|
|
|
Editör'den : Bana da bir sembol lütfen!.. |
Sesi eskisi kadar gür çıkmasa da sahalara döndü başbakan. Hem de ne dönüş. Haftasonu CHP kurultaylarında işittiklerinin altında kalmamaya özen gösterdi göstermesine de, ne kadar başarılı ya da inandırıcı oldu tartışılır. Amma velakin, 28 Şubat'ı fasıl olarak iyice terennüm ettikten sonra dün iktidarını tuğra ile perçinledi zat-ı muhterem.
28 Şubat AKP fasıl heyetini gözyaşları eşliğinde dinleyince insan epeyce bir yabancılaşıyor olaya. 15 yıl öyle eski bir zaman değil. Hele sarışın parti liderimizi ve onun tonton ortağı rahmetli Erbakan'ı unutmak ne mümkün. Şimdilerde 28 Şubat'ta ezildiğini söyleyenler, o vakit hocalarının kuyusunu kazma planları yapıyor ya da birileri onlar yerine tohum ekiyor. 28 Şubat'a gelene kadar memlekette çivisi çıkmayan tek yer kalmamışken, tüm suçu MGK'da hassasiyetleri hatırlatan askere yıkmak pek hakkaniyetli olmuyor doğrusu. Çankaya'da yapılan cübbeli sarıklı ulema zirvesi hala gözlerimizin önünde değil mi? Peki ya şimdi ağlaya zırlaya mağduru oynayanların, o dönem çaptan düşen, akabinde ardarda kapatılan partilerinden kopup, hocalarını eze eze iktidara yürüdüklerini söylersek hata mı yapmış oluruz? Lamı cimi yok, 28 Şubat lambadan cini çıkarmış, gaz lambası ampüle dönüşmüştür. Gene o dönem askeri haklı bulan, bilahare yerleştiği Amerika'da hidayete eren, Tayyip Bey ve ekibine icazet verip elinden tutan, hocaların hocasını yok mu sayacağız? Konuşmalarında sözünü ettiği damardan zerkedilecek ilacın şırıngasını AKP'ye bizzat verdiğini görmezden mi geleceğiz? Gelmeyeceğiz elbette. Bizi uyutmalarına hiç izin vermeyeceğiz.
Biz 4+4+4 ile uğraşıp, icat edenlere rahmet okurken, bir de baktık ki, 4+4'ün açık öğretim kısmı kapalıya çevrilivermiş. 11'e indirilen bebek işçi yaşı da tekrar 14'e çıkarılmış. Daha köprünün altından çok su akacağı belli bu yasa tasarısının mimarını da hala cesur olmayı beceren bazı gazetecilerden öğrendik sonunda. Bu yasayı Tayyip bey'e dayatan İHL mezunları derneği ÖNDER imiş. Bu ÖNDER pek söz sahibiymiş meğerse memlekette. Nasıl olmasın, padişahımız bile oradan mezun. Lise ile yetinemeyen İHL'ler ortaokulu yeniden gündeme getirip, kız çocukalrının daha 10 yaşında başını bağlamayı planlıyor anlaşılan. Her neyse, bu ÖNDER'in başbakana iletilen arzusu birkaç emirkulu vekil tarafından yasa tasarısı haline getirilip tartışılıyor işte. Buna da halk egemenliği diyorlar. Padişahın iki dudak egemenliği demeye henüz güçleri yetmiyor, diyorlarsa da biz duymuyoruz. Aynı ÖNDER'in yeni yumurtası da kapıda, okullara haremlik-selamlık getirme çalışması yapıyorlarmış. Bunların bir de omuz birliği yaptıkları ENSAR Vakfı ve İlim Yayma Cemiyeti varmış. Velhasıl, Türkiye'nin milli eğitimi bu dinci derneklerin insafına terkedilmiş durumdaymış.
Başta dedik ya, iktidarını tuğra ile perçinledi diye, boşa söylemedik. Nereden çıktığı, ne gerektiği hayırlara vesile bir yarışma ile Türk Lirasına sembol bulmaya çalışan başbakan sonunda birini beğenmiş. Çapayla ekonomi denizine demir atıp, sağlam durmayı, yukarı doğru 2 çızıkla da istikrar ve güveni sembolize ediyormuş. Yazması, yapması, akılda kalması pek kolaymış. TL yazmak yerine balık oltası çizmeye çalışmak pek güzel fikir doğrusu. Dünyada yaygın bilinen ve kullanılan 4 adet sembolün yanına bir de bizimkini koyma çabasını takdir etmemek elde değil. İyi de, sembolden önce ardına gelecek paranın saygın olması, her yerde geçerli olması gerekmez mi? Buyrun gidin yurtdışında herhangibir döviz bürosuna ve elinizdeki TL'yi bozmaya çalışın. Kimi tanımaz, kimi de ölmüş eşek fiyatından satın alır. Hiçbir dükkan kabul etmez, dilenciye versen yüzüne tuhaf tuhaf bakar. Liraya hakaret etmek için söylemiyorum, sadece ne kadar tanındığını söylemeye çalışıyorum. Zira bu sembol herhalde benden çok yabancı adamlar içindir. Benim için TL yazmaktan daha kolay ne olabilir ki? Yüz lira, Bin lira demeye ancak alışmış insanıma şimdi bir de yazarken, başına çapalı Tayyip Erdoğan ardına rakamı yazmayı belletmek kolay sanıyorlar herhalde. Bu görgüsüzlüğün bir de faturası olacak elaleme. Bizden önce makinalar öğrensin sembolü denecek çünkü. Haydi hayırlısı.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÖYKÜLERİN SAĞI SOLU BELLİ OLMAZ-3 (SON) |
|
Öyküler boyacı küpüne batıp çıksa da sürekli gökkuşağını anlatmazlar. Bahar, bahçe, dal, çiçek, böcek övgüleri düzmezler. Çünkü bütün güzelliklerin yaşamın kıyısından hızlıca süzülüp geçtiğini iyi bilirler. Geriye hep inat, sabır, umut etmek ve beklemek kalır. Yaşamların çoğu umut içinde beklemekle tükenip gider. Güzel günler genelde gelmez. Gelse bile çok geç kalır. Ve şairin dediği gibi bütün ölümler erkendir.
Onlar daha yeni rahata ereceklerdi. Gün görmeden, gülüp eğelenmeden geçip gittiler. Anne’nin bu dünyadaki en büyük hayali oğlunun mürüvvetini görmekti. Okulu da bittiğine göre şimdi sırada iyi bir işe girip sonra da evlenmek vardı. Olmadı, ömrü vefa etmedi, göremedi. Torunlarını kucağına alıp oynatamadı. Ellerinden tutup bakkala götüremedi. Onlara çikolata gofret alamadı. Söylediği zaman kızıyorlardı. Susuyordu ama oğlundan bir kız bir erkek torunu olmasını hayal ediyordu. Lodos bacanın dumanını evin içine doldurduğunda belki de rüyasında bunları görüyordu. Düşleri, umutları ve hayattan bütün bekledikleri rüyalarının bir kenarında asılı kaldı. Gece olunca uyudu, sabah olunca uyanamadı. Oğlu için dişinden tırnağından arttırmış iki bilezik almıştı. Kocasından başka kimse bilmiyordu. Sandığın dibinde bir yazmanın içine düğümlemişti. Kalabalığın içinde ortaya çıkıp gelinin dal gibi ince bileklerine takacaktı. Takamadı…
Evin kızı Selahattin’den yediği tokadın ardından annesinin evine gelmişti. Gözleri kan çanağı, göz pınarlarında ağlamaktan yaş kalmamıştı. Annesi ne yapsın, ne söylesin? “Kızım,” dedi, “Sakın baban duymasın,” Sen artık evli barklı bir kadınsın. Başın sıkıştığında koşup bize gelemezsin. Kocan ve sen derdinize kendiniz merhem olmalısınız. Git, konuş onunla.” Anne kız oturup ağlamışlardı. Selahattin eşine birkaç ay tek bir kötü sözcük söylememiş, fiske bile vurmamıştı. Ama ne zaman evde bir sorun çıksa suçu eşinde aramıştı. Annesi ile eşi arasında kaldığında karısına hemen sırtını dönüyordu. Bebekleri dünyaya geldiğinde evdekiler onu birkaç aylığına rahat bırakmışlardı. Kimse ondan yemek veya bulaşık gibi ev işleri beklememişti. Sonra yine her şey eskisi gibi oldu. Evliliklerinin üçüncü yılında artık evlilik katlanılır gibi değildi. Bir çanta dolusu çocuk giysisi, kocaman bir pişmanlık yüküyle babasının evine döndü. İki yıl önceki cesaretle aşkını savunmak, ayak diretmek bir yana boynu kıldan inceydi. Kim ne söylerse söylesin bu evden çıkıp başka bir yere gitmeyecekti.
Anne ve babasının cenazeleri başındaki genç kadının en büyük pişmanlığı buydu. Evliliği nedeniyle, yaşadığı sıkıntılar nedeniyle onları üzmüştü. Selahattin’den tamamen boşandığında oğlu henüz üç yaşındaydı. Bir yıl önce Selahattin kavgaların yanına bir de içkiye başlamıştı. Neden bütün erkekler işler ters döndüğünde içkiye başlıyordu? Ve neden öfke ve küfürleri dizginlenemez hale geliyordu. Boşanmak lafını duymak bile istemiyorum. Senin yüzünden elimi kana bulayacağım diye korkuyorum. Mahkemeye gidersen seni öldürürüm. Oğlumu senden alırım ölünceye kadar bir daha yüzünü bile göremezsin,” diyerek onu sürekli tehdit etmişti. İş ciddiye binince gıkı bile çıkmadı. Oğlunun velayetini talep bile etmemişti. Bu zor zamanlarda anne babası hep onunla beraberdi. Onun peşinden avukatlara, mahkeme kapılarına koşup durmuşlardı.
Öykülerin akışını değiştirmek mümkün değildir. Gök çatlar, yer yarılır her şey olacağına varır. Fakir bir köylünün tarlasında altın bulması, Mısır’da kimsenin adına bile duymadığı paşa dedenin mirasçılarına kocaman bir servet bırakması kırk yılda bir gerçek olabilir. Öyküler otobüsünü kaçırdığı için işine geç kalan insanlara, kredi kartı yüzünden intihar eden adamlara, sevdiğini zengin bir tüccara kaptıran varoşların çocuklarına kendini daha yakın hisseder. Çünkü onlar serçeler kadar kalabalık, karıncalar kadar gerçektirler. Bir çocuk oynarken açık bırakılan logar kapağından kanalizasyona düşer. Bir diğeri direkten kopup kaldırıma düşen elektrik kablosuna dokunur. Öykülerimiz ve biz karıncalar kadar kolay, serçeler gibi sessizce ölüp gideriz.
Evin oğlu anne ve babasının cenazesi başında hüzün içinde ağlıyordu. Telefonun geldiğini dakikadan beri onların yanında olmadığı için kendini suçlu hissediyordu. Burada kalsa belki onlar hayatta olabilirdi. Gidenlerin hepsinin ardından böyle şeyler düşünülürdü. Ablası geçen yıl yeniden evlenmişti. Üstelik eniştesi iyi ve evine düşkün biriydi. Tam anne ve babası çocukları ile ilgili sıkıntıları aşmış, yeni bir ev almış, onu dayayıp döşemişlerken, her şey yeni yeni yoluna girmişken ecel gelip onları bulmuştu. Gözyaşlarını koluna silip ablasına sarıldı. “Annem ve babam olmadan ne yapacağız şimdi biz. Nerelere gideceğiz?” dedi. Ablası çaresizlik içinde belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Pantolonun arka cebindeki telefonu çaldı. Numara tanıdık değildi. Tuşa basıp açtı. Küçük bir kız; “Öğretmenim babam beni doktora götürdü. Çok ateşim varmış. Doktor iğne yaptı. Bana üç gün okul yasakmış, Haber vermek için aradım,” dedi ve ansızın kapattı. Ben öğretmenin değilim demeye fırsat bulamadı. Yaşam ne acayip bir denklemdi. Birileri veda edip giderken, birileri de okula gidemediği için kaygılanıyordu. Kim ne derse desin öyküler kendi bildiklerini okuyorlardı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu AMOK KOŞUCUSU |
|
Amok, Malay dilinde “kör öfke” ile hareket eden anlamına bir sözcük. Dünyaya yayılmasında Stefan Zweig'in 'Der Amokläufer'(1922) kitabının önemli bir payı olmalı
Amok koşucusu, bir gün, bir nedenle koşmaya başlarmış. O an, kendisini tanıyanların 'amok amok' seklindeki çağrılarına kulak asmadan önüne gelen ne varsa kırıp dökermiş. Bu bir hedefe kilitlenme hali.
Geçen hafta sonu Bodrum’da, Bodrum Belediyesi ve Bodrum Kültür Sanat Topluluğu (BKST) tarafından “Yerel Kültür Politikaları” konulu bir panel düzenlendi. Panelin konuşmacıları İstanbul Bilgi Üniversitesinden Serhan Ada, Bilkent Üniversitesinden Mehmet Kalpaklı ve ÇEKÜL Vakfından Ece Müftüoğlu Narcy, Kültür ve Turizm Bakanlığından Nurettin Serhad Akcan’dı.
Panelin ilk konuşmacısı Sayın Serhan Ada, genellikle saptamalarla sınırlı konuşmasında “Kültür Bakanlığı son on yıldır kültür politikasını yazdığından bunu başarabilirsek dünyada bunu yazan 30'uncu ülke olacağımızdan, komşularımızdan Azerbaycan ve Ermenistan’ın kültür politikalarını yazdığından söz etti.”
Tarihsel kökleri böylesine eskiye dayanan bir ulusun ve devletin kültür politikasının olmaması mümkün mü? Değil elbette. Bizim de varmış; ama sözlüymüş. Doğrusu yadırgatıcı bir durum.
Serhan Ada’nın üzerinde durduğu “kültüre erişim ve kültürü paylaşım hakları” da çok önemliydi; ama bize göre en önemli alan “yerelin kendi değerlerine sahip çıkma” hakkı ya da gerekliliğiydi.
Başta Bodrum olmak üzere bölgemiz insanının, son yıllarda, yerel değerlere sahip çıkma konusunda, önemli birikimler edindiği herkesin malumu. Ancak amaca ulaşmada, başarılı olduğumuzu kim söyleyebilir?
Panelin ikinci konuşmacısı Sayın Mehmet Kalpaklı “Günümüzde yükselen değerin kültür olduğundan, AB’nin onca ekonomik krize rağmen kültür turizminde önümüzdeki yıllarda %4 büyüme öngördüğünden, ekonomiyle desteklenmeyen kültür politikalarının başarısız olacağından söz etti.
Ona göre de halkın katılımcılığı zorunluydu. Üniversiteler de bunun paydaşı olmalıydı.
Bu saptamalara ilişkin olarak birçok değerli dinleyici söz aldı. Dilde özensizlikten, uzman görüşlerine başvurulmamasından, keyfi kararlardan söz ettiler. Elbette bunlar da yakınma ağırlıklı saptamaydı.
Panelin ikinci bölümünde Sayın Ece Müftüoğlu Narcy, sürdürülebilir yerel kültür politikalarının ne ve nasıl olmasının anahtarları diyebileceğimiz bir sunum yaptı. Bizce, o sunumu, yerel kültür politikalarıyla ilgilenen herkesin Çekül Vakfı’ndan istemesi ve incelemesi gerekir.
Panelin son konuşmacısı Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcisi Sayın Serhat Akcan “ Kültür ve Turizm Koruma bölgelerinden, kültür ve turizm odaklı planlamalardan ve bunun dayanaklarından söz ederken yağmalanan sahillerimiz, hallaç pamuğu gibi atılan dağlarımız, antik kentlerimiz, zehir soluyan insanlarımız beynimde ayaklanıverdiler.
Kanunlarda her şey güzeldi; ama uygulamalar öyle miydi?
İşte o an bir Amok koşucusu olmuştum. Yaptığımın görgü kurallarını, konuşma adabını bilmekle ilişkisi yoktu. Konuşmacının sözünü kestim:
“Bu dinleyicilerin hepsi bu anlatılanların hepsini çok iyi biliyor. Burada olmaları da bu sorunlara sahip çıkmalarındandır. Yasaları yapan da biz değiliz, onları delen de. Güvercinlik Çomca Koyu’ndaki otele izin veren, denizle kara yolu arasına set ören, 4000 teknenin ekmek kapılarından biri olan Kise Bükü’nü pazarlayan, Yatağan Ovası’na, Ören’e termik santralleri diken, Eskihisar’ı, Gibye’yi kömür uğruna talan eden ben değilim. Bir yandan yerel kültür politikalarının doğal ve sosyal çevreden bağımsız yapılamayacağından, havza planlamalarından söz ediyor, bir yanda da talana izin veriyorsunuz…”
Bu tam bir amok koşusuydu. Söylediklerimde ne kadar haklı olursam olayım, muhatabım bakanlığın o bürokratı değil, Ankara’da devlet gücünü ele geçirip bu toprakları birilerine ballı börek olarak sunanlardı.
Eve döndüm. Uzun süre kendime gelemedim. “Evet, haklıydım. Bana yaşama sevincinin her türünü tattıran, yaşatan bu topraklarda torunlarımın torunları da mutluluklarla yaşasın istiyordum. Bu toprakların değerlerini kıskançlıkla korumak hem hakkım hem görevimdi. Benim bu topraklardan başka gidebilecek bir yurdum yoktu; buralara toprakların değerlerini talan ederek cep doldurmaya gelenleri sevmiyordum; ama bir konuşmacının konuşmasını bölerek mi yapmalıydım bunu?
Dedim ya, ben, o an bir amok koşucusuydum. Ya bu coğrafyanın değerlerini talan edenler, bu talanlara çanak tutanlar neydi, neciydi?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bir Yer
(27 Şubat 1947- 6 Mayıs 1972/Aşk olsun sana çocuk)
Bir yerdeydiler. Şafağın arifesinde adam gibi adamlar, yağız delikanlılar, ya da olgun erkeklerdiler. Boyları posları, belki bıyıkları, bazen göbekleri ama ille de yüreklerinde sevdaları vardı. Hiç gizlenmeden, hiç saklanmadan, günün en aydınlık saatlerinde, kentin en kalabalık yerlerinde ortaya çıkıp insanlarla el ele tutuşmak, kendi şiirlerini apaçık, çırılçıplak okumak istediler.
Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak, bir kavgada,
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da.
Bir “yerleri” vardı, yüzleri, isimleri, adresleri ve apaçık haykırdıkları ülküleri vardı. Hemen yanı başımızdaydılar. Ellerini uzattılar bize. İnandıkları her ne ise bizim de inanmamızı istediler. Eşitlik dediler, kardeşlik dediler, emek dediler, bağımsızlık dediler. Soru sormak için, inandıklarını sorgulamak için ya da sadece merhaba demek için elinizle koymuş gibi bulabilirdiniz onları. O kadar içimizdeydiler ki oturdukları kahvelerde, yürüdükleri meydanlarda kör kurşunlarla toprağa düşürülmeleri ya da darağacında selviler gibi sallandırılmaları dünyanın en kolay işiydi. Erkekçe olmasını istedikleri kavgalarında dimdik durdular.
Onlar mahpusa düştüğünde duvarların ardından şiirler, türküler yükseldi. Bayram gibi yaşadılar tutsaklığı; yakınmadan, yerinmeden, aman dilemeden, yeşil soğan ve karanfil kokulu cigaralara sevinerek, memlekete bahar gelmiş olmasıyla avunarak:
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.
O çırılçıplak kavgalarında ne mahpusluk ne de ölüm onları durdurabildi. İnançlarıyla güneşe uzanan sonsuz bir yolculukta dostlarını şiirlerle toprağa teslim edip yürümeye devam ettiler:
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Ve ölüm onları hepimizin gözü önünde, meydanlarda, sokaklarda buldu. Şiirlerle gömüldüler.
“Beni kınama arkamdan ağlama
Ne yaptıysam bil ki halkım için” derdi
Aslan gibiydi sözünün eriydi
Bir gün geldi ki vay... vurdular onu…
Halkımız onları sevmedi…
HİÇBİR YER
Hiçbiryerde yaşarlardı. Yüzleri, adları, adresleri yoktu. Bir efendinin kulları oldukları rivayet edilirdi. Nerede toplanırlardı, nerede yatar kalkarlardı, kaç kişiydiler hiç bilemedik. Ama denir ki güzel biat ederlermiş.
Şarkı türkü sevmezlermiş, şiirlerini ise hiç duymadık. Kimse onlar için şiir yazmadı. Onlar da kendilerine yazamadılar herhalde. Çünkü şiir adildir; çünkü şiir bir hakkın teslimidir. Hakları yoktu herhalde ki şiirleri de olmadı.
Üç-beş gün tutsaklığa bile tahammülleri yoktu. Tutsak olmamak için hep saklandılar. Kılık değiştirdiler. "Mış gibi" yaşayarak o anlamsız intikam gününü beklediler. Ender olarak ve yanlışlıkla hapse düştüklerinde feryatları cihanı sardı. Alelacele çıkarıldılar. Mahpusta memleketin dağlarına gelecek olan baharı beklemektense arkalarına bakmadan memleketi terk ettiler.
Bizim için iyi şeyler diledikleri efsanesi dolaştı hep ortalıkta ama elimizi bile sıkmak istemediler. Hiç durmaksızın "sahip" ve zengin oldular. Gecenin karanlığında bilinmeyen adreslerde buluşup paralarını ve biatçılarını saydılar. Ve tek şahitleri Tanrıydı.
Attila İlhan'ın kadınları gibiydiler: Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Ya da Beatles'ın He's a Real Nowhere Man'i gibi:
Gerçek bir hiçbir yer adamı.
Hiçbir- yerde oturan,
Hiç-kimse için hiçbir-yer planları yapan.
Hiçbir-yer adamı sahi sen beni görebiliyor musun?
Şiirsiz, türküsüz, yüzsüz, adressiz, elimizi sıkmayan, gizli, var-olup olmadığı bilinmeyen ama çok zengin masal adamları. Dungangalar.
Halkımız onları sevdi….
HERYER
Heryerde ve hepimiz. Her zaman tribünlerde oturan bizler. Bütün oyunlar bizim için sergileniyor. Bu geçit töreni bizim beğenimiz için. Alkışlamamızı istiyorlar. Birini ya da diğerini. Biz olmasak bir hiç olacaklar.
Nazım tüm şiirlerini bize yazıyor. İşitmek ve gereğini yapmak hala mümkün…
Akrep gibisin kardeşim,
Korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
Serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
Midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
Beş değil,
Yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
Gocuklu celep kaldırınca sopasını
Sürüye katılıverirsin hemen
Ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
Hani şu derya içre olup
Deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
Senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
Ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
Kabahat senin,
Demeğe de dilim varmıyor ama
Kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Ayşen Tekşen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim |
|
Soğuk bir akşam. Okulun kapısından çıkıyorum. Rüzgar yüzüme çarpıyor. Unutmamam gereken bir şey vardı sanki, bir türlü hatırlayamıyorum. Neydi? Neydi? Adım adım yürüdüğüm yol kenarında akşamın alacakaranlığında siyaha bürünmüş ağaçlar sanki bana bakıyor. Ürkütüyorlar beni. Durağa gittiğimde metrobüse biniyorum, kalabalık. Kalabalığın rahatsız edici varlığı bana sorun değil, nasıl olsa bir durak sonra ineceğim. Asya’dan Avrupa’ya geçmek her gün benim için olağanken bugün farklı oluveriyor birden. Çünkü aklımı kurcalayan bu akşamın eksikliğini hatırlayıveriyorum tam köprünün ortasında. Ding-Dong. Annem ve ablam için merakla satın aldığım çikolatalı tatlıları sınıf penceresinin kenarında unuttum, hem de dış tarafta. Bir sıcaklık yayılıyor vücudumda, ani şok gibi. Şimşek gibi flaşlarla, ne yapabileceğimi fotoğraflıyorum beynimde. Birinci foto, geri dönmek okula, ama gözleri üzerimde olan karanlık ağaçların yanından geçmek korkutucu olacak hem de hava bu kadar kararmışken. İkinci foto, öğretmeni arayıp söylemek, okul mutfağındaki buzdolabına koyması için ya da nazikçe ikram etmek ona. Bu şık da tamamıyla emrivaki, iş buyurmak ya da rüşvet vermek gibi bir şey olacak. Üçüncü foto, yarını bekleyip okula geldiğimde tatlının başına bir iş gelmediyse akşam olunca anneme götürmek. Başına gelebilecek kötü şey de hırsız kargaların tatlı paketime saldırıp yere düşürmeleri, sonra da kutuyu parçalayıp tatlılarımı ballandıra ballandıra yemeleri. İşte o zaman sadece onlar nasiplenmez; fareler, sabah aydınlığında karıncalar, hamam böcekleri, tatlıyı seven her canlı yiyecek tatlılarımı. Ben de “Olsun” diyeceğim. Bizde bir söz vardır böyle olunca: “Ölmüşlerin ruhuna değsin” iyi fikir. İnsanı üzülmekten vazgeçiren sözlerdir bunlar. Ben de üçüncü şıkkı seçtim.
Avrupa yakasına geçince, beni eve kadar götürecek olan metrobüse aktarma yapıyorum. Ne olsa sanki devam etse şu metrobüs, aktarma olmasa? Sanki pili ya da benzini bitecek? İşkence işte bazen. İnsanların yer kapmak için savaşımını ayrı bir zamanda bahsedeceğim. Ben de o yer kapanlardanım, uzun yolculukta ayakta gitmek bütün gün işte yorulduğundan daha fazla yoruyor insanı. Beli, kolları, sıkı sıkı tutmaktan elleri ağrıyor insanın. Bu akşam oturuyorum. Uykum var. Şöförün açtığı kalorifer, metrobüsü saunaya çevirmiş. İyice mayışıyorum. Benim uykum timsah uykusu, bir gözüm açık, durağı kaçırırsam yazık olacak. Kırk dakikalık süreden sonra ineceğim yere biriki durak kalmış, metrobüsün içine göz atıyorum. Karşımdaki kadın kıpır kıpır, oturduğu yerdeki rahatsızlığını oflayarak belli ediyor. Tekerlek üstündeki birbuçuk insan koltuğunun üstünde bir adamla yan yana oturmuş, sıkışmış malum. Ona bakıyorum, içimden yardım etmek geliyor. İşaret edeceğim, yerime oturması için. Kadın sağa bakıyor, sola bakıyor ve nihayet en sonunda bana… İşaretimi sessizce yapıyorum, memnuniyet ifadesiyle bana gülümsüyor. Sıkıntılı olduğu yerden kalkıyor ve bana yaklaşıyor. Yavaşça kalkıyorum, kadın fısıltılı bir sesle bana teşekkür ediyor. Ben de iyilik yapmanın mutluluğu ile kapıya adım atıyorum. Birden bire bir karaltı beni itiyor, önüme geçiyor. Siyah mont giyen yaşlı bir adam bana kaşlarını çatarak ani bakış atıyor, kadını da iterek yerime oturuyor. Bununla kalmayıp kadına bağırıyor:”Sen otur bakayım yerine!” Ben şaşkın, kadın şaşkın, etrafımızdaki insanlar şaşkın. Sonra en kötüsünü yapıyor: “seni terbiyesiz, bir de yanına çağırıyor.” diye bana söyleniyor. Metrobüs, ineceğim durakta durdu duracak, neye uğradığımı bilmediğim bir şokun etkisiyle dilim tutuluyor, cevap veremiyorum. İnsanların meraklı ve tuhaf bakışları karşısında kendimi yerdeki karıncadan farksız hissediyorum. Küçük, küçücük, aşağı… Kapı açılıyor ve kafesten kurtulan kuş gibi kendimi otobüsten atıyorum. Sadece bir dakika içinde gerçekleşen şoktan, yüzüme çarpan soğuk havanın etkisi ile kurtuluyorum. Şaşkınlığımı bir yana bırakıp bu kötü adama cevap vermek için arkamı dönüyorum ama çok geç, kapılar kapanmış metrobüs hareket ediyor. Sanki içimdeki tutsaklık, otobüsle birlikte gidiyor. Haykırmak istiyorum: “İyiliğimin karşılığı böyle mi olacaktı? diye. Beni aşağı hissettiren sözler miydi mükafatım? İşte hayatın haksızlıkları: “İyilik yap kötülük bul” kendimi küçücük hissettiren bu yaşlı adama söyleyebileceğim çok güzel cevapları düşünüyorum. Ama söyleyememenin sıkıntısıyla, gideceğim yola yöneliyorum. Aklım karışık.
Ben yaşlı insanları severim. Onlarla sohbet etmek, kim olurlarsa olsun onları dinlemek bana mutluluk verir. Onlara saygı duyarım. Gerektiğinde yer veririm, yardım ederim, yaşlılık kusurlarını görmezden gelirim, en güzeli de onları dinlemeyi severim. Hayatlarındaki yaşanmışlıkları, gözlerindeki buğulu bakışlarla bana anlattıklarında onları merakla, yaşadıklarına sonsuz saygı duyarak dinlerim. Aralıklarla alıp verdikleri nefesleri ile çıkan ses tonları bana farklı duygular hissettirir. Eskilere, çok eskilere, ta çocukluğuma kadar giderim. Onlar benim en sevdiğim anılarımdır aslında. Anneannemin sıcacık kucağında yatışlarımız, sabun kokulu yanaklarını öpüşlerimiz hep aklımda. Bulgar komşumuz nine Rada, bize paskalya yumurtalarını mutfak önlüğüne doldurup getirirdi. Titrek ellerindeki damarlarını sormuştum bir kez, benim küçücük ellerimi tutarak bana kan damarlarımızı anlatmıştı. Başka biri, nine Dona, beni kucağına alır bana en güzel masalları söylerdi. Yaz akşamlarında onun sıcacık kucağında masal dinlerken, gökteki yıldızları seyreder sayardım. Baklava kokulu bayram ziyaretlerimizde babaanneciğim, koca göbeği ile kıkır kıkır gülerdi; ama bazen de onun buğulu gözlerinde hayata küskünlüğünü görürdüm. Aslında karşılaştığımız yaşlıların gözlerinde hayatlarına dair acılarını, sevinçlerini görmek mümkündür. Onları sadece biraz dinlemek gerekir. Gördükleri kayıplar, onları yaşama daha çok bağlar. Onlar ne kadar yargılasalar da gençleri, gençlerin ruhlarındaki tazelik onlara hayat verir. Severler gençleri. Ben de onları severim, kim olursa olsunlar. Onlar iyidir bilirim. Çünkü hayatlarının en kıymetli zamanlarında kötülük yapacakları güçleri yoktur. Saat, onları cennete götürecek iyilik yapma uyarılarıyla çalar. Ben böyle bilirim. Fakat bu akşam hissettiğim aşağı duyguların sonunda düşündüm de bildiğim sadece bana göreymiş. Bazen kötü olan, yalnız düşünebileceğimiz yaşlarda değildir. Kötülük, düşünemediğimiz en küçük yaşta olabileceği gibi en büyük yaşta bile olabilir. İçlerinde bu duyguları yaşatanlar için daha ne diyebilirim ki? Çok yazık, hem de çok.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-9
Artık sizli-bizli konuşmayı bir yana atmışlar; senli benli konuşmaya başlamışlar ve lokantanın teras katında sohbeti iyice koyulaştırmışlardı.
Hava biraz rüzgârlı olduğu için lokantanın teras katını onlardan başka tercih eden yoktu. Garson da devamlı orada durmuyor, arada bir uğruyordu. Bu Coşkun ve Irmak’ın işine geliyordu. Çünkü konuşurken seslerini kısmak zorunda kalmıyorlar, duygu ve düşüncelerini doğal bir şekilde ifade edebiliyorlardı. Bir ara Coşkun:
-Irmak, ben de seni tanımak ve tabii geçmişte yaşadığın olayları bilmek istiyorum. Bana kendinden o kadar az bahsettin ki… Hep ben anlattım, belki de sana kendini anlatma fırsatı vermedim. Dedi.
-Buna sebep sen değilsin. Bilmek istediklerini sana anlatacağım. Biz, bir dostluk ilişkisinin başlangıcındayız. Birbirimizi ne kadar iyi tanırsak bu ilişkiyi o kadar geliştirebiliriz. Ben üç ay önce eşimden ayrıldım. Ayrılıncaya kadar yaşadığım acılar ve bilhassa kararsızlıklar farkında olmadan beni yeni bir yaşam biçimine yönlendirdi. Mutlu olmak, farklı insanlarla bir arada bulunmak, hayatı pek fazla ciddiye almamak gibi…
-Benimle olan ilişkin de böyle mi?
-Evet. Sen birçok insandan farklısın. İçinde yaşattığın sevgiyi görmemek için kör olmak lazım. Bu denli saygı duyulacak bir sevgiye sahip bir insanı daha önce tanımamıştım. Birisine anlatsam bana inanmaz, inanmamakta haklıdır da. Çünkü bana böyle bir sevginin varlığından söz edilseydi, bir öykü, roman ya da en azından şiirden bahsettiğini düşünürdüm. Münevver, gerçekten şanslı bir kadınmış. Şu kısacık ömürde gerçekten sevilmiş ve sevmiş.
-Ona verebileceğim tek şey sevgimdi. Maddi bir şeyler de vermek isterdim, ama olmadı. Birlikte bir tatile bile gidememiştik. Onu kaybettiğim sene emekli olmuştum. İkramiyeyi alıp bankaya yatırdım. Şöyle güzel bir tatil yapabilirdik artık. Ben hemen gidelim istedim, Münevver yazı beklememizin daha uygun olacağı görüşündeydi. Onun dediği oldu. Ama bir yandan da tatil planları yapmaya başlamıştık. Turlar ve tatil yerlerini araştırıyorduk. Bu araştırmaları yaparken ikimiz de çok heyecanlıydık. Sanki gerçekmiş gibiydi… Görmek istediğimiz üç yer belirledik. Karadeniz, Kapadokya ve Kıbrıs. Ben üçüne de gitmeyi teklif edince Münevver “Batakcılık yok! Böyle yaparsak paramızı kısa sürede tüketiriz. Zamanın ne getireceği belli olmaz. Daha bu işin yaşlılığı var, hastalığı var ve o günlerde de para her zamankinden daha fazla gerekli.” Diyerek beni susturmuştu. Kısacası o kötü kazayı yaşamasaydık biz Münevver’le şu anda tatildeydik…
-Maalesef hayat istenmedik olaylarla dolu.
-Evet öyle. Gene ben anlatıyorum, oysa seni dinleyecektim.
-Boşandığımı söylemiştim. Bu olayın birkaç sene öncesinden başlayayım: Üniversite son sınıfta iken onunla tanıştım. O, okulunu bitirmişti. Eczacılık mezunuydu, ama bitirdiği okulla ilgili bir iş yapmıyordu. Çok miktarda nakite sahip olduğu için döviz, borsa ve faiz gibi yatırım araçlarında parasını değerlendiriyordu. Oldukça da iyi kazanıyordu. Varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Benim ailemin durumu da onunkinden geri kalmazdı. Bulunduğumuz çevre, hayat görüşlerimiz birbirine çok yakındı. Ben ondan, o da benden etkilenmişti. Çok yakışıklı bir gençti. Çevremdeki erkeklerden üstün yanları vardı. Neyse… Okulum bitince nişanlandık. Birkaç ay sonra da evlendik. Bu durum ailelerimizi de memnun etmişti. Çünkü her iki taraf da iyi bir geline ve iyi bir damada sahip olduklarını düşünüyordu. Bir sene evliliğimiz çok iyi gitti. İkimiz de çok mutluyduk ve birbirimizi seviyorduk.
-Böyle bir ilişkinin bitmesini doğrusu aklım almıyor. Belki yeniden…
-Hayır hayır. Bu mümkün değil. Çünkü o, kendisine karşı hissettiğim bütün güzel duygularımı öldürdü. Bugün belki tıbbi imkanlarla ölen bir insan yeniden diriltilebilir; ama ölen duyguları canlandıracak bir tıp bilimi olduğunu sanmıyorum. Üstelik bu bitiş, birden olmadı. Tam üç sene bu ilişki can çekişti. Belki kurtarabilirim diye çok çabaladım, ama başaramadım.
-Sanki bir cadı, sihirli değneğini güzelliklere dokunduruyor ve birden her şey felakete dönüşüyor.
-Aynen öyle. Önce uyuşturucu, sonra da kumar… Bütün güzellikleri mahvetti. Eve geç gelmelerinden bir şeyler olduğunu anlamıştım, ama ayrıntıyı bilmiyordum. Bazen çok neşeli, bazen de çok karamsar bir tablo çiziyordu. Gerekli gereksiz ağlama ve gülmeleri oluyordu. Tedaviyi kabul ettirmek zor oldu. Tam iyileşti derken bu sefer de kumara alıştı. Geceleri gene çok geç geliyordu. Bazen de günlerce eve uğramıyordu. Konuşmayı denediğimde ise saçma sapan gerekçeler üretiyordu. Bir defasında bana “Ben kumarı her şeyden daha çok seviyorum. Kazanmak ve kaybetmek umurumda değil. Bana verdiği heyecan önemli olan. Kumardan aldığım zevki hiçbir şeyden alamıyorum.” Dedi. Bu konuşmasından sonra meselenin vehametini anlamıştım. Vazgeçmeyecekti. Buna rağmen denedim. “Ben mi, kumar mı?” diye sordum. Cevap vermedi. Aslında bu susma bile cevabın ne olduğunu anlatıyordu. Buna rağmen bir altı ay daha sabrettim. Son bir kez daha sordum:” Evliliğimiz mi, kumar mı?” Dedim. Hiç düşünmeden cevapladı:”Kumar…” Bu cevaptan sonra benim için boşanmanın dışında başka bir seçenek kalmamıştı.
-Bazı insanların kumara karşı olan düşkünlüklerini duymuştum. Bu kadar aşırısını ise şimdi senin anlattıklarından öğrendim.
-İşte benim hikayem de böyle sevgili Coşkun. Yani, seninkinin yanında kısacık bir şey… İstersen şimdilik kalkalım, çünkü vakit geç oldu. Eğer zamanın varsa yarın da buluşabiliiriz.
Bu teklif karşısında Coşkun gülmeden edemedi.
-Neden güldün? Öğrenmek istiyorum.
-“Bende zamandan bol ne var ki!” diye içimden geçirdim de…
**
Ertesi gün, kalabalıkları yararak yan yana yürümeye çalışıyorlarken Coşkun sordu:
-Bir yerde oturmak ister misin? Öğlen oldu, acıkmadın mı?
-Evet, acıktım. Canım mantı istiyor.
-Buralarda bildiğin bir mantıcı var mı?
-Yok, ama sorup bulabiliriz.
4-5 kişiye sorduktan sonra bir mantıcı bulabilmişlerdi. Asma katı da olan bir dükkandı. Oraya çıktılar. Temiz bir görüntüsü vardı. Garsonlar müşterilere karşı ilgili ve saygılıydı.
Mantısını yerken Irmak’ı seyrediyordu. Mutlu görünüyordu. Irmak izlendiğini fark edince Coşkun’a gülümsedi ve mantısından tatmasını teklif etti. Coşkun, teşekkür edip reddedince de ısrar etti ve sonunda razı etti. Coşkun da ona çiğ böreğinden verdi. Coşkun:
-Irmak, mutluyken ve gülerken daha da güzel görünüyorsun. Dedi.
-Ayy, teşekkür ederim. Umarım bu bir kompliman değildir.
-Tabii ki değil canım.
-Öyleyse artık hep yüzümde bir gülücükle dolaşacağım. Bak ne diyeceğim Coşkun, buradan çıktıktan sonra bir sinemaya gidelim mi?
-Olur. Ben sinemaya gitmeyeli yıllar olmuştur. Peki bildiğin bir sinema var mı?
-Şu ileride vardı. Olmazsa, burayı bulduğumuz gibi sinemayı da sora sora buluruz.
Sinema salonu ufacık bir yerdi. İçeride 8-9 kişi vardı. Yerlerine oturur oturmaz ışıklar söndü. Film başlamıştı. Sıradan bir konusu vardı filmin. İki çocuk kavga ediyor, birisi diğerini dövüyor. Dövülen çocuğun anne ve babası, şikayetçi olmak için dövenin evine gidiyor. O evde karşılıklı konuşmalarla film devam edip bitiyor.
Filmin konusu Coşkun’un umurunda bile değildi. Irmak’la birarada olmak, onu yanında hissetmek yetiyordu. Koltuğun kenarına dayadığı eli bir ara Irmak’ın eline değer gibi oldu. Hemen çekti, çünkü çekmese o eli tutmaktan kendisini alıkoyamayacaktı. Filmin ortalarına doğru elinin hafifçe Irmak’ın vücuduna dokunduğunu farketti. Öylece bıraktı birkaç dakika.
Film çabuk bitmişti. Ya da onlara öyle gelmişti.
Ayrılırken bir hafta sonra buluşmayı kararlaştırmışlardı.
Hayrettin, eve geldiğinde Münevver ile konuşmayı denedi. Becerebilmişti. Hiç çekinmeden eskisi gibi sohbet edebiliyordu. Herhangi bir vicdanî rahatsızlık da hissetmiyordu. Coşkun’un yaptıklarından ve düşündüklerinden o sorumlu tutulamazdı. Çünkü Hayrettin, Münevver’e hâlâ sadıktı.
Galiba bundan sonra dışarıda Coşkun, evde ise Hayrettin olmaya devam edecekti.
(Devam edecek)
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Mucklasak mı mucklamasak mı?
Bu gün fena halde şarkıları katletmek geliyor içimden. Neymiş efendim
-ah bu şarkıların gözü kör olsunmuş. Sen unutamıyorsan o şarkının suçu ne?
Bir şarkısın sen, kimi zaman avaz avaz, kimi zaman sessizce söylediğim, kimi zaman da sözlerini unuttuğum, detone olduğum. Biraz kül, biraz duman, biraz asabiyet, bolca özlem, biraz deli, aptal aşık, biraz kırık, biraz eksik, şarkıların canına okuyan; o benim işte...
Şarkılar ikiye ayrılır: edepli şarkılar, edepsiz şarkılar...
Artık askerler şu meşhur edepsiz ‘’Yaylalar’’ şarkısını söyleyemeyecekler. Komşu kızını zapt eylemese de olur… Sarışın ve esmerler de rahat artık. Ya toplumdaki kişiler nasıl engellenecek? Dam üstünde rahat rahat un elenebilecek mi, tombul ve baş kaldıran uzuvlar düğmelerin kavuşmasına izin verecek mi? Yakalarsa kimse kimseyi mucklayamayacak mı?
Sabah ezanında uyandım, yaklaşık 500 Km uzaktan İstanbul’u izledim bu sabah, istanbulizle.com’dan... İstiklal caddesinde bir kara kedi geçti karşıdan karşıya, belki ciğercinin kedisiydi, belki sokak kedisi. Daha dükkânlar açılmamış, sabahın körü, Çetinkaya’da indirim varmış, bana ne... Yollar ıslak, bir yerlere gidiyor üşüyen insanlar, hafiften bir rüzgar var, Taksim-Tünel arasında işleyen şu nostaljik tramvay da az önce geçti, saatler ilerlerken kalabalık yavaş yavaş artıyor ve şimdi tam şu anda kar yağarken sensizlikle benim içim üşüyor.
Aaa, o da ne? İşte oracıkta köfteci Ramiz de varmış… Yaşadığım şehrin meşhur köftecisi... Köşedeki simitçi müşteri bekler, ocakta çayım demlerken canım çekti birden, uzanıp alıversem...
Kız kulesi pek yalnız, martılar avutmuyor, hava kurşuni gri, dolu mu dolu, bir feribot geçiyor uzaktan, sisin içinde ilerliyor, içindeki yolcuları kim bilir neler bekliyor bugün. Çamlıca tepeleri bembeyaz örtüsüyle, eski filmler geliyor aklıma. Her yerde kar var benim şehrimde de ve kalbim senin bu sabah, gece olsun hele, kar yağarsa hâlâ gece de senin olur. Beyaz bir sayfa açtık bugüne de.
Demlemekte olan çayımın burun deliklerime ulaşan kokusu mide salgılarımı artırmaya başladı. Mukus salgılarım daha az bugün, gece boyunca dinlenen goblet hücrelerim işbaşı yapmakta gecikti. Aksırıp tıksırmıyorum da, nekahet dönemim şarkı katletmekle ve fana halde saçmalamakla geçiyor.
Dışarıdaki soğuk karlı havaya rağmen içimde batırmamaya çalıştığım sıcacık güneşle başladım güne. Doğan her gününüz bembeyaz, lekesiz, içinizin güneşi bol olsun. Şarkılar söyleyin hayata, bağıra çağıra. Siz söyleyin, ben katlederim itina ile. Keyifli saatler dilerim.
Müşerref Özdaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Balıkçı
Gece ayak sesleri bölünmez denen nice uykuyu böler ya, işte öyle bölüyordu ufuk çizgisi, koyu mavi denizle sonsuza gebe gökyüzünü kış gününde uçsuz bucaksız sahilde.
Bir olta vardı elinde, misinasını boğumlu parmağına oturtmuş, yaşından çok daha büyük gösteren, yırtık gömlekli, tıraşı çoktan gelmiş, temiz yüzlü balıkçının. Her şeyden elini eteğini çekmiş, ne zamandır denize sevdalı, aşk sözcüğü gibi elinde sımsıkı tuttuğu oltası ve balıkçı. Uzunca bir sahilde oturmuş öylece sevdalısına bakarken bir titreme hissetti parmağının ucunda. Aşkının meyvesini hissederdi elbet ama dalmıştı. Balık mı yoksa ruhundan mı geldi bu ürperti bilemedi. Birkaç martı ve olabildiğince kalabalık olan kumdan kalabalığa huzursuzluğu ve heyecanı aynı anda barından bir bakış fırlattı. Belli ki ruhunun kıpırdadığını hissetti. Ardından uzaklara daldı gözleri; çocukluğunda babasının aldığı bisikleti, lisede annesinin zorla boğazına kadar sıktığı kravatı,karşılıksız sevdasını hatırladı kısa bir süre.Sonra askerliği,işi… Kayıp bir seyyah gibi gezindi aklının boş dehlizlerinde, yalnızlığını anımsadı. Neden balık tuttuğunu sordu, boş koridorlarda haykırarak, bu soğuk, boş kumsalda tarihi anımsamıyordu bile.Her zaman hazırcevap sandığı aklı belli ki onu tuzaklara,yanlışlara sürüklüyordu.Kalbine sormalıydı belki de bu soruyu. Kalptir bazen tüm soruların cevabı, tüm cevapların soruları. Neden? diye sordu.
* * *
Neden? Sorusuna verilebilecek en sert ve hızlı sevgiyle kızgınlığı bir arada içeren cümleler kurmasına yabancı olmadığı yurdum insanından beklenecek cevabı verdi karşısında duran gençten çocuk; “ Kalk ağabeycim gözünü seveyim, bu soğukta burada ne işin var tekne yanaşacak birazdan, kalk!”
Parmağına bir kez daha baktı ve iç çekerek oltasını toparladı,parlayan iğneleri gördü fırdöndü eline gelince, yemler gitmişti.Balıkmış demek ki dedi kendi kendine.Balıkmış, tüm o labirentlerde kaybolmamın sebebi! Ve bir daha oltasını atmamak üzere yamalı cebine koyup,huzursuz adımlarla yürüyüp uzaklaştı.Bir bilinmezden,bir bilinmeze…
Fırat Korkmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder HÖKÛMAT KAPISINDA LEYLA BİLMEZLER |
|
Hani yurttaşın ömründe bir kere mahkemelik işi olur da, nerede bir mahkeme lafı açılsa, hemen o anlatılır ya; bu da ona benzer. Ama, bu kez anlatılan mahkeme değil, hastane öyküsü. Kısa bir ipucu vermek gerekirse konu, komşumuz Leyla teyzenin apandisit ameliyatı. Eve geldim, Leyla teyze bizde. Hanım her zaman olduğu gibi dinlemede. Çok ilginç bulduğundan mıdır, saygısızlık olmasın diye mi bilmem, sus dinle, işareti yaptı. Dinliyoruz:
…
Akşamdan kulağıma eğile eğile on beş kez söylendi ya, sabah ağzımdan susam tanesi girmedi. Yine her sabah olduğu gibi sarı saçlı hemşirelerden biri kapının eşiğinde belirdi. Bu sarı saçlıların daha güleç yüzlü olanı, daha bir güzelcesi. Dedim ya hani, ebe Kadriye’nin başyapıcıda çalışan torununa benzeyeni. Ah Kenan ah. Sen doğunca erkek doğurdum, diye kubarlanan o anan olacak kadında kabahat. İnsan, çocuğu kimlerin peşinde dolaşıyor, kimlerle düşüp kalkıyor, araştırmaz mı, izlemez mi? Sonunda böyle olur işte. O karanlık suratlı gelinle, bohçacı kılıklı dünür de çok bile anana ya; şimdi oralarına girmeyelim.
…
Hemşire birkaç kez çağırmış, beni gelinle olup bittiğimden, duymamışım. Bu kez sesi biraz yüksekçe çıktı:
- Müyesser teyze, haydi, herkes seni bekliyor!
Bak şimdi! “Yavrucuğum o Müyesser de nereden çıktı!” diyecektim az kalsın. Öyle ya, ben o Müyesser adıyla çağrılmayalı altmış yılı geçti. Gelin olduğumda on beşini henüz bitirmiştim. O gün bu gündür Leyla aşağı Leyla yukarı. Kimse Müyesser demez. Bilmezler çünkü adımın kütükte Müyesser olduğunu. Ben unuttum neredeyse ayol. Kırk yılda bir İsmet Paşa’ya oy vermeye gidecem de, ya da evde kaç baş yatar kalkarız sayıp dökmeye gelecekler de, ben Müyesser diye bir adım olduğunu anımsayacam.
Ama, şu da var, beni hökûmat kapısında da Leyla bilmezler. Öyle, rahmetli Hüsnü gibi “Laylaaa” da demezler haa! Kibarca “Müyesser hanım”, “Müyesser abla” derler.
…
Bu adın öyküsü de çok anlamlıdır. Babacığımın çalıştığı fabrikanın muhasebe servisinde bir Müyesser hanım varmış. Güzellikse güzellik, kibarlıksa kibarlık, ara sıra birlikte gördüğü zamanlarda fark edermiş ya kocasına saygıysa saygı da ondaymış. O zamandan kafasına koymuş babacığım, “Kızım olursa adı Müyesser’dir” diye. Öyle de olmuş. Adım hazır olduğundan ilk çocuğunun oğlan olmayışına bile hiç üzülmemiş babacığım.
…
Adımın Leyla’ya dönmesi gelin olduktan hemen sonra oldu. Bizim rahmetli Hüsnü; adından başka iyi yanını göstermezdi ya, nur içinde yatsın. Kaynanam beni görüp beğendiği gün pusuya yatmış beklermiş, adımı değiştirmek için. Neymiş efendim? Onların mahallesinde bir cadı Müyesser varmış, bunu bahçede erik çalarken yakalamışmış da, eşek sudan gelinceye kadar pataklamışmış. Benim adımı duydukça da yediği dayak aklına geliyormuş. Şimdi bu adı değiştirmesin de ne yapsın mış. Eh artık, yeni gelinlik mi dersiniz, el kapısı mı dersiniz, sesimi çıkaramadım.
Çok sonra kendi ağzıyla itiraf etti; Leyla Sayar’a hayranmış bizim rahmetli. Adımı ondan Leyla olsun, istermiş. Öyle kötü bir Müyesser de yokmuş aslında. Yollarının üstünde bir Müyesser hanım varmış ama, gelir geçerken ceplerine meyvedir, şekerdir yiyecek doldururmuş. Çok iyi, sevilen bir kadınmış.
…
Leyla teyzenin saati dolmuş olmalı, kalkmaya yeltendi. Tam kapıdan çıkacak, bu kez bizim hanım meraklandı:
- Peki apandisit ameliyatınız nasıl geçti?
Leyla teyze apandisit deyince şaşırdı:
- Apandisit ameliyatı olduğumu söylemiş miydim? Bir sarışın hemşire vardı. Yaşı, boyu, güler yüzlülüğü. Aah…
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ESKİ YOLDAŞ’A AÇIK MEKTUP
Hepinizin izniyle bugün “Abuzittin” kimliğimden biraz sıyrılmak ve ciddileşmek istiyorum.
Bazen çok eskiden tanıdığım değerli bazı insanların bugün içinde bulunduğu durumu görüyor ve anlamıyorum. Evet, ben başka bir kelime kullanmak istemiyorum. Sadece ve sadece anlamıyorum.
“Eski” Yoldaş;
En son bana hiç ama hiç sevimli gelmeyen, yazarlığını da yaptığın “özgürlükçü” bir gazetede bir röportajını okudum. Bir “eski” devrimci olarak, kendine “özgürlükçü solcu” sıfatını layık gördüğünü anladım.
Merak etme bu yazı öyle uzun filan olmayacak, basit bir yazı olacak, “akademik” “teorik” “ideolojik” filan da olmayacak, tarihe de hiç bulaşmayacak, malum o senin uzmanlık alanında kalıyor. Basit çok ama çok basit olacak.
Özgürlük öyle mi? Tamam, peki ama bir türlü anlaşılamayan bir şey var bence ortada. Ya ben anlamıyorum, ya da sen!
Nasıl bir özgürlük ki bu, Emperyalizm kelimesini sözlüklerden silmiş. Sizlerin yaşadığı dünya çok mu barışçıl acaba? Sizlerin dünyasında Kuzey Afrika ve Ortadoğu diye bir bölge yok mu? Sen ve ismini andığın bugünkü kaderdaşlarının yazılarınızda, konuşmalarınızda tek bir anti-amerikan satır, tek bir cümle yok.
Acaba yaşadığımız dünyalar artık farklı mı? Ya da ben hala bir aymazlık içindeyim de Amerika artık çok insancıl, çok barışçı bir ülke mi oluverdi birdenbire. Dünyada artık hiç bombalar patlamıyor ve çocuklar ölmüyor mu yoksa? Irak ve Libya bu dünyadaki ülkelerin adı değil mi?
Kendi iç siyasal rejimi, ülke içi baskıları ne olursa olsun, her ülkenin bağımsız ve özgür yaşamaya hakkı olduğunu, devrim ve demokrasinin ihraç ve ithal edilemeyeceğini sizler öğretmediniz mi bize? İran tehdit altında değil mi?
Benim yaşadığımı düşündüğüm “dünya” farklı. Amerika diye bir ülke var o dünyada. Yayılmacılık, hegemonyacılık ve devlet terörü ile özdeşleşmiş. Güney Amerika’da başka türlü, Kuzey Afrika’da başka, Ortadoğu’da başka bir terör rüzgarı estiriyor. Benim durduğum ve baktığım yerden dünya halklarının baş düşmanı hala!
Yoldaş, sen özgürlükçüsün öyle mi? Ve senin dünyanda sanki Amerika diye bir ülke yok!
Ama benim dünyam böyle değil. Ben “Kahrolsun Amerika” diye uyanıyor, “Defol Amerika” diye uyuyorum. Bırakalım devrimci, solcu, Marksist filan olmayı, gerçekten demokrat olmak için, özgürlükçü olmak için, dahası insan olmak için bile asgari koşul olarak görüyorum bunu.
Peki sen ne yapıyorsun? Derin analizler yaparak doğrudan Amerikalılara akıl veriyorsun! Ve adını wikileaks belgelerine yazdırıyorsun. İlginç bir “özgürlükçülük” anlayışı doğrusu, “ileri demokrasi” ne kadar demokrasi ise, bu “özgürlükçülük” anlayışı da o kadar hürriyet anlamına geliyor herhalde!
Ortak nokta adı konmamış bir Amerikancılık olursa; dünyaya ABD’nin gözlüğüyle bakılırsa, o gözlükle bakınca ancak Amerika’nın göstermek istediklerini görebilir insan.
Ben senin okuduğun kadar çok sayfa okumadım, evet doğrudur. Ama dünyaya çıplak gözlerle bakıyorum. Pembe gözlüklerim yok! Kapitalist düzenin bir parçası olan bir emekçi olarak karnımı doyurduğum “bankacılık” günlerimde bile böyle baktım. Beyinsel olarak asla düzene teslim olmadım!
“Her şeyden önemlisi, dünyanın neresinde olursa olsun, her kime yapılırsa yapılsın, herhangi bir haksızlığı her zaman en içinde hissedebilen” bir insan olarak ben her zaman hem çevreme ve hem de kendi vicdanıma karşı dürüst oldum.
Ne başkalarına ne de kendime yalan söylemedim. Ve hiçbir zaman “Kahrolsun Amerika “ demekten vazgeçmedim.
Lise son sınıfta ODTÜ’deki bir forumda ilk kez haykırmıştım bu sözleri ve o zaman en yüksekte Deniz Gezmiş vardı.
Aradan yaklaşık 40 sene geçmiş, o günden bu yana yaşamımın hiçbir dakikasında bir iyimserlik tohumu yeşermedi içimde Amerika’ya karşı.
Bugün de dünyanın güneyinde Afrika’dan Asya’ya kadar uzanan coğrafyada her başkaldırının ve isyanın önündeki temel hedef olmak zorundadır, Amerika. Benim gözlerim böyle görüyor!
Burnumun dibindeki Irak’ta onlarca insan, İncirlik üssünden kalkan uçaklarla katledilirken nasıl susabilirim ki? Dünya halklarına azgınca saldırılırken nasıl susabilirim ki?
Bu eşsiz coğrafya, Benim Ülkem Amerikan işgali tehdidi altındayken ben nasıl susabilirim ki? Amerika Nevada çöllerinde Türkiye’yi işgal tatbikatları yapar, bunu da internet sitelerinden alenen ilan ederken nasıl susabilirim ki?
Evet, lafı hiç ama hiç uzatmaya gerek yok. Çünkü kısacık bakış bile yetiyor, bugün dünyaya! O halde insan olmak, eşittir Anti Amerikan olmaktır evet. Bazı sözde muhaliflerin “Anti-Amerikancı değiliz.” demelerine ise, bırakalım devrimci yurtseverleri kargalar bile gülüyor!
Mücadeleden vazgeçmek, arzu edilmez ama anlaşılabilir bir şeydir. Bazen bazı insanlar yorgun düşer. Çok hızlı koştuklarından ya da her ne sebeple olursa olsun. Tamam, olabilir. Anlayış göstermek gerekir. Kendi köşelerine çekilip hayat gailesi ile günlerini geçirmeye devam edebilirler. Ama yavaş yavaş ricat ederek düşmana intikal etmek, işte bu affedilemez. Yazılanların, söylenenlerin üzerindeki cilayı kazıyınca altından pırıl pırıl bir Amerikancılık çıkarsa işte orada durur ve yeniden düşünürüz.
Bu, yorgun aydın şurubu içmekten çok farklı bir durumdur. Ama ne yaparsınız olabiliyor! Diyalektik bir durum, insanda bazen kendi zıddına dönüşebiliyor. Acı, ama gerçek.
Sana “özgürlükçü” dersek, sekiz yıl, yani tam tamına 3000 gündür İngiltere parlementosunun tam karşısına kurduğu çadırıyla İngiltere’nin savaşçı politikasını protesto eden Brian Haw’a haksızlık etmiş olmaz mıyız? Onun eylemi, özgürlükçü olmanın hangi anlama geldiği üzerine alınacak en özlü derstir çünkü........
Babasının çalıştığı fabrikayı kapatıp üretimi Meksika'ya taşıyan General Motors işçilerinin kaderi ve patronlarının duyarsızlığının filmini çekerek, Vahşi kapitalizme hem de ana vatanında cepheden saldırı başlatan, o günden bugüne sınıfsal kökenlerini unutmadan, sıradan emekçi insanlarla gönül bağlarını hiç gevşetmeden, büyük şirketlere, patronlarına, yöneticilerine karşı husumetini hiç hafifletmeden savaşan Mike Moore dururken sen mi özgürlükçüsün yani! Güldürmeyin insanı....
Neyse tekrar sana dönelim....
Uzun süre bekledim. Eski bir yoldaşının acısını insanca paylaşmanı, ona ve diğer gazetecilere reva görülen zulme karşı çıkmanı umdum. Bilmiyorum, belki de hala kabullenemiyorum, yıllarını devrimci mücadeleye vermiş bir insanın vicdan denen şeyden bu kadar uzaklaşmasını.
Allah aşkına geçmişini beyninden tamamen silecek, hafızanı yok edecek sihirli bir yöntem filan mı keşfettin? Eğer öyle ise, doğum tarihini de bir hayli öne aldıysan bizim de haberimiz olsun. Sana haksızlık yapmayalım!
Doğan abiden söz ediyorum (Yurdakul). Devrimcilikten çok uzak olan, ama namuslu ve vicdanlı bir aydın gazeteci olarak yapılanlara sessiz kalmayan pek çok meslektaşı neler yazdılar, ama sen sustun. İki satır bir yazı yazarak “Acını anlıyorum, sabırlar diliyorum.” bile diyemedin. Pekala, bunu da geçelim.
Peki ya yatak odası kasetleriyle serpilip gelişen “ileri demokrasi” savunuculuğunuza ne demeli. Biber gazı, cop, tazyikli su ile ne de güzel gidiyor “ileri” yumurtaya hapis demokrasisi değil mi? Bu demokrasinin ne kadar ileri olduğunu Tekel işçilerine, HES’lere karşı direnen köylülere, Siyanürle zehirlenen Kütahyalılara, bir türlü atanamayan öğretmenlere sormak lazım. Uzatmayalım, dincilik ile demokrasinin asla bağdaşmayacağını da sizlerden öğrenmiştik biz!
Ülke topraklarının uluslararası madencilik firmalarına peşkeş çekilmesine, ülke doğasının katledilmesine seyirci kalınarak, AB-D’nin elinden tutularak özgürlükçü olunabilir mi? Emek cephesinde, işçi sınıfının yanında saf tutmadan özgürlükçü olunabilir mi?
1960’lar ve 70’ler de yüreklerimize ve beyinlerimize öylesine derin kazınmış ki, Anti Amerikan olmak, bizler ölürken bile Amerika’ya karşı mücadele ede ede öleceğiz. Ne mutlu yanımızda olan bütün yoldaşlarımıza.
Evet ben siz “eski” yoldaşlarımı, Anti Amerikancı olmaya, “Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” cephesine, halkın yanına, Mustafa Kemal’in bağrına çağırıyorum.
% 50 palavralarına bel bağlamak boşunadır. Günü gelirse eğer, iste o zaman takke düşecek ve kel görünecektir. İki cepheden birinde Vahdettin olacaktır yeniden, ötekinde ise Mustafa Kemal. Hepimiz Mustafa Kemal’iz çünkü!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KAR SEVİNCİ
Bembeyaz bir sabaha uyanmıştı, İstanbul. Sokak lambalarının etrafı kelebeklerin kanatlarıyla donatılmıştı sanki. Soğukta uçuşan beyaz kanatlarla. Yeni günün kızıllığı, Boğaz Köprüsü’nün arkasına saklanmaya başlamıştı çoktan, soğuğa inat daha bir mavi olmuştu köprünün ışıkları.
Birazdan küçük çocuklar uyanacak, okulların tatil olmasına sevinerek, kartopu oynamaya koşacaklardı. Anneleri bağıracaktı artlarından; “ üşüteceksiniz!” diye.
Ama karda, kardan adamsız olmazdı. Düşlerine girerdi çocukların, havuç burunlarıyla. Kömürden gözleri, olmazsa da olmazdı, simsiyah.
Taksim Meydanı’nı düşüyorum, büyük anıtı, sonra tepesinde kar birikmiş kırmızı tramvayı, zil sesini, eli şemsiyeli üşüyen kadını. Ve de martıları; karga sürüleri ile martıların bitmeyen dostluklarını.
Ev yemekleri yazan lokantaları, dönercileri, köşede milli piyango bileti satmaya çalışan adamı.
Bazen saz çalan bir adam olur Beyoğlu’nda, bazen bir grup konser verir, bazen de, Kızılderililer olur özgün müzikleriyle...
Müzeler de doludur şimdi, rengârenk malzemelerden yapılmış tuvallerle…
Kaldırımlar gelir sonra aklıma;
“Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.” Diyen, şair gelir.
Severler şairler kışı ve geceyi. Yazmak için yeterlidir, bir kâğıt, bir kalem. Bir de mevsiminde yağan, kar tanelerini...
Birbirine benzemeyen, birbirine karışmayan, kar taneleri. İnerken, her şair gibi onlarda kendileri bulur, yolunu…
İnsanlar, hayıflanacak birazdan; “yine mi kar? İşe nasıl gideceğim?” diye.
Ama kızmayın, sitem etmeyin! Kötü davranmayın artık Kar’a.
Her mevsim, kendisi olmasa neye yarar?
Yaz; Güneş’le, Kış; Kar’la, güzel!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÖNSÖZ
Düşünüyorum hem de uzun zamandır düşünüyorum. Bir şeyler var rahatsız eden içimde büyüyüp giden önüne geçemediğim… Diyorum ki bu küçükken olmazdı bana içim rahat gönlüm ferahtı. Derken bir davranış bilimleri uzmanıyla karşılaşıyorum. Duygulardan bahsediyor ve diyor ki hüzün olsun mutluluk olsun hissettikleriniz beyinde algılandıktan sonra ilk olarak kollarınızda bir etki oluşturur ve bu etki parmak uçlarınıza kadar tesir eder. Eğer ki siz o hislerinizi yazmaya başlarsanız rahatlarsınız. Mutluluk ise bu hissiyat artar ve etrafa da yayılmasını sağlarsınız yok hüzünse içinizde tuttuğunuz parmaklarınızın ucundan akıp giderken hüznünde kaybolduğunu duyumsarsınız. O an fark ediyorum ki ne kadar uzun zamandır yazı yazmıyorum ben ve yine o an fark ediyorum ki küçüklüğümde olan o rahatlık meğer içimdekileri akıttığım günlüklerimmiş. Öğretmenlerimin yazdırdıkları kompozisyon ödevlerimmiş. Ağlamak istediğimde gözümden gözyaşı değil de parmağımdan mürekkep damlatıyormuşum ben önceden. Gülmek istediğimde sesler ağzımdan değil de parmaklarımdan çıkıyormuş. Meğer ben önceden kendimi ne kadar iyi tanıyormuşum ne kadar da güzel ifade ediyormuşum. Arkadaşımla kötü bir gün geçirsem ertesine mektup yazar anlatırdım içimdekileri, annemi kızdırsam ve beni azarlasa bir süre sonra özür dilediğimi gösteren bir not bırakırdım mutfağa. Çünkü etrafımdaki herkesin bildiği bir gerçek vardı, ben çok sulu gözdüm. Asla kavga edemez, kimseyle tartışamaz, karşılık veremezdim çünkü daha ikinci saniyesinde ağlamaya başlardım. E hayat güllük gülistanlık değildi ki hep gülelim. Her insan yaşar bunları, her insan kendini ifade etmelidir. Yeri gelir bağırır, yeri gelir susarız. Peki ben kendimi nasıl ifade edecektim işte orda devreye girmişti renkli mektup kağıtlarım ve simli kalemlerim. Bir de sonradan hatırlamak istemeyeceğim şeylerle dolu olduğunu düşünüp yaktığım günlüklerim. Evet çok pişmanım okuyup da gülmek ne güzel olurdu şimdi ama zannettim ki o anlar bana hep acı verecek okursam asla unutamayacağım hiçbirini. Gençlik heyecanları diyelim işte her liseli gibi o sırada aşık olduğunuz o çocuğu ömür boyu unutamam zannettim galiba. İlerde bir gün olur da okursam o günlükleri sanki içime derinlere gömdüğüm o neşter yine çıkıp keser zannettim zor iyileştirdiğim kalbimi. Ne kadar toy ne kadar küçükmüşüm hayat daha nelerle bekliyormuş beni…
Sözün özü yazmak istedim tekrar evet hem de hiç durmadan yazmak istedim ama düşündüm ki yazarım bu kolaydı elbet fakat birileriyle paylaşmadıktan sonra yine yalnız hissedeceğim kendimi. Ama kiminle paylaşabilirdim ki isimsiz mektup mu göndersem tanıdıklarıma dedim. Hayır, bu değildi istediğim ben aslında tanımadıklarımla paylaşmak istiyordum içimden geçenleri. Tam bunları düşünürken tanıştım ‘Kahve Molası’yla. O anda kahve içiyor olmam da ince bir latife oldu benim için. Belki de bir işaret.
Hep iyi bir yazar olmak istemiştim belki hala isteyebilirim bilmiyorum aslında. Ama özgeçmişime şöyle de bir bakınca yazar çıkmaz gibi gözüküyor doğrusu. Önce fen lisesi ardından mühendislik lisans eğitimi bir de lisansüstü eğitimi geliyor hemen arkasından. Rakamlarla konuştuk biz senelerce ama onlar sadece sembollerdi. Bir şeylerle ifade ettikten sonra kendinizi ne önemi vardı ki alfabenin ne olduğunun ister Kiril olsun ister Mors. Benim içim de yüreğim de böyle şiştiğine göre demek ki artık benim alfabem yani rakamlarım bana yetmiyordu. Yeni şeyleri yeni sembollerle daha doğrusu eskiden beri kullandığım sembollerle anlatmanın zamanı gelmiş ve geçmişti belki.
İlk deneyimimi ‘Kahve Molası’ yardımıyla o an neler hissettiğimi neden yazmak istediğimi anlatarak geçirmek istedim. Bu da benim önsözüm olsun dedim ne de olsa bizim millet önsözü pek sevmez hatta okumadan geçer çoğu zaman ondan fazla uzatmayayım da tadını kaçırmayım. Acemice aktardığım hislerimde bir yanlışlık olduysa affola efendim. Kahveniz bol olsun…
Fatma İşler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine II |
|
1876’da kabûl edilen Kânun-i Esâsî gereği ilk Osmanlı Meclîs-i Mebusan’ı, 20 Mart 1877’de, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanmıştı. Seçimle gelen vekillerden oluşan bu ilk meclis, târihî bir misyona sâhipti. Nitekim bu meclis, II. Mahmud’la başlayan “idârî reformlar”ın doğal bir gereğini sağladığı gibi, aynı zamanda da Osmanlı’ya bağlı eyâletlerde yaşayan hemen tüm azınlıkların yönetim kademelerine doğrudan ve etkin bir biçimde katılabileceklerini gösteriyor ve bu da emperyalist güçlerin, “azınlık hakları” bahanesiyle iç işlerimize türlü müdahâlelerini tartışmalı hâle getiriyordu.
II. Mahmud reformlarıyla birlikte, Osmanlı’nın geleneksel devlet düzeninde önemli bir farklılaşmaya gidilmiş ve nezâretlerin kurulmasıyla, mutlak monarşi sisteminden geri adım atılmıştı. Şimdiyse Saray, hükümranlık haklarından bir kısmını, seçimle gelmiş kimselerle ve azınlıklarla paylaşıyordu. 1876 Kânun-i Esâsîyesi’nin ilânıyla birlikte yapılan seçimlere, yalnızca 25 yaşını dolduran erkekler katılabilmiş ve seçilme yaşı olarak 35 öngörülmüştü. Seçilenlerin bu başarıları ise “bireysel bir başarı” olmaktan çok, âit oldukları cemiyetlerin başarısıydı. Bu cemiyetler arasında, yaptıkları işler itibâriyle ülke siyâseti açısından en önemli olanı ise kuşkusuz, İttihâd-ı Osmânî Cemiyeti’ydi. Daha sonraları bu cemiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti ismini alacaktı. (Birinci, 1999:401-3)
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluş târihi, 3 Hazîran 1889’dur. Kurucuları ise eski adı Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne olan Askerî Tıbbiyeli beş öğrencidir; İshak Sükûtî, İbrâhim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşid ve Konyalı Hikmet Emin. İttihatçılar, 1889 yılından ki, bu târihte Kânun-i Esâsîye ve meşrûtî monarşi, cumhuriyet, hürriyet, infiâl, vb. pek çok kelime yasaktı; bu amaçlar doğrultusunda bir cemiyet kurmak ise apaçık bir sürgün nedeniydi; işte, böylesi bir dönemden tâ 1926 yılına kadar, çalışmalarını şu ya da bu biçimde sürdürdüler ve değişik dönemlerde değişik adlar altında toplanmış olsalar da ülke siyâsetinde hep önemli noktalarda yer aldılar.
İttihatçılar, ilk dönem çalışmalarında, ülkemizde demokrasinin ve demokratik kurumların yerleştirilmesinde önemli bir rol üstlendiler. Fakat, zaman içinde beliren gerek Saray yanlısı birtakım tutumları, gerekse de ülke siyâsetinde karşılaşılan sorunların çözümü için kökensel bir düşünüşün eksikliğinden dolayı, kendilerinden beklenenleri tam olarak karşılayamadılar. Kaldı ki, aralarında hiçbir zaman tam bir görüş birliği de yoktu ve hemen tüm târihleri boyunca, birbirleriyle çok ciddî görüş ayrılıkları içine düştüler. İttihatçılar arasında önemli bir kanat, artık Saray’la işlerin yürütülemeyeceğini görüp anlıyor ve yeni bir siyasî düzenin; adı henüz telâffuz edilmese de Cumhuriyet’in, gerekliliğine işâret ediyordu.
Bir diğer kanat ise “revizyonist”liğin ötesine geçemiyor ve Saray’la köprülerin atılmasına karşı çıkıyordu. Hâliyle, bu görüş ayrılıkları, İttihatçıları zor bir duruma düşürüyor ve sosyal gelişmelerde etkin olmalarını güçleştiriyordu. İttihatçılar ilk dönemlerinde, Osmanlı’nın geleneksel toplum düzeni içinde yeniyi, ileriyi, gençliği temsil ediyorlardı; bunlarsa bu toplum düzeni içinde zâten “tu kaka” ilân edilmiş ve yozlaşma nedenleri arasında sayılmaya başlanmıştı. En çok da bunun içindir ki, II. Meşrûtiyet’in ilânından sonra bile, tek başlarına iktidâra gelemediler ve hattâ, 1913’te Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesine kadar, herhangi bir sadrâzam ya da üst düzey yönetici bile çıkartamadılar. (Tunaya, 1988:63-5)
Dahası, Saray’ı ve II. Abdülhamid’i doğrudan karşılarına almak yerine, belirli birtakım dolaylamalara başvurdular; “yakın çevre”sini “hedef gösterdiler” ve Osmanlı toplumunda egemen olan kulluk anlayışını gözeterek halkı halîfeye karşı ayaklandırmakta oldukları yollu biz izlenim yaratmaktan sakındılar. Ayrıca, “dînin kamusal alandan özel alana çekilmesi” konusunda da başarılı olamadılar; bunun sağlanması ise 1923 Devrimi’ni bulur. Kamusal alanda dînî otoritelere hesap verme zorunluluğunun bu devrimle ortadan kalkmasıyla birlikte, dînin kamusal alandan tasfiyesi gerçekleşir; yâni, “1908 Ruhu”nun tam anlamıyla kamusallaşması, ancak 1923 Devrimi’yle sağlanır.
İttihat ve Terakki’nin örgütlenme modeli de son derece ilginçtir ve bu modeli incelemek, bizdeki “demokrasi”nin Batıdakinden farklarını görmede son derece yararlıdır. Hem, ülkemizde çağdaş demokrasiyi niçin bir türlü yerleştiremediğimizi anlamamız için de faydalıdır. Nitekim, Batıda ilk “demokrasi” uygulamaları, Grek kent-devletlerinde ortaya çıkar. Grekler, siyasî kurumlarının başına geçecek kimseleri oyla seçiyor; bunun adına da demokrasi; “halk idâresi” diyorlardı. Ancak, bu “demokrasi”nin altını biraz kurcaladığımızda, bunun pek de “çağdaş” olmadığını ve “demokrasi”yle tam olarak örtüşmediğini de rahatlıkla görebiliriz; Greklerde, yalnızca köle olmayan; yâni özgür yurttaşlardan, salt erkeklerin oy hakkı vardı.
Çağdaş demokrasi, aslında Fransız Devrimi’nin bir ürünüdür. Jakobenler, devrimin getirdiklerini olumlayan insanlar yaratma ihtiyâcı içine girmişler; bunun yolunu da demokratik ve meşrû yöntem ve mekanizmalarda görmüşlerdi. Fransa içindeki siyasî örgütlenmelere hız kazandırdılar, siyasî partilerin kuruluşunu da sınıf esasları temeline oturttular. Yâni Jakobenler, devrimin yerleşip güçlenmesi için sınıf esaslarına dayalı bir partileşmeden yana oldular; sınıfsal çelişkilerin dışında bir farklılığın temele alındığı bir siyasî örgütlenme modelinin, devrime zarar vereceğini düşündüler. Önce, bir burjuva partisi kutrular/kurdurttular ve sonra da bir işçi partisi ve bu örgütlenme modeli, yavaş yavaş tüm Batıya yayıldı.
En çok da İngiltere’de benimsendi; çünkü, İngilizlerin ekonomik ve toplumsal yapıları, birbirleriyle dolayımsız bir ilişki içindeydi; toplumsal yaşam, ekonomi-politiğe göre şekilleniyordu ve bu modelin tutması için zemin uygundu. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ise Jakoben kelimesi, daha çok bir “küfür” olarak kullanılmakta; baskıcı, tek-benci, despotik yönetimler için bir sıfat şeklinde anılmaktadır. Oysa Jakobenler, Fransız Devrimi’nin yerleşmesi ve güçlenmesi adına belirli birtakım yanlışlara imzâ atmış olsalar da bu örgütlenme modelinin benimsenmesinde etkin oldular ve çağdaş demokrasinin doğup gelişmesini sağlamakla, insanlık târihine önemli bir katkıda bulundular.
Kanımca, siyasî örgütlenme modelleri arasında insanlığın gelişimine katkı sağlayan olanaklı tek model, ekonomi-politiğe dayalı olandır. Bu model bırakılıp örneğin günümüzdeki gibi etnik, dînî ve toplumsal farklılıklar üzerine vurgu yapan siyâset tarzları benimsendiğinde, insanlık vicdânında derin üzüntüler yaratan olayların önü alınamıyor. Fakat, bu demek değildir ki, sınıfsal temellere dayalı bir siyasî örgütlenme modeli, “sütten çıkmış ak kaşıktır”. Hâyır, bu da doğru değildir elbette; ancak, bu tür bir örgütlenme modeli, sorunların doğru ve etkili bir biçimde tartışılmasına ve çözülmesine çok daha elverişlidir. Çünkü, başka hiçbir şey, insanları maddî gereksinimleri kadar biraraya getirici ve “rasyonel eylem”e sevk edici değildir.
“Rasyonel eylem”, her türlü etnik, dînî, vb. talep ve arzunun üzerinde, ekonomi-politiğin belirlenimleri içindedir ve gerek Batıda, gerekse de bizde, kaç tâne “dinci parti” varsa, kaç tâne “etnik-milliyetçi parti” varsa hepsine şöyle bir bakıldığında bile görülecektir ki, eğer yaptıkları bir-iki tâne doğru düzgün iş varsa, bunun ne dinle, ne de etnik-milliyetçilikle hiçbir ilişkisi yoktur; bunların kaynağı da yine ekonomi-politiktir. Dolayısıyla, bu örgütlenme modelini ilk kez bulup uygulayan Jakobenler, insanlık târihine çok büyük bir hizmet etmişlerdir; diğer yanlışları ise ayrı bir konudur ve bu yanlışlar nedeniyle Jakobenler, târih karşısında zâten mahkûm olmuşlardır.
Ülkemizdeki siyasî örgütlenme modeli ise Batıdakinden farklı olarak, komitacılık esâsına göre şekillendi. Bizde henüz yolun başındayken, bir şeyler yanlış bir zeminde şekillenmeye başlamış ve çağdaş demokrasi; sınıfsal temellere dayalı bir siyasî örgütlenme modeli ıskalanmıştı. Gerçi, bunu sağlayacak nesnel-târihsel koşullar da henüz yoktu; azınlıkların elindeki komprador sermâyenin dışında, ne bir burjuva, ne de bir işçi sınıfı vardı. Ancak, siyâset tarzını ekonomi-politik üzerine oturtma çabası da yoktu ki bu, farklı bir şeydir. Ekonomi-politiğe dayalı bir düşünme tarzı, henüz sorunların çözüm yolu olarak düşünülmüyor ve siyasî tartışmalar etnik, dînî, vb. temeller üzerinde ele alınıyordu ki, bunlar da çağdaş demokrasinin ruhuna tersti.
İmdi İttihatçılar, komitacılık esâsına göre örgütlenmişler ve siyasî faaliyetlerini, son derece gizli bir biçimde sürdürmeye başlamışlardı. İstibdad dönemi yasakları, onları epeyce zorluyordu. Yine de bu çekirdek kadro, tüm bu yasaklara karşın “devrim” (“içtimâî inkılâp”) düşüncesi geliştirmekten de geri durmadı; her ne kadar, bu “devrim”in de Batıdaki anlamını bilmeseler de. Ancak, döneme damgasını vuran “içtimâî inkılâp” söylemi daha çok, meclisin yeniden açılmasına; belirli bir dönemde ortaya çıkmış belirli bir kurumsal düzenlemenin yeniden tesis edilmesine göndermede bulunuyor ve “içtimâî alan”da topyekûn bir “inkılâp”ı içermiyordu; 1876’da elde edilen kazanımların genişletilmesi değil, tekrar sağlanması amaçlanıyordu.
II. Abdülhamid’i tahtan indirmek ve Kânun-i Esâsîye’yi yeniden ilân etmek biçiminde tanımladıkları bu “devrim” düşüncesi, kısa zamanda etraflarına geniş bir kitlenin toplanmasını sağladı. 1894 yılına gelindiğinde ise bu çekirdek kadro, siyasî nüfûsunu iyiden iyiye arttırdı ve komitacılığı bir tarafa bırakıp “kamusallaşma”ya karar verdiler; aralarına, Tıbbiye öğrencilerinin dışından da üyeler almaya başladılar. İttihatçılar, komitacılık esâsına göre belirledikleri örgütlenme modeliyle giriştikleri siyasî faaliyetlerle başladıkları bu “demokrasi” yürüyüşünde, başlangıçta halk desteğiyle yola koyulmamış, daha sonra bu desteği kazanmaya çalışmışlardı. (Şerifoğlu, 2008:158)
Oysa çağdaş demokrasilerde, siyasî faaliyetlerin temelinde sınıf çıkarları olduğu için bu faaliyetler, geniş halk kitlelerinin desteğiyle başlar ve gelişir. Sınıfsal gereksinimlere ilişkin bir hoşnutsuzluk ortaya çıktığında, yönetim kademelerinde de değişikliğe gidilir; başarısız olan kadro gider ve yerine yenisi gelir. Böylelikle, gerek parti içinde, gerekse de temsil edilen kitleyle olan ilişkilerinde tam demokrasi sağlanır. İttihatçılar ise ne sınıfsal bir temele sâhiptiler, ne böyle bir temeli amaç edindiler, ne de siyasî sorunların çözüm yolu hakkında ekonomi-politiğe dayalı bir düşünme tarzına sâhip olabildiler.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YAŞLI ADAM
Pencerenin tozlu pervazına
Dayamıştı kolunu yaşlı adam
Feri sönük gözleri nöbete durmuştu
Sokak başında
Katmerleşen özlemi kaldırıp koyabilseydi
Azıcık bir köşeye
Derin bir uykuya dalacaktı
Huzurun en kuytusunda
Kaçıp çıkarmak isteyen nefesine
Soluksuz kalmaktan korkan yüreğine
“Sakin ol, sakin ol “dedi
Başını okşar gibi öksüzlüğünün
“Gelecek elbet, gelecek
Onu beklediğimi biliyor”
Güne baş kaldıran ayçiçekleri gibi
Başını sabaha çevirdi menekşelerden önce
Cam önünde bekleyişlerini
Teselli etti dile gelmeyen sözcüklerle
Buruk bir hüzün
Yüzünü yalayıp geçti
Oturdu gözlerline
Titreyen ellerini önce masaya koydu
Sonra ateşten çeker gibi
Sakladı kucağına
Sancılı bekleyişleri
Karın ağrılarına eşlik ederken
Telefon saldı
Sevinçle sıçradı
Fersiz bacaklarına hükümsüz
Kalbi dudaklarından önce dile geldi
Bin bir zorlukla kaldırdı telefonu
“Bu bayram gelemiyorum tatile gidiyoruz
“Sonra görüşürüz “dedi
Telefondaki ses
Kelimeler can çekişti
Gözleri karardı
O gelmeden vermeye korktuğu nefesi kesildi
Tüm gücünü toplayıp
Peki demeyi başardı
Ama… Hoşça kal demeyi başaramadı.
Gülizar Söğütçü KURUM
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|