|
|
|
Editör'den : '4+4+4'ü engelleyemeyeceksiniz'!.. |
Başlık bana ait değil. Tayyip Bey'imizin haykırışı. "Dediğim dedik, çaldığım düdük" diyor yani. "Size ihtiyacım yok, ben bu ülkenin geleceğini ister karartır ister aydınlatırım, sana mı soracağım?" demeye getiriyor. Haklıdır, yerden göğe kadar haklıdır. Değilmi ki, bu memleketin yarısının oyunu almıştır, çoğunluğu biz garip azınlığa yem etmeyecektir. O düdüğü çalana kadar maç devam edecektir.
Kadınlar günü münasebetiyle kadınların karşısındaydı dün. "Kadın" denmesine karşıymış paşam, kadın cismin adıymış ama ona biçilen entari, "analık"mış. Kadın değil Ana'ymışsınız ey kadınlar. Sırtından sopası karnından bebesi eksik edilmeyecek, en az 3 kere yavrulayacak anaymışsınız siz paşama göre. Haddinizi bilin, oturun oturduğunuz yerde. O isterse sizi vitrine manken niyetine koyar, isterse Meclise vekil yapar, kaldırıp indiresiniz diye... elinizi.
Onun her "Ana" deyişinde yıkıldı salon, eminim ağlayanlar bile olmuştur. İyi de, kadın olduklarından geçtim, insan olarak ne değerleri olduğunun farkındalar mıydı acaba? New York'ta grev yaptıkları için fabrikalarında yakılan 129 dokuma işçisinin anısına kutlanan Dünya Kadınlar Günü'nde Türk kadını dokuma tezgahını bırakıp ana rahmine geri dönmüş kime ne.
Bir yanda "Kadına Şiddet Yasası" Meclis'ten geçerken, öbür yanda bir abuk zorunlu eğitim tasarısıyla 12 yaşında kız çocuğunun başını bağlayıp, erkeğe mahkum, dindar anaç tavuk nesli yaratılmaya çalışılıyor. 12'yi tutturabilmek için daha çişini tek başına yapmayı beceremeyen bebeleri ilkokula göndermeyi planlayan aşırmacı bakan ve ekibi de memleketin içine etmenin müfredatını konuşuyor. Konuştuklarının matematiksel sonucunu bile görmezden gelmeye razılar, yeter ki; imam hatiplerin orta bölümü açılsın, yeter ki; seçmeli ders olarak arapça, Kuran okutulsun, yeter ki; buluğ çağına girmiş kızlar aile zoruyla kapansın, yeter ki; hepsi biat etsin sıradan kullara dönüşsün, yeter ki; seçim zamanı geldiğinde Allah adına, din adına bu bezirganlara oy versin, yeter ki; yüce padişahın şanı yürüsün, nesli sürsün...
Nesli dönüştürmek yetmiyor, araya yağdanlığı ve rantı da sokmayı unutmuyorlar. Eğitim gibi çok önemli bir mesele ile ilgili temel kanunda değişiklik yaparken araya soktukları, üniversitelere verilecek RTE, A.Gül,vs. isimlerle yağdanlığa yağ ekliyor, 8 milyar liralık tableti ihalesiz sipariş usulüyle yandaşa peşkeş çekmenin alt yapısını hazırlayıp, yeni yeni rant kapıları icat ediyorlar. İşte asıl küstahlık bu. Gözümüzün içine baka baka bizi her anlamda soymaya hazırlanıyorlar.
Küstahlık sınırlarını zorlayan bir diğer vaka da, yorumcu mu, vekil mi, futbolcu eskisi mi olduğuna bir türlü karar veremeyen Şükür biraderin inadı. "Cesaret cehaletten gelir" diye bir söz var mıydı bilmiyorum ama yoksa da ben söylemiş olayım. Ben, bu cesaretin öyle beyefendiden alınan izinle, okyanus aşırı icazetle izah edilemeyeceğini düşünmeye başladım. Ve ben buna "Yarabbi Şükür" cehaleti diyor başka da birşeycikler demiyorum. Suya sabuna dokunmadan laf ebeliği ettiği programı artık seyretmiyorum ben. Kendisine Şansal'la, Markus'la ömür boyu mutluluklar dilerim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan EMEKÇİ KADINLARA SELAM, SÖMÜRÜYE DEVAM |
|
Karafatma Heykeli Nilüfer’in en görkemli anıtlarından biridir. Heykelin bulunduğu yer Karafatma Meydanı olarak bilinse de orada görmeye değer bir meydan yoktur. İnsanların toplaşmasına uygun bir açıklık ve genişlik olarak düzenlenmemiştir. Kara Fatma heykelde kocaman gövdesini çocuklarına siper eden anaç ve cesur bir köylü kadını olarak işlenmiştir. Düşmanın karşısına dikilen ve gövdesini çocuklara siper eden anne tasviri gerçekten etkileyicidir. Milli mücadele kahramanı kadınlarımızın unutulmamış olması, anıtlarda, kitaplarda, resimlerde yaşatılması beni mutlu eder. Savaşlar, depremler veya çatışmalar en çok çocukları ve kadınları öldürür. Erkeklerin silahı vardır. Kendilerini savunacak planları, sığınakları, stratejileri ve bunun için harcanacak kaynakları da… Yokluk, açlık, ölüm, işkence ve tecavüz kaçınılmaz olarak kadınların payına düşer.
Milli mücadelede erini yalnız bırakmayan, canını evlatlarına siper eden kadınlara sonra ne oldu? Kaç tane savaş kahramanı kadın tanıyoruz. Ben bir iki tanesinin adını anımsadım ama ötekileri araştırdım. Karafatma, Ayşe Hanım, Tayyar Rahmiye, Bitlis Defterdarı’nın Hanımı (Kâtip Şefika Kemal) Hatice Hatun, Kara Fatma Şimşek, Tarsuslu Kara Fatma, Gaziantepli Yirik Fatma, Nazife Kadın, Gördesli Makbule, Asker Saime Hanım, Halime Çavuş ve Necibe Nine ile Şerife Bacı Milli Mücadele kahramanları arasında öncelikle sayılanları oluşturuyor. Bu kadınlardan bazıları yurdumuzun düşman işgalini görmeden şehit düşmüştür. Kutlu günlere kavuşanlara ne olduğunu ise bilinmiyor. En iyimser bir öngörüyle savaştan sonra istiklal madalyası ile onurlandırılmış ve belki gazi maaşı bağlanmıştır. Oysa savaş sonrası üst rütbeli subaylara ve askerlere azınlıkların terk ettiği araziler dağıtılmıştır. Binboğalar Efsanesi romanı Adana Çukurova’daki paylaşımı bütün ayrıntıları ile anlatmaktadır. Benim büyüdüğüm ovada da paşa isimli büyük çiftlikler vardır. (Halitpaşa Çiftliği) Savaş kazanıldıktan sonra kadın kahramanlar unutulmuş onlar yine evlerine, ocaklarına (mutfaklarına) geri dönmüştür. Birkaç tanesi mebus seçilmiş ve Anakara’ya gitmiştir. Ötekiler milli kurtuluş günlerinde ya hatırlanmış ya hatırlanmamıştır bile…
Savaşın olağanüstü koşullarında eşit sayılan kadın barış zamanlarında yine eski geleneksel konumuna geri gönderilmiştir. Haksızlık ediyorsunuz bu ülkede kadınlar Avrupa ülkelerindeki hemcinslerinden daha evvel seçme seçilme hakkını elde etmiştir diyorlar. Yerden göğe kadar haklısınız elbette ama hala okullaşmadan haklarına düşeni alamıyorlar. Çalışma hayatından ve sosyal yaşamdan da öyle... Örf, töre, anane, gelenek adına her ne dersek diyelim hala kadını erkeğinin çok gerisinde, gölgesinde bırakmaya devam ediyoruz. Kadınlarımızla sadece yoklukta, kıtıkta ve savaş zamanlarında eşitiz. Ama barış ve zenginlikte kesinlikle değil. Paramız olunca ilk önce üç şeyi değiştiriyoruz. Evimizi, arabamızı ve eşimizi... Yoksulluğun ve sıkıntıların ortağı zenginliğin ve refahın can yoldaşı olabilir mi? Ayak uyduramaz ki garibim ne yapsın? Kadının kutsallığı üzerinden yürütülen demagojik cümlelerle onları sömürmeye devam ediyoruz. Ukraynalı Femen grubu adındaki bir topluluk kadın bedeni üzerinden yapılan haksızlıkları protesto ediyor, soyundukları için ağzımızın suyu akarak izliyoruz. “Bunlar uçmuş abi, kafayı yemişler resmen. Kızların memeleri de güzelmiş hani. Benimkiler de bu kadar güzel olsa ben de açarım.” Geyiğinden bir türlü sonraki aşamaya geçemiyoruz. Hâlbuki kadının giyinme tarzı onlar açısından egemen düşüncenin bir dayatmasıdır. Bunun içinde modacılardan siyasi iradeye kadar onlarca farklı baskı grubu vardı. Soyunmalarının amacı bizi eğlendirmek için değil her türlü önyargıya, baskıya, sömürüye, duyarsızlığa ve dayatmalara karşı çıkmatır. Dünya emekçi kadınlar gününde ülkemize gelip soyunarak kadına yönelik şiddeti protesto etmişler. Polis bir dakika sonra hepsini toplamış. Neme lazım bizim kızlar da görür, özenir falan aman aman. Kimse görmeden toplayalım şunları demişlerdir. Memleketimizin ahlakı bozulmasın. Kadın üzerindeki en büyük baskılar hep bu maneviyat teranesi yoluyla yapılıyor. Beğenmediğimiz bir genç kıza “Sen Fatih doğuramazsın. Ne sakıncası var. O da Deli İbrahim’i doğurur.
Sömürü bütün arlanmazlığı ile sürerken son yıllarda kendine bir sürü yeni yandaş üretti. Daha birkaç gün önce bu ülkenin politikası kırk yıl etkilemiş bir büyüğümüzün kızı çıktı “ODTÜ’yü bitirdikten sonra çalışmak istediğini ama annesinin onaylamadığını,” söyledi. Annesi,”Kızım sabahın köründe sokaklarda niye sürüneceksin. Saat on bire kadar uyumak varken,” demiş. Sakın bu salak söyleme düşeyim demeyin. O kızın ailesi Karun kadar zengin. Çuval çuval altınları var. Evlendiği kişinin de öyle. Onlar doğarken ağızlarında altın kaşık varmış. Tahtasına razıyım bizim kaşığımız bile yoktu. Bütün siyasi partiler Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutlayan mesajlar yayınladılar. Herkes kimin ne olduğunu ve ne kadar samimi olduğunu biliyor. Biz artık kadının tamamen çalışma hayatından ve sosyal yaşamdan çekilmesini hedefleyen politikalar üretmeye çabalıyoruz. On yaşında eve kapansınlar ve ayakaltında dolaşmasınlar. Onların ne kadar kutlu, mübarek olduklarını söylemeye devam edeceğiz. Yeter ki etrafımızda dolanıp durmasınlar. Cennet analarımız ayaklarının altındadır. Yeter ki sözümüzden dışarı çıkmasınlar. Kadınlar size hak ettiklerinizi erkeklerin oluşturduğu ve kapısından girenlerin kadın olduklarını unuttukları bu meclis vermeyecek. Sizi sömürülmekten, horlanmaktan, şiddetten ve namus cinayetlerinden erkekler korumayacaklar. Ülkeyi bağımsızlık savaşında savunduğunuz gibi diş ile tırnakla siz alacaksınız. Mücadeleniz kutlu, onurlu ve inatçı olsun. BÜTÜN KADINLARIMIZIN DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu TORDAKİ KELEBEKLER |
|
İki üç günlük bir yağmurun ardından güneşli bir güne daha uyanıyor İzmir. Ne var ki falcı kadının baklaları gibi yamaçlara atılıvermiş gecekondulardan yükselen kömür kokularına hâlâ tutsak. Alerjiler, astımlar uyanmadan çekip gitmeli buralardan. Şimdi Bodrum pırıl pırıldır; varıp Bodrum’un tadını çıkarmalı.
***
Onu Menderes yol ayrımını geçince gördüm. Bazen odalarda, bazen yollarda kimi beklediğini bilmeden böyle tek başına beklerdi.
Aysel’di onun adı. Bataklı Dam’ın Kızı’ ydı. Bir Muhsin Ertuğrul filminin başrolündeydi. Çalıştığı evin beyinden hamile kalmıştı. Gençliği, sanki tek başına peydahlamış gibi çocuğu için sıkıntılara katlanmakla geçmişti.
O, Asiye’ ydi. Vasıf Öngören’ in kalemine dolanmıştı önce. Sonra Atıf Yılmaz filmiyle çıkmıştı karşımıza. Erkek egemen toplumun sömürü araçlarındandı. Çarpıklığın, adaletsizliğin, cinsel-sınıfsal sömürünün aynadaki yansımasıydı.
Sultan Gelin’di o. Cahit Atay anlatmıştı onu bize. En yüksek parayı veren zengin bir köylünün oğlu Osman’la evlendirilmişti. Ama Osman kalp hastasıydı. Osman, ölünce bu kez de Osman’ın 4-5 yaşlarındaki kardeşi Veli’yle evlendirilmişti. Veli büyüyüp delikanlı olunca: “Sana eşim diyemem. Sen bana ablalık, analık ettin.” demişti. Kayınpederi, karısının karnındaki bebeği,Sultan’a yeni eş adayı olarak sunarken Sultan hangi yazgıyı yaşadığının bilincinde bile değildi.
Keşanlı Ali’nin Zilhası, Deniz Küstü’nün Zühre Paşalı’sı, Ateşten Gömlek’in Aliye’siydi onlar.
Berdeldiler. Kiminin adı gazetelere E.E. ,kiminin M.Ç. olarak düşmüştü. Merdiven boşluğuna kendilerini asmadan ya da bir fincan zehir içmeden önce, karşılarına yüreklerinin sağdığı acının hikmetini soran Allah kulu çıkmamıştı. Bir başka gün Pippa Bacca olmuş, gelinlikle yollara düşüp bizlere barış mesajı vermek istemişlerdi. Hayallerini 78 yaşında bir (yazar!) alıp giderken on dördünde B.Ç. olmuşlardı. Güldünya olup şarkılara hüzün dokumuşlardı. Bazen de insanlara doğruyu, erdemi öğretmek için oyunlar oynarken ada yollarında yaşadıklarını anlatamayan A. olmuşlardı. Aslında A’dan Z’ye kadındı onlar:
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çoktu(r)lar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocuktu(r) lar.
***
Radyoyu severim. Televizyon gibi bencil değildir o. Hele yolda gerçek bir yol arkadaşıdır. Söke’ye yaklaşırken kadına dair sayısal veriler okuyor bir sunucu:
Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığının 2007 yılı raporuna göre:
- Bir önceki yıla göre şiddete maruz kalan kadın sayısı yüzde 70 oranında arttı.
- 72 bin 643 kadın şiddet içerikli suçlardan mağdur oldu.
- 842 kadın cinayete kurban gitti.
- 9 bin 317 kadın yaralandı.
- 5 bin 972 kadın kaçırıldı.
- 9 bin 675 kadın tehdide maruz kaldı.
- 466 kadın intihar etti. 5 bin 852 kadın intihar girişiminde bulundu.
- 14 bin 989 kadın aile içi şiddete maruz kaldı.
….
Belleğim yıllar öncesine götürüyor beni.
Yıl 1960, Dominik Cumhuriyeti’nde Diktatör Rafael Trujillo iş başındaydı. Patria, Minerva ve Maria Teresa Mirabel kardeşler bayrak açmışlardı bu insanlık dışı yönetime karşı. Üstelik Patria 1960 yılının Haziran ayında Clandestine Hareketi’ ni kurmuştu.
Tarih, 25 Kasım 1960'tı. Üç kız kardeş tecavüz edilip öldürüldüler. Ajanslar "Araba kazasında" öldü, diye haber geçtiler.
1981 den bu yana her 25 Kasım, Mirabal Kardeşlerin anısına “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak kabul edilmişti.
***
Güvercinlik’e girerken yeniden gördüm onu. İki üç de arkadaşı vardı yanında. Kelebekler gibiydiler: Alımlı; ama savunmasız. Ormana yakın duruyorlardı.Onlar Mirabal Kardeşleri duymuş, Asiye’yi, Aysel’i Aliye’yi… okumuş ya da izlemiş olabilirler mi, Pippa Bacca belleklerinden çıkmış olabilir mi acaba?
Bir polis aracını görünce kelebekler gibi kaçışıyorlar ormanın içlerine doğru. İri kıyım bir polis iniyor, bir süre arkalarından bakıyor.
Kızlarına okul, kadınlarına iş, aş, yuva sunamayanlar istedikleri kadar millet kesesinden “fakir fukara, garip guraba…” edebiyatı yapsın, ormanın derinlerinde torlarıyla bekleyen kelebek avcıları her koşulda yakalanacak kelebekler bulacaklardır kendilerine.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Daha dün Anne’mizin... |
|
Son günlerin önemli gündem maddelerinden biri de hiç şüphesiz “Sorunlu Eğitim” konusu. “Zorunlu Eğitim” sürelerinin; Avrupa ve Amerika gibi gelişmiş ülkelere bakıldığında UZUUUN, Asya ve Afrika gibi az gelişmiş ülkelere bakıldığında ise KISA olduğu bilinmektedir.
Madde 8 – 05.01.1961 tarihli ve 222 sayılı, 14.06.1973 tarihli ve 1739 sayılı, 05.06.1986 tarihli ve 3308 sayılı kanunlarda birlikte veya ayrı ayrı geçen “ilkokul” ile “ortaokul” ibareleri “ilköğretim okulu” olarak değiştirilmiştir.
(1) Bu fıkralarda bulunan; “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim” ibaresi, 29/6/2001 tarihli ve 4702 sayılı Kanunun 25 inci maddesi ile “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim ve orta öğretim” olarak değiştirilmiş ve metne işlenmiştir.
( 18.08.1997 tarih ve 23084 sayılı Resmi Gazete ile yürürlüğe giren 4306 no’lu bu kanunu, MEB’nın internet sitesindeki bağlantısından görebilirsiniz )
KESİNTİSİZ. Yani; NET ..! Öyle; kıvırmaca falan yok, “sekiz yıllık kesintisiz...” diyor. Rakamla değil, yazıyla yazmışlar üstelik. 5+3 değil ki, “4+4+4 mü yapsak acaba ?” muhabbetine girelim. Samimi düşüncelerle bu süreyi gelişmiş ülkelerdeki gibi uzuuun yapmak mı istiyoruz ? Öyleyse;
“dokuz yıllık kesintisiz...” yaparız.
İtalya, Avusturya, Portekiz, Yunanistan, Polonya, Ukrayna, Estonya, Gürcistan, Çin, Tacikistan, Endonezya, Tayland, Malezya, Sri Lanka, Güney Afrika, Mali, Madagaskar, Yeni Gine, El Salvador, Küba, Arjantin, Bahreyn, Cezayir ve Libya gibi..
“on yıllık kesintisiz...” yaparız.
Japonya, İrlanda, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Rusya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Monaco, Luxemburg, Meksika, Ürdün, Lübnan, Kırgızistan, Guyana ve Liberya gibi..
“onbir yıllık kesintisiz...” yaparız.
Fransa, İspanya, Norveç, Kanada, Avustralya, Malta, Moldova, Azerbeycan, Kazakistan, Ermenistan, İsrail, Guatemala, Peru ve Tunus gibi..
“oniki yıllık kesintisiz...” yaparız.
Amerika, İngiltere ve Yeni Zelanda gibi..
“onüç yıllık kesintisiz...” yaparız.
Almanya, Belçika, Hollanda ve Dominik Cumhuriyeti gibi..
Hatta; dünyada bir İLK’e imza atıp,
“ondört yıllık kesintisiz...” yaparız.
Sahi, yaparız değil mi ..?
Yaparız elbette...
Kim tutar bizi yahu ..!
Asarııız ..!
Olmadı, keseriiiz ..!
Sahi, neden kesmiyoruz ki ..?
“Zorunlu Eğitim Süresi’ni uzatmak istiyoruuuz...” - Heyoooo ..!
“M.K. Atatürk’ün yolunda, muassır medeniyetler seviyesi içiiin...” – Yihuuu ..!
“Mevcut süreyi 4 yıl daha uzatıyoruuuz...” – Fiyuuu ..!
“Amerika ve İngiltere’de neyse biz de oduuur...” – Yuppiii ..!
“12 yıl... 4 artı 4 artı 4 yaniii...” – Nasııı yani ..?
“Başlama yaşını da 5 yapıyoruuuz...” – Hööönk ..!
“İlk 4 yıl sonrasında yönlendirmeli eğitime geçileceeek...” – Haydaaa ..!
“Mesleki eğitim önem taşıyacak, katsayı uygulaması kalkacaaak...” – Budur yaaa ..!
“Kız çocukları 13 yaşında eğitime devam etmeyebileceeek...” – Hadi yaaa ..!
“İHL’ne 9-10 yaşından itibaren girilebileceeek...” – Şimdi oldu, haaa ..!<br>
Madem ki öneriyi getirdi önder; öyleyse 4-4-4 taktiğiyle filelere gönder...
Önünde; bir kısım muhalif en fazla “Cıııksss !” der...
Arkasında; en hızlısından noter...
Şimdilik bu kadarı yeter...
Zorunlu’dan Sorunlu’ya geçiş işlemi de başarıyla biter...
Böylece; eğitim işi de “0” sorunla yoluna devam eder...
Öyleyse; haydi bakalım 5 yaşındaki bebeler...
Okul yolu sizi bekler...
Oyun oynamanız için size tablet PiSi de verecekler...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Güvercin Kanatları |
|
Müesser kadın kapıda durmuş kıvırcık sarı saçlarının gölgelediği çakır gözleri ile kiracısına sinirli sinirli bakıyordu. İnce dudaklarını ilk önce büzüştürdü sonra da yüksek sesle konuşmaya başladı:
-Çocuklar bugün merdivenleri silmemiş. Çabuk silsinler, her taraf pislik içinde, onlar silmezse sen sil!
Rukiye, Müesser kadının fıçıyı andıran şişman vücuduna baktı, sıkıntılı bir şekilde cevap verdi:
-Tamam yenge ben hemen silerim, okuldan gelince unutmuşlardır, sen kusura bakma.
Rukiye, Müesser kadının kocasına uzaktan akrabaydı. İstanbul’a geldiklerinde onların evine kiracı olarak yerleşmişlerdi. Bazen ev işlerinde Müesser kadına yardım ediyordu; apartmanın merdivenlerini yıkıyor, evin camlarını siliyor, kömür odasını temizliyordu.
Müesser kadın, ev hanımıydı ve zamanını ha şu evde ha bu evde günlere giderek geçiriyordu. Zaten istese de çalışamazdı, çünkü merdiven çıkamayacak kadar şişmandı. Kocası Cafer Efendi ise binanın giriş katındaki kahvehanenin sahibiydi. O da bütün zamanını burada geçirir, bazen çatıya çıkar, çatıdaki güvercinleriyle ilgilenirdi. İyi beslediklerini, pazara götürüp satardı. Kahvehanede gizlice kumar oynayan bu adam, kolay yoldan para kazanmayı da öğrenmişti. Kiracıların elektrik ve su parasını kendine ortak eder, faturaları yarı yarıya ödetirdi. Müesser kadın, bütün gün evde kah halı yıkar, kah perde yıkar, suyu bol bol harcardı. Rukiye, sadece hafta sonu suyu kullanmasına rağmen ay sonunda gelen kabarık faturanın yarısını mecburen öderdi. Ama akraba oldukları için bazı haksızlıklara göz yumması gerekiyordu. Mesela, bir kış günü kovaya doldurduğu kömürler ile tam eve girecekken merdivenlerden aşağıya inen Müesser kadın, kovanın içindeki kömürlere bakarak laf söylemişti.
-Biraz da kırıntılardan al! Parçalardan alıyorsun, yakında kömür bitecek!
O günden sonra kömürlüğe her indiğinde merdiven boşluğunun yukarısından çakır gözlerin onu takip ettiğini hissetti. Duruma içerlediği için de parça kömür almadı, kırıntıları topladı, işyerinden getirdiği kesik kumaşlarla sobasını yaktı, evini ısıttı.
Güneşli bir ilkbahar gününde ev temizliğini yapmış balkonda çamaşır seriyordu. Müesser kadının çatıdan gelen sesini duydu:
-Rukiyeee! Rukiyeeeee, gel koşşş!
Telaşla elindeki çamaşırı bıraktı ve çatıya koştu. Şişman kadın tombul parmağı ile kafesi gösteriyordu.
-Gel Rukiye, gel bak ne olmuş burada, yavrular ölmüş! Ben yapamıyorum, onları çatıdan aşağıya sen atıver!
Rukiye, yavrulara baktı, hiçbir şey söylemedi. Bir bez parçasıyla kanatlarından tuttu ve yan binanın alçakta kalan çatısına attı. Yavrular boşluğa düşerken içi titredi, gözleri yaşardı. Oradan sanki kendisini atmış gibi hissetti. O gece rüyasında kuşları gördü. Çok güzel iki güvercin onu masmavi gökyüzünde uçuruyorlardı. Altında yemyeşil çayırlıklar ve rengarenk çiçekler vardı. Gözleri nemli uyandığında rüyayı ve kuşları düşündü. Günlerce bu rüyanın etkisinde kaldı.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-10
Hayrettin, o gün her zamanki gibi erken uyandı. Kalkar kalkmaz salona gitti, oradaki kapının arkasına baktı. Neden baktığını, ne aradığını kendisi de bilmiyordu. Son zamanlarda böyle garip bazı hareketler yapar olmuştu. Yerdeki karoların çizgilerine basmadan yürümeye çalışmak, perdedeki çizgileri saymak gibi… Yalnızlığın getirdiği sorunlar psikolojik bozukluğa yol açmış olmalıydı.
Bir yandan kahvaltı ederken diğer yandan da televizyonu izledi. Mutfakta biraz iş yaptı. Traş oldu. Randevu saatine kadar oyalanabileceği meşgaleler bulmaya çalıştı.
Buluştuklarında Irmak, önce sahilde biraz yürümeyi, yorulunca da oturmayı teklif etti. Hava güzeldi. Yan taraftaki park kuşlarla doluydu. Hepsi de siyah güvercindi. Yerdeki yiyecekler için oraya toplanmışlardı. Nitekim bir kadın, içinde ufalanmış ekmek parçaları olan bir poşeti parkın çimleri üzerine boşaltıp, arkasına bile bakmadan oradan uzaklaştı. Kuşların hepsi oraya hücum etti. Demek ki insanların bazı hareketlerinin ne anlama geldiğini öğrenmişlerdi.
Yüzlerce kuş vardı. Küçük bir erkek çocuk kuşların bu hücumunu görünce heyecanlandı ve annesinin yanından koşarak uzaklaştı, kuşların arasına daldı. Kuşların içinde adeta kayboldu. Kuşlar çocuğu görünce havalandılar, ama fazla değil. Aynı yerde, çocuğun etrafında oldukça alçaktan uçuyorlardı. Kanat çırpışları metrelerce uzaktan duyulabiliyordu. Küçük çocuğun annesinin de dikkatini çekti bu hareketlilik ve kuşların çocuğuna zarar verebileceği düşüncesiyla yerinden kalktı. Çocuk, ellerini açmış bir yandan kuşları tutmaya çalışırken, diğer yandan da sevinç çığlıkları atıyordu. Elini tutan annesine önce direndi, ancak sonunda onunla birlikte gitmek zorunda kaldı. Kuşların hepsi tekrar ekmek kırıntılarının olduğu yere yığıldı.
Yoldan geçen bir itfaiye aracının sesi konuşmalarının duyulmasını engelliyordu. Rahatsız edici bir ses çıkardığı için kuşlar bile yiyeceklerini bırakıp kaçmak zorunda kalmışlardı.
Etraf satıcı ile doluydu.
Yarım saatlik yürüyüşten sonra Irmak, deniz kenarında bir çay bahçesine oturmayı teklif edince, oraya doğru yöneldiler. Mis gibi bir simit kokusu geliyordu. Coşkun sordu:
-Simit yer misin? Çayla güzel olur.
-Evet, çok severim. Bana iki tane. Biri benim, diğeri de martıların.
Coşkun,
-Ben de martılar için bir tane isterim. Dedi ve dört tane simit aldı.
Seçtikleri masa ile deniz arasında bir-iki metre kadar mesafe vardı. Martılar ise onlardan oldukça uzakta uçuyorlardı. İki martının onlara doğru yaklaştığını gören Coşkun, simitten büyük bir parça koparıp ayağa kalkıp fırlattı. Martılar havadaki simidi görmedi, ama suya düşünce dikkatlerini çektiği için balıklama atladılar. Onların bu hareketlerini gören diğer martılar da sinyali almış olmalılar ki Irmak ve Coşkun’a doğru gelmeye başladılar.
Martıların simit parçacıklarını havada kapışları çok hoşlarına gitmişti. Öyle ki Irmak, kuşlara ayırdığı simit bitince kendisininkinin de yarısını bu eğlencede harcadı.
Irmak:
-Elini benimkinin yanına koyar mısın; ama değdirme. Dedi. Maksadını anlamamış olmasına rağmen Coşkun, dediğini yaptı. Irmak:
-Şimdi zihnini elinin üzerinde yoğunlaştır. Yani sadece elini düşün.
-Tamam.
-Ne hissediyorsun?
-Elimde sanki bir karıncalanma var gibi.
-Evet, ben de aynısını hissediyorum. İşte bizi birbirimize yakınlaştıran bedenlerimizdeki bu enerjinin çekim gücüdür. Aynı şeyi birçok insana karşı hissetmeyiz. Hatta çok yakınımızda olmalarına rağmen varlıklarından haberdar bile olmayabiliriz. Biz bir rastlantı sonucunda birbirimizi bulduğumuzu sanıyoruz, ancak gerçek öyle değil. O gün olmasa bile bir başka gün bedenlerimizdeki bu çekim gücü gene bizi karşılaştıracaktı.
-Çok ilginç bir yaklaşım. Doğru olabilir söylediklerin. Başlamış olan güzel bir ilişkimiz var. Ben bundan dolayı çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Hem mutluyum da.
-İlişkimiz coşkun bir ırmak gibi akıp gidiyor. Hayatın kendisi de böyle. Takma isimlerimizi bulmamız da bir tesadüf gibi görünse de değil. Aslında isimlerimiz ilişkimizin yönünü de belirlemiş.
-Nasıl yani? Her şey bizim irademizin dışında mı gerçekleşiyor?
-Orasını bilemem. Yön derken şunu anlatmaya çalışıyorum: Her ırmak denizden doğar ve sonunda mutlaka denize kavuşur. Doğum ve ölüm aynı yerdedir. Deniz suyu buharlaşır bulut olur; bulut yağmur olarak yağar; yağmur suları ırmağa dönüşür ve ırmak da denize kavuşur, orada kaybolur gider. Kaybolur gider diyorum, ancak bu kaybolma gerçek kaybolma değildir. Çünkü döngü devam edecek ve deniz, yeniden ırmaklar yaratacaktır.
-O zaman bizim ilişkimizin de ölümü, yani sonu söz konusu. Bu sonu engellemek için bir şeyler yapamaz mıyız?
-Maalesef yapamayız. Bu gerçeği kabullenmeli ve o an gelinceye kadar her şeyi dolu dolu yaşamalıyız.
Konuşma Coşkun’un canını sıkmıştı. Kaşlarını çattı. Irmak bu halini hemen fark etti.
-Suratını asma. Anlamaya çalış.
-Elimde değil, moralim bozuldu. Seni de kaybedebileceğim korkusu kapladı tüm benliğimi. Bu ilişkinin bitmemesi için her çareyi deneyebilirim. Sana ve ilişkimize duyduğum saygı nedeniyle senin izin verdiğin kadar sana yaklaşıyorum. Böyle de yapmaya devam edeceğim.
-Biliyorum. Daha açık konuşayım Coşkun: Ben sana aşık değilim, ancak içimde sana karşı yaşattığım büyük bir sevgi var. Aslında sen de bana aşık değilsin. Çünkü aşk bir kere yaşanıyor. Tekrarı yok. Sen Münevver’le bunu yaşamışsın. Ne mutlu sana!
-Öyle de, peki sana karşı hissettiklerimi nasıl açıklayacağız?
-İnsan duygusal bir yaratıktır. Yoğun duygular bazen aşk gibi algılanabilir. Tabii bu arada dürtülerin gücünü ve rolünü de inkar etmemek lazım.
Masalarına elindeki mendilleri satmak amacıyla yaklaşan küçük bir kızın:
-Mendil ister misiniz? Diyen sesi konuşmalarını bölmüştü. Coşkun, bir paket mendil alıp Irmak’a uzattı. Kız teşekkür ederek yanlarından ayrıldı.
Bir müddet ikisi de sessiz kaldılar. Sessizliği bitiren Irmak oldu.
-Bu konuşmayı unutalım. Önümüzdeki güzellikleri yaşayalım.
Dedi ve Coşkun’un elini tuttu. Bu hareketi Coşkun’un her şeyi unutmasına yetmişti. Diğer eliyle elinin üzerindeki Irmak’ın elini sıkı sıkıya kavradı. Sanki kaçıp gitmesini engellemek ister gibiydi.
O gün ayrılıncaya kadar el ele dolaştılar. Bedenlerinden birbirlerine akıp giden o sihirli enerjiyi saatlerce hissettiler…
**
Irmak ile Coşkun’un ilişkileri beş ay kadar böyle sürdü gitti. Bir gün Irmak:
-Yarın sana bir sürprizim, daha doğrusu bir teklifim olacak. Deyince Coşkun, hemen söylemesini istedi. Ne kadar ısrar ettiyse de bu sürprizi öğrenemedi. Her defasında;
-Sabretmesini, beklemesini bilmelisin sevgili Coşkun. Cevabını aldı.
(Devam edecek)
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç TRANSFER OBJE |
|
Bir buçuk yaşında bir oğlum var.
Doğrusunu söylemek gerekirse bana doğduğundan beri sorun çıkaran bir çocuk olmadı. Sadece benim tecrübesizliğim nedeniyle gece uykusu konusunda sorun yaşıyoruz. O da, ben hortlak gibi dolaşmaya başladığımda evet bir sorun var noktasına geliyorum. O dönemlerde Pedagoga gidelim diye zavallı eşimin başının etini yiyorum. Sonra kuzucuğum sanıyorum babasının parasına acıdığından mıdır nedir gecede bir defa kalkmaya başlayarak bir düzene giriyor. Kısaca bir rutinimiz var, tam ben delirmek üzereyken her şey normale dönüyor, ben sakinleşiyorum olay çığırından çıkıyor.
Bir sorun var mı yok mu çözemedim. En azından bunu araştırmaya başladım. Geçen hafta üçü beş görecek şekildeydim. Neredeyse iki saatlik uykuyla işe geldim.
Yapmış olduğum araştırmalara göre sorunumuz ;benim oğlumun ilk diş çıkardığı dönemde onu hep aç sanıp emzirmem suretiyle kendime alıştırmam ve kendi kendine uyumayı öğrenememiş olmasından kaynaklanıyormuş. Ama herif dört aylık diş çıkardı, nerden bilirim diş için o kadar sık uyandığını. Ayıptır söylemesi sabaha kadar uyuyan çocuğum birden gecede beş altı kere uyanan bir çocuk oldu. Ailemin kadınlarına danıştığımda cevap kesindi. Ben tecrübesizdim işte bir şey bilmiyordum ki. Bu yaşananlar tam da benim işe başladığım dönemdi. Çocuk beni özlüyordu ve kesinlikle doymuyordu. Toydum inandım ve kendi canavarımı yarattım.
Geçtiğimiz yazın sonunda uykusuzluktan bildiğiniz asabiler kraliçesi olmuştum. Bir gün tak dedi. Bu gidişe dur dedim. Ve oğluma birinci yaş günü hediyesini verdim. Elveda anne sütü. Bir iki gün ortalığı yıktı, sonunda alıştı.
Sonuçta uyku konusunda rutinimiz şöyle oluştu. Akşam önce duşunu alıyor, sonra paşama masaj yapılarak mayışması sağlanıyor ve maaile odasına gidilerek masal okunuyor. Kolayca uykuya dalıyor. Ammaaa gece uyanıp istemeleri, işte onlar ortadan kalkmadı. Ben olmadan uykuya dalamıyor. Benim uyku da haliyle delik deşik oluyor.
Geçen hafta gecede beş altı kez kalkıp aralarda uyutmayarak beni cinnet aşamasına böyle getirdi. Yoksa o son derece uyuyor. Ben de hemen bilinçli bir anne olarak başladım uyku konusunda ne var ne yok okumaya. Kitaplar aldım, sağa sola danıştım, internete baktım. Ve de araştırmalarım sonucu çocuğumuza tek başına uyumanın öğrenebilen bir şey olduğunu ve kademeli olarak ona alıştırabileceğimizi öğrendim.
Ve Pazar gecesi çalışmalarımı başlattım. Bir transfer obje edinmemiz gerekiyordu. Normalde bebekler bunu kendileri seçerlermiş. Anne yokken anneyi temsil edecek bir şey. Bu bazen bir battaniye bazen pelüş bir oyuncak olabilirmiş. Fakat benim oğlum bir şey seçmiyor. Ne gerek var direkt ben varım. Kendisi biraz sevgi arsızı olduğundan beni okşaya okşaya ve kendisini öptürerek uyumayı tercih ediyor. Çocuk seçmezse biz önerebilirmişiz cümlesini de okuyunca bir oyuncak ayı seçtim. Amacım ilk etapta üç kişilik uyku rutinimizi ikiye düşürmek ve transfer objeyi kabul ettirmek. Masallar da yazdık, oyuncak ayının da annesi işe gidiyormuş ,o da annesini çok özlüyormuş, akşamları üçümüz beraber yatacakmışız…. Senaryo mükemmel aklımca.
Birinci gün; Özgün baba için mızmızlandı ama unutturabildim. Oyuncak ayıyla idare ettik. Benim keyfim yerinde.
İkinci gün; babasını bir iki çağırma teşebbüsü oldu ama çabuk vazgeçti. Oyuncak ayı hala aramızda. Kabullenmiş görünüyor.
Üçüncü gün kabullenmiş görünüyor. Bir talep olmadı, çabucak uyudu. Transfer objenin benim yerimi alıp bensiz uyuyabileceği günlerin hayalini kurmaya başladım bile. Gece de transfer objeyle idare eder mi acaba?
Dördüncü gün tam ben bu iş oldu derken benimki yataktan kalkıp kapıya doğru koşmaya başladı ve babasını çağırmaya salona gitti. Ben de kurnaz anne olarak onun duyabileceği yüksek sesle peki o zaman ayıcık bizde seninle sarılarak yatarız dedim ve sesli bir öpücük kondurdum tüylü yaratığa. Benimkinin kapıdan bir gelişi ve yatağa zıplayışı vardı. O an annelik egolarım arşa ulaştı. Kollarını boynuma dolayıp kendini öptürmek için yanaklarını yüzüme koymaya başladı . Sonra bir baktım ayaklarıyla itelemek suretiyle zavallı ayıcığı aramızdan sinsice çıkarıyor. O an kahkahalarla gülmemek için zor tuttum kendimi. Sonra aramıza hiçbir şey girmeyecek şekilde yanak yanağa uyuduk. Mutluyum ama planım suya mı yattı acaba?
Ertesi gün ayıcığı ortamıza almak için bir girişimde bulundum ama söylene söylene aldı ve fırlatıp attı.
Böylece kendi ellerimle planımın kurbanı oldum.
Şimdi kara kara düşünüyorum ne önersem acaba?
Tüylü bir şey olmaması gerekiyor.
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Ne zamandan beridir |
|
Sokakta tek başına yürüyen insanlar hep cep telefonlarıyla konuşuyorlar. Onca kalabalık içinde uzaktaki birini seçiyorlar;
Caddelerde birlikte yürüyen insan topluluklarına bakıyorum. Çoğu sessiz. Birlikte susarak yürüyorlar. Uzaktakini özlemek bizde toplumsal bir yazgı mı.
Iraktakiyle iletişim çabası bir yazgının tercih biçimi mi. Kabulleniş çaresizliğimiz mi ?..
Yakınımızdakilerle konuşulacaklar bitti mi?
Ne zamandan beridir bu böyle peki
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder HORTLAK GİBİ |
|
Küçük bir köyde, orta büyüklükte bir ilçede ya da bir büyük kentte yaşarken farklı şeyler hissedersiniz. Örneğin, köyde herkesi tanırsınız; kiminle karşılaşırsanız karşılaşın, selamsız geçmek büyük ayıp sayılır. Bu anlamda çevreniz dopdoludur.
Sıradan gidersek, bir ilçede belli sayıda ahbabınız, akrabanız olur; çok iyi tanımasanız da, göz ucuyla selamlamadan geçemediğiniz çokça kişi olur.
Gelelim büyük kente; burada doğru dürüst kimseyi tanımazsınız. Belki abartı gibi gelecek ama, “Hım, bizim alt katta bunlar mı oturuyormuş!” dendiğiniz bile olur.
Bana göre en iyisi orta büyüklükteki yerlerde oturmaktır. Aradığınız her şeyi bulduğunuz gibi, toplumun büyük çoğunluğuyla iyi kötü bir tanışıklığınız olur.
…
Yalnız, her şeyin yarım yamalağı gibi, yarı tanışıklığın da sakıncaları olabiliyor. Bugün size bir korkulu öykü anlatacağım. Korkulu dediysem, telaşlanmayın; benim yaşarken korktuğum, sizin belki de gülüp geçeceğiniz bir olay bu. Oturduğum küçük ilçede, adını Hüseyin, diye bildiğim bir amca vardı. Yaşlıca. Göz ucuyla selamlaşmak şöyle dursun, açıkça oturur sohbet ederdik. Daha doğrusu o konuşur ben dinlerdim. Çok ilginç anıları vardı, dinlemek hoşuma giderdi. Emekli öğretmenmiş; dikkatli, sözlerini tartarak konuşan, ne söylediğini bilen biri.
Yıllarca arkadaşlık yaptık, sohbet ettik; ama hiçbir zaman “Amca senin adını Hüseyin, diye biliyorum, doğru mu? Hele şu soyadını da bağışlayıver belki gerekli olur, demeye gerek duymadım. Açıkçası kimlik denetimi yapmak aklıma bile gelmedi. Hem adı Ahmet olsa diyelim, “Ben Ahmet’lerin sohbetini sevmem.” deyip kalkıp yürüyecek değildim ya.
Arkadaşlığımız böyle sürüp giderken, bir gün bir ilan duyuldu; “Emekli öğretmen Hüseyin Özgün’ü yitirdik.”
Sokakta, parkta sohbet etmek dışında yakınlığımız olmasa da, bir tek aile bireyini bile tanımasam da iyi arkadaştık. Gittik son görevimizi yaptık.
Dedim ya, yokluğu hissedilen “Keşke ölmeseydi, yine şurada oturup sohbet etseydik.” dedirten biriydi Hüseyin amca.
…
Ölümünden birkaç ay sonra idi sanırım. Yine parktayım; bir sıraya oturdum, günlük gazetelere göz atıyorum. Gölgesinden anlaşıldığım kadarıyla, biri tepeme dikildi, öylece duruyor. Okuduğum bölümceyi bitirip başımı kaldırdım ki, Tanrım! Sanki başımdan aşağıya bir kazan soğuk su devirdiler. Kanım dondu, vücudum tepeden tırnağa buz kesti.
Hüseyin amca, dişlerini göstere göstere “Gördün mü nasıl hortladım!” der gibi alaylı alaylı yüzüme bakıyor.
Kendimi toparlamaya çalışıyorum; Ancak, “Hüs se yin amcaaa!” diyebildim, kekeleyerek. O da başka birine demişim gibi, ağına soluna baktı. Kimse yok, der gibi avuçlarını açtı; sonra da siteme başladı:
- Senin arkadaşlıktan anladığın böyle oluyor demek! Üç aydır hasta yatıyoruz…
…
Cenazene geldim ya, desem, olmaz.
Sahi, bu amcanın adı ne ki? Yıllar sonra “Senin adın neydi?” desem, o da yakışık almaz şimdi.
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Berkan Ergürol Trene Bindim de…. |
|
Çocuktum Menemen’deydik. Babaannem arada bir efkara gelir “ Treeene bindimddeee” diye bir nakarat tutturur, sonra da şöyle etrafına bakar, kimseyi görürse hemen susar, tülbentini ağzına kapatır, hafif te dudaklarını büzüp gülümseyerek sessizliğe bürünürdü. Açıkçası bu türkününün devamını uzun süre ağzından alamadım.
Ama biraz palazlanınca bir köşeye saklanıp ikinci cümleyi yakalamayı başardım. Ondan sonrası zaten bir çocukluk rüyası gibi Halam’dan da aldığımız bilgi doğrultusunda bu nakaratın tamamının “ Trene bindim de tren salladı” olduğunu öğrendim. O andan itibaren biz üç kuzen Babaannem’ e ki onlar Anneanne derdi “ Söylesene treni diye çok asıldık, bazen de söylerdi ama iki kıta: tiiireene bindim de tren salladı.”
Obür kuzenleri bilmem ama ben Babaannem bir gün trene binmiş te sallanmış korkmuş, bu türküyü sallıyor sandım hep. Ta ki yirmi iki yaşıma kadar. Bin dokuz yüz seksen iki yılında bir yaz günü tatilinde bir türlü bitmeyen okul maceramın içinde Menemen’deki evime gelmiş bin dokuz yüz elli yedi model Anne’min çeyizinden kalma Stella marka lambalı radyonun kopuk olan göstergesini üstün zekalı bir aekadaşım sayesinde paket ipi ve deterjan kutusundan çıkardığımız yarım santimlik plastik şeritle tamir etmiştim. O radyodan dünyayı dinliyordum. Bilgi açlığı işte o zamanlar Ülke semaları karanlık, aydınlık için neredeyse stratosferi aşıp, uzanmak lazzım dünyaya. Kapalıyız yani. Gerçi Menemen’de mesela televizyon açısında Yunan kanalı daha temiz seyrediliyor. TRT izlemek için antene tencere kapakları falan bağlayıp öyle seyrediyoruz ama oradada beş yıldızlı bir General iki de bir çıkıp “ Sevgili Kırşehihir’li hemşerilerim, heşerilerim diyoruuum çünkü ben bin dokuz yüz elli beş yılında gencecik bir Albay iken bir tatbikatta iken geceyarısı buradan bir kez geçip bir çeşmeden buz gibi sular içmiştim netekim” gibi akla zarar nutuklar atıyor, millet te deli alkışlıyor sonra da bazı suya sabuna dokunmayan programların ardından Türk Bayrağı göndere çekilip İstikla Marşıyla yayın bitiyordu zaten TRT Televizyon yayınları o zamanlar “ Miili Güvenlik Konseyi’nin Hükümet’ tavsiye kararı almasıyla günde üç saata çıkarılmıştı. Ben dahil hiç kimse “ Ya kardeşim sekiz yıl önce biz İsmail Cem zamanında sabaha kadar forum ve açık oturum izlerdik” diyemiyordu. Rüzgar yönü o zamanki “Efkar’ı umumi’de” “ Allah Razı Olsun Paşam’dan Bak bir buçuk saatlik yayını aslanlar gibi üç saata çıkardı” şeklinde idi.
Tamam Menemen’de Yunan ERT1 kanalını yirmidört saat her türlü orijinal İngilizce sesli Yunanca alt yazılı Amerikan filmlerini seyrediyorduk ama.;…..
Ne zaman ki ERT1 “Bu ay Yılmaz Güney filmleri göstercez her Salı” dediğinde olay karıştı. O zamanlar da Türkiye’de ileri teknoloji vardı ama ters yerlerde. Nasıl mı yani o zamanlar mesela günde yarım saat elektrik kısıntısı olurdu. O yüzden bir uçak İzmir – İstanbul seferi sırasında tam iniş sırasında elektrik kısıntı saati başladığından ve o gün kü teknoloji ilejenaratör iki – üç dakikada devreye girebildiği için zavallı pilot “ Pass” geçmek zorunda kalıp geçmey başaramayınca Marmara Deniz’ine gömülmüş ve benim mahallemdeki, ilkokul arkadaşım Avusturulya’ya göçmen olup tatil için Memleketine gelen kişileri de dönüş yolunda telef etmişti. O zamanlar okurdum ama gazeteler bir santim – süyun kadar verirdi yani ancak benim gibi meraklısı bulurdu. Çok kişi de bu elektrik kesintilerinde ameliyat masasında kalırdı.
Ama Türkiye’de diyorum ya aslında ileri teknoloji vardı yalnız ters yerlerde. Neyse. Ne zaman ki ERT1 Yılmaz Güney Filmlerine başladı amanın bir parazit başladı ki bence Nicola Tesla hayatı boyunca bu kadar parazit yapmamıştır. Şanlı Türk Ordusu arkasına aldığı ileri teknoloji ile Yunan’ın Televizyonu’nu telef etti. Biz de her türlü ayarlama çabamıza karşın Yılmaz Güney’in koskoca Sürü filminden bir takım karaltılar ve “Şivaaan cııırt cıırt dzzıt dııızt “ gibi repliklerle eli böğründe ayrıldık..
Ama radyom canavardı, iki kısa, bir orta bir de uzun dalgası ile Dünya elimin altında idi. Hele kısa dalgalara girdin mi? Bitti Dünya senin çevir “ Radyo Sofya” çevir “Radyo Trana” Çevir “ Wellcome to BBC World Service” vay be Dünya senin. Bir de o zamanlar ileri teknolojimiz radyoyu kapsamıyordu herhalde ki telsiz konuşmaları Kısa 2 kanalında çok net dinlenebiliyordu. “ Pıh pıh efendim malum yere operasyon için ekibimle hareket halindeyim arzederim” “Pıh pıh anlaşıldı ama biraz sessiz olun lütfen geçen sefer komutan çok kızdı” “Pıh pıh şimdi komutana da.... neyse” ayni bunları dinleyebiliyordum. Bu gün bunları dinliyor olsam ve bir komşum da şahit olsa malum davadan Silvri’de yatmam işten değil. Neyse.
O zamanlar her zaman gibi yiğidi öldür hakkını yeme TRT Televizyonu yerlerde ama TRT Radyoları taş gibi ayakta.
Öyle radyo radyo Dünya’yı dolaşırken bir TRT istasyonunda önce anons girdi “Öykülerle Türküler” ardından bir bayan Türkücü “ ki yanlış hatırlamıyorsam Necla Bilir hani şu elinde mendilli” “ treeeene bindim de” tradı çekip susmaz mı. Ben “ Amanın Babaannemin Türküsü deyip Radyoya yapıştım.” Sanıyorum ki bir takım köylüler hayatında ilk defa trene binmişlerde sallanmışlar onu da köye dönünce çeşme başında birbirlerine kıkırdayara k anlatıp bu türküyü yakmışlar.
Ama bakın karşıma ne çıktı:
Bayan spiker bugün hiç bir yerel ve Ulusal kanalda bulamayacağınız bir Tükçe ile tane tane anlatıyor:
"Ankara'nın keskin ilçesinin Cin Ali köyünde 1924 yılında Sefer adında bir erkek çocuk doğar. İlkokulu köyünde okuyan Sefer 15 yaşından sonra ailesinin tüm rençberlik işlerine yardım eder yürütür. Güçlüdür kuvvetlidir Sefer. Köyde herkes tarafından sevilir. 20 yaşına gelince de Seyfli köyünden Hatice yi istetir. Söz kesilir düğün olur evlenirler. Aradan üç ay geçince Sefer ince hastalık denilen vereme tutulur. Doktorlar bir çare bulamazlar. Taa Ankara lara götürülür ve 20 Haziran 1944 te garip Sefer ölür. Bu günkü türkümüz Sefer için yakılmıştır."
Ankara'da Yedik Taze Meyvayı,
Boşa Çiğnemişim Yalan Dünyayı,
Keskin'den De Sildirmeyin Künyeyi,
Söyleyin Anama Anam Ağlasın Anamdan Başkası Yalan Ağlasın,
Ankara'yla Şu Keskin'in Arası,
Arasına Kara Duman Durası ,
Çok Doktorlar Gezdim Yokmuş Çaresi,
Söyleyin Anneme Annem Ağlasın,
Babamın Oğlu Var Beni Neylesin ,
Trene Bindim De Tren Salladı,
Zalim Doktor Ciğerimi Elledi,
İy- olursun Dedi Geri Yolladı, Söyleyin Anama Anam Ağlasın,
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın,
Benzim İçtim Ciğerlerim Tutuşur,
Ağlama Hatice, Sefer Yetişir,
Söyleyin Anneme Çalsın Nennimi,
Kim Alırsa Alsın Nazlı Gelini,
Binmiş Taksiye De Sefer Geliyor,
Annesinin Ciğerini Deliyor,
Gelin Hatice'yi Eller Alıyor ,
Söyleyin Anama Anam Ağlasın,
Gelin Hatice'yi Kimler Eylesin,
Mezarımı Derin Kazın Dar Olsun Edirafı Lale Sümbül Bağ Olsun,
Ben Ölüyom Ahbaplarım Sağ Olsun,
Söylen Kardaşıma Çalsın Sazımı,
Kadir Mevlam Böyle Yazmış Yazımı
İyi mi? Sefer yirmi yaşında ölmüş ben ise yirmi yıl sonra çocukluğumun türküsünün ne olduğunu anlıyorum. Oldu mu size?
İşte hayat bu. Ben aslında bu gün trene bindiğimi anlatacaktım size ama konu uzadı mecburen hikaye ikiye bölündü.
Gerçi benim bu gün bindiğim tren ise; biz eskiden neye biniyorduk anlamadım ama uzatmam bir hafta içerisinde devamını da yazarım.
Mehmet Berkan Ergürol
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
KENDİ KENDİMİN TUTUKLULUĞUNUN DEVAMINA KARAR VEREBİLİR MİYİM? İZNİNİZ OLURSA!
Efeeeendim, suç işlemişim. Öyle dediler de. Bende ister istemez inanmak zorunda kaldım. Hayır kedilerimin yemeğini, suyunu, tuvalet temizliğini filan asla ihmal etmem. Verdiğim bütün sözleri tutarım. Bu ne suçu anlamadım şimdi?
Meğersem herhangi bir şeye benim gibi muhalefet etmek suçmuş. Hayır, yanlış anlaşılmasın, normalde suç değilmiş de ben biraz hiddetle ve şiddetle muhalefet etmişim.
Hemi de Hanamerikanya icadı liberal solumuzun kelekliğini ortaya koyan açıklamalarda da bulunmuşum bir yandan. Liboş solcularımız “Hanamerikanya Emperyalizmi mi? Bitti o işler yaaa, siz uyuyonuz oluum hangi devirde yaşıyoruz icabında, yıl olmuş neredeyse 2015” filan demekteler ya. Ben de bunlara bi Libya, bir Irak filan çakmışım kestirmeden mosmor olmuşlar! İşte o yüzden çok hiddetli ve şiddetli muhalefet etmişim düzene. Eee bu da suçmuş!
Yani Dersim’li Kılıç bey gibi, heç bi şeyin antisi olmadan, olamadan muhalif olsam, hadi gene neyse. Yani Türkçesi hemşerim düzene muhalefet etmeyeceksin. Diyorlar ki, Hanamerikanyacı ol, ciğerimizi ye icabında. Hükümete muhalefet edebilirsin, orada sorun yok. Ama düzene asla!
Ya ben bi garip ademim etim ne...., budum ne, bırakın beni gidiyim didim bunnara. Bana dediler ki oooolmazzz! Niye kardeşim olmaz? Şundan dolayı:
Bi kerem üzerime “atılı suç” neymiş onu öğrendim. Abooo ben “terörist” imişim ya! Ne zaman, hangi terör eylemini yapmışım abilerim ve ablalarım?
Elifi görse mertek, silahı görse kazma kürek sanan ben. Nereden çıktı bu iş? Eee muhalefetimin hiddeti ve şiddeti nedeniyle bu kapsama sokulmuşum eyi mi? Anaaa bu nasıl iş yaa. Bir yanlışlık olmasın arkadaş! Ben bugüne kadar sadece konuştum ve yazdım yani. Tabii ki bir de miting, yürüyüş filan gibi eylemlere katılarak “demokratik” haklarımı kullandım. Tabii ben öyle zannediyordum. Meğer “terörist” olmuşum looo. O nedenle beni bırakamazlarmış, çünkü büyük suç işlemişim.
Yaa ağabeycim bu memlekette birileri, yola mayın döşüyor, bomba atıyor, sivilleri hedef ilan edip öldürüyor, sonra da kostüm değiştirip “bölgesel özerklik” filan ilan ediyorlar, alenen kendi parti kongrelerinde. Onlara piyangodan böööle bir teröristlik çıkmıyo mu icabında? Hani en azından amorti faslından filan. Bu nasıl yamuk bi iştir yaa!
Israrlı ve sürekli itirazlarıma dayanamayaraktan önüme “terörist” sayılmanın koşullarını getirip koymazlar mı? Anaaa, bi baktım gözlerime inanamadım!
Şimdi birinci koşul düzen aleyhtarı “düşünmek” (düşünürken kaşınmak ise hafifletici sebep sayılıyor.)
İkinci koşul ise gene düzen aleyhtarı olarak yazmak ve aynı kapsamda yazılanları her ne olursa olsun okumak! Hepiciği bu kadar. Yani demeleri o ki, “düşünme, yazma ve okuma!”
Peki dedim, hani silah, eylem, adam öldürme filan, falan. Oooo onlar çoktan terör kapsamından çıkmış ceza kanununun ilgili maddeleri kapsamında alelade suçlar haline gelmiş.
Hatta o kadar artmış ki, çoğu kez soruşturmaya bile sıra zor geliyormuş. E o zaman vur, kır mesela sorun yok, amma ne zamanki düşündün, yazdın ve okudun o zaman ayvayı yedin. Olursun “terörist”!
Soonacıma bir de “kuvvetli suç” şüphem varmış. Hani bana göre ben henüz zanlıyım ya. Nah öyleymişim, aslında zanlı ya da sanık ile hükümlü arasında bi yerde bulunmaktaymışım. Bu ne, bu şimdi? diyecek oldum. Ne zaman icat oldu ki hukukta bu yeni pozisyon. Bunu şööle tercüme ediyorlar ağabeycim. Kuvvetli suç şüphesi altındaymışım. Hani yani hemen hemen suçluymuşum. Neredeyse şey diyecekler hani Mahkemeye gelirken cezaevi arabasından atıp da üzerinden geçiverin şu itin de boşuna mahkemeyi meşgul etmesin oluuum ya!
Suçlu işte annayın, suçlu filan gibi bir durumdaymışım. Şimdi bu varsa üzerinde, şöyle oluyo, hukuk sisteminde herkesin işi var gücü var icabında. Yani on yıl yargılanıyosun, on yıl içerdesin. Sonra bi ceza kesiliyo, mesela 6 ay. Hadiii, 9,5 yıl nolcek şimdi? Üstüne bir de 9,5 yıllık beş yıldızlı otel faturası çıkmasın da. Buna dua et sesini filan da çıkarma icabında. Buna da kocaman bi aboooo çektim yani....
Bi de son olarak serbest bırakılıp, tutuksuz yargılanırsam delilleri karartabiliyormuşum. Hani daha önceden el konulan hard diskimin bende mevcut olabilecek olan kopyalarını yeme olasılığım varmış. Valla billa öyle didiler. Daha önce olmuş haaa bu. Serbest bırakmak gafletinde bulundukları bir gazeteci bilgisayarının bu en möhem parçasını yemişte sonra güzide emniyet mensuplarımızı sahtecilikle suçlamışmış yani!
Didim ki ben ilgililere, “yahu ben üzerime atılı suçu annamadım bir kerem, anlamadığım suçun, ne olduğunu bi türlü söylemediğiniz delillerini nasıl karartıcam?”
Yani heç bilmediğim bi şeyi karartamam ki abicim yaa. Sona belki de gerçekten karadır bu şey yani, ayrıcana da karartmaya filan gerek yoktur. Olamaz mı haaaa!
Hasbinallah ya. Neyse bu arada onlar bana bişi söylemeden ben size bir soruyum da didim, kendi kendime tutukluluğumun devamına karar veriyim bari. Ne dersiniz sizce suçlu muyum? Böylece Hanamerikanya’dan ithal Jüri sistemimizin ilk uygulamasını da sayemde yapmış olacaksınız!
- Ulan bu herif kesin suçludur abicim yaa. Yazdıklarına baksana. Yalnız bu biraz delidir ha, bence bunu doğru tımarhaneye kapatsınlar.
- Bence de suçlu da, heç bi yere kapatmasınlar. Buna verilecek en güzel ceza şu. Parmaklarını kırsınlar, yani bi daha yazı mazı yazamasın o yeter ona.
- Oluurmu oluuum o kadarı yetmez! Birde dilini kesmek lazım ki konuşamasın! Yazamayıp konuşamadıktan sonra, bireysel hak ve özgürlükler faslından dilediği kadar okuyup düşünsün, orada artık heç bi tehlike kalmaz.
- Buna da benim itirazım var monşer. Böyleleri daha da tehlikeli olabiliyor icabında. Ya eyleme katılıp güzide emniyet mensuplarımıza tekme mekme atmaya kalkarsa ne olacak? O zaman bacaklarını da kıralım bence, hiç yürüyemesin.
- Saçmalamayın yaa. Bence en baştaki çözüm en güzeli. Atalım gitsin cezaevi arabasından daha toparlanamadan çiğneriz mevta olur. İcabında bir de cenaze namazı kıldık mıydı, o sağ biz selamet yani.....
- Anaaa ne güzel partiydi lan bu Selamet. Bak şimdi anılarım nasıl da canlandı. Bu pis layıklar kapatmıştı degel mi bu gözelim partiyi. Nasıl da eyi ve gözel koalisyon kurarlardı yarabbim. Ne gözel günlerdi o günler bee.....
- Münafık muhalifliğin alemi yok Şevki. Bu günler daha da güzel, ileride daha da gözel olacak icabında, gardişim benim. Hele şunnarın işini kısa bi yoldan bir görek icabında.
- Bir liberal solcu olarak benim yeni bir ceza şeklim daha var. Bakın şimdi böyle vahşi ve can acıtıcı önlemlere gerek yok ha! Bunu gevşekçe ama sıkıca bir sandalyeye bağlıcan. Vericen günde 24 saat TV den malum programları. 3 gün dayanamaz ağabeycim, o dakka kafayı sıyırır bizde kendisinden kurtulmuş oluruz. Heç TV seyretmediğini kendi söylüyo zati.
- Evet lan bak bu çok güzel. Biz halk mahkemesi ve jürisi olarak verdik kararı getti yani, İş Bitti. Suçluya da son bir söz hakkı verek mi, hadi verek!
- Anlaşıldı hemşerim yaaa. Ben paşa paşa Kilimliye gidip tek kişilik hücreme kendimi kapatayım. Günü geldiğinde konuşacak bir dilim ve yazacak bir elim olsun icabında. Diğer önerileriniz sizin olsun, ben almıyım olmaz mı?
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
Bir On Dokuz Mayıs sabahı Suriye sokaklarında dolaşıyorum. Şam'ın bazı sokakları tertemiz, arka sokaklarıysa dilencilerle dolu.
Halkla konuşuyor; "nasılsınız?" diye soruyorum, hepsinin yüzünde korkulu bir sessizlik.
"İyiyiz, memnunuz!" diyorlar Esad’dan. Ne kadar doğruysa bu samimiyet.
Sonra öbür şehirlere gidiyorum Busra, Hama oralarda aynı, şehir merkezleri zengin, arka sokaklarsa dökülüyor, virane...
Ocak ayı, hava sıcak. Bu sefer Kahire'deyim, turistlik eşya satan bir dükkanda, her şey Dolar ve Euro üzerinden. Halk zengin ve mutlu. Alıcılı ürünler, onlara epeyce bir döviz bırakıyor.
Kahire'de, Nil kenarında, zengin oteller ve turistlik tesisler var. Burada yaşayanlarsa, üst sınıf halkla, yabancı turistler...
Mısır, Suriye'den bir fiil daha iyi derken, arka sokaklara dalıyorum. Ve hayal kırıklığı.
Elinde ekmek, sokak ortasında oturan yaşlı kadınlar, bahşiş diyen zavallı çocuklar.
Burası da aynı Suriye. Gelir dengesizliği hat safhada. Zengin olan zengin, fakir olansa fakir; Piramidin eğimi çok dik...
Mısır'da ki olaylar, yayıldıkça yayıldı. Sonra Libya'ya sıçradı şimdi de Suriye’ye.
Bu ülkelerin ortak kaderi; diktatör rejimler tarafından yönetilmesi ve halkın demokrasiden, insan haklarından habersiz,yaşamaları ya da yaşamaya mahkum bırakılmaları.
Libya Halkı, Kaddafi'yi 41 yıl çekti.
Suriye’de babadan oğula geçen bir diktatörlük..
Öyle despot bir idareci peyda olmuş ki başlarına, adam kendini şehitlikle ödüllendiriyor. Peki, kime karşı savaşı; kendi kanından olan, ırktaşlarına, Müslüman kardeşlerine.
Acaba, gerçekten inanan bir insan, inanan birinin malına, canına zarar verebilir mi?
Bırakın bir insana zarar vermeyi, "karıncayı bile incitme!" diyen bir ümmetiz biz.
Dünya her zaman olduğu gibi, işin ucunda kendi çıkarları olduğu için, sadece kınamakla yetiniyor.
O insanlar bugün acı çekiyor. Bu bütün insanlığın bir ayıbıdır.
On Dokuz Mayıs günü, Şam sokaklarında dolaşırken, Türkiye'yi düşündüm. Gençler kol kola girmiş, bayram kutluyorlardı şimdi..
Belki de ellerinde ki , eğitim hakkının, yaşama hakkının, özgürlüğün farkında bile değiller...
Ve biz, kadınlar olarak bugün, özgür yaşayabiliyor, özgürce yazıyor, fikirlerimizi dile getirebiliyorsak, bu Atatürk ve Devrimleri'nin kazandırdığı güzelliklerdir.
Ortadoğu’da ki karışıklığı gördükçe, biz onlardan, yıllar önce haklarımızı kazanmışız da, haberimiz bile yokmuş, diyesi geliyor insanın.
Ve bugün, Dünya Kadınlar Günü'nde, özgür kalemimle bunları yazabiliyorsam, bunu yine Atatürk'e ve onun Devrimleri'ne borçluyum.
Dünya Kadınlar Gününüz, Kutlu Olsun!!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Öğren, Çalış, Savaş! |
|
Başlıktaki slogan, “Öğün, çalış, güven”le benzerlik gösterse de, Küba’nın bu sloganı, üzerinde uzun uzun konuşulacak oldukça farklı bir üçlemedir. Küba’da ilköğretim sıralarındaki öğrenciler eğitimin ilk yıllarında ABC’yi öğrenirken, bu üç harfin özel anlamı vardır: E, T, F!..
E: Estudio (Öğren), T:Trabajo (Çalış), F:Fusil (Savaş)
Çocuklar eğitim sistemi ile ilk tanıştıklarında, komünist kavramlar ve öğretilerle donatılmış bilgileri alırken, önlerindeki yıllara ilk adımlarını bu üç başlangıç öğretisi ile atarlar. Üç öğretinin simgesi üç komutandır. Fidel, bilgeliği, bitmeyen enerjisi ile sürekli öğrenmeyi öğütler ve simgeler. Çalış’ın simgesi Camilio’dur, çalışmanın, üretmenin öncüsüdür. Savaş’ı ise Che simgeler. Bu üçleme sonraları “Genç Komünistler Birliği”nin motto söylemi olmuştur.
2012 Şubat’ında adayı 7. defa ziyaret ettim. Her ziyarette sistemin, adanın ve Küba insanının günlük yaşamında derinleşme şansı bulmuştum. Bu defa beraberimde Küba ile ilk defa tanışacak 14 arkadaşımın sorumluluğu olduğundan çoğu zamanımı, yıllardır öğrendiklerimle, dostlarımın adada geçirdikleri kısıtlı zamanda “kendi Küba’larını keşfetmeleri” için çalışarak geçirdim.
Küba'ya her giden, ilk ayak bastığında, "Zaman burada sanki durmuş!" der!. Bu yorum, 1950 model Ford’ları görünce, Malecon'daki koloniyel evlerin önünden geçerken ya da sokaklardaki "Ya Sosyalizm ya da Ölüm", “Venceremos”, “Her Şey Devrim İçin” sloganlarını görünce söylenir, ama bu defa arkadaşlarımdan birisi Jose Marti (JM) Uluslararası Havalimanı’ndan Havana’daki otelimize doğru giderken, caddelere bakıp burası eski Ege şehirlerine benziyor dedi!...
Küba’ya ilk defa dokunanların, ilk yorumları böyle olsa da, ada gündemini takip edenler, yavaş da olsa, değişimin farkında. Aslında, hiç değişmeyenin adanın sürekli değişim içinde olduğu gerçeği!
İlk değişim, 14 saatlik bir yolculuktan sonra vardığımız, JM havalimanının bekleme salonundaki, onlarca ülke bayrağının kaldırılması olmuştu. Küba’ya ilk gelenleri karşılayan bu “enternasyonalist” güzelliğin sonlanması iyi olmamış. Geniş, reklam panolarının ve alt-üst geçitlerin olmadığı özgür cadde ve sokaklardan geçerken, bu şehrin “kentsel dönüşüm” denen zırvalamanın uğramadığı, insanlara ait bir şehir olduğu gerçeğini yeniden farkettik.
Otele varmadan önce, caddenin köşesindeki Che rölyefinin altında şöyle yazıyor: “Fikir ve Eylem adamı”, Fidel, Che’ye söylemiş!...
Otele varıp, hemen çantalarımızla vedalaştıktan sonra, kendimizi Malecon’a attık. Küba, dünyanın en güvenli ülkelerinden birisi. Ara sokaklarda her zaman ışıklandırma olmasa da, apaydanlık İstanbul’dan daha güvenli olduğu kesin. Kimi evlerden yüksek sesli müzik geliyor, kimilerinde insanlar kapı önlerine oturmuş laflıyorlar, ama herkes kendi havasında... Arkamızda kalan soğuk ve karlı İstanbul havasının tersine, t-shirtlerle, şortlarla yaptığımız deniz kenarı yürüyüşünü, Meliha Cohiba otelinin karşısındaki Jazz Bar’da, 2005’te tanıştığımız, Afro-Cuban Jazz grubu Diakara ve solistleri Oscar Valdes’i dinleyerek sonlandırdık.
Ertesi sabah, horoz sesiyle, saat farkınında etkisiyle, güneş doğmadan uyandık. Otelin mütevazi kahvaltısı ve Küba Kahvesi ile donandıktan sonra büyük yürüyüş başladı. Havana kesinlikle yürüyerek keşfedilesi bir şehir. Sakın ola ki diğer ülkelerde olan, son yıllarda bizde de yaygınlaşan, üstü açık, iki katlı, kırmızı otobüslerle yapılan şehir turlarını almayın. Size sunulanı almayın, atın kendinizi Havana sokaklarına ve keşfedin.
Rengarenk, orijinal ötesi 50’li yıllardan kalma Amerikan arabalarına bakarak, Che’nin resimleri, figürleri ve Fidel’in sözleri eşliğinde 8 km’lik Malecon’da yürüyoruz. “Amerikan Çıkarları Ofisi”nin yakınından geçerken binanın fotoğrafını çekmemeye dikkat ederek, Jose Marti’nin kucağındaki Elian Gonzales’le Amerikan Ofisi’ne “bizi yenemezsiniz” diyerek parmağını salladığı heykelde soluklanıyoruz. Burada dostlarıma Elian’ın hikayesini anlatıyorum.
Hotel National’da 30dk’lık molayı veriyoruz. Arkadaşlarım eskiden kumarhane olarak, ABD’nin mafya babalarına hizmet veren bu otelin eşsiz bahçesinde dinleniyorlar. Yolculuk sonuna kadar bitmeyecek, eşsiz Küba kokteyleri, Mohito, Daikiri, Pinakolada ile tanışıklık sağlanıyor.
Eski Havana’ya girmeden önce ana caddeler geçiyoruz. Ekip kalabalık olduğu için ve haliyle herkes fotoğraf kartlarını doldurmakla meşgul olduğundan, ekibi toplamaya çalışıyorum. Kimi karne dükkanına girmiş Küba’lıların alışverişini izliyor, karne sistemini anlamaya çalışıyor, kimini eski Türk filmlerini andıran ezcanelerde buluyorum, karnı acıkanlar sokak tezgahlarından tropik meyveler alıp bizlerle paylaşıyor, kimileri bir bankta oturmuş sigara tüttürüyor.
Öğlen gibi eski Havana’ya giriyoruz. Burada her sokak ayrı bir alem. Evler sokaklara taşmış. Eski bir Amerikan’ın bütün motoru sökülmüş, sokağa dağılmış, başında 3-4 Küba’lı konsültasyon yapıyor. Top oynayan çocuklar, bigudili, balık etli ya da şişman, gülümseyen kadınlar, bir sokak kasabı, domino oynayan yaşlılar... Ekip artık kontrolden çıktı!... Onlara mı bakayım, yoksa sokaklara mı?... Her taraf kolonial binalarla dolu. Binalarda 400 yıl süren İspanyol sömürgecilerin izleri var, tıpkı Devrim Müzesi’nde, Devrim’cilerin bıraktığı kurşun izleri gibi!...
İki gün boyunca yemek yiyeceğimiz lokantaya geliyoruz. Burayı çok seviyorum!. 3 yıl önce keşfettim. Müzisyenlerin solisti Asterio, Türkçe biliyor. Türkiye’de çalışmış, Türkçe şarkılar söyleyip bizi şaşırtıyor. O hala “Tansu”da kaldığından, bizim güncelimizi bilmiyor tabi... Duvarda, Raul, Che ve Fidel’in fotoğrafları var. Devrim’den sonra Havana’ya girince bu lokantada yemek yemişler. Yemekte içecek belli; Bucanero, Küba’nın birası!.
Yemek sonrası istikamet Kapitolyo Meydanı oldu. Kapitolyo ile karşıdaki evler arasında dizi dizi park etmiş Amerikan’ların arasında geçiyoruz, Meydan’ın arkasındaki Partagas Puro fabrikası ve sadece girişteki Tak’ı kalan Çin mahallesine giriyoruz.
Küba’nın kadınlarını seviyoruz. Neden?
Bedenlerini gizlemiyorlar, özgüvenleri tam, gerekirse saçlarında bigüdiler, bazıları tombul, ama dişi ve özgürler. “Modern” denen kadına dayatılan gramaj hesaplarından uzaklar, bakımlı ama abartılı değiller. Zayıf ol, formda ol, dinç kal gibi sloganlardan uzak, sade ve dişilikleriyle meşguller sadece…
Akşam, Hemingway’in bir süre kalıp, kitaplarını yazdığı Ambus Mumbos Otel’inin çatı katında, güneşi Havana’nın uzaklarına, Türkiye’ye gönderiyoruz.
Ertesi sabah yürüyüş hedefimizin ilk rotası Devrim Meydanı. 1 Milyon dünya vatandaşının doldurduğu meydana doğru yürüyüşe geçiyoruz. “Yaşasın Sosyalizm” sloganlarıyla sağlı sollu bezenmiş geniş caddeden geçerek meydana varıyoruz. Jose Marti Heykeli’nin gölgesindeki meydanda, İçişleri Bakanlığı binasının ön yüzündeki Che’ye, karşısındaki binadan Camillo bakıyor. Üç komutan’dan hayatta kalan sonuncu komutan Fidel’in katıldığı son 1 Mayıs’ı, 2005 mayıs’ını hatırlıyoruz. Devrim Anıtı’nın tepesinde yırtıcılar dolaşıyor.
Merkez Otobüs Terminalini geçiyor, Havana Libre oteline doğru ara sokaklardan kıvrılarak ileryoruz. “Sarı Sıcak Bir Pencere: Küba” kitabına ilham verenlerden olan Hilda’ya uğruyoruz. Hilda’mızı 2005’de bıraktığımız gibi hatırlamayı tercih ederek, öpüyoruz, kitaptan bir kopya bırakarak Havana Libre’ye (Özgür Havana), devrim öncesi adıyla Hilton’a, varıyoruz. Burada verilen moladan, Coco Taksi’lerle Devrim Müzesi’ne geçiyoruz. Ekibin bir kısmı buraya, diğer bölümü hemen karşısındaki Küba Sanat Müzesi’ne giriyor.
Gece, Meliha Cohiba otelinin altındaki Havana Cafe’de devam ediyor. Jazz Orkestrası’nın açılış şarkıları ve solistlerle başlayan program, Kübalı dansçıların gösterileri ile devam ediyor. Biraz müzikal, biraz gazino havası var!. Dans etmeyen kalmıyor.
Trinidad...
Ertesi sabah 8:30 sularında Trinidad yolculuğu başladı. Yol boyu bize eşlik eden yağmur portakal, şeker kamışı tarlaları, meyve ağaçlarını serinletirken, bizi de “acaba varınca biter mi?” diye heyecanlandırıp durdu. Trinidad’da üç eve dağıldık, çünkü burada ve Vinales’de otel yerine evlerde kalarak, Küba’daki pansiyonculuk sisteminden faydalanarak insanları ve hayatlarını daha yakından tanımayı planlamıştık. Unesco tarafından dünya mirası seçilen Trinidad’ın merkezi film maketi gibi. Rengarenk, tek katlı, eski ama bakımlı evler, taş sokaklar, sanat galerileri, küçük müzeler. El işi ürünlerini, örtülerini bağırmadan satmaya çalışanlar var. Renkli, ışıklı, yorucu reklam panoları ve vitrinler yok.
Tam gün kiraladığımız üç amerikan arabası ile Iznaga Kulesi’ne yola çıkıyoruz. Geçmişte kalan zamanlarda, kölelerin zorla çalıştırıldığı tarlalara ve onların gözetlendiği o kuleyi görmeye gidiyoruz. Bizleri Iznaga istasyondaki buharlı tren karşılıyor. Lokomotife çıkıp, zamana karşı direnen bu demir yığınında birbirine karışan su buharı ve kömür kokusunu duyumsuyorum. Ekip çevreye dağılıyor. Kimileri 42 metrelik, 7 katlı kuleye çıkıp, kaçtığı için üzerlerine ateş açılan köleleri anlamaya çalışıyor, uçsuz bucaksız tarlaları fotoğraflıyor. Kimi dostlar, bir zamanlar “efendilerin” kaldığı geniş çiftlik evini ziyaret ediyor, çevredeki evlerle, bu evin içinde yaşanan yaşamların tezatlığını düşünüyor. İsteyenlerle, çevredeki köylere doğru yürüyoruz. El sallayanlara karşılık veriyoruz, çocukları seviyoruz, ikram edilen şeker kamışını kemirerek, topraktan sokaklarda ilerliyoruz. Çocuklar, çocuklar... En güzeli onlar. hiçbir zaman gülümsemelerini esirgemeden güzel güzel bakıyorlar.
Buradan Ancon Plajına geçiyoruz. Bir zamanlar korsanların cirit attığı Karaib Denizi’ne kıyısı olan bu kumsalda güneşi batırana kadar kalınıyor. Bütün Küba’da olduğu gibi burada da kumsallar ve deniz kıyıları “halkın”. Kimse sizi kovalamadan özgürce bütün plajın, kumsalın tadını çıkartıyorsunuz. Meraklısı için dalış ve su sporları imkanları var.
Trinidad akşamları, meydanda “merdivenler” denen minik alanda, yerel sanatçıların sırayla çıktığı, dans etmeyen kimsenin kalmadığı bir açık sahnede geçiyor. Dans etmeyi bilmeseniz bile, oturmanıza izin yok. Bir Kübalı erkek veya kadın sizi elinizden tutup sahneye götürüyor. Masalar genellikle dolu olduğundan boş bulduğunuz bir basamakta oturuyorsunuz.
Tütünün, sadelik ve sakinliğin merkezi Vinales.
Havana’dan 8:30 gibi kalkan otobüsümüz bizi öğleden sonra bu küçük köye ulaştırıyor. Küba’nın lezzetli purolarının üretildiği geniş tütün tarlaları burada. Kokuları çeke çeke varıyoruz ana caddedeki ufak terminale. Bu defa 7 eve dağılıyoruz. Herkes evini çok seviyor. İkram olarak sunulan meyve suları ile serinliyoruz. Aramızda profesyonel bir binici var, bizi cesaretlendiriyor ve tütün tarlaları arasında ata biniyoruz. Herkes ilk defa binmesine rağmen, 10 dakika sonra, “yarı-otomatik vitesli” bu atlarda vadinin içinde buluyoruz kendimizi. İki saatlik bu gezintinin sonunda, bittiği için biz mutsuz, atlar mutlu olarak dönüyor. Akşam yemeğinde herkes kendi evinde. Balık, karides, istakoz tercih edilen yemekler. Ana yemeğin yanında siyah fasulye çorbası, pilav, 2-3 çeşit salata, bol meyve ve kahve ikram ediliyor.
Ertesi sabah günübirlik kiralanan Amerikan’larla Indio Mağarasına yola çıkıyoruz. 400 metrelik bu yeraltı mağarasında sarkıt/dikitlere dikkat ederek yürüyorsunuz, bir ucundan yürüyerek girdiğiniz mağaranın diğer ucundan tekne ile çıkıyorsunuz. Organik tarım alanlarına giriyoruz. “Mural de la Prehistoria”da, dağın yamacına insanlığın evrimini resmeden, 1960’larda yapılmış, devasa tablonun altındaki milli parka geliyoruz. Bu geniş, ferah, yemyeşil ortamda ekip çimenlere dağılıyor. Hediyelik eşya satan kulübenin önünde İsrail ve Türkiye bayrakları yan yana, nereden nereye... Lokantada yemek menüsü sabit: domuz tandır, fasulyeli pilav, yuka, salata, kahve. Saatler geçiyor, kimsenin gidesi yok, ama daha gidilecek yerler var. Kasabanın içine dönüyoruz. Yeniden tarlalar arasından geçerek, kendimizi vadiye atıyoruz. Tütün kurutma kulübelerini incelerken, bir çiftçi bizi evine davet ediyor. Başlıyor bize puro sarmaya, yavaş yavaş anlatarak... Onun arkasından bu defa ben deniyorum, uzmanı kadar sıkı olmuyor ama ilk deneme için de fena değil. Bize kahve ikram ediyorlar. İsteyenler el yapımı çiftlik purolarından satın alıyorlar. Arkadaşlarımdan birisi güneş gözlüğünü ev sahibesine hediye ediyor, değmeyin keyfine. Yakılan puroların dumanı, batmakta olan güneşe doğru uzanıp gidiyor.
Vinales’de gece hayatı yok, küçük yerel bir bar var, herkesin bir arada eğlendiği, müzik dinlediği. Çıkan grup o kadar profesyonel müzisyenler ki sormayın gitsin. Aramızdan biri sahne alıp Türkçe bir şarkıya başlıyor ve orkestra hemen eşlik ediyor. Yürüyerek evlerimize dönüyoruz.
Vinales’ten dönüşte Havana’daki son günümüzde, Havana Limanı tarafında, bütün hediyelik eşyacıların toplandığı, mekana gidiyoruz. Herkes alışverişini tamamlıyor ve yine kiralanan Amerikan arabaları ile havalimanına doğru yola çıkıyoruz.
50 yıllık ABD ablukası yüzünden işler zaman zaman yavaş da ilerlese, ülke yöneticilerinin Küba insanına daha iyi ekonomik koşullar sağlamak üzere yaptığı denemeler işe yaramış görünüyor: genel gidişin iyiye doğru olduğu bariz farkediliyor.
Uluslararası konuşmak zor da olsa, adada cep telefonunun çekmediği yer yok. Pratik sorun, arayan numaranın görünmemesi. Akıllı telefonlarda Internet çalışıyor, e-postalarınızdan uzak kalamıyorsunuz.
Başta Havana’da olmak üzere oldukça fazla yeni konut yapılmış ya da yenilenmiş durumda. Adadaki otobüs seferleri arttırılmış. turistlere yönelik hizmet veren Viasul otobüs şirketinin güzergahları çeşitlenmiş. Pazar yerlerindeki sebze ve meyve çeşitliliği artmış, domateslerin rengi yeşilden kırmızıya dönmüş. Papaya, mango vb tropik meyveler, fasulye, pirinç, yeşil biber, patates, kabak, havuç, mısır bol. Yuka en fazla yenen kök bitki. Patates gibi yetişen, çok lifli, çok doyurucu, Güney Amerika’ya ve bu enlemde bulunan bütün tropik altı ülkelere özel. Yuka, dünyadaki karbonhidrat zengini üçüncü sebze.
Sanatın bütün dalları Küba'da çok yaygın, özellikle de resim sanatı. Havana bu konuda en başta gelse de gittiğiniz her yerde Küba'lı sanatçıların galerilerini, sergilerini görmek mümkün. Havana’daki Devrim Müzesi’nin hemen arkasındaki Ulusal Sanat Müzesi kaçırılmaması gereken bir yer. Devrim öncesi dönemden başlayıp, Batista Dönemi, Devrim Dönemi ve günümüz sanatçılarına ait resimlere bakarken, bu sanatın gelişimini ve Devrimin sanatçılar üzerindeki etkisini görebiliyorsunuz. Serginin bir bölümü çocuklara ayrılmış; çocukların gözünden Küba!
54 yaşındaki Devrimin kazanımlarına kapitalist sistem ve gelişmiş olduğu söylenen ülkeler ne kadar sırtını dönse ve görmezden gelse de Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişmişlik Raporu’nda Küba hep üst sıralarda, “Yüksek Gelişmişlik Sınıfı”nda yer aldı.
Küba'ya her giden kendi Küba'sını keşfeder. İnsanına, sokaklarına, evlerine baktığınızda gördüklerinizi, içinde bulunduğumuz, yaşadığımız kapitalist sistemin kirlenmişliği ile algılamaya değil, Küba’nın kendi şartlarını göz önüne alarak değerlendirmeye çalışın. Havana’da sizden 1 CUC isteyen bir Küba’lıya rastladığınızda, bu durumun neden Vinales’de, Trinidad’da, Baracoa’da gerçekleşmediğini düşünün.
"Basit yaşayacaksın, mesela susayınca su içecek kadar basit.".
Küba’daki yaşamın, Yalçın Ergir’in bu sözlerindeki gibi basit, sade yaşandığını, bütün insanlığa örnek olacak kadar da yeterli olduğunu ve zenginliğini görmeye çalışın. Çok tüketmek değil, akıllı üretmenin ve akıllı tüketmenin, beraberce top yekun kalkınmanın, gelişmenin, ortak kaderi beraber tayin edip paylaşmanın, dayanışmanın, kendi kendine yetme iradesinin bütün izleri orada;
Siz de keşfedin...
Cuba Si!
Yazı: Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine III |
|
İttihat ve Terakki’nin örgütlenme modelini oluşturan bir diğer unsur da masonik yapıydı ve İttihatçıların üst düzey yöneticilerinden pek çoğu, zaman içinde masonluğu seçmişti. 1876-78 arası dönemde, başta İstanbul olmak üzere ülkenin pek çok yerinde faaliyetlerini arttıran masonlar, İttihatçılar için “özgürlükçü”, “meşrûtiyet yanlısı”, “güçlü devletlerin koruyuculuğuna sâhip”, vs. kimselerdi; hattâ, V. Murat bile, açık bir biçimde masonluğu kabûl etmişken ve onunla birlikte Saray’ın önde gelen isimleri de masonluğu benimsemişken, İttihatçıların buna kayıtsız kalmalarını beklemek, biraz yersiz olur.
Üstelik, bu masonik çevrelerin aslında neyin peşinde olduklarını anlayacak, bu işlerin ardını kurcalayacak öncü-aydın kadrolara da sâhip değildiler ve zâten bu konular, uluorta her yerde konuşulmuyor, eş dost toplantılarında ve daha çok kişisel ilişkiler üzerinden gelişiyordu. Ancak, burada özellikle vurgulanması gereken bir nokta var ki İttihatçılar, masonların sözümona “kutsal”, “ilâhî”, “mistik”, vs. saçmalıklarının peşinde değillerdi; bu sözümona “âyinler”, onlar için zâten anlamsız, ipe sapa gelmez deli saçmalıklarıydı. İttihatçıları masonlara yaklaştıran şey, tamâmıyla siyasî nedenler ve arkalarındaki devletlerle olan ilişkilerinden Saray aleyhine yararlanmak gereksinimiydi.
Pâris döneminde İttihatçılar, Anadolu’yla haberleşmelerinin neredeyse tamâmını, mason locaları üzerinden yaptılar; çünkü bu localar, gerek idârî bakımdan, gerekse de güvenliklerinin sağlanması konularında kapitülasyonlara tâbî oluşumlardı ve başta haberleşme engeli olmak üzere hemen hiçbir engele sâhip değillerdi. Bu o kadar öyleydi ki, kendileri çağırmadıktan sonra zaptiyeler bile localara giremez, hele arama yapma girişiminde dahi bulunamazlardı; dolayısıyla, masonların bu gibi ayrıcalıkları, İttihatçılar için bir can simidi hâline gelmiş ve onlardan en etkin biçimde yararlanmak amaçlanmıştı.
En alt dereceden en üst derece masonlara kadar bu localarda, sıkı geçerlilikle işleyen bir hiyerarşi vardı ve masonik yürütme heyetleri, İttihatçıların kendi örgütlenme modellerini belirlerken başvurdukları temel kaynaklar arasındaydı. Hâliyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası, ne kurulum aşamasında, ne de kamusallaşma aşamasında, çağdaş demokrasilerde siyasî partilerin örgütlenme modeline uymadığı gibi, bu modelin kurumsallaşmasını da engellemiş oldu; çünkü, II. Meşrûtiyet’in ilânıyla birlikte tüm bu örgütlenme esaslarına duyulan gereksinimler ortadan kalkmış olsa da cemiyetin çekirdek kadrosu, bu modeli korudu ve çağdaş demokrasiye uygun bir siyasî parti örgütlenmesinin olanaklı koşullarını ortadan kaldırmaya çalıştılar.
Dahası, “hürriyetin gelişi” de aslında, pek uzun ömürlü olmadı; hemen ardından 31 Mart Olayı patlak verince ve İstanbul’un kontrolünü, Mahmut Şevket Paşa gibi Osmanlı’nın geleneksel devlet ve toplum düzenine bağlı bir paşası üstlenince, İttihatçıların bu “açılım”ı neden yapmadıkları/yapamadıkları ortaya çıkıyor. Bu yeni dönemde, Mahmut Şevket Paşa’ya karşı “mücâdele”de masonik örgütlenme, İttihatçıların oldukça işine yaradı. Cemiyetin kamusallaşmaya başlamasıyla birlikte ise İttihatçılar, oldukça iddiâlı bir lîder portresi çizen Ahmet Rızâ Bey’le görüşmelere başladılar; kısa bir süre sonra da onu, cemiyetin başına geçirdiler. Daha sonra da cemiyetin adını, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirdiler.
Ahmet Rızâ Bey, Fransa’da ziraat öğrenimi görmüş iyi bir aydınımızdı. İstanbul’a dönüşünde kendisine, tarım bakanlığında çalışma talebi götürülmüş ve o da bunu, heyecanla kabûl etmişti. Artık dev reformların; hattâ, devrimlerin gerektiği Osmanlı tarım sistemi içinde, elindeki kısıtlı imkânlarla hiçbir şey yapamayacağını görünce, büyük bir hayâl kırıklığı yaşadı. Tarıma ilişkin sorunlar, merkezden alınabilecek birkaç önlemle hâlledilebilecek sorunlar değildi; köylü câhildi, tarım ve hayvancılıkta yeni yöntem ve tekniklerden habersizdi, vergiler ağırdı, mîras ve çeşitli nedenlerle topraklar parçalanıyor ve tarıma elverişli arâzîler, hızla eriyip gidiyordu; siyasî otorite ise bunların önüne geçemiyordu.
Bir süre sonra, bakanlıktaki görevinden istifâ etti ve bu kez de eğitim bakanlığına getirildi. Ancak, benzer bir durum, burada da peşini bırakmadı; eğitim sorunları da merkezden alınabilecek önlemlerle aşılabilir olmanın çok ötesine geçmişti. İçine düştüğü boşluk ve boşunalık duygusu giderek büyüyor ve sistemin topyekûn değiştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Elindeki kısıtlı imkânlarla, yapabileceği fazla bir şey yoktu. Bu nedenle, Avrupa’ya geçmeye karar verdi. Bu sıralarda patlak veren Ermenî Ayaklanmaları ise cemiyetin faaliyetlerini önemli bir biçimde etkiledi; çalışmalar, bu ayaklanmalarla birlikte başka mevzîlere de yayılmaya başlandı ve iç ve dış politika konularında belirli birtakım fikir ve görüşlerin doğmasına yol açtı.
Ayaklanmalar sırasında İttihatçılar, Ermenî siyâsetinin gözden geçirilmesini ve azınlıklar konusunda Saray’a baskı yapılmasını savunuyordu. Temel amaçları ise ülke içinde yükselmekte olan Osmanlı aleyhtarlığını arkalarına alabilmek ve azınlıkların hâmîsi olarak Saray’la masa başına oturabilmek; onların yardımıyla Saray üzerinde baskı kurmaya çalışmaktı. Bunları sağlamak için, cemiyete bağlı olarak bir de gazete çıkarttılar; adı Meşveret. Bu gazete aracılığıyla, “Ermenî sorunu”nun ilk kez açık bir biçimde ifâde edilmesini ve kamuoyu nezlinde tartışılmasını da sağladılar.
İmdi, “1915 Olayları” hakkında ahkâm kesen belirli birtakım çevreler ve yandaş medya, Meşveret’te bu dönemde yayınlanan yazılara şöyle bir baksın; zîrâ, İttihatçılar ile Ermenîler arasında, hiçbir zaman ve hiçbir gerekçeyle, kökensel bir düşmanlık olmamıştır; olması için de bir sebep yoktur. İttihatçılar için Ermenîler dâimâ, “sağdık tebaa” olmuşlardır. Üstelik, “Ermenî sorunu”nun ilk defâ açık bir biçimde dile getirildiği yer de yine Meşveret’tir ve dolayısıyla, İttihatçıları Ermenîlere karşı bir soykırımla suçlamanın hiçbir haklı nedeni yoktur. Öyle ki, İttihatçıların bu faaliyetleri ve Meşveret’te çıkan haberler, kısa zamanda Saray’ın da dikkatini çekti ve Saray, bu yayınlardan ve ayaklanmaların büyümesinden oldukça rahatsız oldu.
Emperyalistlerin de yangına körükle gideceğini ve bu ayaklanmaların büyümesine katkı sağlayabileceklerini öngören Saray, onlara çanak tutmalarından endişe ediyordu. Sultan Abdülaziz döneminden bu yana Osmanlı’da gazetecilik faaliyetleri, siyasî faaliyetlerle birlikte yürütülmüş; gazeteler yalnızca, olayların geniş halk kitlelerine aktarılmasıyla yetinmemiş, aynı zamanda bunların belirli birtakım perspektiflerden yorumunu da okurlarına taşımıştı. Söz gelişi Tercümân-ı Ahvâl, Tasvîr-i Efkâr, Mîrat, Muhbir, vb. gazeteler, gerek Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesinde, gerekse de 30 Mayıs cuntasının Saray entrikalarında, çeşitli bakımlardan etkin olmuştu.
II. Abdülhamid’in Meşveret’i kapattırıp yazarlarını sürgüne göndermesinde de şaşılacak bir yön yoktur. Bununla da yetinilmedi; cemiyetle doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ilişki içinde olan tüm tıbbiye öğrencilerinin askeriyeyle ilişkileri kesildi ve yargılandılar. İttihatçılardan pek çoğu aslında, Ermenîlere sâhip çıkmanın; hak ve özgürlüklerini savunmanın bedelini, daha en baştan ödemeye başlamıştı; bu bedelin en acı olanı ise kuşkusuz, Ermenîlere yönelik “soykırım”da(!) bulundukları; bunun emrini verdikleri iddiâsı oldu. Meşveret’in kapatılması ve İttihatçıların sürgün yıllarının başlamasıyla birlikte ise cemiyetin üzerine büyük bir karamsarlık çöktü ve kendilerini, kapana sıkışmış hissettiler.
Ülke içinde meşrû faaliyet göstermeleri, artık neredeyse imkânsız hâle gelmişti ve bunun üzerine, yurt dışına çıkmaya karar verdiler; en ideâl merkez olarak da Pâris’i gördüler ve Avrupa’nın değişik merkezlerinde de şubeler açtılar. Bir diğer koldan ise Ortadoğu’ya geçtiler, burada da Arapları örgütleyip kendi saflarına katmaya çalıştılar; tıpkı Ermenîlerde olduğu gibi, Araplarda da yönetim aleyhtarlığını arkalarına almak istediler. Bu amaç doğrultusunda, merkezi Mısır’da bulunan Mîzan isimli bir dergi çıkartmayı ve Ortadoğu’ya yaymayı başardılar. Fakat Mîzan, Meşveret kadar etkin olamadı; çünkü, bölgenin aşîret yapısı, “özgür düşünce”yi zâten değerden düşürüyor ve aşîret lîderlerine koşulsuz itaat, bu tür yazın faaliyetlerini anlamsız hâle getiriyordu.
Mîzan’ın asıl önemi, 31 Mart’a doğru Murat Bey ve arkadaşlarının sergiledikleri tutumlardan; ordudan çıkartılan subaylar ve gericilerin işbirliklerinin kışkırtılması, bu yolla Saray’ın gücünün zayıflatılmak istenmesi sırasında Mîzan yazarlarının da bu işlere bulaşmalarından gelir. İttihatçılar arasında Murat Bey’in “yıldızının parlaması” da Pâris dönemine rastlar; nitekim, bu dönemde gelişmeler, oldukça hızlı seyrediyor ve bâzı İttihatçılar, bu kadar kısa bir zamanda bu kadar sert bir biçimde Saray’ı karşılarına almaktan rahatsız oluyordu . Bir süre sonra, İttihatçılar arasında belirli birtakım gruplaşmalar ortaya çıktı ve muhalif grup, Saray’la uzlaşmacı bir tutum sergilenmesi gerektiğini savundu.
Ahmet Rızâ Bey ise bu gruplaşmayı doğru bulmuyor ve cemiyetin amaçlarına ulaşılması için gerekli tüm özverilerin gösterilmesi gerektiğine inanıyordu. Ancak, bu gruplaşmanın önüne geçemedi ve bir yıl sonra –1896– görevini, muhalif grubun temsilcisi konumunda bulunan Murat Bey’e devretti. Murat Bey döneminde İttihatçılar, orta yolcu bir söylem benimsediler ve uzlaşmacı bir tutum sergilediler. Hem, Murat Bey de kişilik özellikleri itibâriyle uzlaşmacı bir kimseydi ve sorunların masa başında çözümünden yanaydı. Ayrıca kendisi, iyi de bir târih profesörüydü; Osmanlı’nın içinde bulunduğu sorunların temelinde târihsel nedenlerin olduğuna inanıyor; etnik, dînî, vb. değerlendirmelerden uzak duruyordu.
Dahası, II. Abdülhamid’i tahtan indirip Kânun-i Esâsîye’yi yeninden ilân etmenin yeterli olmayacağını; genel bir sistem değişikliğinin artık kaçınılmaz hâle geldiğini o da görüyordu. Osmanlı için asıl tehlikenin ise Ruslar olduğunu düşünüyor ve Ruslar karşısında Avrupa’nın yardımına ihtiyaçları olduğuna inanıyordu. İttihatçılar arasında bu orta yolcu değişim, pek uzun sürmedi; târihsel birtakım gelişmeler, İttihatçıları bu söylemden uzaklaştırdı. Özellikle de 1897’de patlak veren Yunan İsyânı, İttihatçıların ezici bir çoğunluğu için bir dönüm noktası oldu; çünkü, isyânın bastırılmasıyla birlikte, Saray’ın içte ve dışta itibârı da güçlenmişti ve ılımlı bir yol izlenerek Saray’ın alt edilmesi mümkün olamayacaktı.
Saray’ın itibârı güçlendikçe, İttihatçılara içte ve dışta verilen destek de giderek azalıyor ve cemiyet faaliyetleri, durma noktasına geliyordu. Saray ise bu gelişmeleri anbean tâkip ediyor; faaliyetler hakkında belirli birtakım raporlar tutulmasını sağlıyor, İttihatçıları bir bir fişliyor ve etkisiz hâle gelmeleri için her türlü baskı mekanizmasını devreye sokuyordu. Hattâ, yurt dışındaki pek çok İttihatçının yurda geri dönmesini de sağladı ve sonra da hemen hepsini yargılayıp sürgüne gönderdi. Hâl böyle olunca, İttihatçıların orta yolcu söylemleri sürdürmeleri mümkün olamazdı; Murat Bey’e verdikleri desteği de geri çekmeye başladılar.
Bu gelişmeler üzerine Saray, İttihatçıları alt etmek için doğru zamânın geldiğini düşünmeye başladı ve cemiyet faaliyetlerinin sona erdirilmesi konusunda Murat Bey’i iknâ etmek üzere Ahmet Celâlettin Paşa’yı görevlendirdi. Paşa ile Murat Bey, Cenevre’de görüştüler ve sonunda, Murat Bey de pes etti. Zâten, kendisine verilen destek dibe vurmuş ve İttihatçıların bu gelişmelerden en az zararla çıkmalarını istemişti. Ahmet Rızâ Bey cephesinde ise durum farklıydı; Cenevre müzâkerelerinde alınan kararları cemiyetin dâvâsına ihânet olarak nitelendiriyor ve faaliyetlerin sona erdirilerek İstanbul’a geri dönülmesi karârını, mücâdeleden kaçış olarak değerlendiriyordu.
Bu kez yalnız da değildi; çünkü, Murat Bey’in bu tâvizkâr tutumu, sürgündeki pek çok İttihatçıyı da rahatsız etmiş ve bu da Ahmet Rızâ Bey’in yeniden itibâr toplamasını sağlamıştı. Cenevre müzâkerelerinde alınan kararları tanımayacaklarını ve bundan böyle Ahmet Rızâ Bey’le birlikte hareket edeceklerini açıkladılar. Böylelikle, Murat Bey ve arkadaşları, İstanbul’a geri döndüler; cemiyetin başkanlığına da Ahmet Rızâ Bey yeniden getirildi. İkinci Ahmet Rızâ Bey dönemi ise İttihatçıların oldukça radikal faaliyetler sürdürdükleri bir dönem oldu; târihsel şartların bir gereği olarak bu, bir yerde kaçınılmazdı da.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
GECELER ART ARDA
Dur dedim
Geçen, her bir gündüze.
Dinlemedi, yine sıralandı,
Geceler art arda.
Karanlıklar içindeyim,
Bulandı karanlık her yerime,
Kaçış noktam, güneşim kalmadı.
Geceler art arda…
Konuş dedim.
Bana bir şey söyle!
Sustu, yine dinlemedi beni,
Geceler art arda.
Bugün gel dedim.
Güneş doğmamışken daha,
Uyanmamışken bu ıssız şehir,
Doğ, doğ ki aydınlanayım,
Seninle hayat bulayım.
Korkuyorum; karanlık, soğuk ve sessiz,
Geceler art arda.
Gel, ne olur gel.
Büşra KARALALI
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|