|
|
|
Editör'den : Yansın bu gönlüm!.. |
Yanan yanana, yakanlar yan yana. 19 yıl önce yakılanları, 19 yıl sonra tekrar yakan adalet, kararı "Hayırlı olsun" diye karşılayan bir sözde büyüğümüz, "19 yıl önceki kamu görevlileri yargılansın" diyerek akıttığı timsah gözyaşlarına musluk suyu katan sözde büyüğün yardımcısı, 11 işçiyi göz göre göre naylon çadırda katleden işveren, buna ses çıkarmayan belediye, hepsi el ele yan yana. Yanan yandığıyla, ölen öldüğüyle kalmış kime ne...
375 gün bir hiç uğruna özgürlüğü gaspedilen gazetecilerden birkaçı, tutuksuz yargılanmak üzere, serbest bırakılıyor, sevinemiyoruz bile. Nedim Kardeş anlattıkça esareti, zulmü, gözlerimiz doluyor ama sesimiz çıkmıyor. Geride kalan bir ufak kadın "Kedi" istiyor candost olsun diye, henüz kimse umursamıyor. Çankaya'daki zat çıkıyor, "Tahliye iyi olmuştur, dışarıdaki imajımıza katkısı olmuştur." diyor. Zaman aşımını soruyorlar; "Bu olay tam aydınlatılmamıştır, tam aydınlatılması gerektiği kanaatindeyim." diye cevap veriyor. Ciddi mi, şaka mı yapıyor anlaşılmıyor. Millet, ne demek istedi acaba diye fallar açıyor.
Sizi bilmem benim canım çok sıkılıyor. Dertleşecek adam arıyorum çevremde, "Bırak bu işleri, derbi ne olacak sen onu söyle." diyor çoğu. Mesajlar alıyorum epeyce. Şöyle yazıyor tamamına yakını; "Yazılarım bulunduğum ortamda hoş karşılanmayabilir, o nedenle kaldırılmasını ya da ismimin değiştirilmesini istiyorum." Yüreklerimize salınan şu korkuya bakın. Yazdıklarımızın, söylediklerimizin arkasında bile durmaya korkar olduk. Tabi kabahatin çoğu bizi bu hale getirende ama onu oraya getiren olarak bizim hiç mi günahımız yok. Var elbet, hem de eşek yüküyle. Oy vermesek bile umursamadığımız için, uyaranları paronoya ile itham ettiğimiz için, ilk avazda sarı öküzü vererek öküzlüğün daniskasını ettiğimiz için, saygısızlığa sessiz kaldığımız için, "Yetmez ama evet" diyerek bilinçsiz payanda olduğumuz için hepimiz günahkarız. Korkunun ecele faydası yok. Meydanı boş buldukça azanlar, iskilipli akif hocayı kahraman ilan etti, adını devlet hastanesine verdi. Şeyh said adının Diyarbakır'da bir meydana verilmesi istendi. Sırada kimler var? Menemen'de Kubilay'ı katleden derviş mehmet, Sivas kundakçıları, Kahramanmaraş katilleri... Bilcümle tüm Cumhuriyet düşmanları iade-i itibar için sırada. Bu gidiş, gidiş değil, verecek öküz kalmadığında gidecek yeriniz yoksa yandınız cayır cayır.
Bugün 16 Mart. Bu tarihi unutmama olanak yok. Üniversite yıllarının en başında yaşadıklarımız bir bir gözümün önüne geliyor bugün. 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesinde bomba ile katledilen arkadaşlarımızı unutmak ne mümkün. O olaydan sağ çıkan can dostumun ikinci doğum günü bugün. Bir doğum günü de benim canımın içinden. Kızımın da doğum günü bugün. Ne mümkün unutmak Onaltı Mart'ı.
Onaltı Mart
Çitler kesilir birer birer
Cop ve bomba alt edilirler
Biz ki gürleyen birer volkanız
Beyazıt patlayan krater
Martın onaltısında yedi can
Düştük gün ortasında yedi can
Bindallı yasemen olup yeşerdik
Faşizmin karşısında yedi can
Çaldığım özgürlük ateşini
Ülkemin koynunda büyütmek
Değil lale bahçelerinden değil
Barut yakan soluktan geçer
Barut yakan avazdan geçer
Grup Yorum
Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇAMURLU DÜŞÜNCELER |
|
İşten trenle döndükten sonra eve ulaşmak için yaya olarak yirmi üç dakika süren bir yolu yürümem gerekiyor. Ya da otobüse para ödeyip üç dört durak sonra sokağın başında inmeliyim. Son günlerde yürümeyi alışkanlık haline getirdim. Bunun birkaç nedeni var. İlk başta apaçık cimriyim. İkincisi ise yürürken kendimi iyi hissediyor olmam. Yürümeye başladıktan bir süre sonra insan bedeni kendini otomatiğe bağlayıp beyni rahat bırakıyor. Ya derinlere dalıp gündelik sıkıntıların içinde kayboluyorsunuz. Ya da düşlerin içinde çok uzaklara gidiyorsunuz.
Ortasında genişçe çim bir alan bırakılarak düzenlenmiş yolda trafik deli gibi akıyor. Çim alana uzun bir sıra halinde top gibi şekillendirilerek budanmış akasyalar dikilmiş. Yüzlerce ağacın içinde sadece birinde geçen bahardan kalma bir kuş yuvası vardır. Yapraksız dalların arasındaki yuva çok uzaklardan bile görünebiliyor. Kuru otlardan örülmüş yuva iyice kendi rengini kaybetmiş yapraksız dallardan bile daha kara hale gelmişti. Sanki içinde annelerini bekleyen yavrular varmış gibi her geçtiğimde o boş yuvaya bakmadan duramam. Küçük bir kuşa ait olduğu çok açık olan bu yuva onca kara, yağmura, fırtınaya ve koca kışa rağmen üççatallı bir dalın ortasında öylece oturuyordu.
Çoğumuz küçük bir kuş yuvası direncinden bile yoksunuz. Bir cümle ile paldır küldür yıkılıp yerle bir olabiliyoruz. Hemen umutsuzluğa kapılıp yelkenleri suya salıveriyoruz. Asıl mesele yıkılmak değil. İnadına ayağa kalkmak, üstelik defalarca yıkılacağını bile bile inadına ve yeniden… Süslü lafları hep başkası için kullarınız ama sözümüz kendimize geçmez. Her gecenin bir sabahı vardır, gecenin en zifiri karanlığı tan vaktinin az öncesidir. Salla babam, söyle babam, sepette beylik laf kalmasın. Başkalarını boş ver kendi resmine bak. Aylardır yaşamaya dair en küçük bir heyecan duymuyorsun. Yediğin ekmeğin, içtiğin çayın tadı yok. Sen yağmurları severdin örneğin. Japon balıklarını ve çiçekleri de… Ne bir balığın var ne de tek bir saksı çiçeğin. İçimdeki yapraklar solmuş dalların kurumuş. Bir para pul telaşıdır koşturup duruyorum. Para, pul işlerini boş ver. Kimin yorganı ayağına denk gelmiş sanki. Boşuna yorma kendini geçim derdi baş edilebilir bir rakip değil. Gündelik sorunların içinde ömrümüz tükenip giderken baharın da ayırtına varabilmeli insan. Cemreler birer birer yüreğine düşebilmeli.
Sevmek, özlemek, umut etmek ve beklemek artık bizim dudaklarımıza yakışmıyormuş. Yaşımız kemale ermiş bizim. Gölyazıda bin yaşından büyük bir çınar var. (Ağlayan Çınar) Hala nedendir bilinmez ağlayıp durur. Ya tanıklık ettiği acılar ciğerini dağlamıştır. Ya da hala bir özlediği, bir beklediği vardır ihtimal. Ölümün çizgisini geçmeyen her beden kendince bir sevgiliyi özleyebilir. Apolion tapınağı kalıntılarındaki yuvaların yeniden leyleklerle şenlenmesini bekleyebilir örneğin. Fadıllı’nın yukarısındaki tepelerde çiğdemlerin açmasını ya da sazlıklardan yükselen bülbül seslerinin taptaze bir akşamda ay ışığıyla birlikte gölün üzerine yağmasını bekleyebilir insan. Bir sabah, hiç olmazsa tek bir sabah daha tekne motorlarından çıkar seslerin taş duvarlarda yankılanarak geçip gitmelerini, göle açılmalarını görebilmeyi yaşamak kadar çok isteyebilir.
Ömrüm boyunca hasret çekmeyi, özlem biriktirmeyi insana yapılan bir eziyet sandım. Artık yanıldığımı biliyorum. Esasında zurnanı zırt dediği yer bunu tersidir. Ya özlediğiz biri yoksa. Ya özlemenin ne olduğunu, kaygılar içinde beklemenin insanın kemiklerini sızlatan tadını unutmuşsanız ne fena… Bir ses, bir söz, bir rüyayı beklemenin ne olduğunu birazcık bilirim. Gözlerinizin pınarları çoktan dolmuş. En küçük bir aksilikte ağlamaya hazır.
Bir de anlaşılamamak vardır. Utangaç olmak, söyleyeceklerini bir araya getirememek ayrı bir bela. Ama en beteri yüzlerce binlerce cümle kurup anlaşılamamış olmanın acısını tatmamış olmaktır. Konuşmayı anlaşılmak sanırdım eskiden. Sonra birisi çıkıp kocaman bir yerde bir cümle yazdı. “Ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anlayabildiği kadardır anlattıkların.” (Mevlana) Susmayı zor sanınlar yanılıyor. Zor olan susmak değil, konuştuğun halde anlaşılmamaktadır. Sürekli kıyılarını döven bir dalga düşünün. Tek bir kum tanesini bile önüne katıp yuvarlayamasın. Akıllara zarar bir çaresizlik değil de nedir bu?
Düşünceler içinde yürürken kırmızı bir araba geçti yanımdan. Narçiçeği gibi kıpkırmızı… Sadece lastiğinin pat diye bir yere düştüğünü duydum. Hepsi bu kadar... Bir kova dolusu çamurlu su beni baştan aşağıya yıkadı. Ne olduğunu bile anlayamadım. Ay ben senin ananın demeye bile vakit bulamadan otomobil çoktan kaybolup gitti. Kuş yuvası ve akasya ağacı çok gerilerde kalmıştı. Çamurlu sularla yıkanmış bu komik halimle bile zihnimin başını alıp gittiği bu girdaplı yolculuktan ayrılmak istemiyordum. Zaten hayatın gerçeği nedir ki? İş dönüşü bir kova dolusu çamurlu suyla duş almak elbette…
Not: Haftanın üzücü gelişmelerini bir de ben irdeleyeyim, içinizi daraltayım istemedim. Duyarlılık göstermediğimi düşünenlerden affımı istiyorum. Kalın güzelliklerle…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu SEN MÜSLÜMAN, BEN KÂFİR! |
|
Madımak, öğretmen okulu yıllarımda Sivas yöresinin bir oyun havasıydı benim için. Kız arkadaşlarımız hem söyler hem kollarını savura savura, kâh çömelerek, kâh sekerek oynarlardı:
“Madımak oylum oylum,
Geliyor selvi boylum,
Selvi boylum gelirse
Şen olur benim gönlüm.”
Edebiyata merak saldığımda Sivas, Pir Sultan’ıyla, Aşık Veysel’iyle gönül kıblem kentlerden biri oluvermişti. Üstelik Sivas, Kurtuluş Savaşı’nın en önemli meşalesinin de yakıldığı kentti? Bu ulusu yeniden var eden “Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, ayrılamaz.”, “Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.”, “Manda ve himaye kabul olunamaz.” kararları Sivas’ta alınmıştı.
Sivas’a duyduğum bu hayranlık 1968 güzünde genç beynimde düşen sorularla yaralandı. 17 Eylül 1968’de Kayseri-Sivas futbol maçında çıkan olaylar sonucu kırk yurttaşımız ölmüştü. Birkaç gün sonra Sivas’tan geçerken yanmış yağmalanmış mağazaları görünce şaşkına dönmüştüm. Meğer Sivaslılar Kayserililere ait dükkân ve mağazaları ateşe vermişler.
Barışın, dostluğun, kardeşliğin aracı olması gereken futbol böyle bir vahşetin sebebi olabilir miydi? Sivas’a ekmek parası için gelmiş bu günahsız insanların ekmek teknelerini ateşe vermek hangi kinin, nefretin ürünü olabilirdi ki?
2 Temmuz 1993
O ilk gençliğimde oyun havasını zevkle izlediğim, “Madımak” adını almış otelde, 37 can diri diri yakılmıştı. O gün orada ben de olabilirdim. Hiçbirini tanımamış olsam da cehennem zebanileri salyalarını akıta akıta beni de ateşe atabilir; güya Allah adına can almanın zevkiyle böğürebilirlerdi.
Şair Metin Altıok, 14 Mart 1940’ta Bergama’da doğmuştu. Yaşasaydı bugün 72. doğum gününü kutlayacaktı. Ama 2 Temmuz 1993’te onun katline seyirci kalan devlet, suçluları cezalandırmayarak doğum gününde yeniden öldürdü. Yaşasalardı, Dr. Behçet Aysan 62, Hasret Gültekin 42 yaşında hayatı şiirlerle selamlamaya devam edeceklerdi. Arı gibi çalışkan Asım Bezirci usta, kim bilir daha ne değerli araştırmalarını bize sunacaktı. Muhlis Akarsu türkülerimizi dile, tele getirecekti. Oysa onlar katliam öncesinde camilerde dağıtılan;
"Müslüman Kamuoyu ...
Salman Rüştü Müslümanların çok az olduğu kâfir bir ülkede sokağa çıkmaya bile cesaret edemezken, onun yerli uşağı Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber şehrimiz valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmektedir... Kâfirler şunu iyi bilmeli ki: İslam’ın peygamberini ve kitabın izzetini korumak için bu uğurda verilecek canlarımız vardır. Gün Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür. ‘İman edenler Allah yoluna savaşırlar, kafirler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.’ (Nisa suresi, 76) Galip gelecek olanlar şüphesiz ki, Allah tarafından olacaktır.” bildirisiyle afyonlanan kafaların ateşinde yanıp gitmişlerdi.
Aradan 19 yıl geçti. İnsanların yatak odalarını dinleyenler, Said-i Nursilere, Dersimli Seyit Rıza’lara, İskilipli Atıf Hoca’lara, İzmir Suikastı sanığı Ziya Hurşitlere itibar peşinde koşanlar nedense Madımak sanıklarının bir kısmını yakalayamadı bile.
“Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun.” Bu söz benim değil. Ben, vahşilerin yargılanamamasından din adına da devlet adına da insanlık adına da hayır beklemem.
Ancak ikide bir meydanlara çıkıp “Neler çektirdi bu devlet bize?” diye salya sümük ağlayanlara,
Nef’i’nin ünlü dizelerini hatırlatmak isterim:
“Bize kâfir demiş müftü efendi
Tutalım ben diyem ana müselman
Varıldıkta yarın ruz-i cezaya
İkimiz de çıkarız anda yalan.”
(Müftü Efendi bize kâfir demiş. Şimdi ben de tutup ona Müslüman desem de, yarın mahşer gününe vardığımızda ikimizde sözümüzde yalancı çıkarız.)
“Madımak pişer oldu
Tencerem taşar oldu
Günde yediğim şamarlar
Bir iken beşer oldu.”
Madımak, yalnızca bir oyun havası değil artık. Türkiye’nin nereye götürülmek istendiğini anlamak için ders alınması gereken eşiklerden biridir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Mürur-i Zaman... Amaniiin Aman Aman..! |
|
Arapça’dan devşirme “Mürur” kelimesinin; “Eskimiş, Geçme, Geçip gitme, Sona erme” gibi anlamlar içerdiği çoğumuz tarafından bilinmektedir. TDK Sözlüğü’nde bulduğum ve benim daha çok güldüğüm ise; “Bir taraftan girip diğer taraftan çıkma” açıklaması... Bu durumda; “Mürur-i zaman” anlamını da; “Bir taraftan girip diğer taraftan çıkan zaman” olarak ifade edebiliriz. Bahis konusu o zaman, günümüz uygulama ve örneklerinde de olduğu gibi bir taraftan girmiş diğer taraftan örneğin “Mürur-i aftan” çıkıp gitmiştir. Ama başka bir Taraf’tan girenin vay haline... Yaşanan acılardan, telafisi mümkün olmayan zamandan kime ne ? Eee ne de olsa devir; sahip çık kinine ama sahip çıkma sakın özgürlüğünü borçlu olduğun ne Dede’ne ne Nine’ne devri...
Yine Arapça’dan devşirme “Yalelli” kelimesi de “Uzun ve tekrarlardan oluşan şarkı” anlamında kullanılmakta imiş. “Arabın yalellisi gibi uzatma !” diye duymuşluğumuz olmuştur kesinlikle. Bu nakaratın bolca kullanıldığı Lüleburgaz/KIRKLARELİ yöresinin “Dere geliyor dere” türküsü de bir zamanlar mutlaka dilimize dolaşmıştır. Hani;
Dere geliyor dere... Yalelel yalelel,
Kumunu sere sere... Yalelellim...
Al beni götür dere... Yalelel yalelel,
Yarin olduğu yere... Yalelellim...
diye başlar hatırlarsanız... Arabın “Yallelli” bölümlerini bir kenara bırakacak olursak, günümüze devşirmesi şöyle olurdu sanırım :
Cumhur’u sere sere...
Herşeyi gere gere...
Gerisin geri götür...
Osmanlı’ya yakın yere...
Birçok şarkı ve türkümüzde olduğu gibi sevgili’nin yüceltildiği orta bölüm. Tıpkı;
Ben armudu dişlerim... Yalelel yalelel,
Sapını gümüşlerim... Yalelellim...
Sevdiğimin ismini... Yalelel yalelel,
Mendilime işlerim... Yalelellim...
satırlarında olduğu gibi. Yine Arabın elinden kurtarıp günümüze tercüme edersek;
Cumhur’u şişlerim...
Biat etmeyeni dişlerim...
“İleri Demokrasi” diye diye...
Yedi düveli pişpiş’lerim...
olurdu sanırım. Türkümüzün; araya (+) işaretleri girmeyen son 4’lüğü sevgili’yi iyice zirveye çıkaran, şımartan bölüm. Yani;
Armut dalda bir iki... Yalelel yalelel,
Sayın bakın on iki... Yalelellim...
On ikinin içinde... Yalelel yalelel,
Birincisi benimki... Yalelellim...
şeklindedir. Son bölümü de Yalelli’den kurtarıp kısaltınca;
Teklif gelir bir iki...
Geçip gitmesi yirmi iki...
İbret-i Alem içinde...
Birincisi benimki...
Öyleyse; nakarat zamanı ile türkünün de yazının da sonuna gelinmiştir :
Amaniiin aman aman...
Mürur-i zaman zaman...
Bizim mürur ne zaman..?
Sanki zerre kadar utanılan bir konu değilmiş gibi göz yuman,
Sanki ortada düğün-dernek eğlence varmış gibi tüten duman,
Mürur-i zaman ise bugün yaşanan, “Hayırlısı olsun” o zaman...
Yangın yüreklere düşerse düşsün ne gam ne of aman aman..!
Deniz suyu da yürütülür elbet, nasılsa altında saman...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
HAYAL KURMAK
Söylenenin aksine aceleye gelmeyecek hayal kurmak.
Planlayarak başlamasan bile bir süre sonra kendini nehrin akıntısına kaptırmış bulacaksın. Bazen nehre doğru eğilmiş ağaçların dallarında mola verecek, bazen parlak bir kayaya çıkıp aldığın yola bakacaksın.
Somon gibi suyun aksi yönüne gittiğin de olacak, suyun şiddeti ile kendini akıntıya bıraktığın da... Sırlarını suyun kulağına fısıldayan ağaçların dallarına tutunup gökyüzünü yakalamaya çalıştığın da olacak; ağacın dalından pamuk prensesle yedi cüceleri seyredip sonu mutlu biten öykülere kahramanlık ettiğin de...
Kurmaya başladığın şey hayal değil, girizgahıdır sadece; klasik bir romanın ilk sayfalarında gizlice yapılan mekan, zaman ve kişi tanıtımı gibi. Bir romanın siyah beyaz sahnesindeki genç kız da olabileceksin, fakir ama gururlu delikanlı da. Diz kapağının üzerinde çizmeler, kısacık bir etek de giyebileceksin, ispanyol paça dar kesim pantalonla kısa bir ceketi de eşleştirebileceksin. Yaratıcı drama kursundaki kurgunun bir parçasında yer alıp; çölde bir yudum su için de, apartmanın 28. katından aşağıya düşen boyacı için de delireceksin.
Demem o ki bir girizgahtan ibaret olmayacak hayal kurmak.
Tuval karşısında veya elinde kalem, masa başında olacaksın, o da olmazsa kendini suyun akışına kaptırabildiğin herhangi bir mekanda ve zamanda.
Ya bir renkle başlayacaksın ya bir kelime ile. İster gri ile başla ister “ayy” ile, bir iki renk daha atmadan tuvale veya üç beş kelime daha eklemeden “ayy” a, dalmış olmayacaksın hayale. Bir renk sıçratacaksın, bir fırça darbesi daha; baktın olmadı, bırakacaksın dağınık kalacak renkler; onu aklayacak sil baştan başlayacaksın. Biraz maymun iştahlı olacaksın; “Ayy” ın yanına “adam” ekleyeceksin belki. “Ayy adam düştü.” diye başlayacaksın ya da “ayy kahve taştı.” diyeceksin. Bir yapacak bir sileceksin, sildiğini unutup kaldığını düşündüğün yerden devam edeceksin.” Öyle olmadı, böyle olsun.”, “Onu sevmedim, çok kırmızı” diyeceksin. Kırmızıya sarı katacak turuncu yapacaksın ya da kırmızı ile maviyi deneyeceksin. Kelimeler dans edecek zihninde ama içindekini anlatacak kelimeyi seçemeyeceksin bir türlü, kelimeleri renklerle buluşturacak; altını çizeceksin, bazen büyük harfle bağıracaksın bazen kaçacak delik arayacaksın...
Tuval, fırça, su herşey bedava. Tüm kelimeler beynine amade, senin istediğin gibi sıralanacak, baktın olmadı; onu başa diğerini sona alacaksın; bazen Mevlana bazen Paul Auster olacaksın. Kimi zaman sonunu yakalayacaksın, kimi zaman başını. Kimi zaman evlendireceksin hayallerini kimi zaman ayrılık kaçınılmaz olacak. Hayattan farklı, hayattan yüksek ama senin kadar geveze, sağır-dilsiz, senin kadar kör olacak, hayal. Kuralsız, zamansız ve mekansız kurulacak.
Söylenenin ve hayatın aksine; kuracaksan hayal, aceleye gelmeyecek aslında.
Banu Aksoylu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Coşkun Irmak-11 (Son bölüm)
Coşkun, geçen her dakikanın onu istenmediği bu sona doğru biraz daha yaklaştırdığını biliyordu. Bunu engellemek için çareler düşünüyorsa da bir çözüm yolu bulamıyordu. Galiba kabullenmekten başka bir çaresi yoktu! Irmak’ın varlığını düşünerek, onunla geçirdiği mutlu anları hatırlayarak teselli bulmaya çalışıyordu. Fakat birden bu mutlu anlar kayboluyor ve tekrar zihnini Irmak’ın olmadığı acımasız bir hayat görüntüsü kaplıyordu. Hazdan eleme, elemden hazza geçiş yapıp duruyordu.
Yarın Irmak’la buluşacaklardı ve büyük bir ihtimalle her şey o zaman belli olacaktı. İçindeki sıkıntıyı atmak için biraz dolaşmaya karar verdi. Dışarıda yağmurun yağdığını gördüğü halde şemsiye almadan evden çıktı. Islanmak istiyordu. Islanırsa belki biraz kendisine gelirdi.
Kaldırımda yürürken farkında olmadan buradan ayrıldı ve yandaki boş araziye doğru yöneldi. Arazinin bir kısmı çimenle kaplıydı, çoğu yer ise çamurdu. Çimenli tarafı değil de çamur olan tarafı tercih etmişti. Ayakkabılarının üstü ve altı çamur kaplandı. Öyle ki ayakkabılarının giderek ağırlaştığını hissetmeye başlamıştı. Bu nedenle bir müddet, çimenlerin üzerine ayaklarını sürterek, ayakkabılarını temizlemeye çalıştı. Beş dakikalık bir uğraştan sonra, ayakkabılarındaki çamuru biraz azaltabilmişti.
Pantolonunun paçaları da çamur içindeydi. Sular her tarafından süzülüyordu. Onun bu halini görenler mutlaka aklından zoru var diye düşünürlerdi.
Hava soğuk değildi, ancak o kadar çok ıslanmıştı ki üşümeye de başlamıştı. Tekrar eve dönmeye karar verdi. Giderken fırından ekmek ve manavdan domates aldı.
Evde ıslak giysilerini çıkardı, havlu ile bütün vücudunu kuruladı. Yemeğini hazırlayıp yedi ve erkenden yatıp uyudu.
Ertesi gün, öğlene kadar yataktan çıkmadı. Irmak’la akşamüstü Börekçide buluşacaklardı. Buluşma saatine kadar televizyon izledi; ama gözü ekrana bakarken aklı hep o günkü buluşmadaydı. Kendince Irmak’ın ileri sürebileceği görüşlere karşı birtakım savunmalar hazırlıyordu. Hoş, Irmak’ın ne diyeceğini bilmiyordu, ama gene de hazırlıklı olmak istiyordu.
Irmak geldiğinde hemen asıl konuya girmedi. Yarım saat kadar şundan bundan bahsetti. Coşkun meraktan çatlamak üzere olmasına rağmen, gene de asıl konu ile ilgili hiçbir şey sormuyor, sadece onu dinlemekle yetiniyordu.
Irmak, kurnazca bir gülücük attıktan sonra sordu:
-Sana yapacağım sürprizin ya da teklifin ne olduğunu merak etmiyor musun?
-Etmez miyim?
-Öyleyse neden sormuyorsun?
-Senin anlatmanı bekliyorum.
-Sana her yönden birlikte olacağımız on günlük bir tatil teklif ediyorum. Ancak bir şartım var.
-Şartın nedir?
-Bu süre bizim birlikteliğimizin de son on günü olacak. Daha sonra, iki olgun ve doyuma ulaşmış insan olarak ilişkimizi noktalayacağız. Beni aramayacaksın, bulmaya çalışmayacaksın. Hatta birlikte bulunduğumuz yerlere de gitmeyeceksin. Ne dersin?
-Seçimini yap diyorsun, ama bana tek bir seçenek sunuyorsun.
-Bilmem. Öyle mi?
-Neden böyle bir sona gerek olduğunu öğrenmek istiyorum.
-Bak Coşkun, anlamaya çalışmalısın. Bu coşkun ırmak, önüne çıkan bentleri yıktı, dağları aştı ve artık denize kavuşmak istiyor. Yani vuslat zamanı geldi…
-Başka bir yol yok mu?
-Yok. Yaşadıklarımızı ve yaşayacaklarımızı ömrümüzün sonuna kadar tatlı bir anı olarak saklayabilmeyi istemez misin? İkimizin de bu ilişkiden aldığı haz küçümsenecek bir şey değil. Beni çok mutlu ettin, sanırım sen de çok mutlu oldun. Gel, bu güzellikleri saklayıp yaşatabilmek için, bu ilişkimize bir şans verelim. Teklifimi lütfen kabul et. Şu anda her şey bitmiş değil. Önümüzde bizi bekleyen tam on günümüz var.
-Tamam Irmak. Her şey senin dediğin gibi olsun.
-Yarın yola çıkıyoruz. Hazırlığını yap, seni sabahleyin buradan alırım.
***
Akşam yemeği için bir kır lokantasında mola verdiklerinde yaklaşık iki saatlik yolları kalmıştı. Coşkun adeta sarhoş gibiydi. Buna sebep, yemek yedikleri yerdeki çam kokusu mu yoksa Irmak’ın güzelliği miydi, ya da ikisi birden miydi? Irmak, etrafına adeta sihirli bir hava yayıyordu. Bu güne kadar gördüklerinden çok daha güzeldi. Neşeliydi. Konuşuyor, gülüyor, Coşkun’u mutlu etmeye çalışıyordu. Coşkun da çok mutluydu. On günün sonunda olacakları unutmuştu bile. Bu anların tadını doyasıya çıkarmaya çalışıyordu.
Güney sahillerinde bir sitenin bahçesinden içeri girdiler ve üç katlı bir villanın önünde durup arabadan indiler. Irmak, çantasından çıkardığı anahtarla villanın kapısını açtı…
**
On gün sonra…
Dönüş yolculuğu da bitmiş ve artık vedalaşma anı gelmişti. Coşkun:
-Sevgili Irmak, karanlığıma bir ışık gibi girdin. Ama bu öyle sıradan değil, büyüleyici bir ışıktı. Çoğu zaman, senin belki de bir melek olduğunu düşünmüşümdür. Belki değil, sen mutlaka, evet mutlaka bir melektin. Seninle geçen her anım mutluluk doluydu. Her şey için ne demeliyim bilemiyorum. Teşekkür mü etmeliyim, minnettar mı olmalıyım? Yoksa başka bir şey mi?
-Bırak bunları Coşkun. Söylemeye kalksam bende de o kadar çok birikmiş güzel düşünce var ki… Anlatmakla bitmez. O nedenle konuşmayalım ve sadece birbirimize son defa sarılalım.
Dakikalarca birbirlerine sarılı kaldılar. Coşkun’un onu bırakmaya niyeti yoktu, sarılmayı bitiren Irmak oldu ve:
-Senden ricam, git artık! Ama ne olur gitmeye başladıktan sonra, geriye dönüp, bakma. Böylelikle bana çok büyük bir yardımda bulunacağını bilmelisin. Lütfen asla geriye bakma. Dedi.
Coşkun istenileni yaptı. Yavaş yavaş yürümeye başladı. Sonra durdu, bir an dönüp bakma konusunda bir kararsızlık yaşadığı belliydi. Ama Irmak’ın sözlerini hatırlayıp yoluna devam etti.
Irmak, gözden kayboluncaya kadar Coşkun’un arkasından baktı. “Yardım” derken bu sözcüğü boşuna kullanmamıştı. Çünkü o da kendisinden çok emin değildi. Coşkun döndüğü anda dayanamayıp ona doğru koşabilir, onun kollarına atılabilirdi.
**
Coşkun, eve geldiğinde hiçbir şey düşünecek durumda değildi. Saatlerce başı ellerinin arasında oturdu, durdu. Adeta beyni olmayan bir canlı gibiydi.
Evin içindeki bütün odaları dolaştı, mutfağa ve balkona gitti. Bir şey mi arıyordu? Hayır. Belki de kendisini bulmaya çalışıyordu. Kanepenin üzerine uzanıp gözlerini tavana doğru dikti…
**
Ertesi gün Hayrettin, ancak kendisine gelebilmiş, hatta vitrindeki Münevver’in fotoğrafına bakmayı bile akıl edebilmişti. Fotoğraf yerinde değildi. Dikkat edince ters yüz kapaklandığını gördü. Demek ki Münevver de kendisini artık istemiyordu. Baksana ondan kaçmak için neler yapıyordu. O böyle yorumladı, ama gerçek farklıydı. Çünkü Irmak’la tatile gidecekleri gün evden çıkmak İçin acele ederken, bir ara ayağı vitrine takılmış ve Münevver’in fotoğrafı da bu nedenle ters dönmüştü. Ama o bunu bilmiyordu.
Irmak’la birlikte geçirdiği son günlerin hayali onu iki hafta teselli etmişti. Yaşadıklarını hayal edip avunuyordu. Ancak öyle bir gün geldi ki, hayaller yetmez olmuştu. Irmak’ı bulmak ve yeniden Coşkun olmak istiyordu. Yani Irmak’a verdiği sözü tutamayacaktı.
Belki rastlarım umuduyla, Irmak’la gittikleri her yeri dolaştı. Hatta şehirlerarası bir otobüse binip, son günlerini geçirdikleri villaya bile gitti. Villanın boşaltıldığını ve camında bir emlakçının kiralık ilanını görünce, hiç vakit kaybetmeden tekrar otobüse binip geri döndü.
Hemen her gün Börekçiye uğruyor, günün birkaç saatini orada geçiriyordu. Irmak’a rastlayamamıştı, ama bir gün börekçide otururken garson elinde bir zarfla ona doğru yaklaştı ve:
-Hayrettin bey, bir bayan bu zarfı size vermemi söyledi. Dedi.
Zarfı aldı ve hemen açtı. İçindeki bir satırlık notu okudu:
“Sevgili Coşkun, sözünde durmadığını görüyorum. Lütfen sana karşı duyduğum güveni sarsma…
Irmak”
Notu okuyunca yüzü kızardı, başını öne eğdi. Çok utanmıştı. Yerinden kalktı ve bir daha gelmemek üzere börekçiyi terk etti.
---BİTTİ---
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç TEOMAN |
|
Sevgili Teoman,
Sen hayatımızdan çıkıp gidinceye kadar şahsi tarihimde bu kadar önemli olduğunun bilincinde değildim. Sana bu geri dön yazısını da şaka sandığım veda yazını okuduğum günden beri kafamda evirip çevirmekteyim. Ancak yazıya getirebildim, kusura bakma. Ama kendime göre prensiplerim var. Popüler olma durumunda olan “Şeyler” le ilgili. Popülerliklerini yitirdikten sonra gündemime alıp değerlendiriyorum.
78 doğumluyum,95’ de Üniversiteye başladım. Sen 96 ‘da “Papatya” yla hayatıma girdin. O dönemler normal görünümlü anarşist ruhlu içi başka, dışı başka bir genç kızdım. Papatya olmayı düşlerdim. Hep aklımda bir gün telefonumun melodisini o şarkının girişindeki gitar tıngırtısı yapmak vardı. Şimdi gerekli ekipmanım var ama açıkçası yaşım otuz beşe dayandığından utanıyorum .
Senin şarkıların eşliğinde hayatıma devam ettim. Bazı sözlerde kendimi buldum. Bazıları ağır geldi, bazılarına güldüm, bazen bir erkek tarafından senin kadar hafife alınarak sevilmek istedim, bazen senin hayatı hafife almandan nefret ettim.
Ama sonuçta bir felsefen vardı. Mesaj kaygın yoktu. Şarkıların içi doluydu .
Sen benim gençliğimdin,
Benim dönemimin hayalleriydin,
Hayallerin gerçeğe dönüşebileceğinin göstergesiydin.
Ve ne yaptın?
Bizi yüz üstü bırakıp gittin.
Belki kendi adına doğru olanı yaptın, hiç bir zaman bir misyon ve mesaj kaygılı bir adam olmadığından kendin için şarkı söyledin, şimdi de söylemiyorsun.
Mutlu olmak istiyorum dedin gittin, ardında mutsuz yaşanabileceği ve üretilebileceğini düşünen yığınları hiç düşünmedin mi? Sen bizimle şarkılarını paylaşırken bizim de seninle bir şeyler paylaştığımızı düşünmedin mi?
Bu kadar kolay mı bırakıp gitmek?
Şahsen ben ; artık bir dönemin kapandığını gençliğimin bittiğini hissettim. Oğluma bir gün Teoman diye bir şarkıcı vardı sağlam adamdı diye anlatacağım günlerin çok da uzak olmadığını anladım.
Ben şahsen seni özledim…
Sevgiler
Fanatik olmasa da kendince seni seven bir hayranın
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Akademik Kahveci : Ali Galip Güven |
KADINLAR HERŞEYİ AŞK! İÇİN YAPAR
Temel bir farklıktan yola çıkıyorum: Erkekler kadının bedenine göz koymuşken (kadınlara göre bu kabul edilemez), kadınlar erkeğin her şeyini ister (bu kabul edilebilir!).
Bir erkeğin diğerine “tamam mı?” sorusu götürdün mü den başka bir anlam içermezken, bir kadının hemcinsine yönelttiği “tamam mı?” sı ele geçirdin mi, direncini kırdın mı, ruhu avucunda mı, maymuna çevirdin mi türünden bir dizi anlam taşımaktadır.
“İstediğimizi yapamayız ama yine de yaptıklarımızdan biz sorumlu oluruz”. Sartre bu sözü cins ayırmadan dile getirmiş olsa da aslında tipik, çaresiz erkeği betimlediğini görmek için ahmak olmamak yeterlidir. Evet, bir kadınla beraber bir erkek istediklerini yapamaz ama yine de yaptıkları/yapmadıkları yüzünden sorumlu tutulur,acımasızca yargılanır.
Bir olgu ile ilişkilendirelim:
Tipik olarak erkek ve tipik olarak kadın fantezisi diye bir şey mevcut mudur? Bu belki de üstü örtülen ve bastırılan konuların en hassas olanlarından biridir. Bilimsel araştırmalar çok azdır, anketler yeterli ve güvenilir değildir. İnsanların en çok yalan söylediği iki şey seks ve paradır. Fakat kolayca ulaşılabilecek diğer bir araştırma kaynağı vardır:
Hayal gücümüzün ticari anlatımı.
Pornografi asli olarak erkek ürünüdür. Bu videolarda gösterilen kadınlar her zaman aynıdır. Patronunu/doktoru çok kısa bir zaman diliminde taciz eden kısa etekli, büyük göğüslü (silikon) sekreter/hemşire. O seksüel olarak hazır biridir. O, bilfiil, hemen her zaman ve her yerde tercihan da mümkün olan sıklıkta ve uzun süreli tek bir şey ister. Diğer bir deyişle, o erkeğin fantezisinin fevkalade yansımasıdır. Erkeğin seksi, görsel ve jenital merkezli olup net bir amacı vardır, yani orgazm. Onun peşi sıra sorun sadece kalkıp gitmektir.
Kadınlar için bu yansıtmalar berrak değildir. Erkek pornografisine kıyasla kadın pornografisi çok enderdir. Piyasada görülen “kadınlar tarafından kadınlar için erotik hikayeler” de bir o kadar belki de çoğunlukla erkekler tarafından okunurlar. Hatta onların erkekler tarafından yayımlanmadığına da emin değiliz.
Gerçekten kadına ilişkin olanlar için radikal olarak farklı, erkek fantazisinden çok ayrı şeylere bakmamız gerekir. Bir kez bu anlaşıldığında , aranılan şeyin bulunması çok daha kolay olur, çünkü aynı gazetecide satılmaktadırlar. Kadınlar için kitaplar erkek pornografisinin hemen yanı başındadır. Harlequin serileri, Barbara Cartland romanları, aşk maceraları ve benzerleri. Feminist öfkeye rağmen, bütün bunların dünya çapındaki satışları herhangi “edebiyat” yazarını gıpta ettirircesine uçuk düzeydedir. Bu kitaplarda üretilen hikayeler erkek karşıtlarıyla aynı şekilde klişeleştirilmiş olmasına rağmen vurgu tamamen değişiktir.
Ardında mutsuz bir aşk ilişkisini bırakan otuzlarında bir kadın, yakın zamanda karısı ölen film yönetmenine/doktor/şirket müdürü/avukat au pair olarak çalışmaya gider. İki küçük çocuğuna bakmaktadır onun. İlk hoşnutsuzluğa rağmen ona aşık olur, maalesef ki adam kendisini sadece kariyer basamağı olarak kullanan bir film yıldızına aşıktır. Bir dizi yanlış anlaşılmaların ardından birbirlerini sevdiklerinin farkına varırlar,vs.
Bu hikayelerde, kadın erotizmi çok az görsel içeriğe sahiptir, asla jenital odaklı değil ve net bir amacı yoktur. O, zamansız bir aralık içinde meydana gelir.
Erkek, kadının fantazisinin ana unsurudur ve dış görünüşünden değil KONUMUNDAN ötürü hep özel bir yere sahip olur.
Erkek kadını seks için ele geçirmeye çalışırken ayıplanırken, erkeği tüm ilikleriyle avucuna almaya çalışan kadınların yaptıkları AŞK! için olur hep. Olay bundan ibarettir.
Ali G.Güven
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder TEZGAHÇI |
|
Kimi zaman “Öff. Şu memlekette hiç dürüst adam kalmamış mı?” deriz. Aslında o kadar da değildir. Kötü adamların sayısı hep az olmuştur. Ancak onlar çok kişiye, hatta bir tanesi kırk kişiye birden namussuzluk hizmeti verdiği için ortalık kötü adam kaynıyor sanılır.
…
İnsan dediğin de dürüst olmalı. Bizim Sezer gibi. Aslında ona Sezar demek gerek. Kötü bir insan olmadığını iddia ederken, “Sezar’ın hakkını Sezar’a” deyimi yerli yerine otursun, diye.
Sorguya çeker gibi, ne işle uğraştığı sorulmuyor; ama, tanıyabildiğim kadarıyla Sezer kötülük bilmez biri. Özü sözü bir. Sonradan tanışsak da, karşılıklı güven esasına dayalı sıkı bir arkadaşlığımız oldu.
…
Sezer bir gün geldi:
- Mehmetçiğim bir beş liran var mı?
İnsanlık hali bu. Hem beş lira ne ki? Hele candan bir arkadaş için. Nitekim, ertesi sabah erkenden uğradı. “Ne gerek vardı. Karşılaşınca verirdin. Hem beş liranın lafı mı olur.” diyeceğim, kibarca sözümü kesti:
- Öyle deme! Bunun biri de birdir bini de. Bire tenezzül eden binlere de göz diker.
Ne denir? Parasından değil de, arkadaş dediğin de biraz titiz olmalı. Bizim Sezer gibi: Güvenilir, dakik, sorumluluk sahibi.
…
Sezer’e daha sonra elli lira gerekli olmuş. Yine aynı “Sabah erken gideceğim; iş dönüşü uğrarım” demişti. Söylediğine göre, çıkışta bakkala bile uğramadan gelmiş. Ne içelim dememe fırsat vermedi:
- Önce al şu elliliği; unutur munuturum, kardeşime mahçup olmayayım.
“Yahu” filan dediysemde dinlemiyor. Gömlek cebime sıkıştırdı, arkadan ekledi:
- Şimdi çayını içerim.
Sonraları bir gün ikiyüzelli lira gerekli olmuş, aldı. Onu da geç vakit bir yerden parası gelmiş, akşamdan eve yetiştirdi.
“Para için evine gelirim” denmiş gibi.
Gereksiz belki ama, insan ezilip büzülüyor böyle durumlarda. Yahu bunun yarını yok muydu, desen, adamın dakikliğine, güvenilirliğine laf etmiş gibi olacaksın. Bir şey de söylenmiyor.
…
Hani “Yiğidi öldür hakkını yeme” derler ya, bizim Sezer de kuşkusuz yiğit biri. Onunki öyle güvenilirlikle sınırlı bir olay da değil. Sezer yine bir akşam üstü uğradı. Elinde gazeteye sarılmış, üstünden naylon iple sıkıca bağlanmış bir paket; merak ettim:
- Bu ne?
- Emanet. Hafta sonu evde tutmak riskli olur, burası güvenli bir yere saklayıver, diye getirdim.
Açıp bakmak, olmaz. Saklarken yokladım; para destelerine benziyor. Ağırca. Nitekim pazartesi erkenden geldi. Baktım, emanetini de bırakmıyor. Güvenli. Şimdi Sezar’ın hakkını Sezar’a…
Kuşkum yok, Sezer önemli işler yapıyor. Parayla oynuyor çünkü. Bunu, birkaç gelişinde şıkırtısından ziynet eşyası olduğu anlaşılan kutuları bırakıp söylediği günde gelip almasından daha da iyi anladım.
“Paraya sıkıntın olur da söylemezsen darılırım” demişti, durduk yerde bir gün de.
…
Sezer’le karşılıklı güvene dayalı arkadaşlığımız epeyce sürdü. Kardeş gibi. Özü sözü bir insan; bir arkadaşta başka ne aranır?
İnsan “Memleket böyle güzel insanların omuzlarında yükseliyor. İyi ki varlar” demeden edemiyor.
Her şey rayında gidiyor. Birimizin bir sorunu olacak da koşmayacağız ha? düşünülemez bile.
Sezer bir gün öğle saatlerinde çıktı geldi. Çok sevdiği “Benden iyi olmasın” mış bir arkadaşı trafik kazası geçirmiş. Yoğun bakımdaymış. Durumu iyiymiş ama, odaya girilemiyormuş. Bir yandan da kendi kendine söylenmeye başladı:
- Şimdi bankanın istediği kefili bulamazsam, bütün işler yatar. Hay Allahım bu günleri de mi görecektim?
Sezer en çok da benim için üzüldüğünü söylüyor, gözlerinden yaşlar geliyor:
- En çok da senin için üzülüyorum Mehmetçiğim. “Sezer yıkıldı, battı!” derler; dayanamazsın sen.
Tahmin edemeyeceğim kadar zor bir durumla karşı karşıyayım. Biricik arkadaşım gözlerimin önünde eriyip gidiyor. Üstelik böyle bir şeyle beni üzmemek için elinden gelse canını bile vereceği, sel olup akan gözyaşlarından belli.
Şimdi o ben kendisi için üzüleceğim, diye kendi kendini yiyor; ben de o benim üzülmeme üzülüp kahrolacak diye perişan oluyorum:
-Yahu, dedim, benim için üzülme. Sıkıntımız bir imza mı? Kabul ederlerse ben atıvereyim. Amaç birbirimizin derdine çare olmak değil mi?
Bu sözlerime şiddetle karşı çıktı. Hatta azarladı bile:
- Kapat o çeneni! dedi. Usulen de olsa sana yüz binlerin altına imza attırır mıyım sanıyorsun?
Tabi beş yüz bin lira büyük para. Bizim sülaleyi okutsan çeyreği etmez. Ama bu da ödenme koşuluyla. Öyle bir şey yok ki.
Israr ısrar; sonunda kabul ettirdim:
- Haydi, dedi, senin o güzel hatırın var ya, sırf onun için kabul ediyorum.
…
Sezer bu sıkıntıyı aştıktan sonra aylarca uğrayamadı. Her halde işleri çok yoğundu.
Daha sonra arka taraftaki bir binaya girip çıktığını öğrendim. Belli ki, yeni arkadaşlar edinmişti. Bir çıkışında elindeki paketi çöpe atınca, esnaf telaşlanmış; bomba sanıp polis bile çağırmışlar.
Bunlara hiç bir anlam veremedim. Biricik arkadaşım, arka sokağa kadar geliyor da niçin uğrayıp bir çayımı içmiyordu?
Girip çıktığı işhanının kapısında bekleyip sitem edeyim dedim, artık oraya da uğrayamıyormuş.
…
Bir gün postacı bir zarf getirdi; bankadanmış!
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Berkan Ergürol Orhan Abi |
|
İzmir’e yaz yüzünü gösterince kuzenlerimin davetine icap ederek Çeşme’deki yazlıklarına yerleştim.
Geldiğim site yerel yönetim olarak Alaçatı’ya bağlı iki yüz on beş haneden oluşan ortalama bir Anadolu köyü büyüklüğünde. Seksenlerin başında yerleşim başlamış, çoğunda ilk sahipleri oturuyor. Yani buradan yaş ortalamasını tahmin edebilirsiniz ki ben ortalamanın altında kalıyorum.
Çevrede onlarca daha site var ama en kapsamlı manav ve market bu sitede olduğundan sitenin meydanı diyebileceğimiz alan sabahları çok hareketli oluyor. Üst bölgede ise tamamı emekli üst düzey komutanların hatta iki dönem önceki Genel Kurmay başkanın yerleştiği bir site daha var ki bizimle aynı plajı ve sosyal tesisleri kullanıyor. Onların da yaş ortalaması yetmiş. Geçtiğimiz sene çalıştığım için bir haftalığına kalabildiğim tatilde bir emekli tümgeneral plaja elli metre kala kalp krizinden dünyasını değiştirmişti. Bir de emekli genelkurmay başkanı arada sırada manav alışverişine geliyor ki görmeye değer. Önde general, şoförü ve korumasının bulunduğu araç onun arkasında dört korumanın daha bulunduğu minibüs bir anda manavın önünde duruyor, beş koruma vaziyet aldıktan sonra biri generalin kapısını açıyor o da araçtan inip “ Oğlum geçen günkü bamyayı yengen çok beğendi aynısından varsa ver bakalım bir kilo” diyerek esas duruştaki manavdan alışverişe başlıyor.
Bizim site de fena değil sakinleri arasında bir çok profesörler hatta dekanlar var. İlk günlerden birinde beni maydanoz almaya göndermişlerdi. Baktım elinde bir torba salatalığı sallayan beyaz Şile Bezi elbisesi, sandaletleri kısacık boyu ve büyükçe şapkası ile bir mantarı andıran yuvarlak gözlüklü orta yaşından hayli geçkin bayan manava saydırıyordu “Beyefendi bakın önyargılı olmayın bu salatalıklar organik değil, ben bu işe yıllarımı verdim ekolojik olarak…”. Manavsa hayatında pek fazla yer almayan önyargı, ekoloji, demagoji gibi kelimeleri dinlerken gözleri sabit bir şekilde yere dikilmiş “ fesuphanallah” pozisyonunda öyle duruyor. Ben arkaya süzülüp iki demet maydonozu kapıp parayı çırağa verip uzaklaşırken bayan hala “ Lütfen saygılı olun sözümü kesmeyin efendim” kipinde nutkuna devam ediyordu.
Bizim ev halkı da bir tuhaf. Başka evlerde gecenin yarıları hatta sabaha kadar kağıt oynanır, ya da muhabbet yapılır ve öğlen bire doğru gerinerek balkona çıkılıp miskin miskin kahvaltı edilirken biz sabah yedi on beş itibarıyla ayaklanıyoruz. Biraz sallandın mı taciz ile uyandırıyorlar. İlk günlerden birinde sahilde yürüyüşe çıkıp saat sekiz gibi elimde gazete ve ekmekle döndüğümde milleti hazırlanmış kahvaltı masasının etrafında bir karış suratla buldum “ Nerde kalmışım” hatta seksen beş yaşındaki teyzem “ Bu çocuğa bir şey oldu” diye tutturmuş cepten aramışlar ama cep telefonu da evde olduğundan ulaşamamışlar. Abi kuzenim “ Arabaya atlayıp geliyordum” derken Abla kuzen ise “ Olur mu canı saat sekizi geçti daha kahvaltı yapmadık” diye söyleniyor.
Kahvaltı sonrası küçük ilanlarına kadar gazete okuma, biraz bahçe işleri, öğlen iki gibi yemek iki saat kadar uyku, akşam dokuzda yemek ve ev halkı saat on gibi yatıyor ben ise bir bir buçuk saat kadar rakıma devam ediyorum sabah tekrar yedi on beşte “ Koğuş kalk”. İlk bir hafta içerisinde seyrettiğimiz tek televizyon programı da Aşk-ı Memnu’nun finali. Bihter ruhunu teslim edince de televizyon ölümcül bir sessizliğe gömüldü.
Tamam buraya bu kadar yıllık elektriğimizi boşaltmaya geldik ama bu gidişle pil olduğu gibi boşalacak. Bu durumda acil planı devreye soktum. Bundan sonra “ İlacım bitti” “ Para çekmem lazım” gibi gerekçelerle Ilıca’ya inecek biraz olsun havalanacaktım.
Hemen ertesi günü planı uygulamaya koydum. Yarım saatte bir köyden Çeşme’ye minibüsler gidiyor. Durak ta bizim eve elli metre uzakta. Saat dokuz buçukta durakta yerimi aldım ama yanılmışım daha henüz Haziran’ın ortası olduğu için minibüsler saat başında çalışıyorlarmış Temmuz’dan sonra yarım saatte bir olacakmış.
Kırk beş dakika bekledikten sonra minibüs geldi. Yakın çevre ulaşımı ve personel servislerinde ağırlıklı olarak kullanılan, “ Efsane “sloganıyla bilinen beyaz bir minibüs durağa yanaştı. Araçta şoför dahil üç kişi var. Kapıdan girince hemen soldaki tekli koltuğa oturdum. Oturur oturmaz yine ayaklanıp ücreti uzattım. İlk bakışta çok temiz bir araç, mavi koltuklar ve bembeyaz kafalık örtüleri ve fonda çok hafif bir müzik “ Bülbülüm altın kafeste” yani bildiğimiz şehir içi minibüslerinden her anlamda farklı.
Şöför otuz beş yaşlarında uzun boylu, atletik yapılı, gergin yüz ve sarışın haliyle Amerikan deniz piyadelerini andırıyor. Sohbete daldığı iki yolcunun biri hemen yanında oturan yaşlı bir amca ile, hemen arkasında oturan Giritli şivesiyle konuşan yaşlı bir teyze. Sohbet dediysem tek yönlü aslında, yani şoför konuşuyor diğerleri hafif mırıltı ve kafa işaretleriyle onu onaylıyor. “ İhtiyar buranın milleti Hasan Amca bak geçen hafta sıcak yaptı ihtiyarlar eve kapandı Çeşme’ye kadar boş gittik geldik bütün gün. Evlerinin önünden geçerken balkondan bakıyorlar içleri gidiyor aslında ama yemiyor evden çıkmak. Bak sen de işin bitince fazla dolanma sıcakta di mi Şefika teyze?”. Şefika teyze muhabbetten oldukça memnun hafif arkaya da dönerek yüksek sesle “ Şöfer bu şöfer bunun babası da şöferdi şimdi kendi şöfer oldu bizi götürüp geliyor maşallah” diyor neşe içinde. Benden sonra birkaç kişi daha biniyor. Bunlar buraların kıdemli yazlıkçıları herkes de şoförü tanıyor. “ Ne haber Orhan” “ Oooo Salim Abi hoş geldiniz açıldı mı sezon” ya da “ Hocahanım nasılsınız kalimera ne yapıyor o da geldi mi?” “ O bu yaz çalışıyor Orhan gelemeyecek” “ Aferin kerataya çalışsın tabi” gibi muhabbetler. Biraz ilerleyince yolun ters tarafında bir karpuz sergisinde muhabbete dalmış bir adam minibüsü fark edince cep telefonu kulağında diğer eliyle telaşlı telaşlı işaret ediyor. Orhan ise umursamadan yoluna gidiyor. Birkaç müşteri “ Orhan yolcu var” deyince “ Hocam bu arabaya binecekse karşı şeritte ne işi var? Telefon da kulağında yani. Beklesin bir saat daha güneşte aklı başına gelir saygısız” diyerek basıyor gaza. “Aman prensip sahibi bir şoföre düştük “ diyorum içimden.
Güzergahı da öyle kurmuşlar ki girmediğimiz köy ve site yok, her köy meydanında şoför kahvedekilere laf atıyor. Tam Ilıca’nın kenarına gelmiş inecekken minibüs Alaçatı’ya sapıyor şehir meydanına geldiğimizde ise aniden fren yapıyor ve şoför kapıyı açıp “Ne var? Ne var? Gidiyoruz işte yolumuzda ne bu dat dat çalıyon yol mu yok sana” diye saydırıp arkadaki arabanın sağımızdan geçip gitmesini kaşları kalkıp bir şekilde uzaklaşmasını bekledikten sonra kapıyı kapatıp vitese takarak “İstanbul’lu işte ya” diyerek hareket ediyor.
Yürüsem iyi bir tempo ile bir saat on beş dakikada alabileceğim yol bir saat sonunda bitiyor. Minibüsten merkezde iniyorum. Ilıca hala sakin öyle sezon açılmış gibi durmuyor. Eczane, bankamatik ve deniz kenarında çay ve gazeteden sonra market siparişlerini de pazar edip garaja ulaşıyorum minibüsün gelmesine daha yirmi dakika var, bilirim buranın çayı başka garaj kahvelerine benzemez hakikatten kalitelidir bir çay ve su da burada aldıktan sonra minibüs kornası ile harekete geçiyorum. Buyurun! Aynı minibüs gerilmedim değil yani. Daha yerime oturmaya çalışırken ani bir frenle havalanıyoruz. Kadının biri yanında iki küçük kızla kendini aracın önüne atıyor. Orhan kapıyı açıyor “ Hayırdır hanımefendi? “ kadınsa gayet sakin “ Kabasakaldan geçer mi?” diyor. Orhan gergin bir şekilde “ Kabasakal neresi abla” diye soruyor. Hakikatten minibüsteki hiç kimse yeri bilmiyor birkaç mütalaadan sonra Altınyunus civarında bir yerler olduğuna kanaat getirerek başka bir minibüsü tarif ediyorlar. Orhan ise giderken hala olayın etkisinde “ Bu İstanbullu’lar yok mu onlar uydurmuştur bu yeri otuz yedi yıldır burada yaşıyorum ilk defa duyuyorum Kabasakal ne ya?” diye isyanda.
Tam bu anda bir kriz daha çıkyor önümüzde bir araba neredeyse yürüme hızıyla ilerliyor bayan sürücü ise bir yandan cep telefonuyla konuşurken bir yandan da vitrinlere bakıyor. Orhan ise kendini zor tuttuğu belli olacak şekilde yanındakiyle konuşuyor “ Bak bak Ahmet Abi boğaz sefası yapıyor hanımefendi ooh bir de sıgara yaktı. Zaten plakadan belli İstanbul sosyetesi bunlar” . Sonunda bölünmüş yola girip önümüzdeki araçtan kurtuluyoruz. Ben de eve varıyorum.
Bir hafta kadar sonra yine Ilıca’ya giderken aynı araç ve sürücü önümdeydi. Bu kez araç kalabalık olduğundan ilk gözüme çarpan şoför yanındaki tekli koltuğa birkaç valizin üstünden süzülerek kondum. Orhan bu sefer sessiz araçta altı kişilik Rus grub, ben ve yaşlı bir bayan var. Muhabbet kesik yani. Biraz ilerledikten sonra sitelerden birinin güvenlik görevlisi minibüsü durdurup orta yaşlı bir kadın ve dört beş yaşında iki kız çocuğunu minibüse bindirdikten sonra şoför penceresine gelip “ Orhan bunlar fazla Türkçe bilmiyor. Sen bunları Migros’ta indirirsin” diyor.
Biraz daha ilerleyince Orhan bana dönüp “ Birader şu markette durup para bozdurmam lazım” deyince “ Bende var” diyerek bir süredir cebimde bekleyen ve Atatürk’leri özenle aynı tarafa konmuş sekiz adet beş ve bir adet on lira’yı kendisine uzatıyorum. Gözleri parlayarak “ Allah senden razı olsun hocam. Valla bu marketteki kadında da bir çene var yarım saatte kurtulamazdım yolcuya da ayıp olurdu Turistler de var” deyip elli lira bütün parayı uzatıyor. Bundan sonraki kırk dakikalık yolda artık muhabbetimiz üst düzeyde.Yoldaki diğer araçları, belediyenin trafik uygulamalarını eleştirip arabadan inen yolcuları çekiştiriyoruz. “Hocam bak daha on metre önce durduk müsait bir yerde demenin alemi var mı?” “ Ya ya sorma saygısızlık işte” diyorum. Biraz sonra çocukları ile binen Rus bayanın indiğini gören Orhan “ Durun ya bunlar Çeşme Migros’ta inecekti Alaçatı değil yanlış iniyorlar” deyince. Yardım etme konusunda bazen acımasız olabilenn halkımızın fertleri kadıncağız ve çocuklarını zorla minibüse tıkıyorlar. Bir on metre gidince de Rus bayan “ Durun siz ben biliyor burada inecek” şeklinde ultimatom tarzı bağırınca Orhan da “ Tamam hanımefendi zorla değil ya” deyip kapıyı açıyor. Sonra bana dönüp “ Kaybolursa da benden günah gitti di mi hocam?” hararetle onaylıyorum. Ilıca’da inerken de “Hocam bugün Alaçatı pazarı var araba birkaç dakika geç kalırsa meraklanma”
Birkaç gün sonra öğlen ekmeğini marketten almış eve dönerken bir korna sesi ile kafamı kaldırıp bakıyorum. Orhan Çeşme’den dönüyor ve bana el sallayarak selam veriyor.
Sağol Orhan Abi be. Bu yaşam tarzında edindiğim ilk dost sensin. Tabii bunda paranın gücünü de unutmayalım bozuk para olsa da.
Mehmet Berkan Ergürol
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
EDEBİYAT DEFTERİ
“Ben yazarların ne analarıyım, ne de sırt sıvazlayıcıları.”
Füsun Akatlı
Edebiyat Defteri, başucu kitabım oldu kaç zamandır.
Daha önce okuyup, beklemeye almıştım, tekrar okurum diye. Çünkü boş zamanlarınızda, araya sıkıştırıvereceğiz bir kitap, hiç değil. Onu, sakin kafayla, tane tane okuyasınız ki faydalı olsun size.
Her sayfanın defalarca okunup, üzerinde saatlerce düşünülmesi gerekiyor…
Roman ve öykü incelemelerinden oluşan kitap, Afa Yayınları’ndan çıkmış. (Ben inceleme diyorum, eleştiri kelimesi, bazı kesimlerce, olumsuzluk karşılandığı için.)
Bu inceleme kitabında kimler yok ki?
Ahmet Altan’dan, Latife Tekin’e, Adalet Ağaoğlu’ndan, Selim İleri’ye, Orhan Pamuk’dan Atilla İlhan’a kadar daha birçok yazarın kitabını ele alıyor Akatlı…
Edebiyat Defteri’nde ki bazı açıklamalar sizi düşündürüyor; gerçekten de çok doğru; “ben nasıl görememişim” diyorsunuz.
Bazıları ise kızdırıyor; “kalemi ne kadar da kırıcı, yıldırıcı diye düşünüyorsunuz.
Mesela; “Bir roman yazmak, bir terapi yöntemi değildir, onu yayınlamak hiç. Dolayısıyla Latife Tekin çıkmaz yoldadır. İki; yazar olmak sorumluluğu diye bir şey vardır. Bu şey yumurta küfesi değildir.”
Böyle bir şey benim için yazılmış olsaydı, ne kadar da kötü olurdum ve bir daha asla kalemi elime alamazdım.
Füsun Akatlı’nın, böyle, sivri kalemi olduğu gibi ılımlı, insanı yazmaya teşvik eden, yazarı iyi tanımlayan, güzel cümleleri de var;
“Yusuf Atılgan’ın öykücülüğünü seçiyorum ve orada kalıyorum. Çünkü, bir yazar hem tektir, hem de yazıları sayısında çoktur. Hem bir bütündür, hem de parçaların toplamına ne eşit, ne ondan eksik, ne ondan fazla olan bir şeydir.”
Edebiyat Defteri böyle bir kitap, acıyla tatlının, güzelle çirkinin, iç içe olduğu bir tür çeşni. Her okuduğunuzda, daha başka bir tat alacağınız, dikkat ve bilgelik ürünü.
Okumak isteyenlere, ne okuyacağını bulmak isteyenlere, kapı açan, kaynak değerinde bir deneme kitabı.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine IV |
|
Murat Bey ve arkadaşları, Ahmet Celâlettin Paşa’nın teklîfi üzerine İstanbul’a döner dönmez tutuklanmış ve sürgüne yollanmıştı. Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşları, buna hiç şaşırmamışlardı; çünkü, Saray’a en ufak bir güvenleri bile yoktu; fakat, Ahmet Rızâ Bey, ustalıklı bir siyasî manevrayla bu durumu, cemiyetin amaçları doğrultusunda etkin bir silâh olarak kullanmayı başardı; içte ve dışta, Saray’ın baskıcı ve özgürlük karşıtı bu tutumunu kınayan yayınlar yapılmasını sağladı. Saray da boş durmuyordu; Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşlarının sürdürmekte olduğu bu faaliyetlerin durdurulması için Avrupa’ya baskı yapmaya başlıyordu. (Ramsaur, 2004:44-6)
Sonunda kazanan taraf, yine Saray oldu; Avrupalı lîderler, henüz “hasta adam”ı kızdırmak ve küstürmek için doğru zamânın gelmediğini düşünerek, cemiyetin şubelerini kapattırdılar; faaliyetlerini de yasakladılar. Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşlarının, ikinci kez elleri kolları bağlanmıştı artık; ne yurda geri dönmeleri, ne de yurt dışında meşrû faaliyetlerde bulunabilmeleri mümkündü. Saray da bunun farkındaydı ve İttihatçılarla yeniden pazarlık yapma girişiminde bulundu. İttihatçılar arasında moraller bozuktu; çaresizlik ve kötümserlik havası hâkimdi; dolayısıyla içlerinden birçoğu, Saray’ın teklîfi üzerine, Avrupa’da çeşitli sefâretlerde çalışmayı kabûl etti; daha doğrusu, kabûl etmek zorunda kaldı; bu yolla, dâvâlarına daha etkili bir biçimde ve meşrû bir zeminde hizmet edebileceklerine inandılar. (Uçman, 2008:250)
Oysa işler, bu şekilde gelişmeyecek ve sefâretlerde bu zemini, hiçbir zaman bulamayacaklardı. Hem, bu tutum değişikliğini, Anadolu’ya anlatmayı da başaramayacaklar; kendilerine “döneklik” suçlamasının yöneltilmesinin önüne de geçemeyeceklerdi. Hâl böyle olunca, İttihatçılar arasındaki hoşnutsuzluklar giderek artıyor ve tepkilerin büyümesi, şiddet olaylarının tırmanmasına yol açıyordu. Saray’la işbirliği yapıp sefâretlere atanan İttihatçılar, umduklarını aslâ bulamadılar; diğer sefirlere oranla, kendilerine çifte standart uygulanıyor; etkin görevlere getirilmeleri istenmiyor, kendilerine söz hakkı bile tanınmıyordu. Anadolu da içten içe kaynıyor, yurt dışına aktarılan kaynaklar tükenme noktasına geliyor, cemiyetin gücü hızla eriyip tükeniyordu. (Zürcher, 1995:40-1)
Bu sefirlerden pek çoğu istifâ etmişse de iş işten geçmişti bir kez; bu tükenişin önüne geçemediler. Bu sıralarda ortaya çıkan bir gelişme, olayların akışını epeyce etkiledi; Dâmat Mahmut Paşa’nın Avrupa’ya gelişi. Paşa da artık Osmanlı’nın ayakta kalabilmesi için, II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesi ve Kânun-i Esâsîye’nin yeniden ilân edilmesinin kaçınılmaz olduğunu görmüş ve bu amaç doğrultusunda Avrupa’ya geçip İttihatçılarla birlikte hareket etmeye karar vermişti. Paşa’nın Avrupalı lîderler nezlinde itibârı, Ahmet Rızâ Bey’den daha yüksekti ve üstelik, Avrupa’ya eli boş da gelmemiş; cemiyete önemli bir maddî katkı da sağlamıştı. Böylelikle, İttihatçıların yeni lîderi, Dâmat Mahmut Paşa oldu. Kısa zamanda, kilit noktalara yakın çevresini taşıdı; bunlar arasında, oğulları Prens Sabahattin ve Lûtfullah Bey de vardı. (Uçman, 2008:473)
1902 yılına kadar İttihatçılar, kendilerinden beklenenleri sağlamak konusunda yeteri kadar etkin olamadılar; bu târihte düzenlenen Jöntürk Kongresi’nde ise ortalık epeyce karıştı. İttihatçılar arasında Prens Sabahattin’in itibârı, zamanla babasınınkini bile aştı ve etrâfındaki insan sayısı giderek arttı; bunda, kişisel karizmasının ve naifliğinin payı büyüktür. Ayrıca, özgüveninin yüksek olması da etkin olmuştur. Gerek babasıyla birlikte geldiği Avrupa’da içine girdiği kültürel ortamın büyüsünden hızlıca ve çok fazla etkilenmiş olması, gerekse de eğitiminin yarım kalmış olması nedeniyle Sabahattin Bey’de, derinlikli düşünme yeteneği bulmak güçtü; bunun içindir ki, üzerinde ciddî olarak düşünülmemiş birtakım görüş ve önerileri kolayca benimseyebiliyordu.
Bu durum, 1902 Kongresi’nde açık bir biçimde ortaya çıktı. Sabahattin Bey, bir İngiliz ajanının etkisiyle, kongrede şu iki görüşü savundu: 1) Osmanlı ülkesinde refâhı sağlamanın olanaklı tek yolu, II. Abdülhamid’i tahtan kesinlikle uzaklaştırmak ve bu amaç doğrultusunda İngilizlerin desteğini almaktır, 2) Anadolu’nun desteğini almak için, Avrupalı lîderlerin Osmanlı Devleti’ne savaş açmalarını sağlamak gerekir. Bu iki öneri, Sabahattin Bey ve arkadaşları ile diğer İttihatçılar arasında, çok ciddî görüş ayrılıkları ortaya çıkarttı ve kongrede tansiyonlar yükseldi. Nitekim, Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşlarına göre, Avrupalı lîderlerin “hasta adam”a savaş açma karârı almasını sağlamak için onlarla işbirliğine kalkışmak, hiçbir biçimde cemiyetin idealleriyle bağdaş(a)mazdı. (Hanioğlu, 1985:208-12)
Düşmanla işbirliği yapmak her hâlûkârda vatana ihânetle aynı anlama geleceğinden İttihatçılar, Sabahattin Bey ve arkadaşları tarafından târihe, vatana ihânet etmek gibi affedilemez bir suçla geçecekti. Bu önerileri Anadolu’ya kabûl ettirmenin de olanaklı hiçbir yolu yoktu; Anadolu da zâten uzun süreden beri, kendi başına hareket ediyor ve cemiyet kararlarını yok sayıyordu. Böyle bir tablo karşısında, Sabahattin Bey ve arkadaşlarının önerilerinin uygulanabilir hiçbir haklı gerekçesi bulunmadığı gibi, bunları uygulamanın bir yolunu aramak da hem cemiyetin, hem de Osmanlı Devleti’nin sonunu getirebilirdi. Sabahattin Bey ve arkadaşları ise İngiliz ajanını dinlemekte kararlıydılar.
Başka deyişle, mevcut sorunlarla mücâdele etmek için şimdiye kadar olanaklı tüm yolların denenmiş olduğunu, İttihatçıların bu haklı dâvâlarının mevcut yöntemlerle başarıyla sonuçlandırılamayacağını, bugün gelinen nokta itibâriyle çözümün masa başında sağlanamayacağını, sorunların çözümüne katkı sağlayacaksa şâyet kendilerinin târihe birer vatan hâini olarak geçmekten yüksünmeyeceklerini, bu konuda kendilerine düşen tüm görevleri eksiksiz bir biçimde yerine getireceklerini söylediler; Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşlarını, karşı-milliyetçilik kozunu kullanarak alt etmeye çalıştılar. Sonuçta, kongrede bir anlaşma sağlanamadı ve herhangi bir karar alınamadı.
Diğer taraftan, Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin merkez organları Pâris’teydi; bu nedenle, Anadolu’yla bağları pek zayıftı. Bu bağları güçlendirmek için, yurt içinde bir merkez kurmaya karar verdiler; en ideal yer olarak da Rumeli’yi gördüler. Zîrâ Rumeli, subayların da cemiyet faaliyetlerinin içine çekilmesinde ve cemiyetin siyasî nüfûzunun artmasında büyük bir rol üstlenecek; bu katılımla birlikte, cemiyetin “silâh gücü” de tesis edilmiş olacaktı. Beklenildiği gibi de oldu; ilk çatışmalar, Selânik ve Makedonya’da, II. Abdülhamid yandaşlarıyla gerçekleştirildi. Saray ise bu gelişmelerden kaygı duyuyor, vakit kaybetmeden bu “âsîler”i cezâlandırmak istiyordu. (Tunaya, 1989:7-8)
Bu amaç doğrultusunda, kısa zamanda askerî bir birlik hazırlandı ve çatışma bölgesine gönderildi. Birliğin başında, Şemsi Paşa bulunuyordu ve Paşa’nın görevi, bu ayaklanmayı düzenleyenleri tutuklayarak İstanbul’a getirmekti. Paşa ise görevini yerine getiremeden, İttihatçı subaylar tarafından öldürüldü. Artık işler, çığırından çıkmak üzereydi ve bu karışıklık ortamı içinde İttihatçılar, Saray’ı yoğun bir telgraf bombardımanına tutarak, meclisin yeniden açılması için baskı yapıyorlardı. Saray ise olayların büyümesinden endişe ediyor ve bu “âsîler”in yakalanması için jurnâlcilikten medet umuyordu. Bu sıralarda ortaya çıkan bir gelişme ise olayların akışında önemli bir değişiklik meydana getirdi.
Cephede sıcak çatışmaların sürdüğü bu günlerde, Avusturyalıların demiryolu projelerine muhalif yaklaşık yirmi bin Arnavut, oldukça şiddetli bir ayaklanma başlattı; fakat, ayaklanmanın asıl nedeni bu olsa da İttihatçılar, olağanüstü bir siyasî manevrayla bu ayaklanmayı, kendilerine destek amacıyla düzenlenen bir ayaklanma olarak göstermeyi başardılar ve Meşrûtiyet’in yeniden ilân edilmesi hâlinde, bu ayaklanmaya derhâl son vereceklerini Saray’a ilettiler. Şansları dönmeye başlamıştı bir kez; Saray’ın “gözü korkmuş” ve II. Abdülhamid, artık daha fazla devâm edemeyeceğini anlamıştı. İttihatçılar da süreci hızlandırmak istiyor ve Saray’ın kısa zamanda karar vermesini sağlayarak bu manevranın geri tepmesini engellemeye çalışıyorlardı. (Hacısalihoğlu, 2008:69-72)
Böylelikle, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bir dizi ayaklanma başlattılar. 24 Temmuz 1908 günü ise II. Meşrûtiyet ilân edildi ve Kânun-i Esâsîye, yeniden yürürlüğe sokuldu; II. Abdülhamid, meclisin yeniden göreve başlaması için en kısa zamanda seçimlere gidileceğini duyurdu. İttihatçılar, cemiyetin kuruluşundan yaklaşık yirmi yıl sonra, bu en temel hedeflerine ulaşmışlardı. Yine de cemiyetin yurtdışı faaliyetleri hakkında şüpheler; özellikle de 1902 Kongresi, henüz unutulmamıştı ve II. Abdülhamid’i de yakında tahtan indirecekleri, yerine Yusuf İzzettin Efendi’yi geçirmek istedikleri yollu birtakım dedikodular kulaktan kulağa yayılmaktaydı.
Bunun üzerine cemiyet, 5 Ağustos Bildirisi’ni yayınladı ve bu konulara ilişkin, şöyle bir açıklama yaptılar: “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, hünkâr hazretlerine en derin sadâkat ve kulluk duygularıyla bağlıdır; buna karşılık, bâzı kötü niyetli ve fırsatçı çevreler tarafından bir süreden beri, ortalıkta birtakım belgeler dağıtılmakta; Pâris toplantısında ele alınan konuların teker teker gerçekleştirilmek istendiği; bu cümleden olmak üzere, hünkâr hazretlerine yönelik saldırı girişimlerinde bulunulmaya çalışılacağı konuşulmaktadır. Bu bilgi ve belgelerin, cemiyetimizin görüşlerini yansıtmadığını; hünkâr hazretlerine olan sadâkat ve kulluğumuzun hiçbir zaman eksilmeyip hürriyetin ilânıyla giderek arttığını ilân ederiz.”
İmdi, II. Meşrûtiyet’in ilânı, kısa zamanda ülke çapında hissedilir oldu; İstanbul ise “hürriyet ateşi”nin en fazla hissedildiği yer oldu. Çok geçmeden gazete, dergi ve kitap satışlarında da çok büyük artışlar meydana geldi. İstibdad döneminde getirilen “örgütlenme özgürlüğü”nü engelleyen yasakların kaldırılmasıyla birlikte, “kadın ve işçi hareketleri”nde de belirli türden bir canlanma gözlendi. Tüm bunlar, II. Meşrûtiyet’in gerek ülke siyâsetinde, gerekse de günlük yaşamdaki etkileriydi. Üstelik, 1908 seçimleri de büyük bir şenlik havasında geçmişti; basın yayın organları, seçimleri büyük bir övgüyle anlatıyor ve yurdun dört bir tarafında yapılan kutlamaları sayfalarına taşıyordu. (Tunaya, 1976:75-7)
Halk, yalnızca sandık başına giderek oy kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda da İstibdad döneminin sona ermesini kutluyordu. Kânun-i Esâsîye’ye göre meclis ise iki kısma ayrılıyor; seçimle gelen vekillerin oluşturduğu Meclîs-i Mebusan’ın yanı sıra, bir de üyeleri Saray tarafından atanan ve bir tür senato işlevi gören Meclîs-i Âyân bulunuyordu. İttihatçılar, Meclîs-i Mebusan’da çoğunluğu elde etmişlerdi ve meclis, 17 Aralık 1908’de görkemli törenlerle yeniden açıldı; Ahmet Rızâ Bey de başkan seçildi. II. Abdülhamid ise açış konuşmasında, meclisin ve Kânun-i Esâsîye’nin önemini anlattı ve bunların korunmasında özen gösterileceğini belirtti. Ancak, seçimlerin hemen öncesinde İttihatçıların kamuoyundaki itibârları o kadar yüksek bir konuma ulaşmıştı ki, cemiyetin siyasî nüfûzu, zamanla Saray’ınkini bile aştı.
İttihatçılar artık, yalnızca iyi eğitim görmüş üst tabakaları; Osmanlı’nın, çağın yeniliklerine ayak uydurmak için üzerine düşen görevleri yapması gerektiğini düşünen üst tabakalarını; bu “laik ve demokrat çevreler”i temsil etmekle kalmıyor, bünyesinde İslâmcıları, Türkçüleri, Turancıları ve değişik marjinâl grupları da barındırmaya başlıyordu. Meşrûtiyet’in yeniden ilân edilmesinin hemen ardından seçimlerin yenilenmesi karârı alındığında İttihatçılar, Osmanlı içindeki değişik azınlık temsilcileriyle belirli birtakım pazarlıklara girişmiş ve onların belirlediği adaylara kendi listelerinde yer vermişlerdi.
Fakat daha sonra, “Türk ve Müslüman adaylar”a oy verilmemesi hâlinde, mecliste azınlıkta kalacakları yollu bir propaganda yapmışlar ve oldukça değişik görüşlerde olan; fakat, bu “ortak zemini paylaşan”(!?) kimseleri, kendi çatıları altında toplamışlardı. Bu nedenlerledir ki İttihatçılar, artık bütününde Osmanlı’yı temsil etmeye başlamışlardı ve hedeflerini, Saray yanlılarına değil, emperyalistlerle işbirlikçiliği içinde olan azınlıklara yöneltmekteydiler. Dolayısıyla, bu yönelimin iki önemli sonucu oldu; İttihatçılar arasında belirli birtakım fikrî temellerin, genel kavramsal çerçevelerin açığa çıkmasını ve gelişmesini engellemiş oldular ve savaş yıllarında azınlıklara yönelik şiddet olaylarının oluşacağı zeminin alt yapısını tesis etmiş oldular. (1976:77-9)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Çıplak... Vahşi... Yalnız
Kapıldıkça sesinin girdabına
Dönüp durdukça içinde
Panikliyor yürek atışlarım
Hüzne dönüşmesi için acının
Yakıcı değil ama derin
Sıradanlaşıyor mu günler
Bir tuhafım bu günlerde
Bir tuhaf...
Eksilip duruyorum nedense
Sarı boz rengini kuşanıyor
Baştanbaşa içim
Sisler... Dumanlar arasında
Uzayıp gidiyor yollar
Çıplak... Vahşi... Yalnız
“ Düş Kuruyor Gece “ adlı kitabımdan – Ocak 2008 –
Hatice Bediroğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|