiş bir gerçekliktir; Kendi, kişideki duyusal yönü ne kadar kontrol altında tutarsa tutsun, bu yolla özgürlüğünü gerçekleştiremez.
Özgürlüğün gerçekleşmesi için kişinin, başka birtakım iktidâr mücâdeleleri içinde olması gerekir ki, bu da özgürlüğün irâde özgürlüğü olarak kavranışına ek olarak "yapma özgürlüğü"nden de bahsetmeyi zorunlu kılar. Kant etiği, irâde özgürlüğü söz konusu olduğunda Kendi'yi mutlaklaştırdığı gibi, yapma özgürlüğü söz konusu olduğunda da aynı tutumunu sürdürür ve Ben ve Öteki bu kez, bu iktidâr mücâdeleleri içinde, aklın koşullandırmaları altında, sınırlarını ve içeriğini egemen güçlerin belirleyeceği bir Kendi'yi kabûle zorlanır. Siyâset bilimi içinden bakıldığında bu mutlaklaştırılan Kendi, "siyasî kimlik" olarak; yapma özgürlüğü ise "siyasî özgürlük" olarak açığa çıkar.
Kant'ın akla yönelik sınırsız güveni ve etik öznenin özneliliği/özgürlüğü görüşü, son çözümlemede egemen güçler tarafından koşullandırılmış ve bu koşullandırmayı "saf" bir biçimde duyumsayan, kendi içsel yaşantılarında bunu mutlak bir biçimde kabûl eden; bundan şüphe etmediği gibi, eylemin sonuçlarına da kayıtsız kalan bir insan tasarımına zemin hazırlar, bu tür bir tasarımla ortak bir rahmi paylaşır. Levinas etiğinde de (zor) özgürlüğün irâde özgürlüğü olarak kavranışı, aklın ve bilincin bütünüyle devre dışı olarak konumlandırılması nedeniyle yapma özgürlüğünün nasıl gerçekleşeceğini sorun hâline getirmektedir.
Levinas etiğinde Ben, Öteki'ye karşı sorumluluklarını yerine getirirken, sorumluluklarının devredilemezliği bağlamında ve Öteki'den karşılık beklemeksizin; Öteki'nin ilişkiye herhangi bir dahli olmaksızın, Öteki'nin bu sorumlulukları paylaşmak konusunda herhangi bir yardımı olmaksızın, Öteki'nin bütün bu kayıtsızlığı içinde tek başına hareket etmek zorundaysa yapma özgürlüğü, Ben için sınırlandırılmış ve Ben, bütünüyle kendi başına bırakılmış olur ki, Levinas etiğindeki zor özgürlük kavramsallaştırması da Ben'in egemen güçler karşısında yalnız ve çâresiz kalmasına yol açar.
Ben, irâde özgürlüğünü Öteki'ye karşı sorumluluklarını kabûl etmek doğrultusunda kullanacak olsa bile, yapma özgürlüğü söz konusu olduğunda bütünüyle kendi başınadır ki, bu şekilde bu sorumlulukların karşılanması olanaksızdır. Gerek irâde özgürlüğü, gerekse de yapma özgürlüğü söz konusu olduğunda etik ilişkide akla ve bilince özel bir yer verilmediğinde, bu iki etikte de görüldüğü gibi özgürlük sorunu, Ben ve Öteki arasında barışçıl ilişkiler kurmak yönünde çözüme bağlanmayacak, egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda çeşitli çatışmalara ve bunların sürdürülmesine zemin hazırlayacaktır ki, bu da yine etik ilişkinin kaybına yol açacaktır.
Kant ve Levinas etiğinde özgürlük ve sorumluluk ilişkisi de bütünüyle zıt iki farklı çözümleme içermekte ve bu iki etik, bu ilişki bağlamında birbirleriyle olan hemen tüm karşıtlıklarını, en açık biçimde ortaya koymakta; özgürlük kavramına ilişkin olarak farklı birtakım hareket noktalarından ortaya çıkacak karşıt sonuçları da en açık biçimde göstermektedir. Kant'a göre insan, Kendi'sinin dışında başka bir güç tarafından belirlenmeme olanağına sâhiptir ve bu olanak, onun özgürlüğünü belirler. Kant'a göre insan, özgür bir varlık olduğu için ve ona bu özgürlüğü Kendi'si sağladığı için, eylemlerinden sorumlu tutulması da kaçınılmazdır ve insanın Kendi'sine karşı sorumluluğu, başkalarına karşı sorumluluğuyla özdeştir. (Waldenfels, 1995:39-40)
Kant, Kendi'yi verili olarak kabûl eder ve Kendi'nin nasıl oluştuğunu araştırmaz; Kendi'nin de bir "târihsellik"i olduğunu kabûl etmez. Kant'a göre Kendi, insandaki "ussal öz"dür ve özgürlük de bu Kendi'nin özgürlüğüdür; Kant etiğinde Kendi, her türlü maddî-toplumsal ilişkinin üzerinde tutulur ve bu ilişkiler karşısında ona sınırsız bir güç ve olanak tanınır. Kant Kendi'yi, "fenomenler alanı"nda değil, "noumenler alanı"nda görür ve onu mutlaklaştırır. Tüm bilgiyi de bu Kendi'nin bilinç edimlerinden türetmeye çalışır ki, bu yolla insanlar arasındaki farklılıkları olumsuzlar. Kant bu farklılıkları, belirli birtakım genellemelerin potası altında eriterek özgürlüğü, bir tür "akılsal zorunluluk" içinde kavramak ister.
Bizce akıl aslında, maddî-toplumsal ilişkiler ile bireysel ve toplumsal vâroluşun uzlaşımsal çerçevesidir; birey ve toplum olarak yaşamayı sağlayan bir tür "otokontrol mekanizması", bir tür "denetimsel koşullandırma"dır. Bunun içindir ki akıl, birey ve toplum yaşamının üzerinde değil, onun içindedir. Ancak, aklın evrenselliğine karşı çıkmak, akıl-dışılığı savunmak değildir. Aklın genel bir otorite olması ise bireysel ve toplumsal vâroluşun üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanması demektir. Aklı genel bir otorite hâline getirmek; belirli birtakım kurallar ve bunların denetiminde onlara ne pahasına olursa olsun itaat etmek, bunların ne için konmuş olduklarını sorgulamamak ve kaynaklarına inememek demektir.
Kaldı ki, bir şeyin merkezîleştirilmesi, başka her şeyin ona mutlak itaat etmesi gibi totaliter bir yönelimi de içinde barındırır ve bu yönelim, "sorumluluk ilişkileri" içinde somutlaşır. Kant etiğinde özgürlük, son çözümlemede totalitarizme dönüşür; sorumluluk, aklın yasa koyucu özelliği içinde kavranır ve bu yasalılık, totalitarizmi büyütüp beslemiş olur. (Bauman, 1998:88) Levinas ise Felsefe'nin en önemli sorunu olarak özgürlük sorununu görmediği gibi, Kant'ın isteme özgürlüğü ve özerkliği ile istemenin yâderkliği arasında kurduğu ilişkiyi de tersine çevirir (Davies, 2002:167); Ben'in Ben-olmaklığını, Öteki'ye bağlanmasında görür. (Bauman, 1998:109)
Kant için ahlâklılık/özgürlük, bu Kendi'nin özgürlüğü ve özerkliğinin sağlanması, aklın koruyuculuğu altında kendisine genel yasa koyması, koyduğu yasalara bu sorumluluk ilişkileri içinde bizzat kendisinin uyması ve aynı şeyi başkalarından da beklemesi, bunu onlardan talep etmesidir; Levinas için "etiksel olan" ise bu Kendi'den bir daha geri dönüşü olmaksızın kurtulmak, Öteki'nin yüzünde yankısını bulan yardım talebine karşılıksız olarak cevap vermek, bu talebi "koşulsuz buyruk" olarak dile getiren yüzün dolayımsızlığına teslîm olmak, bu teslîmiyeti sorumluluk ilişkisi içinde eyleme dökmektir.
Kant için "ahlâk yasası", Ben-sevgisi ve doğa nedenselliğinden bağımsız olması nedeniyle Öteki'yi de bağlayan, onu da içine alan, kendi evrenselliği içinde çift taraflı ve tüm akıl sâhibi varlıkları ortak bir sorumlulukta birleştiren bir buyruktur; Levinas'ın "buyruk"u ise kaynağını Öteki'nin ötekiliğinden alan, Öteki'nin ötekiliğini eritmek yerine "korumaya çalışan" bir buyruktur ve bu nedenle tek taraflıdır. (Davies, 2002:169) Kant için Ben'in özü "ussal olmak"tır ve özgürlük, bu ussal öze bağlanmanın doğal ve zorunlu bir sonucu olarak sorumluluk ilişkisi içinde açığa çıkar; Levinas içinse böyle bir "öz" olmadığı gibi, insan varlığının "vâroluşsal anlamı" da Kendi'nin ve bu tür dolayımların aşılmasındadır.
Aynı şekilde, Levinas'a göre insan, bir "varlık" değil, "vârolmanın bir kipi"dir ve kipler arasındaki geçiş, sorumluluk ilişkileriyle sağlanır. Bu yolla insan, vâroluşunu çoğullaştırır. Sorumluluk ilişkileri öncesinde Kendi, ya da Kant'ın düşünen, algılayan Ben'i, tanımsız bir varlık çukurundadır ve varlığın tüm ağırlığı altında ezilir. Bu ağırlık karşısında "ölüm deneyimi" yaşar. Düşünen, algılayan Ben, Öteki'yle karşılaşmadan önce, Kendi'siyle tıka basa doludur ve Kendi, ona gerçek anlamda özneliliğini/özgürlüğünü kazandıramaz; bu tür bir düşünen, algılayan Ben'in, henüz bilgiye dâir hiçbir şeyi de yoktur. (2002:171)
Kant ise Öteki'yi hiçbir zaman göremez; tüm insanları, genel bir "akıl sâhibi varlık idesi" içinde eritir. Kant'ın, Ben'in sâhip olduğunu düşündüğü bilgileri ise bilinç lokalleştirmelerinden ibârettir. Bu Ben, hipostazın şimdisinde kalır ve zamânın şimdisine geçemez; Kant için zaman, "akıl sâhibi varlıkların a priori bir saf görü formu"dur. Levinas'a göre ise zaman, Kendi'siyle çakışan Ben'in dünyâsallığına âit değildir; Öteki'yle karşılaşmayla, Öteki'ye karşı sorumlu olmayla, Ben'in (zor) özgürlüğüyle başlar. Zaman, değişim ve farklılık demektir; bu ise Ben'in aşkınlık olanağını gerçekleştirerek radikal başkalığı açığa çıkartmasını; sorumluluk sâhibi etik öznenin açığa çıkmasını ifâde eder.
Levinas için zaman, yalıtılmış bir öznenin a priori bir "formu" değil, etik öznenin özneliliğinin/özgürlüğünün başlamasıdır. Kant için zaman, iç duyumun art ardalığıdır; Levinas içinse zaman, vâroluşun çoğullaşması ve Ben'in kendi hakîkatini Öteki'de görmeye çalışmasıdır. Kant için zaman, Ben'in şimdide duyumsadığı bir art ardalıktır ve bunda belirleyici olan Ben'dir. Levinas içinse zaman, bir geçmişe ve geleceğe eklemlenmiş olmadır ki, Ben'i bir geçmişe ve geleceğe bağlayacak olan, Öteki'ye karşı sorumluluktur. Bu yolla Levinas Ben'e, Kant'takinden bütünüyle farklı bir özgürlük olanağı sunmak ister.
Kant'ın Ben'i, Kendi'sine karşı sorumluluğu içinde yalnızca şimdisindeki özgürlüğü duyumsar; bu ise Öteki'ye şiddet uygulamaya dönüşür. Levinas'ın Ben'i ise vâroluşunu çoğullaştırarak özneliliğini/özgürlüğünü, bu vâroluşta Öteki'ye karşı sorumluluklarını irâde özgürlüğü içinde seçmiş olmasıyla "özgür" biçimde duyumsamaya çalışır. (2002:171-3) Kant etiği, akla dayalı bir etik olduğu için ve "aklın doğal yapısı gereği" genel ve evrensel olana yönelimi nedeniyle "ahlâklılık"ı/"özgürlük"ü, Ben'in Kendi'si için istediklerinin başkası tarafından onun için de istenilebilir olup olmamasıyla; Kendi'sine karşı sorumluluklarının başkasına karşı sorumluluklarıyla özdeş olup olmamasıyla ilişkilendirir.
Levinas etiği ise vâroluş yaşantılarına dayalı bir etik olduğu için özgürlüğü, tekrârı olmayan, asimetrik ve tekilliği korumaya çalışan bir "etik ilişki" içinde ele alır. Kant etiğinde ise "Öteki'nin" -ki aslında, bu etikte "Öteki" yoktur- Ben'den talep ettikleri bir defâlık, gelip geçici, deneysel diye "değersiz" görülür; Ben'in sorumluluklarının bunlar tarafından belirlenmesi, özgürlüğüne karşıt olarak yâderklik şeklinde değerlendirilir. Bu talepleri karşılamaya dönük bir sorumluluk anlayışı, doğa nedenselliğiyle ilişkilendirilir. Levinas ise etiği ve sorumlulukları ilişki üzerinden ele aldığı için, tam da bu bir defâlık, gelip geçici, vb. olanlara ulaşmak ister; özneliliği/özgürlüğü de buna bağlar.
Kant'ın "özgür kişi"si, Levinas için Kendi'siyle tıka basa dolu bir Ben'dir ve bu Ben'in gerçek bir özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Bu Ben, Var'a gömülmek sûretiyle ilk özgürlüğü içinde sonsuz kibriyle yaşayan bir vârolan; geliştirdiği içgüdüsel ontolojiyle dış dünyâdaki herhangi bir vârolandan farksız bir vârolandır. Ancak, Kant'ın "yâderk kişi"si, Levinas'ın "özgür kişi"siyle tam olarak çakışmaz. Kant etiğindeki yâderklik kavramı, aynı zamanda da istemenin doğa nedenselliği tarafından belirlenmesini ifâde eder. Levinas da istemenin doğa nedenselliği tarafından belirlenmesini özgürlükle bağdaştıramaz, istemenin akıl tarafından belirlenmesi söylemini de doğru bulmaz.
Levinas'a göre isteme, ancak Öteki tarafından; Öteki'nin Ben'den talep ettikleriyle, bu taleplerde ifâdesini bulan sorumluluklarla belirlenmelidir ki bu, Kant'ın "yâderk kişi"sinden farklı bir "yâderk kişi"dir. Kant etiği ise "iyi isteme" ve "ahlâklılık" arasındaki ilişkiyi a priori olarak türetme ve koruma altına alma çabasındadır ve Ben'in Kendi'si tarafından belirlenecek "iyi isteme" ve "ahlâklılık"; Ben'in Kendi'sine karşı sorumluluğu, Levinas için etik ilişkinin her türlü dolayımsızlığının dışında ve karşılıklılık ilişkisine dayanır. (Bauman, 1998:64) Kant, "iyi isteme"nin "kendinde şey" olmak bakımından aklın koruyuculuğu ve yasalılığı altında olduğunu savunur ve etik ilişkide Öteki'nin gerçek taleplerine gözlerini kapar.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Bilirsin
...ve bilirsin
Artık sevemezsin.
Salepe döktüğün tarçını
Meşhur saat kulesini.
Bir demet çiçeğin kokusunu
Çekemezsin içine mest olup.
Yoktur ellerinin sıcaklığı
Ceplerinde gizli,
ve yakaları kaldırıp ayazından
Bir cigara içersin pişmanlık gibi
Ateşi başkasından
En zehirli okunu atmıştır hayat
ve vurmuştur,
yüreğinin tam ortasından...
Ötelerde gezinen bir karga
Gelir gösterir eşeleyerek
Nasıl koyulur yürek...
Kendinden önce
Toprak altına...
Avuçlarında sükut
Çehrende korku
ve gözlerin şahit
gömersin...
ve bilirsin!
Artık
Hiç...Sevemezsin!
Fatih Ünver
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|