|
|
|
Editör'den : MİT'olojik masal kahramanları!.. |
MİT'olojik bir masalın şaşkın dinleyicisi gibi hissediyorum kendimi. Ejderhalar ateş kusuyor, dev, cüceleri yiyor, kurbağa aslında prens, kılıç taşa saplı çıkmıyor, şato pastadan, yedikçe yiyorum, midem bozuluyor, içim dışıma çıkıyor. Yedi cüceler ejderhadan kaçarken prensesi buluyor, prenses elmayı yemiş uyuyor, kurbağa prensesi öpüyor, prenses "Yarabbi şükür" deyip doğruluyor. Ben susamışım, sürahi diye filin hortumunu tutuyorum. Fil sindirim sistemi enfeksiyonu olmuş, sindiremiyor... Heyhat, "Amanın hepsi rüyaymış." diye uyanmıyorum, çünkü zaten uyanığım ve tüm yaşananlar gerçek.
Ben böyle saçmalarken birileri de Meclis çatısı altında saçmalamakla meşgul, merak buyurmayın. İçine düştükleri kuburdan gerilerini kurtarmak için debelendikleri, bir an evvel çıkarıp azardan sıyırmaya çalıştıkları yeni yasa tasarısını, muhalefetin isteği doğrultusunda değiştirmişler iyi mi? Değişiklik tam bizim gibi makarnaya tamah edenlere göre. Komisyondan geçtiği haliyle, teklifin 1. maddesindeki ''MİT mensuplarının veya Başbakan tarafından özel bir görevi ifa etmek üzere görevlendirilenlerin'' ifadesi, ''MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından Başbakan tarafından görevlendirilenlerin'' olarak değiştirilmiş ve kabul edilmiş. Bak hele bak. Çete mensuplarına kamu görevlisi olma şartı getirmişler, iyi yapmışlar, yasayı bayağı törpülemişler. Bu haliyle padişah fetvasıdır der, tereddütsüz kabul ederiz. Biiiiiiiiipppppppppppppp...
Yedikleri naneyi görmeyelim diye kapalı oturuma geçmişler vekillerimiz. Ama öncesinde yasayı savunmak adına kürsüye çıkan Bay Bekir Bozdağ öyle bir örnek vermiş ki, tüm ruh hallerini açığa vurmuş. Kişiye özel kanun mu olur diyenlere kapak olsun diye; 1948 yılında çıkarılan ''İdil Biret ve Suna Kan'ın yabancı ülkelere, müzik tahsili için gönderilmesi kanunu'' nu özel kanuna örnek olarak göstermiş. Hasbelkader o Mecliste olsaydım da, şu sözleri duysaydım, kendimi tutamayıp diyeceklerimi size saygımdan diyemiyor yerine uzun bir biiiiiiippppppppppp koyuyorum. Haydi bizi hiç takmıyorsunuz, o çatıyada mı saygınız yok be kuzum?
Ne yapacağına, yüzünü hangi yöne döneceğine henüz karar verememiş medyacıların ortaya attığı bir denyo teorisi var, ardımla güldüğüm. Efendim memlekette hükümet-cemaat çekişmesi varmış. Tüm olanlar bu sürtüşmenin çıkardığı kıvılcımlarmış. Yumurta çıktığı k.ça kızmış da, tavuk yumurtayı gagalamış ta, halamın bıyığı olsaymış ta... Haydi canım siz de...
Açın haberleri, her kanalda bir tablet şovdur gidiyor. İntihalci bakan yönetimindeki zavallı milli eğitimimizin biraz daha içine etme projelerinden biri bu tablet, akıllı tahta masalı. Birilerine çekilen peşkeşden öte birşey değil. 12 bin tane tablet dağıtılmış çocuklara, ihtiyaç 12 milyonmuş, sırayla hepsine verilecekmiş. Daha birkaç gün oldu çocuklar neşeli. Yarın pilleri saat başı şarj olmak isteyince, dokunmatik ekran dokunulamaz olunca, çocuklar birbirinin kafasına tablet atmaya başlayınca ne olacak? Zaten bilgisayar bağımlısı olan çocukların eline kitap vereceğine tablet veren zihniyetin ettiğine sadece takiyye denilir, başka birşey denmez. Başka yerde yok diye övüneceğine, acaba neden başka yerde yok diye düşünse bulacak ama nerede onda o kafa. Eğitime çağ atlatayım derken uçuruma yuvarladığını bilmeyecek kadar kendinden geçmiş bir bakanlık. Biz bunları haketmek için büyük bir suç işledik, ama ne? Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÖYKÜLERİN SAĞI SOLU BELLİ OLMAZ-1 |
|
Öyküler girdabındaki olayların nasıl gelişeceği hiç belli olmaz. Mutlu son ile biten öyküler hep acılarla, hüzünlerle başlar. Asıl korkulması gereken senaryo bunun tam tersidir. Eğer yazar güzel günler, mutlu yaşamlar anlatarak başladıysa işte o zaman okuyacaklarınız felakettir. Yaratıcılık elbette sonsuz seçeneği içinde barındırır. Önceden kestirilemez olaylar dizisi kurgulayabilir. Birisi çıkıp şunu sorabilir. "Öyküler yaşamın gerçeklerinden farklı mıdır?" Hayır, öykü zaten yaşamın kendisidir.
Öykümüzün kahramanları tam rahata erecekleri zaman, yaşamın sıkıntılarından azıcık uzaklaştıkları zamanda ansızın çekip gittiler. Sabaha karşı derin bir uykunun karanlık kuyularına inip bir daha çıkamadılar. Kapıcı gelip ekmekleri bırakmak için zile bastığında onlar çoktan ölmüşlerdi. En azından devlet hastanesindeki doktorlar öyle söyledi.
Topu topu iki çocukları vardı. Biri oğlan, ötekisi kız. Oğlan üniversiteyi dört sene önce bitirmişti. Düzenli bir işe girememişti. Bir yıl, altı ay, birkaç ay gibi birbirinden farklı sürelerle ona yakın işe girip çıkmıştı. Hepsinden kendi isteğiyle çıkmamıştı. Çalıştığı iş yerinin biri zaten mevsimlikti. Bir başkası ise iflas ettiği için kapanmıştı. İflas eden kişiler sonra başka bir isimle başka bir kentte şap sat işine girmişlerdi. Sınavdan aldığı puan devlete kapağı atacak kadar yüksek gelmemişti. Torpil de bulamayınca orda burada sürünmekten başka çare kalmıyordu. Devlet Baba televizyonlarda kayıtlı işsiz sayısının düştüğünü söylüyordu. Haberleri dinledikçe kendine olan güveni iyice azılıyordu. Neden herkes bir yolunu buluyor da ben başaramıyorum diye üzülüyordu. "Neden ben bu kadar beceriksizim?," deyip duruyordu. Birkaç ay önce tası tarağı toplayıp iş bulmak için alıp başını bu kocaman kente gelmişti. Aslında hiç böyle bir niyeti yoktu. Akrabalarının sözüne kanmıştı. "Bu küçük kasabada yok olup gidersin. İstanbul'da herkese fırsat var. Gel sen de burada şansını dene," türünden cümleleri onlarca kez kurup sürekli yineliyorlardı. Dayanamadı, bir umuda tutunup İstanbul'a geldi. İlk birkaç hafta akrabalarının yanına takıldı. Bu böyle olmayacak deyip ayrıldı. Kendi kasabasından gençlerin kaldığı bekâr evine taşındı. Önce eğitim gördüğü alanla ilgili işlerin peşine düştü. Bahçe peyzajı işi bulamayınca, bir kafeye garson oldu. Ayda sekiz yüz elli lira maaş, sigorta yok, pirim yok. Bahşişlerden ay sonunda payına düşeni alabilirsin…
Öyküler parmaklarını avuç içine yuvarlayıp borazan yaparak çığırtkanlar gibi sokaklara bağırmazlar. "Haydi, yetişin başlıyor." Biz duysak ta duymasak ta, görsek de görmesek de yaşamları ince ince işlemeye devam ederler. Arada bir yaşamın bazı renklerine uzaktan baktığı doğrudur. Örneğin gerçek olsa bile Bakkal Necati ile Berber Mustafa'nın aşkından söz etmeyi ayıp sayabilir. Sürekli bahar bahçe, çiçek böcek ve lay lay lom anlatımlar ve kurgular gerçekliğin dışına taşmaktadır. Yaşam bazen acımasız olayları birbiri ardına sıralayarak anlatıcıyı küstürebilir. Yirmi beş kuruş için indikleri kuyuda metan gazından zehirlenerek ölen üç çocuğun öyküsünü kim anlatmaya heves edebilir ki?
Soğuk ve ıslak bir sabah... Sulu sepken kar altında ve buz gibi bir sokakta yürürken telefonu çaldı. Sevimsiz haberi vermek ve insanın yüreğini dağlayan cümleleri kurmak amcasına düştü. İşyerine gidip izin aldı. Memleketine gidecek otobüsler genelde akşam saatlerinde kalkıyordu. Yakın illere veya o istikamete yakın geçen otobüs firmalarının birinden bilet aldı. Bir kaç saat otobüs terminalinde bekledikten sonra yola çıktı. "Dar zamanlarda işlerim hiç rast gitmiyor. Hay böyle şansın içine …çayım ," dedi. Bin kere, on bin kere dedi. Ama beklemekten başka çare yoktu. Üstelik annesinin ve babasının başına ne geldiğinden haberi yoktu. Kafasında binlerce soru dans ederken pencerenin dışından akıp geçen resimlerin içine boş gözlerle baktı.
Ölen kadın ve erkek elli yaşını geride bırakalı birkaç sene olmuştu. Adamın emekli ikramiyesinin üzerine köydeki babadan kalma birkaç parça tarla da satılınca bu apartman dairesini alabilmişlerdi. Elde avuçta ne varsa hepsini harcayınca doğal gaz bağlatma işini seneye erteleyip bu kışı soba ile geçirmeye karar vermişlerdi. Her sabah açılan kapı duvar olunca, içerden sis gelmeyince komşular şüphelenip çilingir çağırmışlardı. Çağrılan çilingir kapıyı açtığında karı koca çoktan ölmüşlerdi. Yataklarının içinde dönüp durmuşlar ve birkaç yere kusmuşlardı. Zehirlendiklerinin farkına varmış ama ayağa kalkıp pencereleri açabilecek gücü kendilerinde bulamamış olabilirlerdi. Lodos ve sobada köz olarak kömürden eve dolan zehir iki canı birden alıvermişti.
Kızları daha on sekizinde evlenmişti. Dur, otur dedilerse de söz geçmemişti. Ben Selahattin'i seviyorum demiş, başka bir şey dememişti. Vermeseler kız kaçıp gidecekti. Kötülük çıkmasın, tatsızlık olmasın diye razı olduklarında bu defa başka bir sorun çıkmıştı. Oğlanın ailesi onların kızını gelin olarak istemediklerini sağa sola söylemeye başlamışlardı. Yaşamları boyunca böyle bir aşağılanmayla karşı karşıya kalmamışlardı. Evde kalmış kızlarını birilerine kakalama hesapları içindeki insan konumuna düşüvermişlerdi.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KİRPİNİN DANSI |
|
Bütün gece yağmuru bekledim. O yağmadan, ağrılarımın geçmeyeceğini iyi biliyorum.
Güneşin ilk ışıklarıyla pencereyi açtım. Bir süre, yüreğinin acısını bir türlü sağamayan bulutları izledim. Her biri, sanki gök boşluğunda birazdan başlayacak müthiş bir meydan savaşı için mevzileniyordu.
Bu eşsiz manzara saatlerce sürsün, ben de doya doya izleyeyim, isterdim. Ne var ki bu sabah yaralıyım. Karşı yamaçları yalayıp geçen bulutlardan birine sesleniyorum:
"Hadi boşalt yükünü, saçlarıma, yüzüme kirpiğime… Yüreğime düş, ağlayalım birlikte."
Evren böylesine kendi işiyle meşgulken benim, senin, onun… ne hükmümüz olabilir ki?
İçimde, adını koyamadığım bir sıkıntı. Çok değerli bir şeyi mi yitirtirdim yoksa?
Birden o sesi duyuyorum. Komşu evlerden mi; denizler, dağlar ötesinden mi bu geliş:
"If I should stay
I would only be in your way"
"Kalsaydım eğer/ Yalnız senin yanında olurdum."
Oldum olası "eğer" sözcüğünü sevmem. Koşula bağlayıverir her şeyi. Olsun dediğimiz nice güzel şey, o koşullara takılır kalır.
Ses giderek yükseliyor, sonra bulutlardan dökülüyor:
And I will always love you.
I will always love you.
(Ve hep seni seveceğim/Seni hep seveceğim.)
Hüzünlü mü hüzünlü, umarsız mı umarsız, hançerede bin hançer… İçimde bir soru filizleniyor: "Bu sözü vermek, son nefesini veren için mi zordur; onu uğurlayan için mi?
Beklediğim yağmur, beklediğimi unuttuğum bir anda başlıyor. Önce, konser öncesi piyanonun tuşlarında gezinen müzisyen edasıyla çatıda, yapraklarda şöyle bir dolaşıyor; belki bir, belki de bir buçuk dakikalık duraklamanın ardından müthiş bir tempoyla ses salkımları sarıyor çevreyi.
Bir koltuğa yaslanıp çatıdaki seslerin uyumunu yakalamaya çalışıyorum. Gözümün önünden bu eşsiz şarkıyı ilk kez dinlediğim "Bodyguard" filminin kareleri geçiyor.
" Benim için ölür müsün?"
Şu yeryüzünde, sevdiğinin dudaklarından dökülecek "evet" sözcüğünü duymak için bu soruyu soran kaç milyon aşık vardır acaba? Bu soruya kaç aşık, "evet", yanıtını vermiştir? Dahası, kaç aşık sözünün eri olmuştur?
O filmde, Whitney Houston da sormuştu bu soruyu. Onun için gerçekten de ölmeye hazır adam, "İşim bu." deyip görevinin arkasına saklanmıştı.
" Ger ben; ben isem nesin sen ey yâr?
Ger sen, sen isen; neyim men-i zâr?"
Aşk, marazi bir duygu aslında: Bencil, doyumsuz, tutku dikeni. .. Aşkı "bir" leşmek olarak algılayanların, Fuzuli'nin bu beyiti döne dolaşa okuması gerek.
Her ne kadar Ataol Behramoğlu:
'Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.'
Dese de ben:
'tek kişilik kalabalıktır aşk.
aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.
kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi, kendinin mayası;
herkes kendi sevgisini sever...'
diyen Yılmaz Odabaşı gibi düşünen; üstelik "sonsuz aşk yoktur" diyenlerdenim.
Belki de bu yüzden, aşkın dikenli yollarına dalmaktan haz alsam da "bir"leştirmeye kalkışmadan "birliktelik" ler yaratmayı hedefleyen sevgiyi de değerli buluyorum. Sevgi, sevenlerin "ben"liklerine saygı duyuyor; ama aşkın insafı yok. Bunu çok iyi biliyorum.
Antonio Gramsci, Çocuklarıma Mektuplar ( Belge Yayınları, Haziran 1979) adlı kitabında anlatır:
" Havanın birden karardığı; ama pırıl pırıl ayın ortalığı aydınlattığı bir sonbahar akşamı, bir arkadaşımla birlikte özellikle elma ağaçlarının çok olduğu bir meyveliğe gittik. Rüzgârdan korunmak için bir çalılığa sığındık. Birden deliklerden, üç tanesi küçük, ikisi büyük beş kirpi çıktı. Art arda dizilip elma ağaçlarına doğru yürümeye başladılar. Önce otların arasında yuvarlandılar, sonra da işe koyuldular. Burunları ve ayaklarıyla yardımlaşarak rüzgârın ağaçtan düşürdüğü elmaları yuvarlaya yuvarlaya bir araya topladılar. Ama yerdeki elmaların yeterli olmadığı anlaşılıyordu: Burnunu havaya dikmiş olan en büyük kirpi, çevresine bakındı, çok kıvrımlı bir ağaç seçti ve kendisini izleyen dişisiyle birlikte ağaca tırmandı. Elma dolu bir dalın üstüne tünediler ve düzenli bir biçimde sallanmaya başladılar. Bu sallanma daha sonra üstünde oturdukları dala geçti, ani titreşimlerle git gide daha çok sarsılmaya başladı ve birkaç elma daha yere düştü. Bu yenileri, ötekilerin yanına koyunca büyük küçük bütün kirpiler sert dikenli gövdeleriyle yerlerde yuvarlandılar. Dikenlerine batmış meyvelerin üstüne yattılar. Elmaları sırtlayıp yuvalarına yöneldiler."
Ben de şiir diliyle anlatıyorum, söylenenleri:
"Yalnız sen söyleme şarkını
Bulutlar da söylesin
Kuşlar da...
Birlikte;
Çiçeklenirken dal, düşerken yaprak
Birlikte gülüp birlikte ağlamalı
Birlikte söylemeli şarkıları."
(H.Topçu, 33'ten)
Wihitney Houston "Birisiyle dans etmek istiyorum" diyordu bir başka şarkısında. Bakın işte, aşk tek kişilik olsa da tek kişilik dans olmaz.
Öyleyse soralım: Dans… Aşkla mı, hayatla mı?
Geçmiş sevgililer gününüz kutlu olsun.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KARANFİLLİ ÇAY
Cahit Sıtkı'ya bakarsanız yolu tamamlamış bir ihtiyarım. Fazladan yaşadığım 8 yılı da iyi bir insan olmanın mükafatı sayar, kıymetini bilirim. Bu yaşların gereği ya olgunlaşır insan ya da çocuklaşır; ikisini bir arada yaşayanlar ise kendinde şımarma hakkını bulanlardandır; ben de onlardan biriyim.
İkisi kız üç evlat yetiştirdim. Büyük kızım da küçük kızım da yurtdışında yaşıyor; senede bir defa onlar gelir, bir defa oğlum, gelinim ve torunlarla biz gideriz. Kızlarım da çok sever beni ama oğlumun sevgisi, ilgisi hep farklı oldu. Bu yüzden belki de oğlum-Derin'im yurtdışında yaşama fırsatlarını hiç değerlendirmedi. Kız çocuk babaya bağlı olur, derler ama bizde durum biraz farklı.
İzmir'e taşınacaklarını öğrendiğimde tereddüt etmeden İstanbul'u ve keşmekeşini bıraktım. İstanbul'daki can pazarından keyif alamayacak kadar yaşadım o şehri. Zaten İzmir i de hep çok yaşanası bulmuşumdur. Ne şehir, ne kasaba. Her şeyden biraz vardır İzmir'de, sıcak dışında doz aşımı yaşanacak pek bir şey olmaz. Rahmetli eşim de severdi. Çok hareketli bir iş hayatım olmasına, sosyal çevremin genişliğine rağmen oğlum ve ailesinden farklı bir şehirde yaşam benim için düşünülür bir şey değildi. Zaten, söylemeye dilimin varmadığı bu yaşa gelen bir adam ona gözü gibi bakan bir evlat, ancak bir evlat kadar seven bir gelin, "cim" siz "dede" demeyen torunlardan daha fazla ne isteyebilir ki hayattan… Peşlerinden geldim ben de buraya.
Aynı apartmanda iki daire tuttular; giriş katındaki ufak daire benim için dayandı, döşendi. Bir yandan kimseye muhtaç olmadan yaşayabileceğimi kendime ispatlamaya çalışıyorum bir yandan da yalnızlık fikrinden korkuyorum aslında. Kendime yetemeyebileceğim gerçeği ile yüzleşmek ve onlarla birlikte varlığımın bulduğu değerden yoksun yaşamak ürkütücü geliyor. Torunlarımla vakit geçirmek gençleştiriyor, onlarla sohbet etmek enerjimi arttırıyor ama yine de güzel gelinimin programlarını benim için iptal etmesine, sevdiğim yemekleri yiyebilmem için saatlerce uğraşmasına dayanamıyorum. Her şeyin içtenlikte yapıldığına dair en ufak bir şüphe yok içimde, her şeye rağmen zaman ilerleyip fiziksel yetersizlikler baş gösterdiğinde yapamadıkları şeyler için pişmanlıklarda boğulmalarını istemiyorum.
Ama her şey bir yana; er ya da geç geleceğini bildiğim sonun, gece yarısı birdenbire gelmesinden endişe ediyorum en çok, elimde değil. İtiraf ediyorum; yapmak isteyip de yapmadığım bir şey olmamasına rağmen korkuyorum ölümden, en çok da yalnız ölmekten. Sanki "ölmek" bir arkadaşla yapılabilir bir şeymiş gibi. Gençliğimde "yaş ilerledikçe ölüm fikrine duyarsızlaşılır." diye düşünürdüm. Adım adım yaklaşırken o güne, duyarsızlaşmak bir yana "yok olmak" fikri iyice korkutur oldu. Halbuki hala eksik kalan bir şeyleri olduğunu düşünen insanlar korkmaz mı ölümden. Benim gibi isteyebileceği her şeyi yaşama fırsatı yakalamış şanslı birinin hala yaşamayı beklediği ne olabilir ki… Eşimi kaybettiğimde bile yaşamadığım bu endişe öyle gerçek ki belki de hala yaşanası şeyler olabileceği inancı ile yenmeye çalışıyorum bu duyguyu. İşte bu korkular yüzden bir evde yalnız kalmak yerine bir süredir onların evine yakın bir huzur evinde kalmanın planlarını yapıyorum.
Sakin insanlarla dolu şehirde sabah yürüyüşleri yaparak başladığım günlerin en sevdiğim anı, gelinimin telefon edip "Babacım, kahvaltı hazır. Karanfil de attım çayına." dediği an. Önemli olduğumu hissediyor, bu duyguyu çok seviyorum. Özleniyor ve isteniyorum, bunları hissedebilmenin önemini de ancak 78 yaşında anlıyorum.
Taşınalı bir ay kadar olmuştu; Mayıs'ın son günleri. Yürüyüş sonrası bankta oturmuş denize bakıyor, bir yandan da öğleden sonra görmeye gideceğimiz huzur evini düşünüyordum. Gelinimden beklediğim telefon o sabah biraz gecikmişti. Bu kadar hızlı geçtiği için zamandan kendimce intikam alıyor ve yıllardır saat takmıyorum. Hah, tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.
Telefon gelinceye kadar beklemeye karar verdim, İstanbul'da bu kadar kolay ulaşamadığım deniz manzarasının da tadını çıkarabilecektim böylece. Karanfili çiçek olarak sevdiğimden değil, kokusu eşimi hatırlattığından belki, gelinimin "karanfilli çay" dediğini duymak hoşuma gidiyordu. Gözlerimi kapatmış dururken eşimin ılık bakışları düştü aklıma. Sıcak, sakin ve hep huzurluydu bakışları. Gençliğimde ne kadar deli, dolu, savurgan bir adamsam evlendikten birkaç sene sonra bir o kadar sabırlı, kontrollü ve en sonunda da huzurlu bir adam oluvermiştim. Boşuna dememişler ya "zamanla insan eşine benzer" diye. Zamanın içinde kaybolmuş, sürüklenirken "Merhaba" dedi biri usulca.
"Merhaba"
Bir başlangıç kelimesi olmaktan öteye gidemeyecek kelimeler arasında yer almak dışında peki bir özelliği olmayan bu kelime, ben yaşlarda biri için de güzel bir sohbet başlangıcı olabilirdi ancak.
Bembeyaz teni, masmavi gözleriyle bana bakan hanımefendiyi gördüğümde bir kere daha "merhaba" dedim. Çok güzeldi, çok.
"İlk defa bu sabah banka oturdunuz."
Demek her sabah karşılaşıyorduk da ben farkında değildim. Demek beni fark etmiş, hatta ne yaptığımı da takip etmişti. Şaşırmıştım. İnsan böyle paslanır mı, "hay Allah, ne diyeceğim şimdi." Dudaklarına öyle bir kenetlenmiştim ki "dilsiz ve sağırmışım da dudak okumaya çalışıyorum sanıp gidecek şimdi " diye endişeleniyor ama bir türlü konuşamıyordum. "Bir şey desene be adam. Konuşsanıza Turgut Bey, ne susuyorsunuz." Allahtan "nereden çattık" deyip, kalkıp gitmiyordu. Ben konuşabilmeyi ümit ederken o da bana gülümseyerek bakıyordu. Sonunda bir gayret konuştum ve "merhaba." Bir kere daha merhaba dediğime inanamıyordum, "merhaba", öyle mi "merhaba, üç defa hem de. Kelime dağarcığım iyidir, güzel Türkçe konuşurum. Fakat çok heyecanlandım, yoksa aslında evet, bu sabah ilk defa banka oturdum." demek için dönüp tekrar baktım. Gülümsüyordu, gözleri ışıl ışıldı. Eşimin zeytin karası gözlerinden sonra gördüğüm en güzel gözlerdi, halbuki mavi gözü pek de sıcak bulmam.
Neredeyse kekeleyerek "Kusura bakmayın, dalmışım." diyebildim sonunda.
"Fark ettim." Kekelediğimi de fark etmiş miydi acaba?
"Anlaşılan siz de yürüyorsunuz her sabah." Hah, tamam şöyle, rahatla şöyle, Turgutçum.
"40 yaşından sonra doğum yapan kızımın bebeğine hava aldırmak bahanesiyle çıkıyorum ben de her sabah, gezindikten sonra banka oturup denizi seyrediyoruz birlikte. Denizin sizi de ikna etmesini bekliyordum." dedi ve gülümsedi yine sıcacık. Hep gülümsüyor muydu yoksa ben artık iyice tuhaflaşmış ve hayal mi görüyordum.
Gelinim hala aramamıştı, sanki saatim varmış gibi koluma baktım, "Gidecek misiniz?"
"Hayır hayır, gelinim aramadı da telaşlandım sadece. Ben arayayım da kahvaltıya gelemeyeceğimi söyleyeyim." dedi. Aman ne güzel konuştun Turgut Bey…
"Kızım, günaydın. Evet evet yürüyüşteyim. Sen hasta değilsin ya? Ah tamam o zaman beni bekleme sen kahvaltıya, biraz daha yürüyeyim." Kendi sesimi tanıyamıyordum; 78 yaşında torunu doğurmak üzere olan yaşlı bir ihtiyar mıydı konuşan yoksa 18 yaşında komşu kızını görüp dili tutulan toy delikanlı mı? "Turgutçum, heyecanlanma. Gözünü seveyim; bu konuyu senden daha iyi anlatacak biri yok ki."diye sakinleştirirdi eşim genel müdürle yapılacak toplantılar öncesinde. Zaman tünelinde yolculuk yapıyormuşum, ilk çağlara gelmişim de orada da yolumu kaybetmiş gibiydim.
"Ben de karşı sokakta oturuyorum, aslında komşuyuz." Takip mi edilmiştim? Tutucu biri olmamıştım asla ama yine de eskiden olsa beni takip eden bir kıza şans vermek için zorlayıcı olurdum. Erkeğin takip eden olması gerektiğini düşünürdüm. Gülümsedim. Tatlı tatlı, sakin ama neşeli kelimeler uçuşuyordu havada; bir an kızından, torunundan bahsediyor, bir an İzmiri anlatıyordu. Ne dediğini pek takip edemiyordum; tatlı bir esinti ile etrafa yayılan bu gül kokusunun ondan gelip gelmediği merak ediyordum sadece. Çok merak etmiş olmalıyım ki başından beri başından beri sorduğum en anlamlı soruyu soruverdim;
"Bu koku, gül kokusu acaba sizden mi geliyor?"
"Yoksa sevmez misiniz? Kızım bu parfümü yeni almış, bana çok yakışacağını söylemişti. Biliyor musunuz ben parfümleri hep azar azar sıkardım, bitecek diye endişe ederdim. Özel günlere saklardım. Her günün özel olduğunu biraz geç anladığımdan belki artık yürüyüşe çıkarken bile parfüm kullanıyorum."
"Gül kokusunu severim. Çok severim. "
Çalan telefonla söyleyeceklerim yarım kaldı, halbuki "size de çok yakışmış" diyecektim daha. Torunu anneannesini bekliyormuş, haber gelmiş. Gitmesi lazımmış. Ne var ki bu sohbet burada bitmezmiş. Kimbilir belki akşamüzeri torununu çıkardığında ona katılmak istermişim. İstemez miyim hiç, bana kalsa ben "merhaba" da olurdum hala ama Allahtan kadınlar daha erken akıllanıp daha geç unutuyorlar öğrendiklerini.
"Katılırım memnuniyetle, hem torununuzu da görmüş olurum." Saat 16:00 da aynı bankta buluşmaya karar verdik ve sohbetin tadı damağıma bile gelmemişken öylece bakakaldım arkasından.
Eve dönmeden alışveriş merkezine gittim, gördüğüm ilk saatçiye girdim, güzel bir saat aldım kendime. Zamanla ateşkes imzalamak farzdı artık, kaçırmamam gereken bir randevum vardı.
Öğleden sonra görmeyi planladığımız huzur evi gezisini iptal ettim. Akıllı ve zarif gelinim, yine bir şey sormadan, "Tamam babacım. Sen nasıl istersen." dedi.
Bir kere daha duş aldım, tahriş etme pahasına titreyen ellerimle tekrar traş olup after shave sürdüm. Gelinimin bayram hediyesi olarak aldığı hırkayı ve yeni pantalonunu giydim, hiç fena görünmüyordum. "Hala çok yakışıklıksın Turgut Bey."
Erken çıktım evden, bir hanımefendiyi bekletmek yakışık almazdı. Sahil boyunca dizilmiş Çingenelerin önünde duran kovalara tek tek baktım; haftanın her günü için farklı bir çiçek beğendim. Bugün alacağım çiçek için en tombul çingenenin yanına yaklaştım; usulca kulağına eğilip "gördüğüm en güzel mavi gözlü hanımefendi için koyu kırmızı en güzel gülleri istiyorum." dedim.
Çingene koca ağzını açıp yayvan yayvan "Tamam beybaba. Gördün bak işte, gülün en güzeli bende. Anlaşılan hanfendinin de en güzeli sende. Hadi iyisin. 10 tane var demetlerde. 50 lira. Ama senin için 40 lira olur, anlaştık mı?"
Hayat, çok tatlı; yaşanacak her gün bir öncekinin aynısı da olsa 78 yaşında da hayat gerçekten çok tatlı. Bu yaşların da gereği bu; ya olgunlaşıyor, korkuyor insan ya çocuklaşıp cesurlaşıyor…
Gülümsedim, "Yok, tek ver sen. 17 tane olsun." dedim.
Banu Aksoylu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin YENİ DÜNYA! |
|
"Nasıl seksen beş alırsın o sınavdan, senin en iyi bildiğin konular onlar. Bu sınavdan da bu notu aldıysan artık öbürlerine hiç çalışma sen" Annesinin konuşurken hızlı hızlı hareket eden mimiklerini seyrediyordu. "Daha geçen hafta bile aynı konuların üstünde durmadık mı? Toplantıda öğretmen seksen beş deyince neye uğradığımı bilemedim. Kızım sen uyuyor musun? Sınavda aklın nerelerde senin? En iyi bildiklerini yapamayacaksın da daha neyi yapacaksın? Bak Didem'i gördün mü nasıl yüz almış?" Annesinin ağzından çıkan her kelimede tokat yemiş gibi hissediyordu sanki. Sınavda çok heyecanlandığını annesine bir türlü söyleyemiyordu. Midesine ağrılar girdiğini, nefes almakta zorluk çektiğini, soruların ellerinin altında dururken kağıdın üstünde nasıl kaymaya başladığını, sınavdan sonra öğretmeninin yardımı ile kendisini tuvalete zor attığını anlatamıyordu bir türlü. Annesi ise hala Didem'i anlatıyordu. Didem kadar olamadın diyordu. Kendisi de annesinin yıllardır anlatmaya çalıştığı şeye inanmıştı artık. Didem kadar olamıyordu ve Didem gibi olamayacaktı. Bu sözleri annesinden ilk duyduğu zaman aklına geldi.
"Kızım bak gördün mü Didem çantasını ne kadar güzel toparlamış. Bir de seninkine bak, aklın bir karış havada senin. Durmadan televizyon karşısında durursan olacağı bu işte. Didem okuldan eve gelir gelmez ödevlerinin başına oturuyor, sen de kendini televizyonun başına atıyorsun. Büyüyemedin hala…" Oysaki 1. sınıfa başlayalı sadece bir hafta olmuştu. Oyun oynamak için yaşının çok büyük olduğunu öğrenmişti ama televizyonu büyüklerde izliyordu, nesi vardı ki televizyon izlemenin. Bu Didem de nerden çıkmıştı böyle birden bire. Tam okullar açılmadan önce buraya taşınmışlar, taşınmalarıyla birlikte kendisinin de hayatının orta yerine yer etmişlerdi sanki. Didem şöyle, Didem böyle, Didem'in çantası, Didem'in eşyaları… Didem de Didem… Üstün varlık Didem… Her şeyi mükemmel… Çantası pırıl pırıl düzen içerisinde, ödevlerini zamanında yapar. Elbiseleri temiz, akıllı, annesinin sözünden çıkmaz. Peki ya kendisi? Sahiden neden hep çantası dağınıktı? Neden hep okuldan eve gelince canı hiçbir şey yapmak istemiyordu? Neden annesiyle saatlerce ders çalışırken bazen boş boş annesinin yüzüne bakıyordu? Neden hep büyümemiş ve daha küçük olan çocukları durmadan evinin penceresinden izleyip duruyordu? Neden bulduğu ilk fırsatta kendisini televizyonun başına atıyor ve hiç önünden kalkmak istemiyordu?
Okulların açılmasıyla birlikte hayatının orta yerine yerleşen Didem'le birlikte yeni bir dünya vardı sanki. Dünya'nın adı okul, harikalarından biri Didem ve diğer canlılar. Kendisi ise başka bir gezegenden gelmiş ve hala bu yeni dünyaya alışamamıştı. Üstelik alışamadıkça bu dünyanın televizyon isimli eğlencesi daha da cazip gelmeye başlamıştı. Dünyanın üst düzey görevlileri arasındaki annesi ve öğretmeni dersler ve kurallar dedikçe televizyondaki çizgi filmler aklına geliyordu. Bu dünyada oyun oynamak yasaktı. Cezası Didem'le kıyaslanmak ve ne kadar kötü bir çocuk olduğunu hatırlamaktı. Eğer her şey yolunda giderse, o gün öğretmeni onunla ilgili güzel bir şeyler söylerse o zaman ödüllendirilebilirdi. Gerçi bu dünyanın ödülleri de tam olarak istediği gibi değildi ama olsun, başarılı olunca herkes ona değer veriyordu ve önemli olan da buydu. Sadece başarılı olmak! Yoksa bu yeni dünyada ona yer yoktu. O zaman bu dünyanın tek bir gayesi vardı ve o da ne olursa olsun başarılı olmak. Eğer bazı şeyler yolunda gitmezse tıpkı annesinin, babasının ve diğer büyüklerin yaptığı gibi televizyonun karşısına geçerek her şeyi unutabilirdi. Uçan filler, küçük şirinler, konuşan eşyalar… Her şey bu dünyada yolunda gitmeyen bazı şeyleri unuttursun diye vardı. Kendisi de tıpkı böyle annesi, babası gibi davranıyordu. İşler yolunda gitmedikçe televizyonla yakınlık kuruyordu.
Bu yeni dünyada sabahları okulla başlayan süreç okul bitince de özel dersler, kurslar, etütler ve Didem'le kıyaslanmalar şeklinde sürüp gidiyordu. Geceleri ne zaman ve nasıl uykuya daldığını genelde tüm yorgunluklar içerisinde hatırlamıyordu. Büyük ihtimal annesi ya babası geceleri onu yatağına yatırıyordu. Günler böylece hızla birbirini kovalarken bir keresinde inanılmaz bir şey oldu. Didem evin aşağısındaki parkta bir çocukla birlikte oyun oynuyordu. Hemen koşarak annesine gitti ve Didem'i gösterdi. Annesi de bir çırpıda komşusunun kapısı önünde alıverdi soluğu: "Sizin kız Didem, parkta bir çocukla oyun oynuyor." Didem'in annesi birden telaşlandı. Sanki kıyametler kopmuş gibi endişelendi: "Eyvah yarın önemli bir ödevini yetiştirmesi gerekiyor, nasıl yetiştirecek şimdi, tamam tamam ben onunla ilgilenirim." O gün büyük ihtimal Didem, bütün gün ders çalışmakla cezalandırılmıştı. Bizim küçük ise yavaş yavaş büyüyordu. Dışarıda oyun oynamak mı o da neymiş, böyle şeyleri henüz büyümemiş, aklı bir karış havada küçük çocuklar yapar.
Artık hayatının orta yerine yerleşen bu dünyanın kurallarına ve yaşam şekline alışıyordu. Ama işin en ilginç yanı, alıştıkça girdiği sınavlarda annesinin istediği gibi başarılı olamıyordu. Alıştıkça ve kurallarına uydukça daha başarılı olması gerekirken bir türlü annesi ve öğretmeninin istediği başarıyı yakalayamıyordu. Gerçi çoğu zaman notları yüzdü ama nasıl oluyordu da bu notlar zaman zaman doksanlara, doksan beşlere düşebiliyordu, doğrusu hayret edilecek bir durumdu. Tabii bu hayretin nedeni annesine ve öğretmenine göreydi. Kendisi ise durumun nedeni biraz olsun belliydi. Tam sınav zamanları midesine ve kalbine olan şeylerle ilgiliydi. Kalbinin hızlı atışları, terlemeler ve karın ağrıları… Bunları ilk beşinci sınıftaki sınavında yaşadığında annesi ona bir güzel kızmıştı: "Şimdi de televizyon izlemek için yeni bahaneler mi buldun?" diye ona bağırmış ve odasına gidip ders çalışmasını istemişti. Annesine bir daha sınav zamanlarında yaşadığı acılı anları anlatmak yerine bu yeni dünyada ders çalışmak ve başarılı olmak için asla hastalanmamak, hastalansan bile bunu anneye, öğretmene söylememek gerektiğini öğrenmişti.
6. sınıfta bir gün matematik dersinde girdiği sınavdan sonra karnındaki ağrılar gittikçe artarken kalbi de daha hızlı çarpmaya başladı. Dersteki öğretmeni onun bu halini görünce nesi olduğunu sordu. O an kollarından tutup dışarı çıkardı. Arkadaşları matematik sınavının kötü geçtiğini söyledi öğretmene. Kendisi de arkadaşlarına söylemişti. Koridorda, öğretmeninden yaşadıklarını annesine anlatmamasını, annesinin duyarsa çok kızacağını söyledi. Biraz üşütmüştü ve onun için kendisini çok kötü hissediyordu. Öğretmeni elleri, ayakları şakır şakır titreyen çocuğu tuvalete götürdü. Yüzünü yıkadı. Annesi daha sonra matematik dersinden aldığı puanı toplantıda öğrendiğinde ilk yaptığı şey Didem'in annesine bakmak oldu. Hiç bu kadar utanmamıştı. Üstelik kendi çocuğu matematikten özel derseler aldığı halde Didem'den düşük not almıştı. Nasıl olurdu böyle bir şey! "Nasıl alırsın o sınavdan seksen beş, bunlar en iyi bildiğin konular senin" diye bağırıyordu. Annesinin söylediği her kelimede tokat yemiş gibi hissediyordu kendini. Sahiden nasıl alırdı böyle bir notu. Annesinin, babasının, öğretmeninin tüm emekleri boşa gitmişti. Ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü bu başarı dünyasında yer edinemiyordu. Nasıl bir insandı o böyle!
Ve bir gün yıllarca hazırlanılan o büyük sınav günü de geliverdi. Bu sınav günü herkesin foyasının ortaya çıktığı gün olacaktı. Daha yedi yaşında tüm çocukların dünyasının orta yerine yerleşen yeni dünyanın ve bu dünyadaki tüm sisteme çocukların adapte olup olamadıklarını sınayan sınav günüydü.
Sınava gireceği salonun kapısına doğru yaklaştığında birden kalp atışlarının çok hızlandığını fark etti. Alnında pul pul ter damlaları birikmeye başladı. Avuçlarının içinden adeta ter fışkırıyordu. Annesini aklından çıkarmaya çalıştı. Düşünmek istemedikçe sanki daha çok aklına geliyordu söyledikleri: "Bu kadar zaman uğraştın, sen Didem'den çok çok daha başarılı olmalısın" diyordu annesi aklında beliren haliyle. Tam sınıfın kapısına doğru geldiğinde birden gözlerinin karardığını hissetti. Etraftakilerin meraklı ve korkulu seslerinin arasında "yere düştü yardım edin" diye bağıranlar duyuluyordu.
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-7
Daha sonraki günlerde, ne zaman dışarıya çıksa, ayakları onu, doğru börekçiye götürüyordu. Neredeyse gün aşırı oraya gitmeye başlamıştı. Garsonlar da artık onu tanıyor ve ismiyle hitap edip, ne istediğini soruyorlardı. Bu sık sık gitmeleri Hayrettin, "Malları çok kaliteli ve temiz. Üstelik su böreğini bu kadar nefis yapan başka bir yer de yok." Diyerek açıklamaya çalışıyordu.
O gün, geç saatlere kadar evde oyalandı. Akşama yakın dışarıya çıkmaya karar verdi. Tabii gene soluğu börekçide aldı. Bu saatte börekçi kalabalık oluyordu. Dışarıda bir masanın iki bayan müşterisi Hayrettin oraya geldiğinde çantalarını toplayıp kalktılar. Hayrettin, hemen boşalan masayı kaptı ve :
-Hayrettin bey, ne emredersiniz? Diyen garsona siparişini verdi.
Beş dakika sonra, yolun karşısındaki kaldırıma biriken insanları fark etti. Bir şey olmuştu; ama ne? Anlayabilmek için ayağa kalkıp baktı. Yolun ortasında kuryelerin kullandığı bir motosiklet ve yanında da sarı renkli bir taksi vardı. Börekçideki garsonlardan biri de oraya doğru koşturunca, kazayı yapanın orada çalışan biri olduğunu zannetti. Çalışanların hemen hemen hepsini tanıdığı için bu olaydan dolayı canı sıkıldı.
Neyse ki geriye dönen garson, kazayı yapanın oranın elemanı olmadığını, gencin yarasının hafif olduğunu söyleyince içi rahatladı. "Artık kalkayım, hava birazdan iyice kararır. Evde, televizyondaki tartışma programını izlerim." Diye aklından geçirirken "çok çok güzel" dediği kadının börekçinin bahçesine girdiğini gördü. Arabasını nasıl fark etmediğne şaşırdı. Yola doğru baktı, araba yoktu. Ya arabasız gelmişti, ya da başka bir yere park etmiş olmalıydı.
Dışarıdaki oturma yerlerinin hepsi doluydu; Hayrettin'in masasının yanındaki sandalye hariç. İçeride yer bulabilrdi, ama kadın dışarıda oturmaya karar vermiş olmalı ki Hayrettin'den tarafa yöneldi. Hayrettin onu görmemezlikten geliyordu, ancak bunda pek başarılı sayılmazdı. Çünkü öyle ki, kalbinin heyecandan atışını etraftakilerin duymasından korkuyordu. Kadın:
-Oturabilir miyim, müsaade eder misiniz? Diye sorunca.
-Rica ederim, buyurun. Dedi.
Kadın oturdu. Sipariş vermeden bir sigara çıkardı. Hayrettin, zaten masa üzerinde duran çakmağını alıp kadının sigarasını yaktı. Kadının yüzünden bugün oldukça sinirli olduğu anlaşılıyordu. Tırmalamaya hazır sevimli bir kedi gibiydi.
Hayrettin, onu bu kadar yakından görünce uzaktaki görüntüsünden daha da güzel olduğu sonucuna vardı. Kadından gelen kaliteli, hoş bir parfüm kokusu sigaranın kokusunu bile bastırıyordu. Koku, insanı sarhoş gibi yapar mıydı? Ama Hayrettin'i yapmıştı işte.
-Sizi rahatsız etmiş olmayayım. Diye söze başlayan kadın oldu.
Hayrettin de buna uygun bir cevap verince tatlı bir muhabbet başladı. Çünkü aslında ikisi de konuşmaya hasretti. Birkaç dakika sonra, yıllardır tanışan samimi iki kişi gibi konuşuyorlardı.
Şurdan, burdan derken Hayrettin, lâfı döndürdü dolaştırdı Münevver'e getirdi. Münevver'e olan aşkından, onunla nasıl tanıştığından, nasıl evlenme teklif ettiğinden bahsetti. Anlattıkları aslında kadını ilgilendiren konular değildi; ancak Hayrettin'i hayranlıkla dinliyordu. Böyle bir aşka, sevgiye şaşıyor, bir yandan da saygı duyuyordu. Bu düşüncelerini Hayrettin'e söyleyince, o da, sıkıntı vermediğine sevinmiş ve Münevver ile olan hatıralarının detayına girmeye başlamıştı.
Münevver'in geçirdiği kazayı anlatırken gözlerinin dolması, o anı bir kez daha yaşaması kadını da üzmüştü. Bilhassa Hayrettin'in kendisini suçlamasına katılamıyordu ve bunu açıkça da söyledi:
-Bu olayda sizin suçunuz olduğuna inanmıyorum. Olaylar üzerinde kişinin denetimi sınırlıdır. Bazen ne yaparsak yapalım, istemediğimiz bir olay gerçekleşebilir. İnsan olarak biz, her şeyin üstesinden geleceğimizi sanırız; ancak gücümüz, imkanlarımız aslında o kadar sınırlı ki…
Kadın ısmarladığı yiyecek ve içeceklerden çok azını tüketmiş olmasına rağmen, kalkma hazırlığı yapıyordu. Hayrettin'i dinlerken sigara üstüne sigara yakmayı akıl etmiş olmasına rağmen; yeyip içmeyi aklına getirememişti.
-Sizinle tanıştığıma çok sevindim. Şimdi gitmek zorundayım; oysa anılarınızın devamını dinlemeyi de çok istiyorum. İki gün sonra gene bu saatlerde geleceğim. Siz de burada olursanız beni sevindirirsiniz. Diyerek elini Hayrettin'e uzattı.
Hayrettin, tuttuğu bu eli hiç bırakamayacağını zannetti. Sanki saatlerdir tutuyormuş hissine kapıldı. Halbuki sadece bir-iki saniye sürmüştü. Kendini toparladı, oldukça yavaş bir sesle:
-Güle, güle. Ben de çok memnun oldum. Dedi ve giden kadının arkasından o kayboluncaya kadar baktı.
Hemen eve gitmeyecekti, gidemeyecekti. Korkuyordu. Kimden mi? Münevver'den. Sanki Münevver evde, elinde oklava hesap sormak için onu bekliyordu. Bunun saçma olduğunu, Münevver'in artık yaşamadığını biliyordu bilmesine de, kafasındaki kişiye bunu kabul ettiremiyordu.
Kendisinden başka zihninde iki kişi daha vardı. Bunlar birbirleriyle münakaşa ediyor, amansız bir mücadeleye girişiyorlardı. Birisi Münevver'in öldüğünü, onu bırakıp gittiğini, bir erkeğin bu kadar sene kadınsız yaşayamayacağını söylerken, diğeri aşka, sevgiye sadık kalınması gerektiğini, cinsel dürtülerin esiri olup düşüncede bile olsa başka kadınlara yönelmenin ihanet sayılacağını savunuyordu.
Bu iki kişiden hangisine hak vereceğini bilemiyordu. Kararsızdı. İkisi de haklı olabilirlerdi. Bu düşünceler, Hayrettin'de sadece kaygılara yol açmakla kalmıyor, telafisi zor bir çöküntü de yaratıyordu.
Kafasının içini düzenlemeliydi. Yürürken sakin bir şekilde olaylara bakmaya karar verdi. Çözüm ancak böyle bulunabilirdi.
Aşk, sevgi, namus, sadakat, dürüstlük gibi değerleri bir renk grubu; ihtiras, cinsellik, arzu ve hazzı da ayrı bir renk grubu olarak düşündü. Bunlar arasında bir seçime gitmeliydi. Tam, seçimini yapabileceği bir noktaya ulaştığını hissetmişti ki, bütün renkler aniden birbirine karıştı ve ortaya tek bir renk çıktı: Siyah. Siyahı da eşittir:İhanet, olarak kabul etmişti.
Evet onun bu davranışını açıklayacak tek bir kavram vardı,ihanet. Bu sonuca varınca derin bir acı bütün bedenini yakmaya başladı. Başı önüne eğildi, beli adeta iki büklüm oldu… "İki gün sonra börekçiye gitmeyiveririm, bir daha o kadını görmem. Sonra da Münevver'den özür dileyerek kendimi affettiririm." Diye düşünerek biraz rahatlamaya çalıştı.
Evin kapısından içeriye kendini atınca, yatmak için doğrudan yatak odasına yöneldi. Bu gece Münevver'le konuşmaya cesareti, daha doğrusu yüzü yoktu…
(Devam edecek)
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Can Dostu -3 |
|
- Hayırdır Kadri kardeş? Diye şaşırarak sordu Safiye.
Adam, başındaki kalpağı çıkardı ve sıkıntılı bir şekilde yerdeki dokuma kilime bakarak konuştu:
- Ali agam çok hastalandı, yataktan kalkamaz oldu, şimdi ölüm döşeğinde. İbrahim'e ve sana söyleyecekleri varmış. Benden, sizi alıp yanına götürmemi istedi, dedi.
Safiye'nin yüreğine ateş düşmüştü. Kara feracesini örtünerek, evden çıktı, Kadri'nin peşinden yürüdü. Köyün yüksek yerinde kalan eski mahallesine geldiklerinde, Süleyman amcasının evini gördü. Uzun zamandır buraya gelmemişti. Duvar sıvası, bazı yerlerde sökülmüştü. Çatıda kararan kiremitler düşecek gibi duruyordu. Bahçedeki kiraz ağacının dalları uzamıştı. Çocukluğunu, öksüzlüğünü düşündü, annesini hatırladı.
İbrahim, sokak kapısında onu bekliyordu. Küçük kardeşi, uzun boylu, iri yapılı bir adam olmuştu ve amcasının yanında kalarak burada evlendirilmişti. İki kardeş, birbirlerine hal hatır sorduktan sonra, Kadri'nin yanına gittiler. Eskiden çatısındaki kiremitleri yamalı olan komşu evi, şimdi saray yavrusuna benziyordu. Bahçeli avludan geçtiler, çift kanatlı camlı kapıdan büyük bir odaya girdiler. Gaz lambasının solgun ışığı ile aydınlanan odada, eşyaların gölgeleri duvarlara yansıyordu. Tavanın köşesine yerleştirilmiş yuvarlak bakır tepside, Arap harfleri ile bir şeyler yazıyordu. Yünlü halılar yumuşacıktı. Kahverengi koyun postları, odunların yandığı ocağın önüne serilmişti. Evde onlardan başka kimse olmadığı belliydi, etraf çok sessizdi.
Kadri, aralık duran kapıyı gösterdi. Odada ağır ilaç kokusu vardı. Yatakta yatan Ali'nin gözleri, yarı kapalıydı. Ağaran saçları, terden alnına yapışmıştı. Cansız dudakları durmadan sayıklıyor, acı çektiğini ifade eden kesik iniltilerinde sakalı titriyordu. Safiye'nin yüzü feracesi gibi karardı, dudaklarını sıkarak yatağa yaklaştı. İbrahim, ablasının arkasında durmuş, ölüm döşeğinde olan bu adamın onlara ne söyleyeceğini merak ediyordu. Başucunda ağlayan yaşlı karısı, iki kardeşi görünce hastanın kulağına eğildi, "Geldiler" diye fısıldadı. Ali, gözlerini açtı, başını çevirerek onlara baktı:
- Yanıma gelin Mehmet'in çocukları. Size bir şey söylemem lazım, dedi.
Damarları görünen yaşlı elini, yorganın üzerine çıkarttı ve ince kemikli parmaklarını hareket ettirerek konuştu:
- Babanız benim çocukluk arkadaşımdı, birlikte gittiğimiz savaşta silah arkadaşım oldu. Cephede, ölmeden önce, bana boynundaki anahtarı ananıza vermem için emanet etti. Çeşme altında gömülü sandığın anahtarıydı. Savaştan döndüğümde bir gece, gizlice çeşme dibini kazdım ve sandığı buldum. İçinde altın vardı. Hiç kimseye söylemeden altınları aldım ve İstanbul'a gittim. Onları sattım, zengin oldum ve köye döndüm. Ben sizin hakkınızı çaldım, babanıza, can dostuma ihanet ettim. Bu yüzden paraların bereketini hiç görmedim, hepsi elimden uçup gitti. Sonra da cezalandırılmış gibi ölümümü beklediğim bu hastalığa yakalandım, dedi. Sızlayışlı derin nefesinden sonra, boğulurcasına öksürdü ve fısıltıyla devam etti:
- Beni affedin can dostumun çocukları, affedin de son nefesimi verebileyim!
Vicdan azabıyla kavrulan son nefesin buhranında, odanın kasveti, daha da artmıştı. Safiye, sessizce ağlıyordu. İbrahim ise öfkeden kızaran gözleri ile hasta adama bakıyordu. Annelerinin onları küçük yaşta terk edip başkasıyla evlenmesinin, öksüz ve yetim büyümelerinin sebebi, fakirlik değil miydi? O altınlar olsaydı, anneleri onları bırakır mıydı? Yetim ve öksüz hakkı çalan bu adam, nasıl affedilebilirdi? Birdenbire ablasının kolundan sıkıca tuttu ve onu şaşkın bakışların arasında odadan çıkarıp, evin önüne kadar sürükledi. Neye uğradığını anlamayan Safiye'nin dili tutulmuştu. Kardeşine bir şey söyleyememiş, onun güçlü elleri karşısında çaresiz kalmıştı. Kapının içeriden kilitlendiğini duyunca, açmak istedi ama açamadı. Kardeşini çılgına döndüren öfkesi, bu insanlara ne yaptırtacaktı? Bir yandan ağlıyor, bir yandan da bağırıyordu:
- İbrahiiiim, İbrahiiiim.
İbrahim, kapıyı kilitledikten sonra, girişteki ocağın başına gitti ve ateşin içinden yanan iki odun aldı. Birisini yerdeki halıya attı. Halı hemen tutuşmuş, yanmaya başlamıştı. Kızgın bir boğa gibi ilaç kokan odaya girdi ve Kadri'nin onu durdurmasına izin vermeden, elinde yanan diğer odunu, hasta Ali'nin üzerine attı, var gücüyle bağırdı:
- Acı çekerek geberrrr!
Yatak biranda alevlenmişti. Ali, yanmaya başlayan bedeninin acısından bağırıyordu. Karısı ise çığlık çığlığa, açmakta zorlandığı pencereden yardım için yalvarıyordu. İbrahim'e direnen Kadri, başını duvara çarpmış, yerde baygın yatıyordu. Duman ve alevler kısa zamanda evin her yerine yayılmıştı. İbrahim, alevlerin arasından atlayarak üst katın merdivenlerine tırmandı, odalardan birine girdi. Avludan, yardım için bağıran insanların sesleri duyuluyordu. Pencerenin perdesini aralayarak dışarıya baktı. Hava karanlıktı ama evden çıkan alevler, insanların yüzlerini aydınlatıyordu. Kalabalığın arasında Safiye ablasını gördü; yerde, başını dizlerine dayamış ağlıyordu. Ablasının arkasında ise ayakta duran biri vardı. Dikkatlice baktığında, sırtında parkası olan bir asker olduğunu fark etti. Yüzü kan içinde olan asker, ona gülümsüyordu. İbrahim, içini kaplayan suçluluk ve pişmanlık duygusuyla titredi. Bir anda ayağının altındaki tahtanın oynadığını hissetti, gürültüyle çökmeye başlayan tavandan sakınmak için pencereden uzaklaştı.
***son***
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen BİT Yeniği |
|
Son günlerin en fazla konuşulan konusu BİT olunca; acaba bunun arkasında sakın ola bir "BİT Yeniği" olmasın diye her zaman olduğu gibi Ar-Ga ( Araştırmacı Gazetecilik ) açısından sarıldım telefona ve aradım malum ve muhterem şahıs Editör'üm Führer'imi :
- Sn. Führer'im, nedir bu işin aslı astarı ? Bir "BİT Yeniği" olmasın sakın ..! Etrafa bir bakın, bilirsiniz şu Kahve Molası'nda size karşı durumum hep yakın olmuştur, başka türlü düşünmeyin sakın..
- Gaaark..! Hatta; Guuurk..!
- Efendim, ne oldu ? Yani; eğer bir şey olduysa "Gözlerim doldu.." diye eklemek için şeyyytmiştim...
- Yok bi şey.. Bindirim Sistemi'nde bir tıkanıklık oldu herhalde..
- Ama ben size hep söylüyorum.. Bu kilonuz, hele o muhteşem göbeğiniz.. Cık, cık, cık..! Aldınız başınızı gidiyorsunuz canım !
- Bindirim Sistemi dedim, attırma tepemin tasını, sana da bindiririm.. Bak şimdi, sana çok kısaca anlatayım bu "BİT Yeniği" konusunu..
- Sizi kan kulağı ile dinliyorum.. Hani kanka'yız ya, onun için kan kulağı diye şeyttireyim demiştim..
- ...... Bir daha anlatayım mı ? Heh he ..!
- Hmmm... Çok açıklayıcı oldu ! Ben bu minvalde birşeyler yazıktırırım köşemde... Ancak; muhalif tavırlı malum şahıslar acayip şeyler söylüyorlar..
- Ne gibim yani ?
- Diyorlar ki; en iyisi her kurumun başındaki harfi "B" ile değiştirsin, "B" yoksa eklesin, herşey daha kolay olmaz mı ? Bu arada; "BB" diyenleri de duyduğumu söyleyeyim...
- Ne demek istemişler yani ..?
- Önemli değil canım, öylesine "Boş" ve "Boş Boş" konuşuyorlar işte..
- Bana bak, gevelemeden konuş ..! KHK ( Kanun Hükmünde Kararname ) çıkartmaya zorlama beni...
- Hah işte..! "B" dedikleri "Benim" manasında imiş... Şimdi söylediğinizden yola çıkarsak "BHK" oluyor, yani "Benim Hükmümde Kararname" gibi.
- Bak seeen... "BB" ne demek oluyormuş peki ?
- "Bana Bağlı" demek oluyormuş Editör'üm Führer'im.. Gerçi; ben size bağlıyım, iki gözüm önüme Baksın.. Hay Allahım, klavye alışmış bile hemen önüne "B" eklemiş...
- Gördüm ama klavyenin yalakasını da ilk defa görüyorum doğrusu. Her neyse; fena fikir de değilmiş gibi duruyor, ben neden akıl edemedim acaba ? Zaten; "Bana Bağlı" değiller mi ? Zaten; "Benim" değiller mi ?
- Beh, yani..! "Eh, yani..!" diyecektim ama o da etkilendi...
- "Öyle" desen ne olur, "Böyle" desen ne olur ? "Bunların azı" demek "Bazı" demek değil mi zaten..? Uzun uzun; "En iyisini bilirim" yerine, "Ben Bilirim" dememişler mi ?
- Aşüstüne diyen mi var Efendim, "Başüstüne" demiyorlar mı ? Bizlere de "Balaka" mı deseniz acaba diye düşünmedim değil doğrusu. Yani; ağzından "Bal Aka..." manasında şeyttirmiştim. Sahi; "Yalaka" size de itici gelmiyor mu ? Adam TV'ye çıkıp konuşuyor, "Yaa, ne alaka" diyorlar, "Yalaka" oluyor. Ben Bunu Beğenmiyor, Bunların Başına Bir "B" Bağlamanızın Büyük Beklentisinde Bulunduğumu Belirtirim Beyefendi. Binaenaleyh; Ben Bir BİT Bulamadım. Bunu Bildirmekten Başka Borcum Bulunmamaktadır. Başkasına Bakmam, Bye Bye Başkan'ım...
"İndik" diyen yok, hala; "Bindik bir alamete, gidiyoruz pupa yelken kıyamete..."
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Selin Çağan KAYBOLUŞ |
|
Kızıl geceler boyunca ağladım. Tek bir yıldızdan aldım ışığımı,umudumu ve uykusuzluğumu. Bir damla su veren olmadı. Gözlerimin içine bakan olmadı. Bir tas çorbanın sıcaklığını bulamadım içimde. Masum bir kuşun özgürlüğünü, korkusuz bir balığın kaçışını,minik bir kumrunun sadıklığını ve asil bir atın duruşunu göremedim gözlerimde.Bir şeyler aradım, etrafa bakındım, arkamı döndüm birkaç kez. Tek gördüğüm sırtındaki yüklerden ,içindeki sıkıntılardan ,nefes almanın ağırlığından yerlere düşmüş kızlar oldu. Birbirlerine bakıyorlardı. Birbirlerinin hayatlarında kendilerini görüyorlardı. Kimisinde bir dram, kimisinde bir trajedi, kimisinde de bir komedi vardı. Ama aynı yolda yürüyorlar, aynı sudan içiyorlar ve aynı ekmeği yiyorlardı.Görebildim yüzlerindeki acı dolu ifadeleri, ağızlarındaki sessizliği ve gözlerindeki acımasızlığı. Hepsi aynı şeyi söylüyordu. Kelimeler farklı ama anlamları aynıydı sanki. Birinin gözlerinden yaş damlıyor, birinin gözlerinden korku akıyor, birinin de durmadan gözbebekleri büyüyordu. Diğerlerinin de birbirlerinden pek bir farkı yoktu. Ama öyle biri vardı ki aralarında; tırnaklarının arasına sıkışmış et izleri görülüyordu adeta. Kolları ve elleri kan revan içinde ağlıyordu zavallı. Bir tanesinin kol ve bacaklarında söndürülmüş sigara izmaritleri vardı. Minik minik yuvarlaklıklar oluşmuştu her tarafında. Bir tanesi de, sıkıntı ve kabuslardan kurtulamadığı için etrafa saldırıyordu. Kafasını ağacın gövdesine, ayaklarını da kavuğuna vurup duruyordu. Saçlarını çekip, kendi kendine yüzünü tokatlıyordu. Bu yüzden küçük ve masum bir çocuğun suç işlemiş halini andırıyordu etrafta.
Nefes almak çok zordu onlar için. Çünkü içlerinde durmadan büyüyen bir organizma vardı. Onları daha küçük, daha savunmasız ve daha aciz yapıyordu. Sanki hepsi birden bir karanlığa itiliyor ve sessiz gecelerin korku veren çığlıklarını atmaları için yollanıyordu oralara. Eminim ki onlar da çok özlediler çiçek toplayıp havaya savurmayı ama içlerindeki o deli güç onlara ne çiçekleri gösterebiliyor ne de toplamalarına izin veriyordu. Hiçkimse de küçümsemiyordu bu kızları. Çünkü küçümsenmeleri için sevilmeleri gerekirdi. Hayatlarında hiç bu kadar küçülmediler ama kimse de onları gücendirmedi. Bir elin avucuna sığındılar bazen. İçlerindeki acıyı büyütmekten başka bir şey de geçmedi ellerine. Onlar çorak tarlaların en canlı bitkileri... Kendilerini küçümsemek istiyorlar ve onlar sıcak rüzgarda dağılan bir nilüfer kokusu, vahşi dalgaların altında yüzen bir gümüş balığı ve de gökyüzündeki kızıl bulutlardan biri olmak istiyor. Ama ben çok yaklaşıyorum onlara. Kanlarında bir zamanlar gezinen pıhtılarıydım ben onların. Soluk alıp verişlerini duyuyorum. Artık uzak durmalıyım onlardan.
Acının haddi yok, kendine yapılan işkencenin hesabı yok. Korku dolu kabuslardan geçilen o yolun sonu yok. Bu kızların hepsinin birer hayatı var. Biri somut diğeri ise soyut. Hayatlarındaki korkularının acısını kendilerinden çıkarıyorlar ve içlerindeki acı dinmedikçe, sorun her ne olursa olsun bulunmadıkça, engel olamayacaklar kendilerine. İçleri sıkılacak, sıkıldıkça küçülecekler ve depresyon illeti yanı başlarında bir bekçi gibi durarak onlar için fırsat kollayacak...
Yaşama sevinci elinden alınan bir kız ne yapabilir? Sabah yatağından bile uyanmaya korkuyorsa...
Selin Çağan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç HA GAYRET |
|
Bu aralar pek bir daldan dala aklım
Uyur gezer hallerdeyim
Yine yeniden…
Bir yandan yeni bir bebeğin doğumu beni umutla doldurup hayata karşı sevindirirken ;
kar yağdığındaki eve dönüş stresi bunalıma sokabiliyor.
İnişler …
Çıkışlar…
Keskin Virajlar …
Çok tehlikeli.
Karar aşamasındayım.
Doğurma aşamasındayım.
Düşünüyorum beni ne mutlu eder diye.
Bazı insanlar anasının karnından tacir doğuyor, bazıları işletmeci, bazısı sanatçı bazısı şarkıcı vs. Bazıları da anasının karnından bir şeylerle doğuyor da ne olduğunu arıyor hayat boyu o bilinçteyse tabi.
Bazen diyorum ki keşke sorgulamayan hayatın verdikleriyle yetinsem, ama olmuyor olamıyor.
Masa başı bir işteyim. Ama mutfakta yeni lezzetler yaratmak, çarşı pazar dolaşmak beni daha çok mutlu ediyor. Kendi işimi açmak istiyorum, cesaret edemiyorum. Hem de hiçççç .. Korkak sınıfındayım, ay sonu maaşımı alacağımı ve ödemelerimi yapabileceğimi bilmek bana huzur veriyor.
Ama bir yandan o tatminsizlik hissi. Terapistim yaratıcı yönümün kuvvetli olduğunu söylüyor. Ama memleketim şartları benim bu yönümü geliştirebileceğim cesareti bana vermiyor.
Seksen öncesi 4,5 milyon insan çalışıyormuş, yarısında fazlası sendikalıymış. Şimdilerde 15 milyon çalışan karşısında sadece 880 bini sendikalı.
Ey çalışan!
Ekmek aslanın ağzında, sen patronların iki dudağının arasında. Şartlar giderek ağırlaşıyor, seçim şartları giderek daralıyor. Full donanımlı yeni nesil kapıda sırada, patronlara seçenek bol da nedense çalışana seçenek pek az.
Gel de mutlu ol ,mutlu olacağın işi bul, hadi buldun diyelim ay sonunu getirirken mutlu ol.
Yeni iş açmak, hayal..
Patronlar mutlu mu o da ayrı mesele. Konuş hepsiyle iş kurduklarına bin pişman, biri kaçak göçek peşinde , tövbe etmiş cumaya gider iki ihale kaparım umudunda bir diğeri. İşini kurala göre yapan vardır illa da durumu nicedir pek merak ediyorum.
Küçük esnaf olmak istiyorum, olmalı mıyım bilmiyorum, etrafıma bakıyorum bir sürü devren kiralık görüyorum.
Sesli düşünüyorum, tüm kalbim hayallerinin peşinde koş, bu hayat senin hayatın, korkak olma, risk al, mutlu ol, bir defacık yaşayacaksın diyor.
Garantici tarafım Hayır hayır hayır diyor…
Siz ne diyorsunuz?
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
BAYRAM BENİM NEYİME KAN DAMLAR YÜREĞİME
Anlaşılır bir konuda önemsiz bir not: Aşağıdaki yazı da bir önceki gibi 2011 yılı 30 Ağustos'unda yazılmıştır.
- Bu yıl bir ilginçliktir işte iki bayram çakıştı. 30 Ağustos.......
- Hooop, noluyoz laaan! Ne iki bayramı "Ramazan Bayramına" laf söyleyenin dilini alır, keser de köpeklere atarım laaan!
- Bak canım kabadayım, şimdi bence sen ramazanı, şekeri filan hiç karıştırma, şekerin yükselecek sonra. Ufak ufak buralardan voltanı al, git biraz tarih çalış, 30 Ağustos'u öğren önce, sonra böyle efelen tamam mı, efelenecek halin kalırsa!
- Ulan alırım paçanı şimdi aşağıya, yüce padişahımız Vahdettin efendimizin dergahında öğrendi bizim atalarımız tarihi laaaan! Yakında kuracağız Anadolu Federe İslam Devletini, o zaman göreceksin gününü!
- Sen hayal kurmaya devam et koçum, Arkanda Hanamerikanya var nasıl olsa. Efelenmen onun sayesinde. Ne kuruyorsun gözüm ya, dördünüz masaya oturdu da okey partisi mi kuruyorsunuz? Bak aklı kıt akıl danem. Tamam dini bayram anladık. Dincilere değil ama dindarlara da büyük saygımız var. 30 günlük Şovunuzu da gene her zamanki gibi iyi yaptınız evvelallah, ama kan akan bir ülkede böyle bayramları filan kutlamak da insanın içinden gelmiyor yani. Ama 30 Ağustos farklı senin conilerin yediği herzelere bakınca, insanın daha bir çoşkuyla kutlayası geliyor 30 Ağustos'u.
Hele 9 Eylül, 9 Eylül......Bizim şehir için bambaşka bir anısı var o tarihin. Seninkilerin belediyecilik zihniyetine asla teslim etmediğimiz ve etmeyeceğimiz bu şehirde geride kalan bir avuç Ermeni, Rum, Kürt, Laz hep birlikte kutlayacağız 9 Eylül'ümüzü. Bir yandan 9 Eylül'ü, mazlum bir milletin emperyalizmin maşalarını denize döktüğü günü yani, hem de yaşasın "Türkiye-Yunanistan dostluğu!" diye bağıracağız.
Senin aklın ermez bu işlere iki gözüm hadi bakalım ufak ufak yol alda ense traşını görelim. Git kendi akıl danelerinin arasına biraz da onlara dayılan.
Öyle saçma sapan rüyalar görmeyi de bırak sağlığın bozulacak sonra bak. Ne de olsa sen de bu toprakların insanısın, ne kadar küçük bir beynin de olsa yani.
- Ne diyon sen loo, kafam karıştı şimdi. Böyle alçak sesle yüksek perdeden konuşma ben anlamayyon. Ezeli ve ebedi liderimizin böyyük icraatlarından da heç söz etmedin sanırsam. Yoksa sende o günü geldiğinde keseceğimiz gruptan mısın?
- Sen önce kendi tırnaklarını kes koçum, bak çorba kasesine dönmüş, Tamanla, Bertaraf okuya okuya beynin sulanmış senin. Bi Taman bi Bertaraf, bi Taman bi Bertaraf okumak tabii haliyle hafiften beyin sulanması yapıyo, sana tavsiyem bu arada Daltaban'ın romanlarından da oku, o da belden aşağısına eyi gelir bak.
- Tamam lan tamam anladık. Ulan bir bayram günü gönlümüzce dayılanalım dedik, aptala çevirdin be. Bizim entel danteller gibi konuşup yazsana, bak onların dediklerinden heç bişi anlaşılıyor mu? Böyle olunca kıt aklımın dengeleri bozulmuyo tabii..... Ne o öyle 30 Ağustos Mağustos. Bir daha kime söylenecekse, bulup söyliyecem bu iki şeyi..... hah neydi bayramı aynı güne denk getirmesinler yaa icabında. Bi ağız tadıyla mahalle kabadayılığı yapamadık gitti yani.
- Bak sen şimdi Kütahyalı Ozan Robespieer'in mahallesine git orada dayılan tamam mı, o senin tam da istediğin gibi bir entel dantel, Focault'tan girer, Hayek'ten çıkar. Araya iki gıdım Huntington sıkıştırır zihnin açılır oluuum, hadi bakiim koçum hadi. Bu mahalle senin kafaya biraz geniş kalır. Yolun açık olsun, kal sağlıcakla.
-Eyvallah Baba ne dediğini anlamadım ama.....
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kant ve Levinas Etiğinde Özgürlük Kavramı Üzerine VI |
|
Levinas etiğinde sorumluluklar ve bunların karşılanma yollarına dâir Ben'in hiçbir dahlinin olmayışı, bir başka Ben'in de bunları karşılayabileceğini düşündürür ki, Ben ile bu bir başka Ben arasında da bir ayrım yapmak mümkün olmayacak ve bu durum, deyim yerindeyse, "Ben'in mistifikasyonu" olarak tanımlanmayı gerektirecektir. (Waldenfels, 1995:45) Bizce tüm gerçeklik, maddî-toplumsal ilişkilerimize dayanır ve bilinç, bu ilişkilere karşı çıkarken bile yine bunlar tarafından belirlenir; bunları değiştirme gerekliliğini, yine bu ilişkiler içinde kavrar. "Olanlar"dan "olması gerekenler"i türeten bilinç için görelilikten bahsedilmesi de yine bu ilişkilerin belirleyiciliğine göndermede bulunur.
Bu çeşitliliği bir tür "çoğulculuk"a ya da "çatışma"ya dönüştürmek ise irâdenin etkinliğini anlatır. Levinas, "olması gerekenler"in belirlenmesinde Öteki'yi, "Öldürmeyeceksin!" buyruğunu ve Tanrı'yı mutlaklaştırarak, etik öznenin özneliliğini ve özgürlüğünü, tanrısal irâdeye teslîmiyette arar ki, bunun bir nedeni, bilince yönelik bütüncül bir tutum sergilemesi ve diğer bir nedeni de bilincin basamakları arasında bir ayrıma gitmeyişi olduğu gibi, bunun temel nedeni ise bilincin transendental işlevine olanak tanımamasıdır. Oysa, bilincin transendental işlevi, hem bilince yönelik bütüncül bir tutum sergilemenin önüne geçer, hem de bilincin değişik basamakları arasındaki ayrımı temellendirir.
Eğer bilinç, Levinas etiğinde ele alındığı biçimde, yöneldiği nesnelerde her defâsında gerçekten de Kendi'nin egemenliğinin kurulmasına yol açıyorsa bu Kendi, yalnızca Kendi'sine verilenlerle sınırlanmış olacağı gibi, Kendi'nin bu egemenliği nasıl kurduğu da tartışmalı hâle gelir. Bilinç, Kendi'nin egemenliğini kurmak için bile, kendisine verilenlerin üzerine çıkma olanağına sâhip olmalıdır ki, bu da bilincin bu etkinliği ile yönelimin nesnesini birbirinden ayırmayı ifâde eder. Kendi'nin kendisine verili olanın üzerine çıkamayışı, bilincin Kendi'si hakkındaki egemenliğini bile sallantıya düşürür. Kant'ın transendental idealizminin temellendirdiği bir konu da bilincin empirik bir yönü olduğu gibi, aynı zamanda da saf bir yönünün olması gerektiğidir.
Kant'a göre bu saf yön aracılığıyla bilinç, kendisine verilenlerin üzerine çıkabilme olanağı kazanır. Bilincin saf yönü, bilincin transendental işlevidir ve bu işlev olmaksızın empirik yönünden ve hattâ, bilincin yöneldiği nesnelerde Kendi'nin egemenliğini kurmasından bahsetmenin de bir olanağı yoktur. Levinas etiğinde ise "bilinç" ve "bencillik"in bir ve aynı tutulması, Kendi'nin yöneldiği tüm nesnelerde Kendi egemenliğini kurmasına bağlanmakta, bilince bütünüyle empirik bir belirlenim verilmekte ve bilincin bu saf yönü; transendental işlevi araştırılmadığı için bilince, bencillik itkisini aşma olanağı tanınmamaktadır. (Hutchens, 2004:16-7)
Bilincin empirik yönü ile saf yönü arasındaki bu ayrım, bilince değişik basamakları arasında bir yükselme olanağı; Kendi'yi alt edip etik özneliliğe/özgürlüğe ulaşma olanağı sunmaktadır ki, bizce etik özgürlük ve özgürlüğün etik kavranışı da bu olanağı anlatmaktadır. Kant'a göre bilinç, kendisine verilenlerle sınırlı kal(a)maz ve kendisine verilenleri aşmasını sağlayan etkinliği, anlama yetisinin bilince katılımını ifâde eder. Bilinç hep bir şeyin bilinci olsa bile, her defâsında bilinçten bahsedebilmemizi sağlayan bir unsur olmalıdır ki, bilinç ve bilincin etkinliği ile yöneldiği nesne arasında bir ayrıma gidilebilsin.
Kant'a göre bilinç, aynı zamanda da bilincin üst basamaklarına çıkmayı sağlayan içkin bir bilinçliliktir ki, Kant'ın transendental apperzeption kavramsallaştırmasında bu konu sâbittir. Levinas, kaynak düşüncesi içinde Öteki'yi Ben'in kaynağı hâline getirip (zor) özgürlüğünü Öteki'yle temellendirmek isterken, Kendi'nin bu konuda mutlak olarak edilgen kaldığını savunabilmek için bilinci, "etkin bir edilgenlik" ya da "edilgin bir etkinlik" içinde konumlandırmış ve bilince kendisine verilenlerin üzerine çıkma olanağı tanımadığı gibi, Kendi'nin bu egemenliği; bu bencillik itkisini aşabilme olanağını bilinç sınırları içinde araştırmamış, karşılaşma ânında bilincin bütünüyle devre dışı kaldığını savunmuştur.
Hâlbuki, bilincin transendental işlevi, bencillik itkisinin aşılması; Kendi'nin alt edilmesi olanağını da temellendirir ve aslında, Öteki'yle karşılaşmanın bilinç çözümlemesindeki karşılığı budur. İnsan özgürlüğünü, amacı ne olursa olsun, bir tür tahakküm ilişkisine bağlamak, bu ilişki içinde anlamlandırmak; Öteki'yi Ben için bir "efendi", Ben'i de Öteki için "sonsuz sorumluluk sâhibi bir köle" olarak konumlandırmak (Levinas, 2005b:187) ise berâberinde insânî değerlerin de değersizleşmesine kapı aralamaktır ki, bu da özgürlüğün etik kavranışını tartışmalı hâle getirmektedir. Bu tür bir ilişki tarzında "fetişizm", "sadizm", vb. ilişkiler arasındaki ayrımlar da bulanıklaşır.
Bilincin kendisine verili olanın üzerine çıkma olanağı ve bu transendental işlevi kabûl edildiğinde, yine bilinç aracılığıyla bencilliğin aşılabilmesi de kabûl edilmiş olunur ve efendi-köle ikilemi ile bu tür ilişki tarzlarını çağrıştıran nitelemelerden (2003:337) de sakınılır. Geleneksel felsefede bilinç sıçraması olarak kavranılan mefhum da bizce, etik ilişki söz konusu olduğunda, bilincin hem transendental işlevi itibâriyle Ben'e içkin (dikey hareket), hem de Ben'in Öteki'yle kurduğu ilişkide onun bilincine yaptığı "yolculuk" (yatay hareket) olmak bakımından aşkın bir hareketidir. Bu "içkinlik içindeki aşkınlık" ya da "aşkınlık içindeki içkinlik", etik ilişkide ve özgürlüğün gerçekleşmesinde bilince özel bir yer vermeyi temellendirmektedir.
Levinas etiğindeki (zor) özgürlük kavramsallaştırması, bilince bu yatay ve dikey hareketi içinde bu tür bir sıçrama/yükselme özelliği/olanağı tanımaz ve Levinas, etik ilişkide Üçüncü'nün varlığını olumsuzlar. Ancak, karşılaşma ânında Öteki'nin bilincinde kalmaya devâm eden Üçüncü'yle olan ilişkisinin tortuları, Ben ve Öteki arasındaki etik ilişkide, Ben'in Öteki'ye karşı sorumlulukları ve (zor) özgürlüğü bağlamında Üçüncü'ye karşı sorumluluklarını da temellendirir. Levinas'ın, Öteki'yle karşılaşma ânında Ben ve Öteki arasındaki "karşılıklı etkileşim"i yok sayması ve bunun da Öteki'nin mistifikasyonuyla olduğu kadar, Ben'in de mistifikasyonuyla sonuçlanması, son derece önemli bir sorundur.
Etik ilişki, Kendi'de bir değişim ortaya çıkartıp onu Ben hâline getirdiği hâlde, bu ilişkide Öteki'de hiçbir değişim olmadığını öne sürmesi oldukça düşündürücüdür. Oysa, Öteki'ye karşı sorumluluklarını üstlenen ve bunları eyleme döken Ben karşısında Öteki'nin de etik öznelilik/özgürlük sergilemesi, Ben'in bu eylemlerine katılmasına bağlıdır ve ilişkide ortaya çıkacak simetri de aslında, bu katılımı anlatır. Levinas ise etik ilişkide Öteki'nin etik özneliliğinden/özgürlüğünden hiç bahsetmez ve Ben'i, kendi "zor özgürlük"ü içinde, "Öldürmeyeceksin!" buyruğu ve Öteki'nin taleplerini koşulsuz yerine getiren yâderk bir kişi olarak konumlandırır.
Levinas, Öteki'nin de etik ilişkiye katılımıyla ortaya çıkacak bu simetriyi etiğinde araştırmadığı için, etik ilişkinin etik niteliğini, Ben ve Öteki arasındaki ilişkiye aşkın birtakım referans noktalarında; Tanrı'da, "Tanrı'nın soluk izi"nde, "metafizik arzu"da, vb. temellendirmeye çalışmıştır. Öteki karşısında sorumluluklarını üstlenen bir Ben'e karşı Öteki'nin de etik ilişkiye kendi etik/özgür eylemi içinde katılımı; bu tür bir simetri ise Öteki'nin etik özneliliğini/özgürlüğünü temellendireceği gibi, ilişkinin etik niteliğinin bu tür aşkın birtakım referans noktaları üzerinden temellendirilme zorunluluğunu da ortadan kaldıracaktır.
Etik ilişki içinde Ben'in etik özneliliğinden/özgürlüğünden bahsedildiği gibi, Öteki'nin de etik özneliliğinden/özgürlüğünden bahsedilmesi gerekir ve bu da ilişkide açığa çıkan ve özgürlüğün paylaşılmasını sağlayan simetrinin nesnel olgusallığını kabûl etmeyi gerektirir ki, bizce vefâ duygusu, bilincin bu transendental işlevi bağlamında, etik ilişkideki etkileşim sonucu, Ben ve Öteki'nin yaşadığı değerlilik yaşantısının tortusunu barındırır ve bu tortu, Ben'in Öteki karşısındaki etik sorumluluklarını besleyeceği gibi, Öteki'nin de Ben'e karşı etik sorumluluk duymasını ve bunu beslemesini sağlar.
Simetri, vefâ duygusunun dolayımsızlığı içinde, etik sorumlulukların taraflar arasında etik olmaklığının zeminini ve güvencesini oluşturur ve bu nedenle özne, bu etik niteliği temellendirmek adına, ne Kant etiğinde olduğu türden akla karşı sınırsız bir güven duymak zorunda kalır, ne de Levinas etiğinde olduğu türden tanrısal irâdeye uygun olarak eylemde bulunmak zorunda kalır. Şu şartla ki, Ben'in Öteki'ye dayatması, Ben'in despotizmi olacaktır; Öteki'nin içten gelen bir sorumluluk duygusuyla Ben'e karşı sorumluluk duyması ise kendisi için gösterdiği çabaya onunla birlikte katılmasını; ilişkide simetriyi ve ilişkinin her iki taraf için de etik değerini temellendirecektir.
Görünen o ki, Ben ve Öteki'yi birbirine indirgemeden; ama, aralarında belirli bir ortaklık zeminini de koruyarak açığa çıkacak etik bir irâde, özgürlük kavramını, Ben ve Öteki arasında barışçıl ilişkilerin kurulması ve korunmasına dönük bir irâde olarak tanımlamanın nesnel olgusallığını temellendirmektedir. Bu irâde, kendi içinde bir tür eylemliliği de barındırmaktadır. Levinas ise bilinç çözümlemelerindeki bu sorunlardan dolayı, bu tür bir irâdeyi çözümleyememiş ve üstelik, bilinç ile algılar arasındaki ilişkide de indirgemeci bir tutum sergilemiş; (zor) özgürlük hakkındaki görüşlerini de bu tutumuyla temellendirmek istemiştir.
Bizce bilinç, belirli birtakım algılarla kurulma, üretilme, değiştirilebilme, vb. özelliklere sâhiptir ve bilinç, kendi başına hareket etmez. Kant'a göre bilincin transendental işlevi, aynı zamanda da bilinç ile diğer bilme yetileri arasında uyumu kurar ve bu yolla bilinç bu değişimi, tekrar üretimi, dönüşümü, vb. gerçekleştirir. Tüm bilme yetilerimiz, belirli bir uyum içinde ve düzen sağlayıcı biçimde hareket eder ve algılar, evreni düzenli bir bütün olarak gösterir. Evren öyle olduğu -ya da olmadığı- için değildir bu, bilme yetilerimiz ve bilincin transendental işlevi nedeniyle algıların belirli bir düzene sokulması ve bu düzen içinde anlamlandırılması nedeniyledir bu.
Öteki'yle karşılaşma ânında bilincin bütünüyle devre dışı kalması, bunun böyle olup olmamasından da öte; bilincin bütünüyle devre dışı kaldığı farz edilse bile, Öteki'yle ilişkinin de bir algı ilişkisi olması gerektiği gerçeğini değiştirmez. Levinas etiğinde kabûl edildiği şekilde, yüzde görülmesi öngörülen taleplerin de algılarla bilme yetilerimize taşınacak olması; bu algıların da düzenli bir bütün olarak kurulması sırasında, bilincin transendental işlevini "paranteze alsak" bile, diğer bilme yetilerimizin bu düzeni sağlayacak olması, bilincin alt basamaklarından üst basamaklara doğru nasıl yükseldiğini/yükselebileceğini de tespit etmeyi sağlamaktadır.
Bilinç, Öteki'yle karşılaşma öncesinde, Kendi'nin kendi bencil dünyâsına gömülü olsa bile, bu karşılaşma ânında zihin, hâfıza, imgelem, vb. bilme yetileri, bilincin bencillik ekseninde Kendi'nin kendi dünyâsallığını yeniden kurmasına izin vermeye(bile)cektir. Öteki'yle karşılaşma, bilinci değil, bilincin bencillik itkisini -belirli birtakım koşullarda ki, bu da olumsaldır- devre dışı bırakır/bırakabilir ve bilinç, diğer bilme yetilerinin de yardımıyla ve kendi transendental işlevi içinde gerçekliği, şimdiye kadar gördüğünden, kurduğundan, değerlendirdiğinden başka türlü görmeye, kurmaya, değerlendirmeye başlar/başlayabilir ki, bunu da "bilinç sıçraması" olarak görmek mümkündür.
Bu tür bir bilinç sıçraması içinde sorumluluklar da simetrik hâle gelecektir. Levinas, Öteki'yle karşılaşmada Ben'in bilincinin bütünüyle devre dışı kaldığını kabûl etmişti; Öteki ise olduğu yerdedir ve bu yerde Öteki'nin bilinci, kendi etkinliğini sürdürmeye devâm eder. Bu etkinlik içinde Öteki, kendi Öteki'si olan Üçüncü'yle kurduğu ilişkilerin tortularını bilincinde taşımaya devâm etmektedir. Burada bilinç sıçraması olarak değerlendirilen bu süreç; bilincin bencillik itkisini yenerek sorumluluk bilincine yükselmesi, aynı zamanda da Ben'in Öteki'nin bilincine yaptığı bir tür "yolculuk"u anlatmaktadır.
Ben'in bilincinin transendental işlevi, bilincin kendi içinde bir yükselişi olmak bakımından bir tür "dikey" hareketi olduğu gibi, Öteki'yle ilişkinin doğası gereği bu sıçrama, aynı zamanda da "yatay" bir harekettir ve bilincin Kendi'yi Kendi'nde ve Kendi'si için; Kendi egemenliği içinde kurmasını zorlaştıran da bu hareketidir. Burada serimlenen simetri anlayışı ile Kant etiğindeki "simetri" arasında ise esaslı bir farklılık vardır. Kant etiğinde simetri, akıl sâhibi varlığın Ben-sevgisi ve doğa nedenselliğinden bağımsız olarak belirlediği kendi özgür istemesinin akıl sâhibi bir başka varlık tarafından da istenebilirliğini ve bu nedenle "evrensellik"ini temellendirir.
Buradaki simetri ise Ben ve Öteki arasındaki etik ilişkide açığa çıkan sorumlulukların paylaşılmasına ilişkin ve kaynağını bilincin bu hareketinden alan bir yönelimi; ortak bir irâdeyi anlatır ki, bu tür bir yönelim ve paylaşım, şu ya da bu "ide"yle temellendirilmek istendiğinde de yine Ben'in despotizmine düşülmesi kaçınılmazdır. Hâliyle simetri, vefâ duygusunun dolayımsızlığı içinde Öteki'nin bilincinde gerçekleşecek sıçramayı/yükselmeyi ifâde etmektedir. Öteki'nin konumundan türetilecek ve etik sorumlulukları gözeten bir özgürlük kavramının Ben için anlamı da onu Öteki'ye, Öteki'yi de ona düşman hâline getiren maddî-toplumsal ilişkileri değiştirme yükümlülüğüdür.
Aynı şekilde, Ben ve Öteki'nin özgürlüğünün etik temeli, birinin diğerine kaynaklık etmesi değil, bu yükümlülüğün birlikte paylaşılmasıdır. Etik temelli bir özgürlük kavramının Ben ve Öteki için anlamı ise aralarında barışçıl ilişkilerin kurulması ve güçlendirilmesi çabasıdır ki, bu da bizi, birini diğerinin kaynağı olarak gösterip onun tahakkümüne sokma çabasından kurtarır. Kendisine maddî-toplumsal ilişkileri konu edinen bir Felsefe'de, özgürlüğün soyut bir idea olmaktan çıkıp somut gerçeklikte nasıl yaşanacağı sorunu, barışçıl bir biçimde çözüme kavuşma olanağı bulabilir ve etik öznenin ya da özgür kişinin yaratılması gerçekleştirilebilir.
Özgürlük, ancak böyle bir insan için etik bir değerdir ve özgürlüğü tüm etik özneler için değerli kılan da bu paylaşımdır. Ben, Öteki'yle karşılaşma ânında bencillik itkisinden -olumsal olarak- arınıyor ve bilinç -yine olumsal olarak- sorumluluk bilincine doğru yükseliyordu; bu yükselişi eyleme dökebilmesi için de Öteki'nin yardımı gerekiyordu. İşte, Ben'in bu sorumluluklarını yerine getirme çabası, Öteki'nin de bilincinde bir sıçramanın/yükselmenin meydana gelmesini sağlayacaktır. Öteki de Ben'in kendisine yönelik barışçıl yöneliminin farkına varacak ve bu da Öteki'nin Ben'le karşılaşması anlamında onun kendi bilinç sıçramasını/yükselişini gerçekleştirecektir.
Etik ilişki sorumlulukların paylaşılması olarak değerlendirildiğinde, ilişkiye bir tür "emniyet sübabı" olarak Kant etiğinde olduğu türden "akıl"ı ya da Levinas etiğinde olduğu türden "Tanrı"yı katmak, söz konusu bile olmayacaktır. Levinas ise "zor özgürlük"ün ancak "kutsal şehir"de gerçekleşebileceğini savunmaktan da geri durmamıştır. Bu tür bir şehirde yönetim, mutlak olarak Tanrı'nın elindedir; Tanrı, "pergel"in tepe noktasındadır ve ilişkiler de tanrısal irâdeye bütünüyle uymak durumunda olacağından, insan irâdesinin tanrısal irâdeye tam uygunluğu, zâten çatışmaların ortaya çıkmasını engelleyecektir.
Ne var ki, bu görüşlerin de hiçbir olgusal karşılığının olmayışı, Levinas etiğinin özellikle de siyâset alanında başarısız bir sınav vermesiyle sonuçlanmaktadır. Levinas, ilişkide simetriye olanak tanımadığı için, Ben ve Öteki arasındaki farklılıklar nedeniyle Öteki'nin Ben'e etik özneliliğini/özgürlüğünü kazandıracak olmasını savunmuşsa da siyâset ağırlıklı yazılarında hep ikircimli davranmış ve "etik bir duruş" sergileyememiştir. Robert Bernasconi'nin de eleştirdiği gibi Levinas, etik ilişkide Öteki'nin buyruğunu âdeta Tanrı'nın buyruğu gibi konumlandırırken, Filistin sorunu karşısında İsrâil'in, ya da Ben'in, Kendi'sini haklılaştırıcı konumunu sürdürmesine seyirci kalmıştır. (Bernasconi, 2005:110-25)
KAYNAKÇA
ARSLAN, Zühtü, (2002). "Postmodern Söylem ve İnsan Hakları", A. Ü. Siyâsal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 56, S. 1, Ankara.
BAUMAN, Zygmunt, (1998). Postmodern Etik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
BERNASCONI, Robert, (2005). "Mısır Diyârındaki Yabancılar ve Köleler: Levinas ve Ötekilik Politikası", Tezkire, S. 38-39, Mayıs / Ağustos 2004, Ankara.
BLUM, Lawrence A., (1980). Friendship, Alturism and Morality, London / New York: Routledge.
DAVIES, Paul, (2002). "Sincerity and the end of Theodicy: Three Remarks on Levinas and Kant", The Cambridge Companion to Levinas, United Kingdom: Cambridge University Press.
DERRIDA, Jacques, (2004). "Violence and Metaphysics: An Essay on the Thought of Emmanuel Levinas", Writing and Difference, London / New York: Routledge.
DİREK, Zeynep, (2005). Başkalık Deneyimi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
DRABINSKI, John E., (2001). Sensibility and Singularity: The Problem of Phenomenology in Levinas, New York: State University of New York Press.
HUTCHENS, Benjamin C., (2004). Levinas: A Guide For The Perplexed, New York / London: Continuum.
KANT, Immanuel, (1984). Seçilmiş Yazılar, İstanbul: Remzi Kitapevi.
KANT, Immanuel, (1999). Pratik Aklın Eleştirisi, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
KANT, Immanuel, (2002a). Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
KANT, Immanuel, (2002b). Prolegomena, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
KANT, Immanuel, (2007). Ethica, İstanbul: Pencere Yayınları.
LEVINAS, Emmanuel, (1989). "Revelation in the Jewish Tradition", The Levinas Reader, Oxford: Blackwell.
LEVINAS, Emmanuel, (1991). Totality And Infinity: An Essay On Exterioity, Boston / London: Kluwer Academic Publishers.
LEVINAS, Emmanuel, (1997). Difficult Freedom: Essays on Judaism, Baltimore: Johns Hopkins University Press.
LEVINAS, Emmanuel, (1998). Entre nous: On Thinking-of-the-Other, New York: Columbia University Press.
LEVINAS, Emmanuel, (1999). Alterity and Transcendence, New York: Columbia University Press.
LEVINAS, Emmanuel, (2000). God, Death, And Time, Standford: Standford University Press.
LEVINAS, Emmanuel, (2002). Otherwise Than Being or Beyond Essence, Pennsylvania: Duquesne University Press.
LEVINAS, Emmanuel, (2003). Sonsuza Tanıklık: Seçme Yazılar, İstanbul: Metis Yayınları.
LEVINAS, Emmanuel, (2005a). "Aşkınlık ve Kötülük", Tezkire, S. 38-39, Mayıs / Ağustos 2004, Ankara.
LEVINAS, Emmanuel, (2005b). "Hakîkat ve Adâlet", Tezkire, S. 38-39, Mayıs / Ağustos 2004, Ankara.
LEVINAS, Emmanuel, (2005c). "Yahudilik", Tezkire, S. 38-39, Mayıs / Ağustos 2004, Ankara.
LEVINAS, Emmanuel, (2005d). Zaman ve Başka, İstanbul: Metis Yayınları.
LEVINAS, Emmanuel, (2006). Ölüm ve Zaman, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
MORGAN, Michael L., (2007). Discovering Levinas, Cambridge: Cambridge University Press.
OUAKNIN, Marc-Alain, (1992). Meditations Erotiques, New York: Balland.
SIMMEL, Georg, (1971). "Freedom and the Individual", On Individuality and Social Forms, Chicago: University of Chicago Press.
TAYLOR, Charles, (1985). Human Agency and Language, Cambridge: Cambridge University Press.
VATTIMO, Gianni, (1988). The End of Modernity: Nihilism and Hermeneutics in Postmodern Culture, Cambridge: Polity Press.
WADDINGTON, Conrad H., (1960). The Ethical Animal, Londra: Allen & Unwin.
WALDENFELS, Bernhard, (1995). "Response and Responsibility in Levinas", Ethics as First Philosophy, London / New York: Routledge.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Bilirsin
...ve bilirsin
Artık sevemezsin.
Salepe döktüğün tarçını
Meşhur saat kulesini.
Bir demet çiçeğin kokusunu
Çekemezsin içine mest olup.
Yoktur ellerinin sıcaklığı
Ceplerinde gizli,
ve yakaları kaldırıp ayazından
Bir cigara içersin pişmanlık gibi
Ateşi başkasından
En zehirli okunu atmıştır hayat
ve vurmuştur,
yüreğinin tam ortasından...
Ötelerde gezinen bir karga
Gelir gösterir eşeleyerek
Nasıl koyulur yürek...
Kendinden önce
Toprak altına...
Avuçlarında sükut
Çehrende korku
ve gözlerin şahit
gömersin...
ve bilirsin!
Artık
Hiç...Sevemezsin!
Fatih Ünver
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|