|
|
|
Editör'den : Dindar mı Kindar mı?!.. |
Hergüne yeni bir saçmalıkla başlayan, akut yönetim zafiyetine yakalanmış memleketimin insanları, nasılsınız? Olan bitenin farkında mısınız? Daha doğrusu artık şaşıran bir yanınız kaldı mı? Ben şaşırmayı unuttum da ondan bir garibim. Ağzım açık dilim dışarda, sağ elimi kafama vurup "Allah Allah" nidalarıyla ortalıkta dolanırken buluyorum kendimi sık sık. Bir ben miyim yoksa biz çok muyuz onu merak ettim, soruyorum.
Tam bir konunun kulpundan tutacakken bir başka konu zank diye düşüyor tepeme. MİT'çiler sorguya çağrılırken, hükümetten biri "Onlar görevlerini yerine getiriyorlardı." diyor. Daha önce "Devlet teröristle görüşmez" diyenler, şimdi görevi bizzat kendilerinin verdiğini itiraf ediyor. Savcılar görevden alınıyor, topu topu 4 kişinin yargılandığı kırk küsur kişinin canını alan tren kazası 7,5 yılda bitirilemiyor, dava düşüyor, bin kişinin yargılandığı bir diğer davada olası darbe teşebbüsünden genelkurmay başkanı ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanıyor. Trene hızlı git diyen, yoksula yardım vaadiyle dindar vatandaşı soyan serbest kalıyor, terörist kovalayan, kovaladığı teröristle aynı kefede yargılanıyor. Gel de çık içinden. Ya da hiç çıkma boğul içinde, müstehaktır sana.
Saçmaladıkça oy toplayan, hırladıkça alkış alan, böldükçe çoğalan, saldırdıkça rağbet gören bir hükümetimiz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen bir vatandaş güruhumuz var çok şükür. Hele hele çocuklarımızın eline tablet veren, karşılarına akıllı tahta koyan milli eğitimimize binlerce şükür. Savulun bre gafiller, tabletli "Dindar nesil" geliyorrrr.
Dindar nesil, dinini bilen nesilmiş, öyle diyorlar. Dindar mı, Kindar mı Tayyip Bey? Amacınız dindar nesil yetiştirmek mi yoksa yıllardır içinizde biriktirdiğiniz kini aşıladığınız körpe beyinleri formatlamak mı? Savunma da pek güzel, "Dindar yetiştirmeyelim de tinerci mi olsunlar?". Bravo. İçimden geçenleri burada yazmam mümkün değil elbette. Dindarın karşısına tinerci koyarak yaptığınız açıklama dinden ne anladığınızı da pek güzel ortaya koymakta. Size dindar deniyorsa ben almayayım kalsın.
Dini ranta çevirmekte usta oyuncuların son müsameresi bu. Kaderine razı sıradan müslümanları, sıka sıka suyu çıkarılacak kul haline getirmenin provası. "Kanlı mı kansız mı olacak onu zaman gösterecek." diyen zihniyetin zafer çığlıkları bunlar. Duyan var mı? Yok. Aklı başında zannedilenler, "Yetmez ama evet" deyiciler şaşkın, kâh trene kâh olan bitene öylece bakıyorlar. 2003'te 771 milyon lira olan Diyanet bütçesi, 2012'de 3.8 milyar lira. Ne için bu paralar? Altı dükkan, üstü baz istasyonu cami yapmak için mi, yoksa çocukları Umre'ye göndermek için mi? Ha bir de "Mele" takımı melemeye başlayacak yakında. Öğretmene kadro yok ama meleyecek Mele'lere gırla. Sağlığı, eğitimi özele devret, dini devlete yapıştırdıkça yapıştır, dindar nesil teranesiyle çocukla din arasına devleti sok, üstüne bir de "Laikim ben laikim" diye tepin.
Uyan ey ahali uyan, zaman, o yok etmeye çalıştıkları "Gençliğe Hitabe"nin bahsettiği zamandır. İş işten geçmek üzere, baksana adamların oyu %55 olmuş bile. Haydi çocuklar, namaza!..
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KEŞKELER LİSTESİNİ YAPARSAM -2 |
|
Ömrümün yarısı uykuda geçiyor. Geri kalan öteki yarısı da uyku sersemliğinde… Can sıkıntısından uyuduğum saatleri söylememe bile gerek yok. İnsan vakit geçsin, ömür bitsin diye uyur mu? Yemek henüz hazır değil en iyisi uyuyayım. İşe gitmeme daha iki saat var. Biraz daha uyuyayım. Hafta sonu gelmiş. Kocaman bir hafta çalışmışım. Erken kalkmama hiç gerek yok. Hem kalkıp ne yapacağım? Aksırana, tıksırana kadar uyuyayım da vücudum iyice dinlensin. Hadi uykuda harcadığım zamanı kayıp saymak bir yana bununla övündüğüm bile olur. Bir uyumuşum, bir uyumuşum sormayın, misler gibi… Uyku insanın üstüne yapışıp kalır. Bütün gün uyurgezer gibi dolaşıp durursunuz. Konuşursunuz, yemek yersiniz, kitap okursunuz ama içiniz uyur, sersem gibi kalırsınız. İnsan ömrünün sonuna yaklaştığını anlayabilir mi? Eğer anlayabiliyorsa uykuda geçirdiğim zamanlara pişman olacağımdan adım gibi eminim. İnsanın yaşamın değerini anlaması ve onu sevmesi çok zaman alıyor. Şimdi yağmurda ıslanmayı, üşüdüğüme aldırmadan karda uzun yürümeyi daha çok seviyorum. Çalışmak, üretmek ve kazanmak adına bize söylenenlerin yalan olduğunu biliyorum. Sabahın köründen akşamın karanlığına kadar ağır işlerde çalışan insanların her fırsatta yorgun bedenlerini biraz olsun dinlendirebilmek için uyumaktan başka çareleri mi var? Uyumak elbette ihtiyaç... Ben abarttıklarıma kızıyorum. Sabahın en deliksiz uykularının bizi beklediği saatte kalkıp kahvaltı etmek, kahvaltı etmeye zorunlu olmak insan ne berbat bir şey değil mi? Birkaç zeytin yemek, biraz peynir belki, bir veya iki dilim ekmek ve illa henüz demini almamış, henüz çiğ kokulu bir bardak çay… Eziyet diye buna denir. Çünkü mecbursun ve öğleye kadar yiyecek başka bir şey bulamayacaksın veya zamanın olmayacak. Oysa insan acıkınca yemeli. Canı çekince, iştahla, keyifle doyuruncaya kadar… Ağzına attığı her yudumun keyfini çıkarabilmeli.
Gaza gelip erken büyüdüğüm için pişman olacağım. Aslansın, kaplansın, sen böyle yapmazsın, sana da zaten böylesi yakışır yalanlarına inandığım için pişman olacağım. Yeniden dünyaya gelsem çocukluğumu elimden geldiği kadar uzatmanın çarelerini arardım. Bütün çocuklar büyüme hevesindedir. Bunun farkında olan büyüklerimiz "Sen artık çocuk değilsin," dediklerinde inanıveriyor insan. Birine kırk gün ne dersen o olurmuş. "Kocaman adam oldun artık sen," dediler. Öyle oluverdim. On ikisinde gündeliğe başladım. On dördünde gurbete çıktım. Eyvan galiba geç kaldım diye ödüm koptu. Yirmisinde evlendim. Sakal tıraşım gelmeden, daha yüzüm ergenliğini bitirmeden kendi çocuğum oldu. Ondan sonrası şu güzel Karadeniz türküsü, "Ben zaten ıslanmışım, yağarsa yağmur yağar." Baba olduktan sonra insan hiç ıslanmıyor. Hiç üşümüyor, hiç hastalanmıyor, hiç ağlamıyor, hiç acıkmıyor. Çünkü artık dünya başkası için dönmeye başlıyor. Kızım ıslanıyor, kızım üşüyor, kızımın yüzüne güneş geliyor, kızım acıkıyor, kızım ağlıyor, kızım küsüyor… Eğer uygun bir zaman bulursam azıcık ben de hastalanabiliyorum. Ve ben her şey için sıramı bekliyorum. Bunun eşim, kızım veya oğlumun kişisel tutumuyla zerre kadar ilgisi yok. Baba olmanın raconu böyle… Anne olmanınkinden söz etmek bile istemiyorum. O daha beter, can dayanır gibi değil… Dünyaya yeniden gelirsim daha çok çocuk kalacağım. Daha çok oyun oynayıp, daha çok çamurlara gireceğim. Derede daha çok kayık yüzdürüp daha çok uçurtma uçuracağım. Komşu bahçelerden daha çok erik, şeftali ve incir çalacağım. Evlenmek mi ? Aklınıza turp sıkayım. Yüzü astarından pahallıya gelse de evlenirdim yine ben. Ama kana kana çocukluğumu yaşadıktan sonra. Kısacası kalıplara uygun bir yaşamı seçtiğim için pişman olacağım. Bana çizilen sınırları zorlamadan ve sessizce boğun eğerek yaşadığım için pişman olacağım. Taksitlere yetişmeye çalışmak, faturaları denkleştirmek için koşturup durmak yaşamak olarak tanımlanabilir mi?
Keşke küçük yaşlardan başlayarak birkaç dil öğrenebilseydim. Hangileri olduğu hiç önemli değil. Bu coğrafyada kullanılanlardan başlayabilirdim örneğin. Makedonca, Kürtçe, Lazca, Arapça, Süryanice, Hemşince, Gürcüce, Çerkezce neden olmasın. En azından kendi ülkeme şimdi olduğum kadar yabancı kalmamalıydım. Düzenli bir işte çalışmak yerine bulduğum işte bir süre çalışıp karnımı doyurduğumda mutlu olmalıydım. Kocaman bir yelkenli değil ama bir motosikletim olmalıydı. Ve bütün dünyayı dolaşıp sürekli farklı insanlarla tanışmalıydım. Daha çok kadın tanımaktan kaç erkek şikâyet edebilir ki? Bütün bunları kaldırıp atayım. Daha çok bisiklete binmeliydim örneğin. Rüzgâr yüzüme tozuyla, dumanıyla, çimen ve taze bahar kokularıyla birlikte vurmalıydı. Düşlerimiz bir yaşama sığacak kadar az değil. Oysa insan bulduğunu yaşar ve razı olur. Akıl bir yandan razı olurken öte yandan kocan düşlerimizden ertelediğimiz kocaman bir arşivi sunar durur. Kutupların beyazını görmek istemeyen kaç kişi vardır içimizde? Okyanusun güneyindeki tropikal adaları, binbir renkli kuşları ve balıkları. Her sabah erkenden kalkıp tıraş olup işe gitmek mi ister insan? Yoksa rengini ve kokusunu hiç bilmediği yeni meyvelerin tadına bakmayı mı? Pişmanlıklarımız uzun bir liste olacaksa buna yetişmenin çaresi yok. Ama henüz yaşam devam ediyorsa, son söz henüz söylenmemişse ne güzel… Kuyruk kapana kısılmışsa bile sokağa çıkıp karlara uzanın. Ama uzandığınız yerde bir sokak lambası olsun. Sokak lambası ışığından kaldırımlara dökülen karlara bakın. Kıçınızda ıslaklığı, ellerinizde karıncalanmayı hissedene kadar öylece kalın.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu İSTERDİM Kİ |
|
Ne yalan söyleyeyim, siyasi konularda yazı yazmayı sevmiyorum. Bundan da mümkün olduğunca kaçıyorum. Ancak kör gözüme parmak misali, öylesine "akıldışı" olaylar yaşıyoruz ki bilip de susmanın, ahlaksızlığın ağababası olduğunu anlıyor, kendime yediremiyor, kalemi kâğıdı alıp başlıyorum yazmaya.
Ne de olsa serde eğitimcilik var. Birisi "insan yetiştirmek"ten söz edince daha bir dikkat kesiliyorum.
Başbakan, hedeflerinin "Dindar gençlik yetiştirmek" olduğunu söyledi ya; ben de bakalım dincisi, dinsizi, Atatürkçüsü, komünisti, liberali, milliyetçisi ne diyor, düşüncesiyle medyayı daha bir dikkatle izlemeye başladım. Gördüm ki; herkes kendi görüşünde insan yetiştirme sevdasında. Eeee, bu da doğal. Ne de olsa gençler büyük sermaye…
İnandığımız doğruların ilelebet doğru kalacağına inanmak ve yalnız bize ait dünya kurmaya çalışmaktan büyük gaflet mi var?
İsterdim ki çocuklar, gençler konuşsun... Çıkıp şöyle seslensinler: "Beyler, durun bakalım. Biz kırda koyun muyuz ki, bizi bir çoban gütsün, tarlada hıyar mıyız ki bizi bir çiftçi yetiştirip pazarlasın?"
İsterdim ki, tiner batağına düşmüş gençlerden biri çıksın: "Sayın Başbakan, dindar gençlik yetiştirme fikrinize karşı çıkanlara 'Tinerci bir gençlik mi istiyorsunuz?' diye soruyorsunuz. "Bilirsiniz ki bizler; bozuk düzenin, yoksulluğun ürünüyüz. Laik düzenin değil! Siz laik düzenle kavga edeceğinize, bizi var eden yoksulluğu ortadan kaldırın!" desin. "Tinercilik de eroin, kokain gibi uyuşturucu bağımlılığıdır. Size göre; dindarlık bağımlılık mıdır, Sayın Başbakan?" diye sorsun.
İsterdim ki, demokratım diye gençlerden biri çıksın: "Sayın Başbakan, kimse bizden, ateist gençlik yetiştirmemizi beklemesin, diyorsunuz. Bir devletin, dindar gençlik yetiştirmeye soyunmasıyla, ateist gençlik yetiştirmeye soyunması arasında, demokrasi açısından ne fark var?" diye sorsun.
İsterdim ki, AK Partili bir genç çıksın: "Sayın Başbakan, hem çağdaş, hem de dindar olunmuyor mu? Başınızı önünüze eğin ve düşünün. Hem dindar, hem de çağdaş bir nesil nasıl yetiştirilir onu bir daha düşünün lütfen. Biz o terbiyeyi alarak büyümüş bir nesiliz, diyorsunuz. Lakin biz sizin geçtiğiniz yollardan geçmedik. Partinize üye olurken tüzüğünüzde dindar olmak şartı arandığına dair bir madde de okumadık. Biz bu partiye, özgürlükleri savunduğu, ileri demokrasiyi getirdiği için üye olduk. Bizim gibi gençlerin bu partideki geleceği için ne düşünüyorsunuz?" diye sorsun.
İsterdim ki, ikna odalarında zulüm gören bir genç çıksın: "Sayın Başbakan, bu ülke ne çektiyse öğrencileri belli ideolojilerle şekillendirmek isteyen, ikna odalarında öğrencilere zulmeden zihniyetten çekmiştir, diyorsunuz. Ben, kendi adıma, insanların kıçıyla başıyla uğraşan bir devletin bireyi olmaktan bıktım, desin ve sorsun: Sizce devletin, daha ilkokul çağındaki çocukları, dindar Sünni olarak yetiştirmeye kalkışması 18 yaşından büyük üç beş gencin, ikna odalarının çekilmesinden daha mı insani bir uygulamadır?"
İsterdim ki, köy enstitülü birinin torunlarından bir genç çıksın: "Sayın Başbakan, Köy Enstitülerinin bir kalıp öğretmen yetiştirdiğinden söz ediyorsunuz. Bu fikrinize yerden göğe kadar katılırım. Bakın, köy çocuklarının, Köy Enstitülerinde aldıkları kalıbın içinde hangi fikirler ve idealler varmış." desin ve sıralasın:
"Milletin her kazancı, milletin kesesine", "Toplandık has çiftçinin Atatürk'ün sesine", "Türk için Dünyaya örnek olmak", Kuracağız öz yurtta, dirliği düzenliği", "Yıkıyor engelleri, ulus egemenliği", "Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği", "Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği", "Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz", "Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz"
Sonra bu okulların 58 yıl önce kapatıldığını hatırlatsın ve sorsun: Bu fikirlerle yetişmiş dedem/ninem, 58 yıl sonra sizi hâlâ neden rahatsız ediyor?"
İsterdim ki, Hukuk Fakültesinde okuyan bir genç çıksın: "Sayın Başbakan, 'Dindar gençlik yetiştirme görevini, bize, Anayasa'nın 24. Maddesi veriyor.' diyorsunuz. Aynı maddede 'Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat - hürriyetine sahiptir. Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz' paragrafları da var desin ve sorsun: Sayın Başbakan, siz, 24. maddenin bu paragraflarını da kendi görev alanınızda görüyor musunuz?"
…
Benimki bir hayal tabii… Çünkü bu ülkede, bu soruları sorabilecek gençler 12 Martta, 12 Eylülde hakkın rahmetine kavuştu. 'Gençliğe hitabe ayet mi?' diyenlere, ayetle hitabenin aynı şey olup olmadığını anlatacak gençlerin suskunluğu da bundan olmalı!
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mete Çağdaş Ki Tabe |
|
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen,Jöleli saçlarından kurtulmak,
Altındaki düşük kemerli pantolonunu çıkartmak
Ve" dindar" bir genç olmandır…
Mevcudiyetinin ve
AKP'nin yegane temeli budur…
Unutma bu temel
Senin en kıymetli hazinendir!
*
İktidarımızda dahi,
Seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek,
Dahili CHP'liler ve harici Aydınlar olacaktır…
*
Bir gün iktidarımızı müdafaa
Mecburiyetine düşersen,
Vazifeye atılmak için
İçinde bulunduğun vaziyetini düşünme
Dindarlığına kastedecek düşmanlar,
Emsali görülmemiş bir galibiyet kazanabilirler!
Cebren ve hile ile
Yerel seçimileri ve genel seçimleri
Kazanmış olabilirler!
Bütün AKP dağıtılmış
Memleketin her bir köşesi
Bilfiil işgal edilmiş olabilir!
*
Bütün bu şeraitten daha elim
Ve vahim olmak üzere,
Memleketin dahilinde,
İktidara sahip olanlar
Gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet
İçersinde olabilirler!
Hatta bu iktidar sahipleri
Şahsi menfaatlerini,müstevlilerin
Siyasi emelleriyle tehvit edebilirler
Vatandaşlar fakr ü zaruret içinde olmasına rağmen
Televizyonlardaki
Diziler peşinde yorgun düşmüş olabilirler!
Ey Türk İstikbalinin
Dindar evladı!
İşte,bu ahval ve şerait içinde dahi,
Vazifen;Deniz fenerini ve AKP'yi kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret,
beynindeki risal-i nur'dadır…
Mete Çağdaş mettecagdas@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-6
Ortalık bir aydınlanıyor, bir kararıyordu. Güneş, bulutlarla saklambaç oynuyordu. Hayrettin saate baktı. Birazdan hava iyice kararacaktı. Nitekim isteksiz ve yorgun bir gece başlamakta gecikmedi. Işıkları yaktı. Yukarıdaki daireden gelen gürültüler dikkatini çekti. Ufak yaramaz, evin içinde top oynuyordu. Gürültü giderek arttı. Hayrettin yaramazın gürültüsünü dinlerken kızmıyor, aksine gülümsüyordu.
Çocuğun babası birkaç kere gelip Hayrettin'den verilen rahatsızlık nedeniyle özür dilemişti. O da, rahatsız olmadığını söylemiş; hatta çocuğa yaptıkları için bağırmamalarını rica etmişti. "Ben, bazı geceler onun ayak seslerinden hangi odada olduğunu takip ediyorum. Bırakın rahatsız olmayı, beni oyaladığı için memnun bile oluyorum." Demişti. Hayrettin'i rahatsız eden, çocuğun gürültüsü değil de, ona bağıran annesinin cankurtaran sirenine benzeyen sesiydi. Üstelik bu kadının bağırmaları çocuğu sakinleştirmiyor, daha da azgınlaştırıyordu.
Bir gün bu küçük yaramazla merdivenlerde karşılaştı. Annesi elinden tutmuş yukarıya doğru merdivenleri çıkıyorlardı. Kadın, Hayrettin'i görünce çocuğa:"Bak, senin rahatsız ettiğin amca bu! Şimdi sana kızsın mı, kulaklarını çeksin mi?" Deyince :
-Hanımefendi, lütfen çocuğa beni kötü bir insan olarak tanıtmayın. Benim ondan yana herhangi bir şikayetim yok. Demiş, korkudan annesine iyice yaklaşmış olan çocuğun başını okşamıştı.
Hayrettin, günlerdir birikmiş olan çamaşırları makineye atmaya üşeniyordu. Bugün, yarın derken birikmişti işte… Banyoya gitti ve çamaşırları makineye doldurup, çalıştırdı. Bu çamaşır makinesine de yıllar sonra kavuşmuşlardı. Galiba Münevver'in sahip olduğu için en çok sevindiği bir eşya da buydu. Emekliliğine birkaç sene kala bulaşık makinesi de almışlardı. "Müdür hanımı bulaşıkları elde mi yıkayacak?" Deyip Hayrettin makineyi Münevver'e danışmadan alıvermişti. Evet Hayrettin, dokuz sene yaptığı müdür yardımcılığından müdürlüğe terfi etmişti. Dairenin müdürünün başka bir ile tayini çıkınca Hayrettin, müdürlüğe vekaleten atanmış, bu, altı ay sonra da asalete dönüşmüştü.
Bu arada Münevver önce babasını, ondan yirmi gün sonra da annesini kaybetmişti. Birkaç sene sonra da benzeri acıyla Hayrettin karşı karşıya kalmış; anne ve babası vefat etmişti. Kısacası öyle bir gün gelmişti ki, candan hiç yakınları kalmamıştı. Bu durum Hayrettin ve Münevver'i birbirlerine daha da yaklaştırmıştı. Öyle ya, şu ölümlü dünyada birbirlerinden başka kimleri vardı ki…
Anne ya da babası ile ilgili bir anıyı anlatırken Münevver bazen:
-Ben ölürsem… Diye söze başlar ; Hayrettin de her defasında lafını hemen keser, bu ifadeye kızdığını açıkça belli eder ve:
-Ölümden bahsetme! Sen ölmeyeceksin. Eğer bir gün ölüm gelirse, ben eminim ki ikimizi de aynı anda alıp götürecektir. Ben, senden sonra bir dakika bile yaşamak istemiyorum. Derdi.
Hayrettin böyle derdi demesine de, hayatın gerçeği maalesef bambaşkaydı. İşte o gün, -günlerden Cumartesiydi- Hayrettin televizyondan maç izlerken, Münevver mahallelerinde kurulan pazara gitmek için giyinmişti bile. Hayrettin maçı bırakıp onunla birlikte pazara gitmeyi teklif ettiyse de Münevver "Pazardan bir şey alacağım ve sana sürpriz yapacağım. Sen gelirsen sürpriz olmaktan çıkar." Diyerek bu teklifi reddetmiş ve tek başına yola çıkmıştı.
O giderken Hayrettin balkondan onu izliyordu. Münevver, Hayrettin'in balkondan bakacağını tahmin ettiği için biraz yürüyünce arkasına dönüp el sallamış ve yoluna devam etmişti. Münevver, bir müddet soldaki kaldırımı kullanmış, ama sonra karşı kaldırıma geçmeye karar vermişti. Bunun için yolun kenarına park etmiş olan bir kamyonetin arkasından dolanması gerekiyordu. Kamyonetin arkasından yola adımını atınca yoldan hızla geçmekte olan bir minibüsün altında kalmıştı. Hayrettin olacağı tahmin etmiş, "Münevver, geçme!" Diye arkasından bağırmıştı, ama uzak olduğu için sesini duyuramamıştı.
Münevver'in çığlığı her aklına geldikçe gözleri yaşarır ve ağlardı. O çığlığı duyup, kaza anını görünce, önce, Hayrettin'in dizlerinin bağı çözülmüş, balkonda olduğu yere yığılmıştı. Sonra kısa sürede kendine toparlamış ve dışarıya koşturmuştu.
Sonrası… Kaza mahalline biriken insanlar, polisler, cankurtaran, hastane ve doktorlar… Münevver ölmemişti, ama durumu oldukça ağırdı.
"Bana sürpriz yapacaktı. Benim yüzümden oldu. Ona sesimi duyuramadım, kazayı engelleyemedim. Yaralandıktan sonra onu iyileştiremedim. Onu neden tek başına gönderdim? İstemese de onunla birlikte gitmeliydim." Deyip kendini suçluyordu, kendine kızıyordu. Bu öfke onu boğacak gibiydi…
Hayrettin bunları düşünürken salondaki çekyatın üzerinde kendinden geçmişti. Uyandığında gece yarısıydı, uykuya devam etmek için yatağına gitti.
Sonbaharı,kış; kışı da yaz izlemişti. Yazın ilk günleriydi. Çok tatlı bir sıcaklık vardı havada. Bu güzel günü değerlendirmek için dışarıya çıkan Hayrettin, en az iki saat yürüdükten sonra acıktığını hissetti. İhtiyacını karşılayabilecek en yakın yere gitmeye karar verdi. Biraz ötede bir kebapçı ve onun yanında bir börekçi gördü. Kebap yemek bu saatte rahatsız eder, diye düşündüğünden börekçiye girdi. İçerideki yiyeceklere baktı. Börek çeşitlerinin dışında pohaça, açma, simit, kır pidesi de vardı. Önce içeride oturmaya karar vermişken sonra bundan vazgeçti, dışarıdaki bir masaya oturup siparişini verdi.
Açmanın son lokmasını ağzına attı, çayından bir yudum aldı. Sonra da sigarasını yaktı. Börekçinin önüne bir araba park etti. Tanımıştı. Bu, aylar önce gördüğü siyah renkli lüks arabaydı. İçinden inen de "çok çok güzel" diye tanımladığı kadındı. Kadının üzerinde gene pantolon ve blüz vardı. Ama rengi öncekinden farklıydı. Bu seferkiler siyah değil, kırmızıydı. Doğrusu siyah ve kırmızı göze çok hoş görünüyordu…
Kadın da dışarıdaki masalardan birine oturdu. Hayrettin şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu. Bakmasa olmuyordu, baksa çekiniyordu. Bu mücadelenin galibi belliydi ve gene Hayrettin, hayranlıkla bu kadını seyretmeye başlamıştı.
Kadın, ısmarladıklarını bitirdikten sonra çantasından bir sigara ve çakmak çıkardı. Birkaç kere çakmasına rağmen çakmağı yanmayınca etrafına sigara içen var mı, diye bakındı ve Hayrettin'le gözgöze geldiler. Hayrettin, bu sessiz mesajı alınca yerinden kalkıp kadının sigarasını yaktı.
Sigarası biten kadın, hesabı ödeyip hiç oyalanmadan oradan ayrıldı. Hayrettin oturmalı mıydı, yoksa gitmeli miydi? Adeta aptallaşmıştı. "Kendine gel!" uyarısını yaptıysa da faydasızdı. Beş dakika kadar öylece kararsız bir şekilde oturdu kaldı.
(Devam edecek)
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Can Dostu -2 |
|
Emine, süt kovasını merdivenin altına bıraktıktan sonra, iki yaşına gelen İbrahim'in poturunu giydirdi ve onu kucağına aldı. Gülizar'a yukarı mahallede yaşayan Fatma nineye gideceğini haber vererek taşlı yola çıktı. Yolun sonunda büyük bir ceviz ağacı vardı. Kocaman gölgesi olan bu ağacın altında birisinin durduğunu fark etti. Adımlarını yavaşlattı, içini nedenini anlayamadığı bir huzursuzluk kaplamıştı. Ağaç gölgesinden yüzü görünmeyen adam, onun çekingen tavrını anlamış gibi aydınlığa çıktı. Yolun ortasında, kollarını göğsünde birleştirmiş, Ali duruyordu:
-Emine, sana bir şey söylemek istiyorum, dedi ve yanına geldi.
-Biliyorum ki yüreğin hala yanıyor, ama benim de yüreğim yanıyor. Seni, çocukluktan beri çok sevdim ama can dostum Mehmet de seni sevdi ve seni benden önce aldı. Şimdi, artık o yok! Benimle evlenirsen çocuklarına ben bakarım!
Emine'nin kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Şehit kocasını düşündü, yüreği sızladı. Kendisine daha da yaklaşan yüze, yumruğunu kaldırdı:
-Ne dediğini duyuyor musun Ali? Ben seni kardeşim bildim, kocamın can dostuydun, nasıl sana varayım? Bir daha karşıma çıkarsan seni pişman ederim!
Korkudan ağlayan İbrahim'i daha sıkı kucakladı ve arkasını dönerek eve doğru koştu. Gözlerinden akan yaşlar öyle sıcaktı ki yüzünü yakıyordu. Islanan çemberi omuzlarına düşmüş, saçları dağılmıştı. Ali'nin sözleri, kulaklarında çınlıyordu:
"Emine, ben seni hep sevdim".
***
-Gördün mü Safiye?
-Gördüm, gördüm! Bu insanlar neden evin önünde toplanmış?
-Bak! Anam da orda! Başında kırmızı çember var.
-Ama anam kırmızı çember hiç takmaz ki?
-Takmış işte, bir de saçlarını salmış, saçında bir şey parlıyor!
-Anam neden Süleyman amcamın elini öpüyor Hayriye abla?
-Şşşşşt…Davul sesi değil mi bu? Duyuyor musun?
Hayriye, evin penceresinden annesini görmeye çalışan küçük kız kardeşine baktı ve iç geçirdi:
-Safiye biliyor musun, galiba Süleyman amcam anamı ellere veriyor?
-Anam bizi bırakıp ellere gider mi Hayriye abla?
-Komşu kızı Hülya vardı ya, hani evlenirken saçlarına gelin teli takmışlardı? Anamın saçında parlayan şeyler de gelin teli, dedi Hayriye, yanağına düşen damlayı elinin tersiyle sildi:
-Anam, bizi bırakıp ellere gidiyor kız kardeşim.
Safiye, ablasına sarıldı, kıvırcık saçlı başını onun göğsüne bastırdı. Hayriye ağlayan kardeşinin sıcacık başını okşarken, annesinden habersiz uyuyan İbrahim'e bakıyordu. İçinde büyüyen boşluğu hissetti, sessizce ağlamaya başladı.
Emine'nin çocuklarını, Süleyman aga ve karısı Hatice büyüttü. Hayriye, genç kızlığa adım attığında onu isteyen uzak bir köyden çiftçi ailesine gelin gitti. Arkasından büyüyüp güzelleşen Safiye de kendi köyünden, onun gibi yetim birisiyle evlendirildi.
***
Soğuk bir sonbahar günü, rüzgar çok kuvvetli esiyordu. Evin küçük camını tıngırdatıyor, sanki kapıya vuruyordu. İçini dökemeyen gri yağmur bulutları öğlen vakti havayı karartmıştı. Safiye, kuzineye odun attı ve yerdeki un teknesinin başına oturdu. Ekmek hamurunu yoğurmaya başlamıştı ki birdenbire kapı tokmağının sesiyle irkildi? Kocası, odun toplamaya daha yeni gitmişti. "Kim olabilir?" diye düşündü. Kapıyı açtığında Ali'nin küçük kardeşi Kadri, önünde duruyordu.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Kuş Dansı |
|
Bereketiyle kıskandırdı yağmuru
Ama sordular; bereketinin kaynağı nedir dediler
Dedi ki
Kuşların Dansı
...
Soyu tükenmek üzere olan bu bulut kütlesi nedir peki dediler
Dedi, işin şakası
...
kuş o
Küçüklüğü de sevimli duruşu da soyundan genlerine kodlanmış gizli armağan
Kursağında fıtratından daha cesaretli sevgileri var
Heveslerinden herhangi bir tanesini kursağında bıraktığına rastgelmedim ben ama
Kuşların hevesleri kursaklarına sakladıkları toplumsal yanılsama
...
Kuş danslarından figürler ve nağmeler var şimdi alnımızda
Yazılınca kader
Susulursa kursak hatası
...
Susmadık ki
İşte kuşların en güzel dansı bu
Başladı
...
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Baykuşun Ayak İzleri
Damarlarımda bir nefes ilerliyor soluksuzca. İsyanlara koşuyorum, huzurlu olmanın verdiği haz delip geçiyor bedenimi, damarımdaki kan akışının bile önüne geçiyor ve ben sığ bir mutluluğun ardından koşuyorum soluksuz. Ne nefesler yetebiliyor içimdeki dinginliğe ne de kalp atışları...Bulunduğum şehrin ışıkları olmasa bile, kendi ışığımı içimde bulabiliyorum. Her yerde sisler, bulutlar. İçimdeki yağmur ıslatıyor beni boş sokaklarda. Dağlardan kopup gelen sis dalgaları etrafta dans ede dursun, içimdeki hafif esintiyle mutluluğu hissediyorum bedenimin derinliklerinde. Sakinlikle devam ettiğim yolculuğumun içinde bir isyan var, görebiliyorum. Karşıma çıkan asırlık ağaçtaki baykuşun sesini kaç kişi duyuyor benden başka? İsyanıma ondan başka kim kulak veriyor? Dinliyorum ürperti veren bu sesi. Kaç kişinin onu görebilmiş olabileceğini düşünüyorum. Ne zaman yumurtadan çıktığını, anne kuşun yavru baykuşa hangi karanlıklardan yiyecek bulup getirdiğini canlandırıyorum gözümün önünde. Acı acı bağrınıyor etrafa.
Ben ki bir baykuşun sesiyim gecenin sessizliğinde. Ben ki bir yüksek dağım sislerin arasında. Ben ki bir patikayım kurtların üzerinde gezindiği ve ben ki bir isyanım kendi benliğime. Bir isyan ben ki içimde toz duman olmuş, yok olmaya yüz tutmuş...Ama sen! Bir baykuşta gördüğüm şefkatin sesisin. Asırlık ağaçta gördüğüm, beni kendine bağlayan köklersin ve sen sevgilim, isyandan sağ salim çıkan son kişisin. Dağların arasından yayılıp gelen sislerin bana verdiği yakınlıksın. Gecenin ayazında bulutlardan,yıldızlardan bana bağlanan ince ve narin bir ipsin. Beni gökyüzüne çıkaran,uçurtma edasıyla savuran ve dans ettiren sakin bir yelsin. İçimde hiç büyümeyen bir kız çocuğunun gözyaşlarısın. Penceremden her baktığımda gördüğüm karmaşık bir kaleydoskopun en renkli parçasısın. Denizin derinliklerinde arayıp da bulamadığım bir inci kadar beyaz, ayaz gecelerde sevdiğim yazarların beynime yer etmiş yazı ve sözleriyle dolaştığım asi bir sessin. Bilge düşünürlerden edinip yapışkan bir böcekte gördüğüm genel geçer bir bilgi dağarcığısın kafamdaki beyincikte. Ben ki her şeye aç ve zavallı bir kediyim gözlerinde. Mırıltılarımdan yol kenarında açmış bir gelinciğin güzelliğini görebiliyor musun? Sana bahşettiğim onca betimlerden beni çıkarabiliyor musun? Ben seni çoktan bağladım bir baykuş sesinden dağlar arasındaki sislere. Yalnızlığımı birileri görüyor olmalı. İçtiğim bir sigaranın dumanı ve dağlara asılan sisler arasındaki görüntü kadar farksızım oysaki. Ama kendimi kendimden, gözlerimi geceden, yaralı ellerimi isyanımdan bir türlü çıkaramıyorum - ki ben gecenin koynunda bir isyancıyım.
Yalnızlığıma yalnızlıklar,duygularıma gerçeklikler ekliyorum - ki sen sabahımı aydınlatacak bir güneşin doğuşuyla geceme mutlu bir son veren kurtarıcı olacaksın birazdan. Denizin masmavi derinliklerinden, gecenin sığ karanlıklarından, dünyanın en kuytu köşesinde uçan bir kelebekten, en şiddetli fırtınaların bana sürüklediği tozlardan,bir yerlerde bembeyaz karların düştüğü caddelerden sana doğru yüzüyor, yürüyor,uçuyor ve bekliyorum, bir daha hiç uzaklara gitmemek üzere...
Selin Çağan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç YEREL BASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI… |
|
Dünyada ve Türkiye'de basın, iktidarlar devirebilen, yeni iktidarlar kuran, insanı ipe götürebilen ve insanı ipten çekip alabilen, yönetim biçimlerini değiştirme kudreti olan çok önemli bir güçtür. Yasama, yürütme ve yargıdan sonra 'dördüncü kuvvet' olarak tabir edilen basın, ilkeleri olan bir meslektir. Gazetecilerin basın etiğine uygun hareket etmesi çok önemlidir. Eğer bu meslek etik gözetilmeden üstünkörü yapılırsa Demokles'in kılıcına döner.
Gazetecilik bir fedakârlık ve sevda mesleğidir. Rahatça ve kısa yoldan zengin olmak isteyenler bu alanda barınamazlar. Çünkü yerel gazetecilik yaparak zengin olan insan göstermek müşküldür. Ülkemizde habercilik hizmeti vermek için değil de, sırf ilan, resmi ilan ve reklam geliri elde etmek için kurulmuş bazı gazeteler de mevcuttur. Fakat bunların sayısı ciddi miktarda olmadığı için bahsedilmeye değmez. Bu kişiler gazeteciliği bir sevda mesleği olarak görmedikleri için ilan gelirleri düşünce kısa zamanda pes edip işlerini bırakmaktadırlar.
İster yerel, isterse ulusal olsun bütün gazetelerin birinci görevi hadiseler karşısında halkı doğru bilgilendirmektir. Gazeteler halkın sözcüsüdürler. Yerel gazeteler buna ilave olarak kent kültürüne sahip çıkarak kentlilik bilincini ve aidiyet duygusunu beslerler.
Yerel basın yazarları, yaşadıkları yörenin meselelerini en iyi bilen ve hakkıyla aksettiren insanlardır. Çünkü onlar o yörenin bir parçasıdır. Sıkıntıları bizzat yaşayan kişilerdir. Yaygın basından bir yazarın sizin ilçenizin, belde veya köyünüzün dertlerini hakkıyla bilmesi ve yansıtması zordur. Bu yüzden yerel gazetelere ve gazetecilere her zaman ihtiyaç vardır. Ulusal basının varlığı yerel basının varlığına engel teşkil etmez, zira farklı kulvardadırlar. Bu iki alanın elemanlarının birbiriyle yardımlaşma içinde çalışmaları gerekir.
Yerel basın, ulusal basının can damarıdır. Ulusal basın bu mümbit kaynaktan beslenmektedir; onun varlığıyla güç kazanmaktadır. Şayet yerel basın olmasaydı İstanbul merkezli büyük gazeteler Anadolu'daki haber kaynaklarından yoksun kalırlardı. Bu durumda onlar da İstanbul'a sıkışıp yerel kalırlardı. Güç şartlarda ayakta kalma savaşı veren Anadolu'daki basın, ulusal basının bir anlamda mektebidir. Burada usta çırak ilişkisiyle yetişenler, bir kısım gerekçelerle bir zaman sonra ulusal basında boy göstermektedir.
Yerel basın deyip de geçmeyin. Unutulmamalıdır ki yerel basın çok sesliliğin ve demokrasinin teminatı ve sigortasıdır. Yerel basının küçülmesi, bir anlamda demokrasinin de kan kaybetmesi demektir. Zira yerel basın yöneten ve yönetilen arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Kamu hizmetleri yerel yayın organları aracılığıyla ilgililere duyurulmakta, bazen de bu hususta tartışma ve uzlaşma ortamının oluşmasında aracı vazifesi görmektedir.
Medyamızın omurgasını teşkil eden yerel basını asla küçümsememek lazımdır. Zira yerel basın, bu ülkenin yakın tarihine damgasını vurmuştur. İstanbul'un yaygın basını, Türkiye'deki ekonomiyi İstanbul'dan, siyaseti de Ankara'dan ibaret görme yanılgısı içerisindedir. Onların gör(e)mediği Anadolu'yu yerel basın organları gün ışığına çıkarmaktadır. Yerel basın, hakikatleri ortaya koyarak demokrasiye hizmet etmektedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk yerel basın için "Fazilet Adaları" tabirini boşuna kullanmamıştır. Cumhuriyetin yerleşip kökleşmesinde yerel basının katkısı çoktur. Yine Milli Mücadelenin zaferle neticelenmesinde yerel gazetelerin çok önemli rolleri olmuştur. Yerel gazeteler aidiyet duygusunun ve kentlilik bilincinin kazanılmasına da katkıda bulunmaktadır.
Anadolu'daki gazetecilerin çoğu meslekî eğitimden geçmemişlerdir. Çoğu eski tabirle usta çırak ilişkisiyle yetişmiştir; yani alaylıdır. Mesai kavramını bilmeyen bu kişiler amatör ruhla çalışmaktadır. Fakat bu kişiler siyasetten spora, ekonomiden magazine kadar her konuda bilgili olmak zorundadırlar. Ama bu iş, ailelerinin karınlarını doyurmaya kâfi değildir. Yerel basın günümüzde kalifiye elaman sıkıntısı çekmektedir. Çünkü meslekî yeterlilik ve olgunluk açısından belli bir noktaya gelen usta gazeteciler ulusal basın tarafından istihdam edilmektedir. Yerel basın yeterli ücret veremediği için ulusal basınla bu konuda rekabet edememektedir. Bu da onca meselenin yanında eleman sıkıntısını beraberinde getirmektedir.
Anadolu'da yayınlanan yerel gazetelere baktığımızda bunların çoğunun kurulu bir matbaanın yan ürünü gibi düşünüldüklerini görürüz. Yani matbaacılar bazen meraktan, bazen de güçlü görünme ihtiyacından olsa gerek, bu sektöre el atmışlardır. Fakat onların asıl işi gazetecilik değil, matbaacılıktır. Bu yüzden gazeteciliğe yeterli zaman ve para ayıramamaktadırlar. Bu gibi gazetelerin yeterli muhabir kadrosu ve dağıtım ağı olmadığı için yaptıkları iş amatör bir hevesten öteye gidememektedirler. Bu heves ortadan kalktıktan sonra, kişi gerçeklerle yüzleşince, zorluklar baş gösterince söz konusu gazetenin kapanması işten bile değildir. Bu durum Anadolu'muzda çokça gazetenin açılıp kapanmasına yol açmıştır.
Yerel gazeteler yayın periyotları bakımından günlük, haftalık, on beş günlük, aylık, iki aylık, üç aylık, altı aylık ve yıllık olmak üzere kendilerine göre değişiklikler arz etmektedir. Bugün Anadolu'da yerel gazete sayısı çok olsa da bu gazetelerin tirajı ne yazık ki komik düzeydedir. Yani yerel gazete sayısı çok olmasına rağmen bu gazetelerin tirajları son derece azdır. Fakat bazı şehirlerin yerel basını üst düzeydedir. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Gaziantep, Bursa, Adapazarı, Eskişehir, Konya gibi sanayi şehirlerinde yayınlanan gazeteler nerdeyse ulusal gazetelerle boy ölçüşebilmektedir. Bu mamur şehirlerde yayımlanan yerel gazetelerin mevcut tirajı, diğer Anadolu şehirlerindeki gazetelerin tirajından daha fazladır.
Yerel basın, yaygın basına göre daha dar bir çevreye hitap etmekte ve dağıtımı da daha dar bir çevrede gerçekleştirilmektedir. Böyle olsa da yerel basın, yayın yaptığı bölgenin gözü, kulağı, dili ve gür sesidir. Yerel gazeteler, yayınlandıkları yerin hayata açılan kapısıdır. Zira toplumsal, ekonomik, kültürel ve sosyal gelişmeler yerel basın sayesinde bölge halkına aktarılmaktadır. Yerel haberler çok ilgi çekici olmadıkça genel basında kendilerine yer bulamamaktadır. Bölgesel sorunlar, hadiseler ve ekonomik gelişmeler yaygın basında yer bulamayınca ilgililere ulaşamamaktadır. Bu noktada yerel basın devreye girmektedir. Yerel yayın organları yerel meselelerin ülke çapında ilgililere duyurulmasını ve çözümlenmesini sağlamaktadır. Yerel basın, yerel yönetimlerin aynasıdır. Yerel yönetimlerin çalışmaları yerel basında önemli bir yer tutmakta, çalışmalar konusunda yöre halkı bilgilendirilmektedir.
Ülkemizde yerel basın organlarının sayısı çok olmasına rağmen tirajları azdır. Türkiye'de ihtiyacın üzerinde yerel gazete var. Bazı şehirlerde 10'un üzerinde yerel gazetenin bulunması buna örnektir. Oysa sayı olarak çok, içerik ve tiraj olarak zayıf olan bu gazeteler birlik olup güçlü bir veya birkaç gazeteye dönüşse daha etkili ve faydalı olur. Keşke yerel basın organlarının sayısı az olsaydı da, altyapıları güçlü ve tirajları çok olsaydı…. Böylece çağdaş normlarda belli bir düzey tutturulurdu. Bu da kaliteyi artırırdı. Aslında yerel gazete sahiplerinin bir araya gelerek daha güçlü oluşumlarla gazete sayısını azaltmaları, muhtevayı zenginleştirmeleri gerekir. Zira yerel basındaki bölünmüşlük güç kaybına neden olmaktadır.
Anadolu'nun özellikle küçük şehirlerinde yayıncılık yapmakta olan yerel basının, teknolojinin çok gerisinde kaldığını söylemek mümkündür. Ofset matbaalar kurma imkânı olmayan bu kişiler, çoktan müzelik olan tipo tekniğiyle gazete yayımlamanın zorlu uğraşı içerisindedirler. Bu geri teknolojiyle iyi eser ortaya koymak ve rekabet etmek mümkün değildir. Fakat bu işi bir sevda mesleği olarak görenler bu zorluklara rağmen gazetecilik mesleğinden bir türlü vazgeçememektedirler; her şeye rağmen işlerini sürdürmektedirler.
Gazetecilikte gerekli olan ses kayıt cihazı, fotoğraf makinesi, bilgisayar gibi gereçler yerel gazetelerin çoğunda ya hiç yoktur ya da yetersizdir. Teknolojiden nasiplenemeyenler, gazetesini renkli çıkaramayanlar okur kitlelerini de kendilerine çekememektedir. Bu durum resmi ilan almalarında engel teşkil etmektedir. Teknolojik yetersizlikler yüzünden erken baskıya girmek zorunda kalmak, bir kısım haberlerin ıskalanması sonucunu doğurmaktadır.
Günümüzde başarı güçlü kurumsallaşmayı gerektirir. Türkiye'deki mevcut yerel basında kurumsallaşma sorunu kendini göstermektedir. Gazeteler daha çok aile bireylerinin ortak malıdır. Belli ilkeleri ve kurumsal kültürleri mevcut değildir. Gazete sahipleri, yayın hayatına başlamadan evvel yeterli altyapı hazırlığı yapmıyorlar. 'Kervan yolda düzelir' mantığıyla hareket ediyorlar. Bu müesseselerde gazetecilik babadan görme usullerle yapılıyor. Bu işle uğraşanların çoğu, gazeteciliğin kanun ve yönetmeliklerinden bile haberdar değildir.
Anadolu'da yerel basın çalışanı olmak ateşten gömlek giymekten farksızdır. Zira çoğunun işe gelme ve işten çıkma saati sabit değildir. İşten çıkma saati, genellikle işin bitiş saati olmaktadır. Bu durum o kişilerin aile yaşantılarını da olumsuz etkilemektedir. Mesai kavramı olmayan bu emekçi insanlar genelde asgari ücretle çalıştırılmaktadır. Üstelik maaşları da düzenli olarak veril(e)memektedir. Yine Anadolu'da bazı gazete çalışanlarının sigortalarının yapılmadığı, vergilerinin ödenmediği, kaçak çalıştırıldığı söylenmektedir. Bunların sebeplerinden bir kısmı suiistimal olsa da, asıl neden maddî imkânsızlıklardır. Zira yerel basında en büyük sorun ekonomiktir. Diğer sorunlar ekonomik sorunların uzantılarıdır. Anadolu basını sermaye kıtlığı çekmektedir. Yerel medya sahiplerine ucuz maliyetli, uzun vadeli krediler verilmesi gerekir. Gazete sahipleri aldıkları bu krediyle matbaalarını modernize ederek çağdaş bir teknolojiye kavuşturmalıdır. İşçilerin ücretlerini iyileştirmelidir.
Yerel basın uzun yıllardan beri zor şartlarda ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Bu onurlu bir direniştir. Yerel basın, Basın İlan Kurumu'ndan alına ilanlarla ayakta durmaya çalışmaktadır. Yerel gazetelerin, gazete satışlarından elde ettikleri gelirlerle ayakta durması pek mümkün değildir. Zira bu yayın organlarının satışı sanıldığı kadar çok değildir. Gazete satışları genelde 250 ila 10 bin arasında değişmektedir. Gazeteleri ayakta tutan satış dışı gelirlerdir. Bunları da reklâm ve ilan gelirleri olarak iki ana maddede toplayabiliriz. Fakat özel ilan ve reklâm gelirleri gelişmiş il ve ilçelerde üst düzeyde olsa da geri kalmış yörelerde pek bir anlam ve önem ifade etmemektedir. 195 sayılı Kanun kapsamında yayımı zorunlu kılınan resmi ilânlar olmasa ülkemizdeki pek çok gazetenin kapısına kilit vurulurdu.
Bilindiği gibi 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nda değişiklik yapılmasına dair hazırlanan Kanun Tasarısında, 4734 sayılı Kanun'un ilgili maddelerinde yapılması düşünülen değişiklikler ve bu Kanun'un yine ilgili maddelerine eklenen fıkralar, yeni ek ve geçici maddeler ile anılan Kanun uyarınca yapılacak ihalelere ilişkin yerel gazetelerde yayımlanmakta olan ihale ilânlarının yayım zorunluluğu kaldırılıp, aynı ilânların elektronik ortamda, başka bir deyişle internet ortamında duyurulması planlanmaktadır. Bu, yerel basını bekleyen çok büyük ve ciddi bir tehlikedir. Bu uygulama, Anadolu'da gazeteciliği bitirmek demektir. Bunu bilmeyerek yapmak gaflet, bile bile yapmak dalalettir, hatta hıyanettir.
İlanların elektronik ortamda(internette) duyurulması sadece yerel gazete sahiplerini değil, o iş koluyla ilgili yüz binlerce insanı doğrudan veya dolaylı olarak etkileyecektir. Yerel gazetelerle sesini duyurmaya çalışan küçük yerleşim yerleri kaderlerine terk edilecektir. Orada yaşayan insanların haber alma hakkı bir şekilde engellenmiş olacaktır. İlgililere iletilemeyen sorunlar dağ gibi çoğalacak, içinden çıkılmaz bir hâl alacaktır. Basın sektöründen ekmek kazanan 15 bin kişinin aileleriyle birlikte miktarı 60 bini bulmaktadır. Bu kişilerin ticarî ilişki içerisinde olduğu insan sayısını varın siz düşünün… Onlar da bu olumsuzluktan etkilenecektir. Bu insanlar bu zor ekonomik şartlarda kaynını neyle doyuracaktır? Bugün ilanlarla yaşama mücadelesi veren yüzlerce gazetenin hayat çeşmeleri kurutulacaktır. Yerel basın, oksijensiz bırakılarak kangren olmasına sebep olunulacaktır.
Ülkemizin birçok sektöründe olduğu gibi basında da ciddi bir bölünmüşlük vardır. Türkiye'de basın yayın, iletişim sektörü içinde 180'e yakın basın meslek kuruluşu mevcuttur. Daha güçlü temsil edilebilmek için bu bölünmüşlüğün mutlaka ortadan kaldırılması gerekir.
Çok sesliliği ve demokrasiyi yaşatmak istiyorsak yaşadığımız yerin yerel gazetelerine sahip çıkmalıyız. Ulusal gazetelerin yanında, her gün mutlaka bir veya birkaç yerel gazete de almalıyız. Ödediğimiz her kuruş sesimizin yansıması olarak geri dönecektir.
KAYNAKÇA: 1. Yerel Basın Yöneticilerinin Bakış Açılarıyla Eskişehir Yerel Basını, Haluk Birsen, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, Mart 2011
2. http://www.tgc.org.tr
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
GEÇEN ON ÜÇ YILIN ARDINDAN
Geçen Pazar sabahı, saat 10.30'da, bir vapur kalktı Moda'dan. Ardından Kadıköy'e uğradı, sonra da Kabataş'a. Bu vapurun adı; Barış Manço'ydu.
Ölümünün, on üçüncü yılında, hayranlarıyla dolacaktı etrafı…
Kısa bir boğaz turunun ardından, yoğurduyla meşhur, Kanlıca İskelesi'ne yaklaşmıştı vapurumuz.
Orada, bizi bekleyen, bir kalabalık daha vardı. Bu kalabalığın adı "Barış" sevenlerdi. Kimi elinde yoğurduyla, kimi çiçeklerle, karşılamıştı bizi.
Kanlıca'nın dik yokuşundan, yukarı tırmanmaya başladık, her adım atışımızda, içimize oksijenin girdiği, daha bir belli oluyordu. Ağaçların içine, saklanmıştı Kanlıca.
İstanbul'un en güzel yerlerinden biri, Beykoz'dur bence. Bozulmamış, teknolojiye yenilmemiş olan; saklı bir cennet. Anadolu Kavağı'yla, Paşabahçesi'yle, Tokatköyü'yle...
Hala köy havasında, eski evleri, dar kaldırımlarıyla, İstanbul'un, kirli havasından uzak bir cennet köşesidir.
Hele sahilleri yok mu, sabahın altısında, geçerken görüyorum, balıkçılarla dolu her taraf. Kimi kadın, kimi erkek, oltasını alan inmiş sahile. Bazen, tekir, bazen istavrit oluyor kovasında ki.
Vaktim olunca, inip konuşuyorum onlarla. Çubuklu'da tombul, orta yaşlı bir kadın oluyor, hava çok soğuk değilse eğer, elinde oltası, kısmetini arıyor. Arkadaşları onu benimsemiş çoktan, Abla! Abla! diye muhabbete başlıyorlar.
Beykoz, yaşanılası, en güzel mekânlardan biri.
Temiz hava ala ala, Kanlıca Mezarlığı'na çıktık. En tepede, biraz sarp yamaca yapılmış olan, Barış Manço'nun mezarını gördüm ilk defa. Başucunda, kocaman bir resmi vardı, Manço Ailesi yazan. Üzeri, çiçeklerle donatılmıştı. Alt tarafa ise, üç tane resmi yapıştırılmıştı, "mekânın cennet olsun, saygı ve rahmetle anıyoruz, unutmadık, unutmayacağız" yazan…
Sevgili Barış; insan, ne zaman, bahsedilmekten vazgeçilirse, o zaman unutulur! Bu gün burada, bir vapur dolusu insan, Pazar sabahının, erken saatinde, seni ziyarete geliyorsa, geçen on üç yılın ardından, hiç bir şey değişmemiş demek ki!!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
BAYRAK VE OZANLARDAN GÜTAHYALI ROBESPİEER
Önemli Not: Aşağıdaki yazı 2011 yılı 30 Ağustos'unda yazılmıştır.
Sabah sabah tabii bayram sabahı, balkonda ilk fasıl beslenme- ki adına kahvaltı.... diyorlarmış.- faslındayız. Sevgili eşim, 30 Ağustos'a gönderme yaparak (Ulan bu liboş bozuntuları ile din düşmanı dinciler ne yaparlarsa yapsınlar insanlardaki şu Atatürk sevgisini kolay kolay yok edemeyecekler azizim, umutluyuz, umutlu!) "Eskiden ne kadar çok bayrak asılırdı, farkında mısın? Artık o kadar çok bayrak asan yok!" demez mi.
O saat aklıma Robespierr nam ozan geldi, Hani Şu İzmir'e faşist diye günde üç posta saldıran böyyük kahraman canım.
Zatı muhterem denklemi de eyi kurmuş ha! Bayrak=Faşizm!
Pek kıymatlı sayın Sir sana mı kaldı böyle formüller kurmak. Bu Ülkede yurtseverlik diye bir şey var canım kardeşim. Sen münasip bir yerini de yırtsan bu topraklar -ki 9 Eylül'e canlı tanıklık etmiştir.- Bayrağı ırkçı milliyetçiliğe terk etmez.
Bu topraklar canını kurtarmak için cop cop suya atlayan yunan askerlerine bakarken, arkalarından bir yandan da Yunan bayrağını düştüğü topraktan alıp layık olduğu yere kaldırmıştır. Hiçbir Ülkenin bayrağına basmaz bu toprakların insanı kavuklu sultan. Bütün bayraklar simgeledikleri ülkeler için kutsaldır çünkü, birisi hariç! Hani o senin "milliyetçi" ilan ettiğin devrimcilerin yaktıkları birisi. Azgın saldırganlığın, hegemonyacılığın, yayılmacılığın, vahşi sömürünün simgesi olan bir bayrak! Hani muhalefetin gülü ülkemin bülbülü bir zat-ı şahanenin "mümkünatı yok, ben o ülkenin antisi olamam." dediği şu malum ülkenin bayrağı....İşte o bayrağı çiğnerim ben arkadaş ve günü geldiğinde emin ol çiğneyeceğim. Anladın ne demek istediğimi ya, anlamamazlıktan gelmeye devam et.
Bak sevgili yandaş yazarcığım sen bir türlü anlamıyorsun ya, ırkçı milliyetçilik ne demek yurtseverlik ne demek, bak şimdi ben susayım da sözü Deniz Kavukçuoğlu'na bırakayım. Senin gibi Bertaraf'tan yetişmeler onun da kim olduğunu bilmez ama bak ben anlatayım sana. Almanya'da çok ciddi bir Marksist eğitim almıştır, Deniz arkadaşımız. Yani öyle senin gibi üç beş Hayek okuyarak başımıza liberal kesilenlerin iz düşümü olan sözde devrimcilerden değildir. Bak kulak kabart ne diyor:
"Kabaca söyleyecek olursak, 'ulus'a maddi ya da manevi açıdan aidiyet bağıyla bağlı olan her şey ve herkes de 'ulusal'dır.
Görüldüğü gibi ne Türkçe'de, ne de yabancı dillerde 'ulusalcılık' sözcüğünün milliyetçilik anlamına gelen 'ulusçuluk' sözü ile -her ikisinin de 'ulus' sözcüğünden türemiş olmalarından başka- hiçbir ilintisi yoktur.
Tam tersine 'ulusçuluk' ile 'ulusalcılık' birbirlerine karşıt kavramlardır, 'ulusçuluk' bir milliyete aidiyeti, 'ulusalcılık' ise bir yurda aidiyeti öngörür.
Ulusalcılık, yurtseverliğin, yurtseverlik de solculuğun olmazsa olmazıdır.
Ben, Türkiye'nin geleceğini üzerinde yaşayan her dilden, her dinden, her etnik kökenden insanların yurt sevgisinde görüyorum.
Bir düşünelim: Birbirine ters iki kavram olan 'ulusalcılık/millicilik' ile 'ulusçuluk/milliyetçilik' sözcükleri ne zamandan beri özdeş olarak kullanılır oldu ve bu özdeşlik kimler tarafından dilimize dayatıldı?
Kimler bu yapay özdeşlikten kendilerine ideolojik ve siyasal çıkarlar sağladılar? Ne var ki bu sözcük giderek daha sıkça kullanılıyor, ulusçuluk/milliyetçilikle uzak yakın bir ilgisi olmayan ulusalcılar/milliciler bile bu yoğun dayatmaya karşı seslerini yükseltmiyorlar."
10 Şubat 2008 tarihli yazısından. 4 sene önce yazılmış yani. Tamam mı koçum, aldın mı küçük dersini, daha çok fırın ekmek yemen lazım senin. İzmir'i Faşist, bizi LAST ilan etmeden, Bayrağa laf söylemeden önce bayrağın ne olduğunu öğren.
Egenin bu coğrafyasında hepimiz, Türkü, Kürdü, Laz'ı, Ermeni'si Rum'u, Yahudi'si hep bir aradayız ve hepimiz kardeşiz, aynı bayrak altındayız!
Senin gibi Lordlar kamarası mensupları bunu anlarda, anlamak işlerine gelmez.
Çünkü ümmet ideolojisine hizmeti iş edindiniz hepiniz. Korkuyorsunuz "millet" den. Ümmet olursak biat alışkanlığı edineceğiz ve Coni'nin eteklerini öpeceğiz çünkü.
Görürüz koçum, hele senin coniler cesaret edip bir avdet etsinler bu topraklara kim kimin neresini öpecek, görürüz o zaman.
Hadi beni bayram sabahı, yani 30 ağustos günü dellendirdin yine. Sana Yılmaz ustanın (Özdil) verdiği okka gibi cevaplar da yeterdi ama aklıma geldin kendimi tutamadım işte naparsın.
Senin dükkana rahatsızlık verdik kusura bakma, hele canım kardeşim sen elinde ki şekerlerle, şeker ay çok pardon "Ramazan" bayramını kutlamaya koş. Kan akan bir ülkede ne bayramı ise bu kutladığın.
Biz bugünden yeni 30 Ağustos'lara hazırlanmaktayız.
Hadi bakim anca gidersin, daha elini öpeceğin çoook büyüklerin var en yakınından başla bir haftada anca bitirirsin. Nede olsa bir medyatik yandaş için bugünler tam da el öpme günleri. Öp öp bitmez yaa. Bu ne işkence be kardeşim. Hadi bana eyvallah.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kant ve Levinas Etiğinde Özgürlük Kavramı Üzerine IV |
|
Kant ve Levinas etiğinde seçilen farklı hareket noktaları ve kullanılan (gizli) öncüller ile etik ilişki hakkındaki farklı birtakım kaygılar, bu iki etikte özgürlüğe ilişkin olarak birbirine bütünüyle zıt sonuçlar doğurmuştur. Fakat, her iki etikte de Batı metafiziğindeki kaynak düşüncesi sürdürüldüğü için özgürlük, bir tür tahakküm ilişkisine dönüşmüş; Öteki karşısında Kendi mutlaklaştırılınca Ben'in otonomisi (Kant etiği), Ben karşısında Öteki mutlaklaştırılınca da Öteki'ye yâderklik (Levinas etiği), "özgürlük" olarak kavramsallaştırılmıştır. Kendi'yi ya da Öteki'yi mutlaklaştırmak, Kendi'yi ya da Öteki'yi verili olarak kabûl etmek, özgürlüğü tahakküm ilişkisine dönüştürmüş ve etik ilişkinin etik olma niteliği de tartışmalı hâle gelmiştir.
Ne var ki özgürlük sorunu; "Kim için özgürlük?", "Ne için özgürlük?" ve "Nasıl bir özgürlük?" soruları, etik bir sorun olup olmamadan önce, kişinin içinde bulunduğu maddî-toplumsal ilişkiler itibâriyle öncelikle târihsel, toplumsal, ekonomik, kültürel, vb. bir sorundur ve önemli olan, etik ilişki içinde özgürlüğün nasıl ortaya çıkacağını araştırmak değil, özgürlük sorununa etik bir çözüm geliştirmektir. Kişiler, etik ilişki talebiyle ortaya çıkmadan önce, bu ilişkiler tarafından kuşatılmışlardır. Bu kuşatım da olmuş-bitmiş değildir, târihseldir. Kendi'nin ya da Öteki'nin mutlaklaştırılmasının, nesnel olgusallıkta hiçbir temeli yoktur ve özgürlük sorununa etik çözümü olanaklı kılan da bu târihselliktir.
Bizce özgürlük kavramı, öncelikle ve kendi doğası itibâriyle, çok sayıda ve karmaşık maddî-toplumsal ilişkiye göndermede bulunur ve etik öznenin özneliliği/özgürlüğü (etik sorumlulukları) tartışma konusu hâline getirilmeden önce bile, bu değişik veçhelerin bütününü dikkate almak gerekir. Öteki'yi "Öteki" yapan da Ben'i "Ben" yapan da aslında, maddî-toplumsal ilişkilerdir ve Ben ve Öteki'nin özgürlüğünün koşulları da henüz Ben ve Öteki etik ilişkide birbirlerine yaklaşmadan önce, bu ilişkiler tarafından belirlenir. Bu durumda, insandaki özgürlük itkisine bakmak gerekir ki, bu kaynağı da yine kişinin içinde bulunduğu maddî-toplumsal ilişkilerde, bu ilişkileri değiştirme yükümlülüğünün nasıl ortaya çıktığında; irâdenin etkinliğinde aramak gerekir.
Özgürlük, hep daha fazla özgürlük talepleri doğurur ve özgürlük sorununun etik çözümü için hareket noktası olarak da yine bu ilişkiler alınmalıdır. İnsandaki özgürlük itkisinin kaynağına Kendi'nin ya da Öteki'nin yerleştirilmesi; etik öznenin özgürlüğünün bu şekilde temellendirilmesi ise bu kaynağa totaliter ya da metafizik birtakım anlamlar yüklemekle sonuçlanır ve özgürlük bir tür tahakküme dönüşünce, etik ilişkiyi sürdürmek de olanaksızlaşır. Oysa, özgürlük itkisinin asıl kaynağına bakıldığında Ben ve Öteki, kendi kaynaklarını görecekler ve birbirlerine karşı sorumluluklarını da onları birbirlerine düşman hâline getiren maddî-toplumsal ilişkileri değiştirme yükümlülüğü olarak duyumsayacaklardır.
Dolayısıyla, bu kaynak düşüncesinin asıl kaynağına götürülmesiyle ortaya çıkan temel sonuç şudur ki, (etik) sorumlulukların türetileceği yegâne zemin, kişilerin içinde bulundukları maddî-toplumsal ilişkilerdir. Bu ilişkileri birlikte değiştirme yükümlülüğü, bu konuda aşkın birtakım referans noktalarının kullanılmasını engeller ve etik ilişkinin devâmını sağlar; özgürlüğün bir tür tahakküme dönüşmesini engeller. Bu ilişkileri değiştirme konusunda tek bir kişinin "başarılı" olma şansı ise neredeyse sıfırdır ve maddî-toplumsal ilişkilerden türetilecek sorumlulukların amacına uygun sonuçlar doğurması için, "etik özneler birlikteliği"ne gereksinim vardır.
Gerek Kant etiğinde, gerekse de Levinas etiğinde ise özne ya da özgür kişi, bu tür bir birliktelik içinde konumlandırılmaz ve Kant'ın "özneler birlikteliği", Kendi'nin kaynak olarak düşünülmesi sonucu "aklın boyunduruğu"na; Levinas'ın etik/özgür öznesi ise Öteki'nin kaynak olarak düşünülmesi sonucu "vâroluşsal yalnızlık"a sürüklenir. Bu nedenle, gerek Kant etiğinde, gerekse de Levinas etiğinde özgürlük kavramı, etik ilişkinin yara almasına yol açmış; Kendi'nin ya da Öteki'nin mutlaklaştırılması ve kaynak olarak görülmesi sonucu Kant etiğinde Öteki, akıl aracılığıyla; Levinas etiğinde ise Ben, Tanrı ve "Öldürmeyeceksin!" buyruğuyla tahakküm altına alınmıştır.
İmdi, etik temelli bir özgürlük kavramı geliştirilmek isteniyorsa, Kant ve Levinas etiğindeki bu kaynak düşüncesinin terk edilmesiyle, şöyle bir tanıma gidilebilir. Etik temelli özgürlük, Ben ve Öteki'nin, aralarında barışçıl ilişkiler kurmalarına dönük etik bir irâdedir; bu irâde, onları birbirlerine düşman hâline getiren maddî-toplumsal ilişkilerin değiştirilmesine yönelik ortak bir irâdedir. Zâten, bu tür bir irâdenin ortaya konamaması/konulamaması nedeniyledir ki, Ben ve Öteki, karşılaşma ânından sonra da birbirlerine karşı düşmanlıklarını sürdürebilmekte ve etik ilişkiyi korumak da mümkün olamamaktadır.
Ben, etik temelli özgürlüğüyle; etik özgürlüğüyle, Kendi'sini ya da Öteki'yi kaynak olarak görmek ve sorumluluklarını buradan türetmeye çalışmak yerine, bu sorumluluklarını Öteki'yle barışçıl ilişkiler kurmasını sağlayacak şekilde; bu barışçıl ilişkilere zarar veren maddî-toplumsal ilişkileri değiştirme yükümlülüğü içinde duyumsayacak ve kendi özgürlüğünü, bu çaba içinde gerçekleştirmek isteyecektir. Ben, bu özgürlüğünü tek başına gerçekleştirme olanağından yoksundur ve bu da özgürlüğün gerçeklik kazanmasının ancak Öteki'yle birlikteliğine bağlı olduğunu gösterir. Levinas etiğindeki kaynak düşüncesi ise Ben'in kendi kaynağını Öteki'den alması nedeniyle Öteki'nin, Ben'in bu kendi etkinliğini paylaşmasına izin vermez.
Levinas, "kaynak" ile "kaynaklık edilen şey" arasındaki ayrımı korumak ister. Aksi takdirde, Ben'in (zor) özgürlüğünün de sonu gelir, diye düşünür; çünkü (zor) özgürlüğe, Öteki kaynaklık edecektir. Fakat, bu tür bir kaynak düşüncesi, Ben ve Öteki'nin mutlak olarak ayrılmasına yol açar ve etik ilişki de kopar. Özgürlük, her şeyden önce, tercih yapabilir olmaklığı gerektirir ki, Kant'ın "transendental özgürlük" ile "negatif özgürlük" arasında kurduğu ilişkide bu konu sâbittir. Özgürlüğün gerçekleşmesi ise aslında, bu kaynak olarak konumlandırılan Öteki'nin talebine koşulsuz itaatle değil, bu taleple ortaya çıkan maddî-toplumsal ilişkileri değiştirme yükümlüğünü Ben'in Öteki'yle birlikte gerçekleştirmesine bağlıdır.
Ben, tek başına bırakıldığında, bu maddî-toplumsal ilişkiler karşısında yalnız ve çâresiz kalır ve bu yükümlülüğü karşılayamaz. Bu kaynak düşüncesinin terkiyle ise Ben ve Öteki, belirli türden bir yakınlaşma içine girecekler ve etik özgürlük, paylaşılan tercihlerimize ilişkin ortak bir irâdenin somut karşılığı olarak ortaya çıkacaktır. Bu da yukarıda bahsettiğimiz etik temelli özgürlük kavramsallaştırmasına nesnel olgusallık kazandıracaktır. Ben ve Öteki arasındaki ilişkinin değeri de bu ilişkinin barışçıl niteliğine ve etik sorumlulukların paylaşılmasına bağlı olarak etik bir değerdir. Bu konuda "evrensel ölçütler" geliştirmek ise bu değeri değersiz hâle getirir ve "evrensel" bir Ben'in tahakkümü altında Öteki yok edilir.
Kant ve Levinas etiğinde özgürlük kavramına yönelik bu birbirine zıt iki farklı tutum ve söylemlerin bir nedeni, yukarıda serimlediğimiz kaynak düşüncesi ise bunun bir diğer nedeni de Kant etiğinde aklın ve Levinas etiğinde bilincin konumlandırılış biçimidir; bizce, her ikisi de sorunludur. Bu sorunlar, Kant ve Levinas etiğine ilişkin olarak, etik ilişkide akla ve bilince yönelik bütüncül bir tutum sergilenmesi ve Levinas etiğine ilişkin olarak a) bilincin değişik basamakları arasında bir ayrıma gidilmeyişi, b) Öteki'yle karşılaşma ânında bilince ve bilincin transendental işlevine olanak tanınmaması ve c) bilincin sınırları içinde Öteki'yle ilişkinin bütünüyle imkânsız hâle getirilmesi şeklinde tespit edilebilir.
Kant'a göre akıl, gerek Felsefe'nin, gerekse de insanın özüdür ve Kant, aklı nesnel bir zorunlulukla kavradığı için ve özgürlüğü de bir tür "ussal öz" olarak gördüğü Kendi'nin özgürlüğü olarak konumlandırdığı için, hem tüm felsefesini, hem de etik ve özgürlük görüşünü, Öteki'ye yönelik şiddete dönüştürmüştür. Levinas etiğinde ise Öteki'nin kaynak olmaklığı mutlak bir biçimde kabûl edilince, bunun korunabilmesi ve Ben'in (zor) özgülüğünün temellendirilebilmesi için, bilinç konusunda özel bir tutum benimsenmiş; bu yapılırken de Yahudi-Hıristiyan geleneğinin bilince yönelik tutum ve söylemlerinden etkilenilmiştir.
Oysa ne akıl, ne de bilinç, Kant ve Levinas etiğinde konumlandırıldığı biçimde etkinlik göstermek zorunda değildir. Akıl, bireysel ve toplumsal vâroluşun uzlaşımsal çerçevesidir; birey ve toplum olarak yaşamayı sağlayan bir tür "otokontrol mekanizması", bir tür "denetimsel koşullandırma"dır. Bunun içindir ki akıl, birey ve toplum yaşamının üzerinde değil, onun içindedir ve öyle kalmalıdır. Bilinç ise Levinas etiğinde konumlandırıldığı üzere bencillik esâsına dayalı olarak çalışmak zorunda değildir ve bilince yönelik bütüncül bir tutumdan kaçınıp bilincin de birtakım basamakları olduğunu kabûl etmek, bu basamaklar içinde bilincin bencillik itkisini nasıl aşabileceğini araştırmak gerekir.
Özgürlüğün etik kavranışı olarak bu unsurlar, Levinas etiğinin özgürlük kavramsallaştırmasında sorunludur. Levinas'a göre etik ilişkide bilinci bütünüyle devre dışı bıraktığı için Öteki, Ben hâline gelecek Kendi'ye ne yapması gerektiğini dayatmak durumunda kalmış; bunun Ben için zorunluluğu ise Tanrı'yla ve "Öldürmeyeceksin!" buyruğuyla temellendirilmek istemiştir ki, bu da Levinas etiğini ve (zor) özgürlük görüşünü metafiziğe dönüştürmüştür. Var hâli Levinas'a bir "uğultu" olarak görünse de Levinas, bu uğultunun nereden geldiğine bakmamaktadır. Bu "uğultu" da aslında, maddî-toplumsal ilişkilerin tortusudur ve kişi, Kendi olmak bakımından bu tortuyu, üzerinde bir kabuk olarak taşımaktadır.
Bunlar, henüz bilincinden de önce, üzerine yapışmıştır; Ben ve Öteki arasındaki farklılıklar da kökensel karşılığını Var'da bulmaktadır. Maddî-toplumsal ilişkilerdeki farklılıklar, kişi henüz kendisini "Ben" olarak belirlemeden önce, üzerine yapışmıştır ve Öteki de henüz "Öteki" olmadan önce, içine doğduğu maddî-toplumsal ilişkilerden dolayı bu farklılıkları yüklenmiştir. Var hâli, Levinas'a bir kaos olarak görünür ve her şey, sürekli bir akış içinde, belirsiz bir geçmişten belirsiz bir geleceğe doğru akıyor gibidir. Hâlbuki, Kant'ın bilme yetilerine ilişkin çözümlemelerinde de açık bir biçimde ortaya konduğu gibi, duyu organlarının ve bilme yetilerinin çalışma biçimi, evrende bir "kaos" olduğunu düşünmeye engeldir.
Her ne kadar, bu kaosu düzenleyen ilkelerin neler olduğu fenomenler alanından çıkartılamasa da bu ilkelerin nesnel olgusallığına inanmak için haklı nedenler vardır. "Kaos"tan, ancak "kaos" çıkar ve "kaos", şu ya da bu şekilde bir ilkelilik barındırıyorsa, kendisini ortadan kaldırır. Eğer bu "kaos"tan belirli bir "varlık" tasarımına ulaşabiliyorsak ki, Levinas da bunu olanaklı görür; şu hâlde, bu "kaos"un da dayandığı bir ilke ya da ilkeler manzumesi olması gerekir. Bunlar yoksa, her şeyin yok olması gerekirdi ki, bu yok oluş olmuyorsa, bunu sağlayan bir ilke ya da ilkeler manzumesinin olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür.
Levinas'ın "kaos" olarak tespit ettiği şey, Kendi'nin Kendi'si tarafından henüz anlamlandıramadığı ve Kendi'si için hep belirsiz kalan bir akıştır. Öteki'yle karşılaşmadan önce de Kendi, Levinas'ın iddiâ ettiğinin aksine (1991:114-6), kendi dünyâsallığı içinde huzurlu değildir ve "evindelik" duygusuyla bir "bencillik ekonomisi" içinde; "ilk özgürlük"ünde rahata gömülmüş değildir. Henüz Öteki'yle karşılaşmadan önce de Kendi, bu ilkenin ya da ilkeler manzumesinin ne(ler) olduğunu bilmek ve tanımak ister; varlıkta sürekli bir değişim vardır ve bu değişim içinde bir şeyler yok olup giderken, başka birtakım şeyler açığa çıkar.
Kendi de bu yok olup gidenler arasında yer almamak için, bu ilke ya da ilkeler manzumesini bilmek ve tanımak ister. "Evindelik" duygusu ise Kendi'nin Kendi'sine ilişkin ancak bir yanılsaması olabilir. Kendi, henüz Öteki'yle karşılaşmadan önce; "ilk özgürlük"ü içindeyken dahi, Öteki'nin varlığına dâir belirli birtakım olanakların farkına varmaya başlar. Var hâlindeki bu ilke ya da ilkeler manzumesi, oluş sorunu bakımından tüm canlıları aynı biçimde etkilemez. Eğer böyle olsaydı, oluş ortaya çıkmaz ve her şey, kendi kendisiyle bir ve aynı kalırdı ki, bunun da olgusal bir karşılığı yoktur.
Öteki'yle karşılaşma ânında Kendi'nin bilinci, Levinas'ın kabûl ettiğinin aksine, bütünüyle devre dışı kalmaz; bilinç, bu tür bir "şok" yaşamaz. Kendi, henüz bu karşılaşma öncesinde dahi, Kendi'si ile Öteki arasındaki farklılıkların belirli bir bilinçlilik düzeyi içinde farkındadır ve karşılaşma ânında bu farkındalık, yalnızca şekil değiştirme ve bir üst basamağa çıkma olanağı kazanır. Bu o kadar öyledir ki Levinas bile, bunu aslında kabûl etmiştir. Levinas, Descartes'ın Üçüncü Meditasyon'unu çözümlerken, Kendi'nin, Öteki'yle karşılaşmadan önce bile, "sonsuz fikri"ne sâhip olduğunu; Öteki'yi/Başkası'nı buyur ettiğini savunmuştur. (1991:120-1)
Bu durumda, Levinas etiğindeki "ilk özgürlük" çözümlemesi ve karşılaşma ânında bilincin bütünüyle devre dışı kalması nedeniyle "zor özgürlük"e geçiş olanağının ortaya çıktığı kabûlü, kendi içinde tutarsız sonuçlar doğurmakta ve özgürlük kavramını içeriklendirme biçimini de sorun hâline getirmektedir. Kendi, Öteki'yle karşılaşma öncesinde; "ilk özgürlük"ü içinde, "bencillik yaşantısı" içinde Kendi'siyle meşgûlken bile, Öteki'nin belirli bir bilinç düzeyinde farkındadır. Karşılaşma ise bu bencilliğin aşılarak sorumluluk bilincinin açığa çıkmasını olanaklı kılar ve Kendi, bilincin bu hareketi içinde özneliliğini kazanır.
Etik öznenin özneliliğinin/özgürlüğünün kaynağı bizce, gerek Kant etiğinde, gerekse de Levinas etiğinde kabûl edilenin aksine, maddî-toplumsal ilişkileri değiştirme yükümlülüğünün açığa çıkmasıdır. "Olanlar"dan "olması gerekenler"i türetecek bilincin bencillik itkisini yenerek etik sorumluluklarını yüklenmesi ise belirli türden bir haz yaşantısı içinde hedonist bir etik ve özgürlük görüşü gerçekleştirmekten kişiyi alıkoyacaktır ki bunun anlamı, Levinas etiğinde kabûl edilenin bütünüyle aksine, bilincin de birtakım basamakları olduğunu kabûl etmek ve özgürlüğü de bu bilinç hareketi içinde ele almak gerekliliğidir.
Levinas etiğindeki bilinç çözümlemesinin aksine, bilincin de birtakım basamakları olduğunu kabûl etmek ve kendilik bilinci, sorumluluk bilinci ve toplumsal bilinç arasında bir ayrım yapmak; Öteki'yle karşılaşmayı da Kendi'nin bu tür bir olanağı olarak görmek, bizce uygun olacaktır. Üçüncü'nün dolayımında ise bilincin bu yükselişini toplumsal ilişkilere taşımak ve toplumsal bilinci kurmak; toplumsal vâroluşu da bu bilinç düzeyinden türetmeye çalışmak mümkündür. Fakat, Levinas etiğinde bilinç, Öteki'yle karşılaşma ânında bütünüyle devre dışı konumlandırılmış ve sorumlulukların devredilemezliği, Ben'in biricikliğine koşul olarak görülmüştür.
Ne var ki sorumluluklar, şimdi ve burada olan bir şeyi karşılamanın zorunluluğuysa ve bunların belirlenmesinde Ben'in herhangi bir dahli de yoksa, Ben'in biricikliği de sallantıya düşmektedir. Bu sorumlulukların neler olduğu konusunda Öteki'nin de katılımıyla Ben'in kendi değerlendirmeleri ve bu değerlendirmeler sonucu ortaya koyacağı kendi etkinliği, onu diğerlerinden farklı kılacaktır. Bu nedenle, Bernhard Waldenfels'in de dikkat çektiği gibi Ben'e biricikliği, Levinas etiğinde kabûl edilenin aksine, Öteki'den gelmez, onun tarafından bahşedilmez.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BELKİ
Kim bilir, belki düşeriz aynı şehre
Aynı kaldırıma bir gün.
Yüreğindeki benden tanırım seni
Doğuşundan kalan aşkın
Gözlerine değer yine gözlerim
Buruk insanlar gibi
Çocuksu ve ağlamaklı
Yalnız onlar bilir rengini
Onlar bilir..
O inandığım ıssız devrimi
Yıkık yılların kuyusunda
ve dört sen arasında
Belki unutmuşsundur beni
Belki ıslanırız
Belki merhaba
Belki nasılsın
Belki hatırında kahve içeriz kırk yılın
Belki... evlenmişsindir
Belki bana benzer oğlun
Ben diye seversin belki
Beni öper gibi...
Kim bilir, belki düşeriz aynı şehre
Aynı vitrine kayar gözümüz
Kim bilir, karbonatlı bir çayın yanında
Yarım bir simitle doyarız yine
Yarısı özgür kuşların
Yarısı sen..
Kim bilir, belki düşeriz aynı şehre
Gözlerine değer gözlerim
Belki merhaba
Belki ölüm
Belki aşk
Belki hayat
Belki hiç..
Kim bilir, belki düşeriz aynı şehre
Aynı kaldırıma bir gün...
Yüreğindeki benden tanırım seni
Doğuşundan kalan aşkın
Gözlerine değer gözlerim
Belki...
.
.
Fatih Ünver
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.
Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.
Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.
Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|