|
|
|
Editör'den : Üzmez sahnede!.. |
Akıl havsala almıyor, insanın beyni buruşuyor cevap bulamıyor. Herşey ayan beyan ortada, Nevruz gelecek, biti kanlanan maşalar sokaklara dökülecek, vuracak, kıracak. Bunu görmemeye olanak var mı? Yok. Yapılması gereken ne? Soğukkanlılığı muhafaza edip ellerine koz vermemek. Peki, açılım müflisi hükümet ne yapıyor? Nevruzu hafta sonu kutlayacağız diyenlere "Olmaz, yassah hemşerim." şefkatiyle yaklaşmayı uygun buluyor. Bunun iki açıklaması olabilir. Ya, açıldıkça üşüttükleri yerleri beyin fonksiyonlarının doğru çalışmasını engelliyor ya da onlar da bu işe çanak tutuyor. Neresinden baksan bir acizlik, bir denyoluk.
Devlet, sidik yarıştırılan kum havuzu değildir. Üst katlarda oturanlardan denge, anlayış, adalet beklenir. Koyduğu yasağın sonuçlarını öngörebilme kabiliyeti olmalıdır. Yoksa senden benden farkı kalmaz, attığı her adımda gerisiyle dağ devirir. Pazar günü vermediğin iznin yankıları hafta boyunca sürüyor, görüyorsun ve hala burnundan kıl aldırmıyorsun. Şimdi hakkını yemeyelim, yeni kararlar alınmış. İmralı ve parti ile ilişki kesilecek, görüşmeler halkla yapılacak ve sorun kökünden halledilecekmiş. Hem hazin bir itiraf hem de çaresizliğin tezahürü. Vay ki vay.
Tüm görüntüler berbattı. Taşlar, sopalar, tazyikli sular, maskeler, bombalar, herşey. Ama bir lokantanın güvenlik kamerasına takılanlar başlı başına felaketti. Birkaç genç bir esnaf lokantasına giriyor, ne var ne yok parçalamaya çalışıyor. Tabakları, masaları kırıyor, garsonun üzerine kasa fırlatıyor, vs.vs. Bu neyin kinidir? Bu nasıl bir hınçtır? Sıradan bir genci bu denli canavarlaştıran hangi dürtüdür? İşte asıl sorulması ve içtenlikle, empati kurularak cevaplanması gerekenler bunlardır. Cevabı Oslo'da değil, Antarktika'da bile olsa gidip öğrenilmelidir.
...
Önce Tayyip Bey başlattı. İçerdeki gazetecileri, isnat edilen suça, sarı basın kartı olup olmamasına göre tasnif etmeyi ilk o icat etti. Tabi yanındaki zevat ta bu önemli dersi hatmedip, yurdun ve Dünyanın dört bir yanına dağılarak masumiyetlerini(!?) izah etmeye çalıştılar. Gazatecileri hapse atan hükümet imajını silmenin bir yolu olarak bu listeyi kullandılar. Verilen tüm rakamların yanlış ve eksik olduğu pek çok şekilde anlaşıldı ve dile getirildi. Ama zevat yılmadı, çalışmalarını sürdürdü. Ve, Avrupa Bakanı, yumurta gazisi Bağış'ın bir yabancı televizyonla söyleşi yaparken sarfettiği; "Aralarında tecavüzden yargılananlar bile var." sözü eşeğin kulağına su kaçıran cümle oldu. Gel gelelim "tecavüzcü gazeteci"nin ismi bir türlü öğrenilemedi. Öyle ya, eğer gazeteci denilen adam tecavüzden içeride ise "Çıksınlar" demeye imkan var mı? Tabi ki fazla saklayamadılar ve kuşlar bu gazeteciyi ifşa ettiler. Zat-ı muhterem, katil, tecavüzcü seksenlik tekaüt gazeteci Hüseyin Üzmez'miş. Kendisi yargıtay marifetiyle şu anda serbesttir bildiğiniz gibi. İşte AKP'nin etik anlayışı. Yediği haltı küçülterek manasızlaştırmak. Bunun için Üzmez'i bile sahneye çıkarıp oynatabilirler, şekilde görüldüğü gibi.
...
Aşağıdaki resim 1931 yılında Viyana'da bir döküm atölyesinde çekilmiş. Önünde sıralananlar muhtemelen emeği geçenler. İlk defa gördüğüm bu fotografı Kahve Molası'nda sizlerle paylaşmak istedim. Arkadaşım altına not düşmüş; "Aman birileri görmesin, "ucube" der." Yalan mı? Samsun'un simgesi bu muhteşem heykelin doğum fotoğrafını, Atatürk'ü özlemle anan herkese armağan ediyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BALATALARA BAKTIRSAM İYİ OLACAK- 1 |
|
Akşama doğru Fadıllı Köyünde siyah mantolu yaşlı göçmen kadınları sokağın köşesinde toplaşmışlardı. Beyaz badanalı duvarın önünde mantolarının yarattığı kontrast onların çok uzaktan bile göze çarpmalarını sağlıyordu. Sazlıkların, zeytinliklerin ve incir bahçelerinin üzerinde güneş yavaş alçalıyordu. Hava ılık ve kıpırtısızdı. Çok değil yarım saat sonra kadınlar telaşla evlerine dağılacaktı. Sohbetin tadı damaklarında yarım kalacak ama “Eyvah eyvah gün battı ama tencere boş. Evde iki kaşık bile yemek yok. Herif az sonra çıkıp gelir,” diyeceklerdi. O kadınlardan birkaç yüz metre ötede bir tarla dolusu leylek vardı. Ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz. Hepsi birbirinden uzak aynı tarla içinde mısır taneleri gibi bir uçtan ötekine saçılmıştı. Kadınların leyleklerden haberi yoktu. Leyleklerin de kadınlardan. Öylece akşamı bekliyorlardı. Onlarda yarım saate kalmaz uçup çatılarındaki yuvalarına gideceklerdi.
Şehre on beş kilometre uzakta bir köydeyiz. Evimiz yoldan yirmi metre kadar yukarıda. Bir ucu koruluğa kadar uzanan bir tarla içinde… Eve toprak bir patikadan yürüyerek ulaşıyoruz. Patikanın yoldan ayrıldığı yerde yaşlı bir çitlendik ağacı var. Evin aşağısından geçen yol henüz asfalt değil. Dereden toplanmış her biri futbol topu büyüklüğünde ve yuvarlak taşlarla döşenmiş. Estetik kaygıları boş verin en kolay yoldan çamurdan arındırılmaya çalışılmış bir yol işte. Hamile bir kadın bu yoldan otomobiliyle geçse hoplayıp zıplamaktan çocuğunu düşürür. Yaşlı çitlembiğin gölgesinin birazı yola düşüyor, birazı patikayı izleyen yamacın üzerine. Evin tarlaya bakan kısmındaki ahırlar briketlerle özensizce örülmüş. Sıvası hatta badanası bile yok. Hatta zamanla zeminde oluşan çöküntüler nedeniyle duvarlarda çatlaklar oluşmuş.
Çitlembiğin gölgesine az önce gelip uçağımı çekmişim. Otomobilin yüzüne bile baktığım yok. Fukara toz içinde kalmış. Kızım; “baba uçak hala çalışıyor,” dedi. Motoru stop etmeyi unutmuşum üstelik kontak da üzerinde kalmış. Uçağın soba borusundan kalın eksozundan duman değil ama hafif bir ateş dışarıya kadar uzanıyor. Motoru stop etmeyi unuttuğum için kim bilir ne kadar benzin boşa gitmiştir? Uçak diyorsam öyle iki kişilik eğitim uçağı falan değil yani. Resmen askeri bir uçak... Kabine iki kişi sığabiliyor ama tepkimeli bir şey, roket gibi. Üzerinde gri bir kamuflaj boyası var. Gövdesinde kocaman harflerle F5 yazıyor. O yazının hemen altında daha bir sürü rakam ve harf var. Yeni modelleri çıkınca bunları büyük pazarlarda ikinci el olarak sattılar. Ben de bu uçağı beş bin lira civarında bir paraya aldım.
Her şeyimiz tam uçağımız bari eksik olmasın. Asıl sorun uçağın çalışıyor halde bırakılması değil. Benzini biterse şehre gidip bidonla getirmek lazım... Bir iki bidon benzin bunu yerinden bile kımıldatmaya yetmiyor. Uçağın kontağını kapatıp kokpite asılı merdiveni aldığımda “buraya nasıl inebildiğimi ve taşlı yoldan yeniden nasıl havalandıracağımı düşünüyordum. Pat pat pat diye bir helikopter üzerimde süzülmeye başladı. On beş yirmi saniyede komşu bahçenin kıyısına indi. Ben tanımıyordum. Komşumuz olan yaşlı kadın ve adamın emekli albay bir oğulları varmış. O gelmiş. Kimseye selam vermeye bile tenezzül etmeden patikayı tırmanıp tepedeki eve doğru çıkıp gitti. Annesi ve babası ben kendimi bildim bileli komşumuzdur. Onların da tıpkı bizim gibi yamacın üzerinde evleri var. Bizimkine sınır olan kendi tarlalarının içinde... Şimdi hem onların tarlası hem de bizimki sapsarı boş bir anızdan ibaret. Albay yürüyüp gitti ama Amerikan filmlerinde fırlamış iri yarı helikopter pilotu motoru susturup aşağıya indi. Önce helikopterin etrafını kolaçan etti. Sonra siyah gözlüklerini takıp bize doğru yürüdü. Adamın boyu benimkinin neredeyse iki katıydı. Ayakkabıları dahil bütün giysileri simsiyahtı. “Uçağı biraz ileri alın da ben helikopteri çitlembiğin gölgesine çekeyim,” dedi. Konuşmasında kendinden son derece emin, her sözünün emir kabul edilip yerine getirilmesine alışmış biri vardı.
- Niye kine, dedim.
- Güneşte kalmasın, dedi.
- Sıkma canını varsın kalsın, Dondurma değil ya erisin.
- Güneşte kalırsa komutan kızar.
- Sen böyle konuşursan da ben kızarım. Ben bu evin sahibinin oğluyum. Bu bahçe ve ağaç da bize ait… Komutanın istediği kadar kızabilir, dedim.
Küsmüş küçük bir çocuk gibi somurtup gitti. O daha helikopterin yanına bile ulaşmadan üzerimizden bir askeri yıldırım hızıyla geçip gitti. James Bond film kahramanı tipinde bir kadın biri erkek iki kişi aynı anda paraşütleriyle yere indiler. İnerken sadece birinin postallarını gördüm. Ne oluyor demeye kalmadan paraşütlerini toplayıp helikopter pilotunun yanına indiler. Az önce geçen uçaktan atlamışlar. Paraşütlerin askılarını ve bez yumağını ona bırakıp patikadan yukarıya tırmandılar. Emekli albay komşumuz arkadaşlarıyla mangal ve rakı keyfi yapacakmış. Az önce küsüp giden helikopter pilotu arayı düzeltmek için ben soramadan bunları kendisi söyledi. Aramızda bir diyalog başlamasını istediği açık seçik anlaşılıyordu.
Bir tarla dolusu, yüzlerce leylek hiç hareket etmeden öylece duruyordu. Yoldan bakıldığında canlı olup olmadıkları bile anlaşılamıyordu. Gerçek olduklarını bilmesem bir heykeltıraşın figüratif çalışması sanabilirdim. Üstelik hepsi birbirinden olabildiğince uzağa mısır taneleri gibi saçılmışlardı. Karınları aç mı tok mu bilmiyordum. Neden böyle kıpırtısız ve hüzünlü duruyorlardı? Yarım saat sonra güneş iyice alçalacaktı. Leylekler Fadıllı köyündeki evlerin çatılarındaki yuvalarına döneceklerdi.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BAHARA ÖVGÜ |
|
- Şimdi neredeyiz?
- Güvercinlik...
- Şu, mezarlığı olmayan köy mü?
- Evet
Çamlar arasından inerken deniz, el ediyor: fettan, uçuk, mavi… Daha yüzüme tuzu değmeden, aramıza evler giriveriyor: Beyaz; ama saf değil…
İnat bu ya, ulaşacağım o maviye.
“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.”(Ülkü Tamer)
Bazı yerlerin adları ne de yakışıyor kendisine. Arabayı sağa çekip duruyorum. Denizle aramda salkım saçak mimozalar. Lepiska saçlı bir kız mı bu? Dalları aralayıp bakıyorum. Onları hatmetmeden “sarı”nın şiirini kim yazabilir ki?
“Canımı yoluna koydum mimoza çiçeğim
Kanatlanıp göğe uçma sevdiğim
Avcın değilim ki senin kaçma sevdiğim”(Volkan Konak)
Akordeon sesine eşlik edebilecek en uygun saz hangisidir acaba? Aklımı uçuruyor bir kuş sesi.
Pat pat pat….
Bir balıkçı motoru geçiyor. O gelende, ben gidendeyim; ikimizin de kendi menziline yönü. Ya güvercinlerin menzili neresi?
Sol yanım, alkım bahçesi. Filizi yeşil, defne, mersin kokusu… Şu, peşinci tüccar misali yamaçlara kaykılmış katırtırnaklarına ne demeli? Varıp sandal ağacından kendime bir borazan yapsam…
Borazan, çan, çıngırak, kampana ve Pan…
Şimdi uyanma zamanı.
Bu dağlar denize neden bu denli yakın?
- Hiişşşt dikkat edin! Denize düşeceksiniz. Siz, yüzme de bilmezsiniz. Boğulursunuz. Yuvasız kalır sonra kuşlar.
“İçime çektiğim hava değil gökyüzüdür” (Ülkü Tamer)
“Gu guk, gu guk”
Durup kulak kabartıyorum. Yinelemiyor ötüşünü.
Yanılsama…
Nereden geldiyse yanı başımda bitiveriyor. Saçları bal köpüğü; alnı gün kesiği…
- Gelmiyorlar kaç yıldır, diyor. Siz şehirliler yüzünden her şey allak bullak oldu.
Ahir ömrümde hep köylü diye eleştirilmiştim. Demek ki ben de şehirli olmuşum. Bulutlar, benden bu yüzden mi kaçıyor yoksa?
Şehir…
Saksı çiçekleri ne kadar anlatır mevsimleri bize? Yapraklarını dökmüyor diye palmiye dikiyorlar bulvarlara. Ah ah, bilmezler mi dalsız budaksız ağacın gölgesi olmaz. Ha bencil adam, ha gölgesiz ağaç…
Eskiden, sazlardan kamışlardan çardak yapardı yol kenarına. Çardağın köşesinde bir küp, öteki köşesinde bir yalak su. Susayan kurt kuş, insan kana kana su içerdi. Kimi görse “Merhaba!” derdi. Sesi, dağlarla kucaklaşan su seslerine benzerdi.
- İnsanlar hanemize değil, sevgimize gelir; Kuşlar, kurtlar; sinekler arılar suyumuzu değil sevgimizi içer.
Bir ses çalındı kulağıma:
Guk guk, guk guk, guk guk!
- Üç kez öttü, eminim bundan.
- Çocukluğunda da böyleydin sen: Aksi, inat… Onlar kışı burada geçirmek zorunda kalan guguklar.
Guguklar, yumurtalarını ağaç gövdelerine yuva yapan başka kuşların yuvasına bırakırlar. Yavru çıkar, emanetçi anne, öz yavrusu niyetine besleyip büyütür onu. Ama yuvanın ağzını kendi cüssesine uygun açtığı için birden büyüyen yavru, yuvada sıkışır kalır. Çıkamaz dışarı. Güz gelir, tüm göçmen kuşlar, göç ederken emanetçi anne, burada kalır, bütün kış yavruyu besler. Havaların bir ısınıp bir soğuduğu bu günlerde kendi yazgısına tutsak guguk öter.
- Bir çaresizliğin ötüşüdür o. Kulak ver hele, o seste acının mayalandığını hisset. Aksi takdirde sen de aldanırsın.
İçimdeki gökyüzü yırtılmış; yüreğim magmasını savurmaya hazır.
Sırtıma yüklenip dağları, çöktüm bir kayanın üstüne. Kayada sayısız çukur. Çukurlarında su birikintileri. Birikintilerin aynasında mimoza. Bir kuş konmuş mimozaya: Gözleri cemre sıcağı.
- Bahar uzaklarda değil, diyor ve ekliyor. Yüreğine bak.
Sözlerinin anlamına yetişmeye çalışıyorum: Derin, yüksek ve kıvrımlı…
- Yürek dediğin rengin, ışığın ve sesin yediverenidir. Bilirsen bunu, bu dağlar neden sarp,
bu deniz neden derin, bu rüzgâr neden savuruyor erik çiçeklerini anlarsın ve yakınmazsın.
Guk guk guk, gu guk guk, gu gu guk…
Bir senfoni sanki. Geldiler. Adım gibi eminim bundan.
- Bahar dallarına yürüyen su gibi olmalı sevgi.
Bahara, kilitleniyorum birden.
- Kilitsiz anahtar ne işe yarar? Ya anahtarsız kilit? Hadi açtın kapıyı. Yüreklerdekini görmek için gören göz gerekmez mi? Kilit, bizi, bizle sınırlar.
- Kilit dost içindir, düşman için değil” diyen atalarımız kilitli yürekler için ne düşünmüşlerdi acaba?
“Çekiver ipini yürek mandalının
Açılsın düşler, gülüşlerevin”
Yürek mandalımızı çekivermek öyle ha deyince yapılacak işlerden mi?
***
Bugün 15 Mart.
1915'te Berlin’de bir Ermeni genci Talat Paşa’yı vurmuştu. Şimdi içimizden vurmaya çalışıyorlar bizi.
1993’te Madımak otelinde 35 aydınımızı yaktılar. İki gün önce mahkemenin zaman aşımı kararını Başbakan, "devlete, millete hayırlı olsun!" dilekleriyle değerlendirdi.
Artık kınayamıyorum onları. Çünkü insan, yaşadığı coğrafyanın ürünü. Ben bu coğrafyanın ürünüyüm. Bu coğrafyanın hamurunda sevgi var, hoşgörü var, paylaşma var. Bu dağ, bu deniz; bu çalılar, otlar ve ağaçlar; bu kuşlar, böcekler ve insanlar birbirlerini tamamlayarak yaşar bu topraklarda. Baharın böyle günbalı da olması bundandır.
“ Sen kendinden ayrıysan
Bana nasıl yakın olasın?
Sen sana var önce,
Tut elinden kendinin
Ben sana çoktan gelmişimdir.”
"Cleanse and call back thy spirit, let not a stain remain" ("Ruhunuzu arıtın ve geri çağırın, bir tek leke kalmasın" –Kipling.
Bu bahar ucunda yüreği kinin, öfkenin, garazın, hırsın batağında debelenenlerin buna inanılmaz gereksinimi var.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Güvercin Kanatları 2 |
|
Rukiye’nin eşi işten çıkarıldığında biraz sıkıntıya girdiler. Kira parasını da birkaç gün geciktirmişlerdi. Rukiye, bu düşüncelerle eve girdiğinde kapının yanına koyduğu aynanın kırık olduğunu gördü. Aynaya çerçeve yaptırtıp duvara asacaktı, ama gel zaman git zaman ayna olduğu yerde kalıvermişti. Kırık parçaların üzerine basınca sinirlendi, balkona çıktı ve sokakta oynayan kızlarını eve çağırdı:
-Bana söyleyin bakalım, kim kırdı bu aynayı?
Çocuklar annelerinin öfkeli bakışından korktular.
-Biz kırmadık anne, vallahi biz kırmadık!
-Bana yalan söylemeyin! dedi. Her zaman dürüst olmalısınız!
Konuşmanın arasında kapı çaldı. Gelen Müesser kadındı. Anne ile kızları arasındaki sorunu sormadı, belli ki kapının arkasında kulak misafiri olmuştu. Hemen gelişine sebep olan konuya girdi:
-Hayırdır, bu ay vermediniz kirayı?
-Yenge, Ahmet’i işten çıkardılar. Bilirsin okul, yemek derken kiranın yarı parası elimizde kaldı, şimdi sadece o kadarını verebilirim.
-İyi, ver o zaman!
Rukiye yatak odasına gitti ve döşek arasına sakladığı çıkınını çözdü. Şişman kadın onun arkasından gelmiş, çıkındaki paranın arasında parlayan altını görmüştü.
-Ay bu altın mı?
-Babamdan yadigar bir Osmanlı altını, çok kıymetli, dedi Rukiye.
-Ben bunu alayım, kira parasını getirdiğinde benden geri alırsın, tombul parmakları altını kavradı ve arkasını dönüp odadan çıktı.
Rukiye bir hafta sonu sandıktaki çeyiz bohçalarını açtı havalandırdı, bazı eşyaları koltukların üzerine yaydı. Odaya dolan naftalin kokusunu çıkarmak için pencereleri aralarken dış kapıda anahtar sesi duyuldu. Kapı sessizce açıldı, şişman kadının ilk önce başı, sonra da vücudu içeri giriverdi. Rukiye, şaşırmış bir şekilde ona bakarken Müesser kadının yanakları pembeleşti.
-Ben evde biri var mı diye baktım? dedi ve yaptığı uygunsuz davranışı örtbas etmek için odanın ortasında gördüğü kumaş yığınlarına yöneldi.
-Aman, bunlar da ne böyle? Ayyy ne güzel patik bunlar?
Çakır gözleri etrafı kolaçan ederken elleri dantelli çeyizlerin, renkli patiklerin, çiçekli basmaların, kanaviçe işlemeli masa örtülerinin üzerinde gezindi.
-Şu örtüyü çok beğendim, bayramlık masa örtüm yoktu, burada üç tane var, birini bana ver! Patikler de rengarenk, şunu anama götüreyim mi?
Rukiye, fısıltıyla:
-Olur, dedi.
Müesser kadın birkaç oyalı mendilden de aldı, eteğini savura savura gitti. Rukiye, bir şey diyemeden öylece kalakaldı. Bunda artık iyi değil, kötü niyet olduğunu anlamıştı. Akraba oldukları için hep susmuş, üzülmemeye çalışmıştı. Karşılaştığı tuhaf durumlar aklına geldi. Bu sinsi kadın, babasından yadigar altınını hala geri vermemişti, çeyizi karıştırıp bir şeyler almıştı, kapı zilini çalmadan yedek anahtarıyla eve hırsız gibi girmişti. Rukiye, kapının yanında kırılan ayna için kızlarına boş yere bağırdığını düşündü. Evde olmadıklarında eve girdiğinden kesinlikle emindi.
Eşi iş bulunca taşınmaya karar verdiler. Biraz borç para topladılar ve ucuza bir ev satın aldılar. Taşındıktan sonra, bir daha o eve gitmediler. Birkaç yıl sonra Rukiye’nin halası Meryem hanım ziyarete geldi.
-Rukiyeciğim bak sana ne haberlerim var! Vallahi sana yaptıklarından sonra olacağı buydu.
Dedikodudan zevk alan kadın, gözlerini tilki gibi kıstı, ağzını kocaman açarak devam etti:
-Şu senin uzaktan dayın olacak Cafer efendi, kumarda paraları kaybetmiş, kahvehaneyi devretmiş. Parasız kalınca Eminönü’nde çorap satarken görmüşler. Kumar, cüzam gibi yapışmış yakasına. Kaybettikçe kaybetmiş, sonunda evi de elden gitmiş. Az bir para ile eşyaları bir kamyona koymuşlar İzmir’e gitmişler. Oğlu da İstanbul’da evlendiği kadını terk etmiş, İzmir’e gidince başkasıyla evlenmiş. Müesser kadın bir vakitten sonra kanserden vefat etmiş. Biz de öldüğünü yeni öğrendik.
Rukiye, duyduklarına inanamadı. Zaman nasıl geçmişti de neler olmuştu yakın akrabalarına. Olanlar için üzüldü, gözyaşlarını tutamadı. O gece rüyasında yine kuşları gördü. Beyaz güvercinler kanatlarıyla onu tutmuş, yemyeşil çayırların, rengarenk çiçeklerin olduğu bahçeler üzerinde uçuruyordu.
SON
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin POLYANNA VE PİNOKYO |
|
“Ne oyunları oynarsın?” diye sordu Pinokyo.
“Mutluluk” diye cevap verdi Polyanna. “Ben mutluluk oyunları oynarım. Öfke, korku, yenilgi, üzüntü… hiç fark etmez, en kötü anlarda bile oynayabilirim.
“Peki kiminle oynarsın?” diye tekrar sordu Pinokyo.
Arkadaşım yok benim, ya da herkes arkadaşım, yani ya hiç arkadaşım olmaz, kendi kendime oynarım ya da herkes her şey arkadaşım olabilir benim. Aslında bu da hiç fark etmez, ben hep oynarım” dedi Polyanna.
“Ya tercih yapmak zorunda olsaydın, o zaman kimi ya da hangi tarafı tercih ederdin?” diye sordu bu kez de ve Polyanna cevap verdi: “Hiç tercih yapmak zorunda olmadım ama tercih yapmak zorunda olsaydım, şu hiç açılmayan kapıyla oynamak isterdim. Hep açıldığını farzedip ya da açılacağını bekleyip oynayıp dururdum. Kim bilir belki bir gün açılıverirdi.”
O an anladı Pinokyo Polyanna’nın neye özlem duyduğunu ve neden durmadan bu oyunu oynayıp durduğunu sonra da Polyanna’ya bir kez daha sordu: “Ya bir gün o kapı açılsaydı, o zaman da oynamaya devam eder miydin?”
Polyanna hiç beklemediği bu soruyla düşünmeye başladı. Ya o kapı bir gün açılsaydı ne yapardı? Hep umduğu beklediği şey gerçek olsaydı? Binlerce kez önünde oyunlarını oynayıp selam durduğu kapı bir gün açılsaydı ne yapardı? Sonra birden gözleri ışıldadı Polyanna’nın aradığı cevabı bulmuştu: “Artık oynamam ki” dedi. “Oynamama gerek kalmaz, çünkü…” dedi ve sustu. Çünkü’nün ardını Pinokyoya söyleyemedi. Söyleyemeden yürümeye başladı. Ardından bağırdı Pinokyo: “Nereye gidiyorsun? Çünkü… ne olurdu?” Sessizce uzaklaşan Polyanna’nın ardından uzun uzun baktı Pinokyo ve bir anlam veremedi Polyanna’nın böyle birdenbire gidiverişine. O günden sonra da durmadan Polyannayı takip etti. Polyanna her şeyle herkesle oynuyor ama o kapının önüne geldiğinde sessizce bekliyordu. Önce bir süre düşünüyor ve sonra da oynamaya başlıyordu. Her oyunu bittiğinde kapıya selam vermeyi de unutmuyordu. Sonra da tekrar beklemeye başlıyordu acaba kapı açılır mı diye. Bekliyordu, bekliyordu ama kapı açılmıyordu. Polyanna da sessizce ağlıyordu kapının önünde. Sonra bir gün Pinokyo Polyanna’nın artık kapının önüne geldiğinde oynamadığını fark etti. Kapının önüne geliyor ve sessizce bekliyordu. Dayanamayıp sormaya karar verdi: “neden bekliyorsun?”. Polyanna cevap verdi: herkesle ve her şeyle oynuyorum, oynadıklarıma mutluluk veriyorum, onlar da mutlulukla oynamaya başlıyor ve bana da mutluluk veriyorlar. Ama bir bu kapı bana cevap vermiyor. Ben oynuyorum, oynadıkça değişmeyen bir suretle yüzüme bakıp duruyor. Bir ses, bir soluk, ufacık bir çıtırtı bile yok, artık oynayamıyorum.“ dedi. Bu cevapla Pinokyo birden atıldı: “Hani” dedi “hani bir tercih yapmak zorunda olsaydın bu kapıyı tercih ederdin? Hani en çok onunla oynardın?”. “Zannettim ki” dedi Polyanna “beni en çok o mutlu eder. Bir gün açılır ya da ben hep açılacağı günü beklerken en güzel mutluluk oyunlarımı oynarım. Ama açılmadı. Üzerine düşen rüzgar seslerinden, güneşin gölgelerinden başka hiçbir tepkisi yok. Anladım ki açılmayacak. Ben hep boşuna oyun oynuyorum.” Pinokyo heyecanlandı birden “ama dedi nasıl olur, hani kapı açılırsa bir daha hiç oynamam, oynamama gerek kalmaz demiştin, şimdi de açılmıyor diye oynamak istemiyorsun?” Polyanna’nın gözünde yaşlar birikmeye başaldı. Pinokyoya dönerek “çünkü” dedi “o gün anladım ki oynamama gerek olduğu için oynuyorum mutluluk oyunlarını, kapı açılsaydı zaten mutlu olurdum, oynamama gerek kalmazdı! Ama şimdi başka bir şeyi anladım, ben bu sessiz kapıda oynadığım oyunların gerçek olmadığını değil beklediğim umudun gerçek olmadığını anladım. İşte onun için artık oynayamıyorum.”
Polyanna açılmayan kapının önünde öyle sessizce ağlarken Pinokyo da aynı üzüntüyle oradan ayrıldı. Ama sonra bir şey geldi aklına, bir zaman sonra Polyannaya gidip kapının açıldığını ve hatta dile geldiğini söyledi. “Seni merak ediyormuş” dedi. “Senden haber alamayınca çok üzülüyormuş, herkese, her şeye yıldızlara, kuşlara hep seni soruyormuş” dedi. Polyanna Pinokyoya bakıp “senin neden burnun uzayıp duruyor?” diye sordu. Pinokyo “sen oynamıyorsun ya” diye cevap verdi.
İşte o günden sonra Polyanna’nın yalandan mutluluk oyunlarına Pinokyo’nun eşlik ettiği bilinir. Her mutluluk oyunu oynayan Polyanna’nın yanında açılmayan sessiz bir kapıyla, burnu uzayıp duran bir Pinokyo’nun varlığı sezilir.
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç CARPE DİEM |
|
Ömrüm hep bir şeyleri aramakla geçti. Kimi zaman aşkı aradım kimi zaman mutluluğu bazen eğlenceyi çokça zaman huzuru. Anladım ki ben aramanın esiri olmuşum . Aradığımı bulduğumda onun keyfini çıkarmak yerine yeni arayışlara çevirmek rotayı bende bir alışkanlık olmuş.
İşte ben bu aralar bunu fark ediyorum; yaşadığım her kötü sandığım şey benim şuana gelmemde ve şu yazıyı yazabilmemde rol oynamış. Ancak çok önemli bir hata yapıyormuşum ki durup bir AN hayatıma bakmıyormuşum. Çektiğim acıların sonunda elde ettiğim güzelliklerin keyfine varmaya fırsat vermiyormuşum kendime. Beynimin sorgulama merkezi sürekli bir şeyler ürettiğinden kendimi rahat bırakmıyormuşum . Onca çaba onca düşünce hep boşa gidiyormuş.
Carpe Diem…
Yirmili yaşlarımda bir gazete yazısında tanıştım ”Carpe Diem” le, anlamını öğrendiğimde çok ama çok hoşuma gitti. Uzunca bir süre telefonumun açılış mesajı oldu. Anı yaşa, anı yakala…
O zaman çok hoşuma giden bu tümcenin anlamını kavrayamadım .Anı yakalayamadım hep önüme baktım, AN’da kalamadım. Bir problemin içine daldım, boğuldum, çözdüm; diğerini başıma sardım çözmeye çalıştım. Ama hep ileri baktım hayallere daldım.
Çok tatlı geldi hayaller, kaçmaktı benim için hayatımın gerçeklerinden. Çünkü gerçek bazen o kadar ağır olabiliyor ki tek çözüm kaçmak oluyor.
Sonra tek tek hayallerim gerçek olmaya başladı, hayal edecek bir şey kalmadı. Yani anlayacağınız hayatım düzene girdi. Bu sefer kendimi aramaya başladım. Sandım ki kendimi bulursam mutsuzluğumun kaynağını bulurum. Kendimi aradıkça da hayatımda olmayan şeyleri sürekli isteyip kendimi mutsuz etmeyi kendime ilke edinmişim ,onu anladım.
Zincirleme bir mutsuz olma hali benimkisi..
Ama işte Carpe Diem!
Kavrayıp uygulamam için bu hoşuma giden kendime marş ettiğim tümceyi on küsur sene geçmesi gerekiyormuş.
Yani tecrübe böyle bir şeymiş, bazen bilmek yetmiyor anlamak için yaşamak gerekiyormuş……
Mesela geçtiğimiz Pazar kendimi tamamen bıraktım. Önce uzun uzun dinlendim. Sonra yapmak zorunda olduğum için değil canım istediğim için hayatın gündeliğine kaptırdım kendimi. Çabucak çıktım canım sıkıldı, haydi aile sokağa dedim . Hazırlandık çıktık, yüreğimizin götürdüğü yere gittik. Mis havayı soludum. İnce montla çıkmanın keyfine vardım. Güneş gözlüğümü taktım. Aniden sokak çalgıcıları çıktı karşımıza. Çok ama çok keyifli müzik yapmaya başladılar. Kendimi ritme bıraktım olduğum yerde sallandım. İçimde kuşlar cıvıldadı. Mutlu muyum diye sorgulamadan mutluluğumun keyfine vardım. Bunu da kimse için yapmadım kendim için kendiliğinden oldu. Doğaldı.
Hayat şahane aslında. Bunları yazdıran bana baharın gelişi mi bilmiyorum ama öyle ya. Sadece kendime AN’a odaklanmayı daha çok öğretmeliyim. Yapmayı keyif aldığım şeyleri çoğaltmalıyım belki de. -Meli – malı lar olmasa da hayat devam ediyor. Hem nasıl kısa! İlla bunu anlamak için hayatın sonuna gelmek gerekmiyor değil mi? Ya da ölümle burun buruna kalmak.
Kabullenmek ve AN’da kalmak yeterli aslında
Bir tek “BEN” var şu hayatta
Bir tek de “BENİM HAYATIM” ne zaman biteceğini asla bilemeyeceğim!
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder ALİ BERBER |
|
Hani birbirine tıpatıp benzeyenler için insanlar çift yaratılmış derler ya, olaylar da çift yaşanabilir mi dersiniz?
Üstelik olaylarda küçük farklılıklar önemli değildir, düzeltilip yaşanabilir. Bizim Ali Berber’den biliyorum. Ali abi ezelden beri bizim mahallenin berberi. Her ilginç olayı yaşamış, her ortamda bulunmuş, her mesleğe girmiş çıkmış biri.
Birinin başından ilginç bir olay geçmişse, aynı olay mutlaka onun başından da geçmiştir. Sanki zaman tüneline girer. Mekan sınırlaması da yoktur. Bir öyküde Kore Savaşı’nda Kuzey Koreli komünistlerle boğuşurken, konu değişir, onu birden seksen öncesi faşist avında bulursunuz.
…
İyi bir dinleyicidir de. Dinler, ertesi gün yaşamış gibi başkasına anlatır. Şansınıza size sizinki de çıkabilir.
Önümdekinin traşı bitip koltuğa otururken yenile bir Kuzey Korelinin nünüğünü sıkıp kenara atmış, derin bir nefes almıştı. Konu değiştirdi. Herkese taze taze:
- Fakülte yıllarım. Aaah ah! Hemşehrimden bir emanetimi almak için Bornova kampüsüne gittim. Mahşeri kalabalığın içinde arkadaşımı arıyorum. Ama ne göreyim on beş gün önce kavga ettiğimiz, beni ağız tadıyla dövememiş faşistlerden biri tam karşımda durmuyor mu? Kazayla elim yüzüne çarpmıştı bir gözü hala yumuk. Beni yanındakilere gösteriyor. Sekiz on kişi varlar. Durum hiç iç açıcı değil. Aksi gibi arkadaşlar da ortalıkta yok. Beni kesin yoğurur bu adamlar. Belli etmeden yavaşça geri geri gitmeye başladım. Gitsem ne, sayıları kalabalık.
- Ali abi üç dört kişi değiller miydi?
- Yok yok sekiz on kişi varlar. Belki de on on iki kişi, tam sayamadım.
Doğrudur. Tıpkısını yaşamak zorunda da değil. Zaten önemli olan da bir an önce sıvışması:
- O zaman durma.
- Fırtına gibi kaçıyorum.
Fırtına olmasına fırtına olsun da, sol ayakkabının topuğundan sivrilen çivi ne alemde acaba?
- Kaç da, sol ayağının topuğundaki çivi batmıyor mu? Rahat koşabiliyor musun?
- Aah sorma, acılar içindeyim.
- Böyle kaçamazsın. Solda bekçi kulübesi olacak. Gir içeri.
- Gireceğim de, bekçi içeri sokmuyor!
- Aman de, geliyorlar de. Yalvar yakar.
- Tamam tamam insafa geldi.
İntihalde Ali ağabeyi kurban veriyorduk neredeyse.
Şimdi bana göre üç dört Ali abiye göre on on iki kişi kulübenin çevresinde
dört dönüyor. Fark ederlerse kulübeyi de yerle bir ederler.
- Sakın başını çıkarma. Görürler mörürler.
Ali abi bir yandan saç kesiyor, bir yandan da faşistlerden saklanıyor. Saç keserken başını eğip fıs fıs konuşması bundan. Kendini olaya iyice kaptırmış durumda:
- Çıkarmıyorum da burada soluk alamıyorum. Boğulacağım.
- Başını yana yatır. Göğsünü şişir. Rahatladın mı?
- Eeeh!
…
Faşistler umudunu kesip dağılmaya başlayınca hafifçe doğrulup çevreyi kollamak gerek. Böyle durumlarda insanın ayakkabısı da ayağından fırlar da, bekçi yerdeki kanları görüp “Yaralı mısın?” diye sorar.
- Bekçiye ayakkabının çivisinden bahsetme. Serde erkeklik var. Ha hı de, geç.
- Bahseder miyim. Sosyalist bir dünya için canım feda olsun, dedim.
Ali abi bekçinin alkışını da aldı; bundan sonra doğru otobüs durağına. Yalnız biraz ikircikli. Hangi yoldan gideceğine karar veremiyor.
- Sağdaki açık yoldan gitmeliyim öyle değil mi?
Orasının açıklık olduğunu, hemen fark edileceğini, sağdan ağaçlı yoldan gitmesinin daha güvenli olacağını söylüyorum.
…
Ali abi ürkek ürkek ağaçlı yola girse de, her adımda soruyor:
- Bu yol daha tehlikeli gibi görünüyor ama?
- Değil değil. Ben bu yoldan yedi kez gittim altı kez döndüm. Hiç bir şey olmadı.
- İyi ama, dün bu yolda adam dövmüşler?
- Dün dündür, bugün bugündür. Sen işine bak.
- Karşıdan büyük bir grup bana doğru yürüyor. Ne yapayım?
- Bırak yürüsünler. Yürümekle yollar aşınmaz. Kıyıdan yoluna devam et. Abesle iştigal etme.
Ali abi uyumlu, ne desem dinliyor. Ben de aklıma gelen bütün özdeyişleri sıralayıp cesaretlendirmeye çalışıyorum.
O da sora sora gidiyor:
- Ya faşistler kalabalığın içine saklandıysa; beni bir güzel okşarlarsa.
- Binaenaleyh, bana sağcılar adam okşuyor dedirtemezsin. Yürü.
- Yürüyorum da. Kıyıda iki kişi, fıs fıs bir şeyler konuşuyorlar.
- Orta yerde konuşacak değiller ya. Hem konuşmaktan zarar gelmez. Binaenaleyh kem söz söyleniyorsa da, kendilerine aittir. Bizim için keenlemyekundur.
Bu arada içine gereksiz bir kuşku mu düştü ne?
- Yahu, benim bu yoldan gitmemde bir çıkarın mı var senin? Israr edip duruyorsun.
- Kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Sen ilerle.
- Eh, ilerliycem de önümden çay geçiyor. Çaresiz kaldım.
- Bu yolda çare tükenmez. Sen işine bak.
- Köprüsü olsaydı bari.
- Yahu, köprü vardı da, biz mi yidik? Çıkar ayakkabılarını, geç içinden.
Ali abi bir elinde makas bir elinde tarak yerinde kıpırdamaya başladı. Anlaşılan üstüne su sıçratmadan çaydan geçiyor.
- Geçtiysen, ayakkabılarını giy.
Bunu söyleyince, bir anda yüzü buruştu.
- Tam da çividen kurtulup “dünya varmış” dediydim.
- Çivisi çıksa da durum değişmez, dünya varsa vardır, yoksa yoktur. Şimdi doğru otobüs durağına.
…
Öyküye göre, Ali abinin bir dakika bile beklemeye tahammülü yok. Faşistler her an ensesine yapışabilir. Heyecanı gitgide artarken bilgi veriyor:
- Hıncahınç dolu bir otobüs geldi. Ama beklemeye tahammülüm yok. Yarı açık kapıdan daldım içeri.
- İyi ettin de, o “de”si var ya.
…
Ali abi otomatik kapı kapanıp, yüzünü içeri dönünce “Faşş..!” diye bir çığlık attı. Kendini kovalayanlarla göz göze gelmiş olmalı. Sustu. Döndüm baktım; soğuk terler döküyor.
Anlaşılan, bana göre üç dört, ona göre sekiz on, belki de on iki faşistin hepsi otobüste. Kendini kör kuyulara atmış gibi.
Şimdi, teker teker gelin dese, maşallah adamların her biri tepeden tırnağa bak bak bitmez türden.
- Benim gibi “yarımşar yarımşar gelin” de.
Ses yok. Baktım. Ali abi adamlardan daha irice. Yiğitliğinden onu da diyemiyor.
…
Susmak çare değil tabii. En sonunda tuttu, konu değiştirdi.
- Yukarı köyün orda avdayız. Akşamlar oldu bir kuş bile avlayamadık. Artık dönmeye hazırlanıyorduk ki, az ilerde bir çalı kıpırdar gibi oldu. Yaradana sığınıp bir sıkı çekersin; beş tane tavşan yerde. Can havliyle kıvranıyorlar. Kendimi bir anda arkadaşların omzunda buldum.
Arkada traş sırası bekleyenlerden biri söze karıştı:
- Ali usta, biri sana yeterdi. Kalanını arkadaşlara dağıtsaydın, eli boş dönmesinler.
Ali ustanın av sohbeti, arkada sıra bekleyen müşterinin düzeltmeleriyle uzadı gitti. Ben dükkandan çıkarken, Ali usta büyük bir geyik sürüsünün peşinden koşuyor, arkadaki müşteri de berber koltuğuna oturmuş, geyik sürüsünü ceylana çevirmeye uğraşıyordu.
Mehmet Önder av.mehmetonder@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Berkan Ergürol Herkese görünmez ki o Mübarek |
|
Bin dokuz yüz doksan iki yılının son ayları. O zaman şirketin İzmir’deki merkezinde çalışıyorum, üretim tesisi ise Manisa’da. Siparişler gittikçe artıyor yetişmeye çalışıyoruz.O zamanki müdürüm benim evin iki sokak arkasında oturuyor. Her sabah saat yedide beni evin önünden alıyor Manisa’daki fabrikaya gidiyoruz. Gündüz vardiyası daha işbaşı yapmadan atelyeleri dolaşıp çıkan ürünlere bakıyoruz, bir nevi o günün fotoğraflarını hafızamıza yüklüyoruz. Sonra fabrikanın yöneticileriyle kısa bir toplantı ve saat on olmadan İzmir’deki merkeze dönüş.
Gün boyu müşterilerin sitem, tehdit, taciz içeren sorularına cevap vermekle uğraşıyorum. Siparişler gün geçtikçe artıyor, otomotiv sektörü için efsane üretim yılı sayılan doksan üç yılına doğru dolu dizgin gidiyoruz. Yani işler iyi fabrika yirmi dört saat ve çoğu haftalarda hafta sonu da dahil yani Cumartesi Pazar vardiya değiştirmeden çalışıyor. Herkes memnun işçiler günde dört saat hafta sonları on ikişer saat fazla mesai yapıyor. Benim diyenin eline ayda iki buçuk maaş para geçiyor. Tabii kaprisler de diz boyu. Yemeği beğenmemek, “ Yok abi çok yorulduk bu hafta sonu çalışmayacağız” gibi protestolar artıyor. Gelirler iyi ya, “istemezük” devrede.
Bu sabah kontrolleri devam ede dururken bir şey dikkatimizi çekmeye başlıyor. Üretim düşüyor. Özellikle montaj bölümünde ciddi üretim kayıpları var. Ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz, ayrıca işçilerin tavırlarında da bir gizem oluşmaya başlamış. Anlam veremiyoruz bir türlü.
Günler Manisa, İzmir, toplantılar, telefonlar, üretim kaybı kavga gürültü giderken bomba patlıyor. “ Abi Manisa’da dede çıkmış.” Hayda bir bu eksikti. Hammadde temini, sipariş üretim, müşterilere cevap vermek yanında bir de “Dede” ile uğraş. Uğraştık yani hem de nasıl.
Olay ortaya çıktı ya hikayeler arka arkaya patlıyor. Hele biz inanmayınca ikna etmek için gün boyu bizi dolduruyorlar.
“ Abi dün gece beyaz atlı bira adam fabrikanın bahçesinde dolaşmış”
Ben de düşünüyorum tamam o zaman da şimdiki kadar olmasa da fabrika var ama çevre duvarları yok. Sanayi de şimdiki kadar “ Organize “ değil yani. Çoğunlukla öğlene doğru bir keçi sürüsü köyden çıkıp Organize içinden geçip bizim fabrikanın bahçesini çaprazlama geçip arkadaki Muradiye ovasına doğru kayboluyor, akşam üstleri de aynı yoldan köyüne dönüyor.
Bizde bahçede ya da atelyerin kapı önünde isek çoban gayet rahat “ Kolay gelsin ağalar” deyip, hep beraber çıngıl çıngıl gidiyorlar. Yani buradan hareketle acaba diyorum toprakların Organize’ye satıp yemekle meşgul olan köylülerden biri gece kafayı çekip “ Ulan buralar dedemindi” diyerek atına atlayıp baskın mı verdi?
Günler geçiyor dede hikayeleri de gittikçe büyüyor. Üretim kaybı her geçen gün artıyor. Zaten biz de işi gücü bırakmış varsa yoksa dede ile uğraşıyoruz.
Hani “Şuyu vukuundan beter” diye bir söz var ya aynen geçerli. Yani dede hakikatten gelse oturacağız, konuşacağız bir şekilde anlaşacağız ama nerede,onu yerine senaryoluk hikayeler:
Beş altı yıl sonra bir gece vardiyasında işçileri harıl harıl çalışırken tekmili tamam vaziyette nerdeyse pijamalarını da giyecek vaziyette taammüden horul horul uyurken yakaladığım bir formen anlatıyor: “ Abi gece dört gibi yüzümü yıkamak için bahçedeki çeşmeye gittim, açtım çeşmeden alevler çıkıyordu.” ( Demek o zamanlar da uyuyormuş).
“Abi arkadaş dün gece dövme bölümüne gitmiş. Dövme kapalı kimse yok ama bir anda pres kendiliğinden çalışmaya, dövme yapmaya başlamış” (Yok bizim Dede ile mutlaka konuşmamız lazım. Belki bu sayede işçisiz çalışma imkanı yakalacağız.)
Olay gittikçe büyüdü civar fabrikalara da sıçradı. Hatta yerel bir televizyon kanalı program yapıp karşı fabrikanın bekçileriyle röportaj yayınladı. “Geceleri kulubede otururken sandalyeye tekme atılıyor yere düşüyoruz hanımefendi” ( Garibim uyudu sandalyeden düştü, ama vicdanı olayı dedeye bağlıyor).
Baktık olmuyor olayı yakından takibe alma kararı verdik. Artık gece geç saatlere kadar fabrikada kalıyorduk o zamanlar dövme bölümünün arkası kavaklık, bataklık ve zifir gibi de karanlık devamı da uçsuz bucaksız Gediz Ova’sı. Yani bizi orada kesseler ancak bugün DNA testi ile bulurlar. Biz ise el feneri ve el yordamıyla gece yarısı oralarda dolaşıyoruz. Bir şey olduğu yok. Ama sabah rivayetler devam. İki metreye yakın boyu ve yüz otuz kilo ağırlığıyla “ Minik “ ünvanını hak etmiş ısıl işlem işçisi fabrikaya tüfekle gelmiş ihbarını alınca yanına gidiyorum hakikatten bir perdenin arkasında gıcır gıcır bir çifte buluyorum. “ Oğlum bu ne?” “ Abi ne yapayım buralar tekin değil bende hep gecedeyim” “ Olur mu şirkette silah?” deyince de “ Abi sen de ya” deyip arkasını dönüp gidiyor. Tabii ben bu sözün gerçek anlamını biliyorum. Demek istiyor ki. “ Bak Müdür şimdi işi bırakır giderim sonra sen çıkarırsın istavrozları fırından”. İşler sıkışık, aylıklar mükemmel ya.
Dediğim gibi işler sıkışık, gündüzleri rutin işlerle uğraştığımız için geceleri fabrikada kalıp telefonlardan muaf vaziyette teklif hazırlıyorum. Malum o zamanlar bilgisayar falan yok teklif faksları elle yazılıyor, maliyet hesapları da hesap makinesı ve elle ajanda ya da kareli kağıtlara yazılıyor. İdari bina da benden başka kimse yok. Arada bir bekçi gelip “ Yeni demledim” diye çay bırakıyor aceleyle dışarıya seyirtiyor. Başka gelen giden yok.
O gecelerin sabahlarından birinde artık kafam attı formenler topladım. “ Arkadaşlar geceleri sabaha kadar arka tarafın karanlıklarında dolaştık. Ben bir haftadır idari binada yalnız başına sabahlıyorum bir şey olduğu yok nedir bu mesele?”. Aldığım cevap artık bu mücadeleyi kaybettiğimizi gösteriyor. “Abi herkese görünmez ki o mübarek”. Anladım ki bizim yapacağımız bir şey kalmadı. Dede kazandı biz kaybettik.
Sonra ne mi oldu?
Türk ekonomisinin karakteri gereği yüz yirmi ile giden kamyon üretimine yetişmeye çalışırken aniden frene basıldı ve biz camdan yola fırladık. Meşhur doksan dört krizi kapıya dayanmıştı. Önce fazla mesailer sonra vardiyalar kaldırıldı. Fabrika personelinin yarısı işten çıkarıldı. Çıkarmadıklarımızdan bazıları “ Abi hacizciler kapıda gözünü seveyim beni işten çıkar tazminatımı ver” diye yalvardı. Çıkardık mecburen. O zamanlar yeni de olsa Türk halkı “Nasıl olsa bedava” diyerek kredi kartıyla pahalı sıgaralar, jeanler güneş gözlüklerine parayı yatırmış, dahası hiç olmayacak harcamalar için kredi almak amacıyla birbirlerini de kefil yapmıştı.
Bir yıl içinde işler yeniden düzeldi. Şirketin de dünya üzerinde etkinliğinin artmasıyla üretim artmaya başladı. Gerek ciro gerekse de personel sayısı doksan üçe göre dört kat arttı yine gece vardiyaları yine on iki artı on iki cumartesi Pazar mesaileri yapıldı. Ama her nedense “O mübarek” bir daha kimseye görünmedi. Biz de o zamanlar ne olduğunu anlayamadık.
Bugün haklı olarak “Dünya Markası” olmakla öğünen şirket te gökten zembille inmedi anlayacağınız.
Mehmet Berkan Ergürol
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
GELİBOLU
"Çanakkale yeni Türkiye'nin önsözüdür." Fazıl Hüsnü Dağlarca
Masam, her zamanki gibi karışık. Yazılacak notlar, yapılacak işler ve ortasında ayraç, yarım, okunmuş kitaplar.
Artık, okul tatil oldu, bunları toparlamalıyım, dedim, kendi kendime…
Vakitsizlik olmasa, ne iyi olurdu, istediğim kitabı, hemen okuyabilirdim, sıraya koymadan.
En çok da, ne istiyorum biliyor musunuz? Eski kitaplarımı, tekrar okumak. O kadar mutlu eder ki bu beni. Onların kokusu, içinden çıkan bir not, bir bilet, alır götürdü o günlere…
Seviyorum kitapları, tabi ki onunla beraber, yazarları da. Sanki tanış oluyorsunuz okudukça. Sizin bir dostunuz oluyor, kırk yıllık...
Buket Uzuner’de; "Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları" adlı kitabı ile tanış olduğum, bu dostlardan biri. Şimdiyse elimde; Uzun Beyaz Bulut’u var.
Ne zaman başlamıştım, bu kitabı okumaya, hatırlayamıyorum. Yalnız, elli birinci sayfasına bir ayraç bırakmışım. 323 sayfa olmasından korkmuyor, okumaya başlıyorum yeniden...
Hafızam zayıf olduğundan olacak ki, kahramanını ve olay örgüsünü, tam olarak çıkaramıyor, üşenmeden, başa dönüp tekrar okumaya başlıyorum.
Kitap "Gelibolu'nun ayazı yamandır çarpar" diye, Gelibolu'yu anlatarak başlayıp, yabancı bayan turistin, dedesi Ey-li john Taylor aramasıyla devam ediyor…
Roman akışında kullanılan, yer ve mekân ismi bildiren mektuplar, anlatımı daha da güçlendirmiş. Bu mektuplarda en gerçekçi ve samimi olanı; Zeytün Askeri Kampı -Mısır yazan mektup.
"Araplar gerçekten fakir. Sokakta ki çocukların ayakları çıplak, ayakkabıları bile yok."
Ne kadar da gerçekçi bu cümle.
Mısır'a gittiğimde aynı manzaraları görmüştüm. İnsanlar, temizlikten mahrum, sürekli dileniyorlardı. Sokaklar çok pis ve bakımsızdı. Tarihi barındıran ve turistlerin ziyaret ettiği bir yerin, bu kadar bakımsız olmasına, çok şaşırmıştım.
Suriye'nin arka sokaklarında, dolaştığımda da, aynı tabloyla karşılaşmıştım. Çocukların perişanlığı "bahşiş bahşiş!" diye dolaşması, kadınların eğitimsizliği ve ezilmişliği.
Gerek Şam, gerekse Kahire de, iyi oteller, sokaklar temiz gibi görünse de, başka şehirlerde aynı durum söz konusu değildi.
Şam'la, Busra'nın, Kahire'nin merkezi ile Ölüler Şehri’nin aynı tutulamayacağı, buna iyi bir örnekti.
Buket Uzuner, gezi notları yazması ve dikkatli bir gözlemci olmasından dolayı olacak ki, Arapların durumunu çok iyi anlatmış.
Kitabın, ilerleyen sayfalarında, Ey-li john Taylor ile Alican Taylar'ın ilişkilendirilmesi. Bayan turist Victoria ile Beyaz Hala’nın hiç umulmadık dostluğu. Olmayacak tesadüflerin bir araya gelmesi. İlginç, bir o kadar da, sağlam bir kurgu.
Kapsamlı bir araştırmanın, sağlam bir olay örgüsünün ve iyi bir kurgunun, tarihle anlatımı Uzun Beyaz Bulut Gelibolu...
Çanakkale Savaşı’nı anlamak isteyenlere...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ABUZİTTİN TIRLAK TEKNİK ARIZAYA GEÇTİ
Pek doğru kardeşim teknik arızaya geçtim. Nasıl geçmem yahu, son günlerde hiç bu kadar sinirlendiğimi hatırlamıyorum yani. Yıllar önce Sivas’ta insanları yaktılar, sonra da “bunu unutmamız” için fetva verdiler! Her nedense bizler bu ülke de insanların yakılmasını neredeyse kanıksayacağız yaa!
Kısa bir süre önce de, bir cezaevi nakil aracında insanları yaktık, resmen yaktık yaa.
Benim bu yazım da aslında son yakma olayı üzerine kaleme alınmış bir yazı idi. Tam yayına sokmak üzere iken, üstüne Sivas kararı geldi ve sinir katsayım birdenbire tavan yapıverdi. Neyse buyrun bakalım, hep birlikte görelim Abuzittin Tırlak nasıl tırlatmış!!....
Yanan insanların feryatlarını duydunuz mu siz, ben hiç duymadım duymak da istemem, umarım sizlerde hiç duymazsınız! İyi ki bir yazı yazdım ve dedim ki, hani neredeyse atacaklar beni cezaevi aracından da üstümden geçiverecekler.
Ya nereden biliyim ben bazı ileri zekalı yurttaşlarımızın bu yazıyı ciddiye alacaklarını. Kardeşim mizah bu be, mizah. Ciddiye alınacak möhem bir yanı yok yani. Olmamalı yani.
Testereli caninin fantezilerini yazmıyoruz burada. Birazcık haşlama, accık da siyasi taşlama yapıyoruz. Sizin gibi mümtaz gentellerin bunları uygulamaya dökme teşebbüsünde bulunması olmayacak bi iştir yaa!
İnanamıyorum ya resmen yaktık, insan yaktık. İster tutuklu ister hükümlü olsun kardeşim, yaktık yani. Beynimin balataları sıyrıldı resmen.
Geçmişte pek çok şey görmüştük de böylesini görmemiştik. Birden bire ortaçağa engizisyon mahkemelerine gidiverdim 2011 den 1511’e zamanda geriye yolculuk.
Aydınlanma, aydınlanmacılar, insanlığın geleceği küllerinden yeniden doğmak üzere odunlar arasında çığlık çığlığa yanıyordu.
Sonra birdenbire o meşum demeç geldi. TEKNİK ARIZA. 2010 model cezaevi nakil aracında hem de! Yuuuh, ya da çüşşş desem çok mu ayıp olur acaba, bilmiyorum ki?
Teknik arıza, heeeeyt ulan yerim ben bu teknik arızayı be! O kadar çok canım acıdı ki, bir de baktım benim de beynim teknik arızaya geçti. Şu andan itibaren yazacaklarım nedeniyle sorumluluk kabul edemem, cezai ehliyetim yok.
Delirdim ben, delirdim. İşte o kadar! Ben bu sorumlu bürokratlar yüzünden paranoid şizofren oldum çıktım yaaaa......
O gündür, bugündür önüme kim çıkarsa yanımdan kaçıyor. Öyle bir bakıyorum ki yanımdakilere teknik teknik arızayım ben yani.
Gece yatıyorum teknik rüyalar görüyorum arıza arıza yani. Bir de ne göreyim, Uranüs’ün ünlü bir Bakgör’ü son model yersedesinde son süratle gider iken tam da en büyük köprünün orta yerinde, motor alev almasın mı teknik teknik, kapılarda kilitli kalmaz mı sana arıza arıza! Eeee, rüya bu. Benim ki de böyle işte. Cayır cayır yandılar valla teknik arıza, teknik arıza gardişim ne yapcaksın, kader işte!
Ter içinde uyanmışım yani. Bi yokladım beynim hala teknik teknik çalışmakta arızayım ben yani! Dokunmayın bana alev ateş yanıyorum icabında.
Sonnacıma bir sürahi buz gibi suyu bi dikişte içmişim farkında olmadan, şiştim mi sana kocaman teknik teknik.
Üstelik hararet de yerinde duruyor ha! Neysem ofurdaya pöfürdeye tekrar uyumaya çalıştım. Demek ki uyumuşum, yeni bir arıza arıza rüya gördüm.
Bir takım insanlar son moda bir icat olan kocaman bir uçağa biniyorlar. Ama her yerlerinden yağ akıyor ağabeycim, yağcılıktan mı sanıktırlar nedir bilemiyorum.
Yalnız bunlar muhakeme edilmek için mi, bakın onu da göremedim, gözlerime siyah bant çekmişlermiş arıza olaraktan yani, bilmiyorum. Bir sahil kentine uçakla sevk edilmekte imişler.
Her yanından yağlar aka aka kalkıyor uçak. Tekerlekler bile bembelaj pırıl pırıl parlıyo yani. Soonacıma uzaktan bir hava limanı gözüküyor. Neresi bilmiyorum. Çok tanıdık bir yer gibi geldi ama bir türlü çıkartamadım. Sanırım beynim hala arıza modunda teknik teknik. Bunlar inişe geçiyorlar, ama inince duramıyorlar iyi mi! Bir yağ bir yağ. E haliyle kayıyor tabii uçak. O hızla kayınca Liman dışına çıkıp karayolundan geçmekte olan kocaman bir Tır’la kafa kafaya çarpışmaz mı? O saat patlıyor ve alev topuna dönüşüyor, iyi mi? Siz hiç patlayan uçak gördünüz mü?
Ben patlayan mısır gördüm ama patlayan uçağı ilk defa rüyamda gördüm. Teknik teknik inmişti halbuki, ne güzel. Şimdi de çok güzel arıza arıza yanıyor yani, Çığlıklar “İmdaaaat ben şuyum, ben buyum. Kurtarın benden daha yandaş kimse olamaz imdaaat.” Vallahülazim içindekilerle birlikte cayır cayır yandı koca uçak arıza arıza.
Sonacıma birden uyandım teknik teknik. Bir daha yokladım beynim yok, hala kendimde değilim arıza arıza bir teknikim en harbisinden yani.
Ne yapsam bilmiyorum ki, koşarak gidip gidip “ulan senin teknik teknik arızanı severim be deyip” karşımda duran ama zihnimde yetkili bürokrat görünümü almış, beton duvara bir girişiyorum. Duvardan beton kırılmıyor ama benim kafam kırılıyor. Ben de sizlere sinirden burnumdan soluyarak, öfkemi ve nefretimi klavyemin tuşlarından çıkararak, insan yakan topraklardan bu yazıyı yazıyorum. Heeyt be teknik teknik arızayım ben ulan var mı diyeceğiniz!
Tam bitirdim ulan bu harflerinden öfke fışkıran yazıyı derken, anaaaa o ne be! Uranüs’ün başkentinde terör saldırısı. Bu da rüya mı acaba diye kendimi yokluyorum. Uyanıkım yani, bu gerçek. Benim rüyamda uçak patlar da, gerçek hayatta araba patlamaz mı? Patlamış yani.....
No’luyoz lan, bütün teröristler Kilimli’de mecburi ikamete tabi tutulmuyor muydu? Hani patlama çatlama, kurşun murşun terör kapsamında değildi? (Bkz. önceki yazılarım) Bu arada tam üç annenin daha yüreği yangın yeri. Kim bilir ne gelecek umutları, ne hayalleri olan üç kişi daha yaşamını yitirdi. Dünyanın her aklı başında hukuk devletinde sivillere yönelik her türlü saldırı terör kapsamındadır, öyle de olmalı ve kalmalıdır. Teröristlerle hiçbir zaman pazarlık yapılamaz, yapılmamalıdır yani.
Öfkemin üstüne, acım daha da katmerleşmiş iken, birden bir açıklama gelmez mi TV’den. O dakika kanım damarlarımdan çekildi, dondu adeta. Bu açıklamayı yapan yetkisiz yetkilinin kim olduğunu bilmek de, hatırlamak da istemiyorum. 5 ADET ölü varmış. İnanabiliyor musunuz?
Ölen insanlardan adet diye söz ediyor zat-ı muhterem. Eeee, bir yandan da düşünüyorum haliyle doğal karşılamak gerekir, bugünlere “kelle”lerden “ceset parçacıkları” günlerinden geçerek gelmedik mi?
Bir yaşam, gelecek hayalleri, umutlar birdenbire birkaç saniye içinde yok olacak ve birileri çıkacak “adet ceset” diyecek......Nedir bu yaaaa. Öldüğümde hiç kimse benden böyle söz etmesin, yoksa öbür taraftan dünyaya kesin dönüş yapıp fena hesap sorarım bakın ona göre haaa.....
Yani demek ki neymiş: “ Hoop, Recai, kamyonu düzgün sür evladım, bak karpuzlar yola yayıldı. Oofff be beş ADEDİ patlamış bile evladım yaaa!” gibi bir şeyden söz ediliyor. ADET yani. İşte bu kadar kardeşim, sen bir ADET insancıksın. Edin ne... budun ne? Bugün PKK bombası ile yaşamını kaybettin, yarın toprak olacaksın. Bilmem kaç gün sonra birileri bilmem hangi yerde senin katillerinle pazarlık yapmayı sürdürecekler, onlar utanmayacaklar, ben onların yerine de utanacağım sana karşı. Seni koruyamamış olmanın üzüntüsünü duyacağım yüreğimin en derin yerinde.
Delilik katsayım giderek artıyor. Karşımdaki duvarlar nedense hep insan silueti olarak gözüküyor gözüme. Sorumsuz bürokrat kılıklı özel bir siluet.
“Heeytt ulan,teknik teknik arızayım ben!” diye naralanıp girişeceğim duvarlara, sonunda kafamı parçalaya parçalaya dünyamı değiştireceğim bu gidişle. ADET ha!
Kendi kendime yuuuh mu desem, yoksa çüşşş mi bilemiyorum ki. Hani “Evladım marketten 5 tane limon, 10 tane de yumurta alıver...” der gibi. 5 ADET ölü......
Senin ilkokul öğretmenini severim ben..... Sana ilkokul diploması veren okul müdürünün elleri dert görmez inşallah. İleride Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Başkan ol maşallah!
Hadi bana eyvallah, biraz daha delirirsem korkarım bilgisayarımın hard diski yanacak, bir de “delilleri karartmış” olmayalım yani.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Servan Altıkanat |
ARAP RÖNESANS’ININ KADERİ, ENTELEKTÜEL KİMLİKLERİN ELİNDEDİR !
Belki bir klişenin üzerinde ceviz kırmaya benzeyecek işimiz..Lakin, çocukların, masumların evlerine baskın yapan katliam sever zihniyetin yönetimlerde mumyalandığı, geçiş dönemlerinin ciddi sıkıntılarının hissedildiği bir dönemde,’’Arap Baharına’’ karşı ortaya koyulan sert direnişi delmek için, bölge konjonktürünün, toplumla paralel belli bir kültürel yörüngeyi çizecek entelektüel şahsiyetlere muhtaç olduğunu idrak etmek zorundayız..
Entelektüel..
Entellektüel, kendi çağına görgü tanıklığı yapan kişidir. Her yaptığı, konuştuğu, yazdığı sadece yaşadığı döneme ışık tutmakla kalmaz, aynı zamanda yaşadığı çağın muhasebesini de yapan, bağımlı olduğu bütün konumlandırışlardan kendisini koparan, özgür ve eleştirel düşünen kişidir de. Çağlarına görgü tanıklığı yapmayı, topluma karşı sorumluluk ahlâkı olarak algılayan entellektüeller, yazdıklarıyla tanıklık ettikleri dönemin hesabını tutmakla birlikte, düzen sahiplerinden hesap sormayı da ihmal etmemişlerdir.
Avrupa tarihini; ne Platon, Aristoteles, Machiavelli ya da Locke’tan, ne de Descartes, Rousseau, Hegel, Kant, Marx ya da Weber’den soyutlayarak okuyamayız. Çünkü Avrupa tarihi, bir endüstri devrim tarihi olduğu kadar, bir entellektüel devrim tarihidir de.
DÖNÜŞÜM KASIRGASI..
Toplumsal taleplere karşılık veren dönüşüm kasırgasının önüne geçmeye çalışanlar, er yada geç, kendilerini ıssız bir adada yalnız başına bulurlar..Kimsesizlik o insanların marjinalitesi olduğu için, son damlaları akana kadar boğuşmaya devam ederler..
Ama güç biter, emilir; yalnızlığın çaresi de, ilacı da bulunmaz, işte o zaman ‘’önüne geçeni alabora eden o kesici rüzgar, bir atak daha yapar ‘’yetim kalan o yalnızı pijamasına kadar uçurur..Yalnız adam, devrimin önünde ‘’çıplak haliyle’’ eğilmek zorunda kalır..Gücünden eser kalmaz, tek cazibesi ‘’fotoğraf çekilmek için uğranılan bir arka plan manzarası’’ olmasıdır..
ORTAÇAĞ İLE ORTADOĞU BENZEŞMESİ
21. asrın Arap dünyasına aynayı tuttuğumda, hafızam birdenbire ‘’güneşin doğmadığı’’ Ortaçağ Avrupa’sına gidiyor..Sahiden de ‘’güneş doğmuyordu’’ o vakitler..Asiler ve ruhban sınıfı, toplumun kromozomlarıyla, keyf-i sefalarınca oynayıveriyorlardı..Skolastik düşünce, ‘’insanları kuzular gibi’’ efendisinin ve sözde tanrı aracısının talimatlarına boyun eğdiriyordu..Boyun eğmeyenin ise, ‘’engizisyon mahkemelerinde’’ burnu sürtülüyor, sorgulamaya kalkarsa idamı buyruluyordu..Kilise ekonomik alanda hakimiyette rakip tanımıyor, ‘’afaroz, endülüjans vb.’’ silahlarıyla da dinsel alanda masaya yumruğunu vuruyordu..Cennetten arsalar dağıtırdı..İncil’i, ekonomik kasasına, geleceğine ve siyasal çıkarlarına göre mülahaza ederdi.. Ortaçağ’da Engizisyon Mahkemelerinde uygulanan baskı ve dayatma tartışma götürmez hakikaten..Kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler, büyük huniler, parmakları sıkıştıran mengeneler, ölüm askıları…Mahkemeden kurtulanı ise, herhalde servetini kurban kesmeye döküyordu..
Benzeşen yönler neresi mi?
Ortaçağ’ın Avrupa’sında güç ‘’dini, afyon ve baskı saikiyle kullanan’’ otoritenin elinde iken, Bugünün Ortadoğu’sundaki diktatöryel rejimlerde ise ‘’güç, ordu ve ölen insanların üzerinden yapılan kan tüccarlığından sağlanıyor.. Engizisyon mahkemelerindeki yargısız işkenceler ve ölümler, Arap sokaklarında ‘’bol kurşunla’’ infazlara dönüşüyor..Kilise cennetten arsa mı vadediyordu, al sana Arap diktatörleri ‘’itaatkar olmaları, eve kapanmaları’’ takdirde, vatandaşına hayatta kalmayı vadediyor..Ortaçağ’da, İncil’in düzenbazlıklarıyla geçinen zihniyet ile, ‘’kuran-ı kerim’i saraylarına ve koltuklarına’’ göre yorumlayarak, katliamlarını meşrulaştıran Arap diktatörleri arasında nasıl bir fark vardır sizce ?..
Ama ne oldu ? Ortaçağ’ın ürettiği skolastik düşüncenin üstüne ‘’entelektüel birikimler muşambasını’’ örttü..Rönesans ve Reform hareketleri genişçe bir havza oluşturdu..Martin Luther’in Almanya’da başlattığı ‘’Reform’’ hareketleri neticesinde ‘’İncil’in Latinceden diğer dillere çevrilmesi’’ ‘’dogmatik fikirlere’’ kaçacak delik arattı..
DEVRİMLERİN ENTELLEKTÜEL TEMELİ…
Aslında küresel devrim süreçleri, entelektüel temelliyle hayatiyet kazanır..Fransız Devrim’i, ‘’Ansiklopedi hareketi’’ olmasaydı yaşanabilir miydi, sorusuna cevap aramak saflık olur..Bu hareketin temsilcileri, ‘’ihtilal yaşandığında hayatta olmamalarına rağmen’’, ihtilalin ekonomik,toplumsal ve başka başka nedenlerini olgunlaştırıp bir seviyeye ulaştırmışlardır..Rousseau’nun ‘’Toplum Sözleşmesi’’, . Montesquieu’nun "Yasaların Ruhu’’, Didero’nun Ansiklopedi’si, Fransız Devrim’inin ana mihverleri arasına girmiştir.. Katolik dinine ve kiliseye karşı açtığı savaş ile ‘’Katolik dinini, peşin yargılar, boş inançlar ve bağnazlıkla eşanlama getiren Voltaire’ de onlara dahildir... Voltaire'nin, ‘’ticaret zenginliği, zenginlik özgürlüğü sağlar. Özgürlük ticaretin gelişmesini, ticaretin gelişmesi ise devletin büyüklüğünü sağlar’’ şeklindeki, burjuvazinin ilerleme konusunda dayandırdığı dörtlü denklemi, ihtilal öncesinde ayrı bir yere koyulur…Keza Rousseau, "Toplum Sözleşmesi"sinde, insanların devleti, kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeyle ve kendi iradeleriyle kurduklarını ileri sürerek, egemenlik anlayışına yenilik getirmiştir. Böylece de kralın tanrısal egemenliği inancını yıkmış, yerine halkın egemenliği görüşünü getirerek eski rejime büyük darbe vurmuştur..
SANAYİ DEVRİMİ, KÜBA DEVRİMİ, EKİM DEVRİM’i…
Aslında olumlu veya olumsuz devrim süreçleri, entelektüel bir birikimle ilerleyebilme imkanı bulmuştur..
Fidel Castro, Che Guevara, Raul Castro öncülüğünde yapılan Küba Devrim’inin, sözkonusu şahsiyetler tarafından sistematize edilen düşünsel temeli tartışmalı mıdır ?
Rusya’daki Ekim Devrim’inin çıkış noktasını, Marx ve Engels’in 1848’de yayınladıkları ‘’Komünist Manifesto’nun, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiği’’ iddiasından soyutlaya bilir miyiz ?.
Peki.. ‘’17. yüzyılda Aydınlanma Çağı filozoflarının, bilimsel yöntemi ve rasyonel düşünme ilkelerini geliştirmiş olmalarının, Sanayi Devrim’inin yaşanmasına etkisi tartışmalı mıdır ?
DEVRİMLER..
‘’Bu sayıkladığın büyük çaplı devrimleri, Ortadoğu’da yaşanan süreçle nasıl kıyaslıyorsun kardeşim’’ diyenleri duyar gibiyim ve onlara vereceğim en sade yanıtlar şunlardır:
Devrimlerin çeşidi, şartları veya tarihsel kökeni sınıflandırılsa dahi, ‘’ortak payda’’ estirdiği değişim ve dönüşüm rüzgarıdır..Çünkü toplumsal tabanı olan her dönüşüm aslında bir devrimdir..
Yenilikler, toplumun DNA’ sına uymaz ise, sürekli apse yapar..Aslında her devrim bir entelektüel temellidir..Siyasi devrim diye bir şey varsa da, bilin ki ‘’lügatta’’ gereksiz bir işgaliyet yapıyordur.. ‘’
DİKTATÖRLER..
Diktatörler, ülkelerinin huzuru adına binlercesinin ölmesi gerektiğini düşünürler..Onlar aslında ülkelerini çok severler..Hatta, en çok onlar severler, sayarlar..Bir var ki, sevgilerini simgelemek için ‘’kurşunları’’ kullanırlar..Sıktırdıkları her kurşun adetinin, ülkelerinde bir gül daha açtığını zannededururlar..
ESAD YORUMU..
Hala da, kitlesel katliamlardan büyük oranlarda tahribatlar uman, tören ve namaz çıkışlarına namlusunu yönelten, gazetecileri öldüren, insani yardımları engelleyen, insanlarına ‘’kayıkla ülkeden kaçırtacak kadar’’ zalim davranan, Esad ve onun despotik rejimi, gelinen tablo da ‘’bir ejdarhaya’’ evrilmiştir..Ve bu ejdarhanın ne zaman nereye alev püskürteceği bilinmemektedir.
AYDINLANMAK İÇİN AYDIN’A İHTİYAÇ VAR!
‘’Aslında devrimler entelektüel temellidir...Arap Rönesans’ının, sert kış koşullarına dayanamayıp yılması, ‘’toplumun vitaminsiz olduğuna’’işarettir..Tahrir Meydan’ında joblanan kadın eylemciler, ajanslara pek düşmese de ‘’çatışmaların bitmediği ve bilinmez bir yola giren Libya, Suriye’de gün geçtikçe artan tabutlar, demokrasiyi algılama serüveninin sekteye uğradığını gösteriyor..Arap toplumunun vitaminsizliğini ‘’entelektüel haznelerin’’ kısıtlılığına ve var olan entelektüel kırıntının ise ‘’mevcut dikta yönetiminin gücü içersinde kaybolmasına’’bağlamak gerekiyor..Bilindiği üzere, tarihsel süreçte, Arap toplumu her daim ‘’yetiştirdiği bilimcilerle, İslami filozoflarla, Tıp’çıları ile düşünsel devrimler yapmıştır…Aydınlanma yaşatan bir çok fikir önderi Arap’ların tarihini süslemiştir..O kökenin yeniden diriltilmesi, ‘’Arap toplumunu’’ demokrasiye yakınlaştıracak en güvenli yoldur bence..Arap toplumunun ‘’entelektüel birikimlere’’ ihtiyacı vardır..Eğer bir demokrasi devriminin temelleri atılacaksa, bu temel ‘’toplumsal tabana giren bağımsız entelektüel kimliklerin’’ yardımıyla olur..
Servan Altıkanat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine V |
|
31 Mart döneminde İttihatçılar arasında hiçbir zaman açık bir görüş birliğinin sağlanamamış olması da aslında, İttihatçıların bu karârının dolayımsız sonucudur. Bir bakıma, kendi bünyeleri içinde olanaklı en geniş “ifâde özgürlüğü”nü(!) sağlamış oldular; fakat, bu “ifâde özgürlüğü”nün kime, neye, nasıl hizmet ettiği tartışmalıdır. Hem, II. Meşrûtiyet’in ilânı sırasında İttihatçıların kamuoyundaki itibârlarının yükselmesi de oldukça düşündürücüdür; zîrâ, Osmanlı idâresinde devlet kurumları ile kişiler özdeşleştirilmekteydi; bu durum, devletin yönetim esaslarına uygun olarak belirlenmişti.
Örneğin, “özel” bir adlî sistem, Tanzîmat’tan önce yoktu; Tanzîmat öncesinde kadılar, kendi konaklarında işlerini görüyor ve bu konaklar, aynı zamanda da adliye hizmeti veriyordu. Konaklar, harem ve selâmlık olmak üzere iki bölümden oluşuyor; harem bölümünde hâne halkı yaşamını sürdürürken, selâmlık bölümünde kadılık görevleri yerine getiriliyordu. Aynı şekilde, paşa konakları da böyleydi. Tanzîmat’tan önce, devlet memurluğu kavramı da gelişmemişti; devlet, paşalara ödenek gönderiyor ve onlar da “kulları”na bu maaşları, bizzat kendileri ödüyordu. Tanzîmat’tan sonra ise devlet memurluğu kavramı gelişti ve maaşlar, devlet tarafından ödendi. Ayrıca, hem bu kulluk anlayışı, hem de devlet kurumlarının kişilerle özdeşleştirilmesi geride bırakıldı.
Ne var ki, 20. yüzyılın henüz başlarında bu geçiş, görüldüğü gibi, hiç de bir anda olmuş değildir; devlet kurumlarının kişilerle özdeşleştirilmesine, İttihatçıların şahsında devâm edildiği açıktır. Meşrûtiyetin yeniden ilânı sırasında da devlet kurumlarının cemiyet üyeleriyle özdeşleştirilmesine devâm edilmiştir. Hâliyle, böylesi bir özdeşleştirmenin olduğu bir yerde, siyasî faaliyetlere katılan kimselerin demokratik ve meşrû yollarla eleştirilebilmeleri de mümkün değildir ve bu tür yönelimlerin baskın olduğu bir toplumda, demokrasinin sağlıklı bir biçimde işlemesi de mümkün olamıyor. Bunun içindir ki, İttihatçıların sunduğu bu “ifâde özgürlüğü”, gerçekten de tartışmalıdır; tartışmaların merkezinde ise 31 Mart Olayı vardır.
II. Meşrûtiyet’in ilânıyla birlikte ortaya çıkan göreli “özgürlük” ortamı içinde İttihatçılar gerek iç, gerekse de dış politika konularında, zamanla kendilerine daha geniş birtakım “anlatım olanakları” buldular ve daha önce belirtilen nedenlerden dolayı –ve geçmişten gelen husûmetlerin de etkisiyle– aralarında belirli birtakım gruplaşmalar ortaya çıktı. Bu gruplaşmalar içinde Sait Paşa ve arkadaşları ile Kâmil Paşa ve arkadaşlarının oluşturduğu gruplar, daha fazla önem taşır; bu iki grup, zamanla İttihatçıları öyle bir noktaya sürükledi ki İttihatçı hükümetler, yine bizzat İttihatçılar tarafından düşürülmeye başlandı. (Akşin, 1987:122-4)
Bu dönemde, Kâmil Paşa ve arkadaşlarının kamuoyundaki itibârları oldukça artmış ve bu da İttihatçılar üzerinde büyük bir etki yaratmıştı; yeni hükümeti kurmak için, Kâmil Paşa’ya teklîf götürmüşlerdi. Paşa’nın İngiliz yanlısı olduğu da bilinmekteydi. O kadar ki, İngiliz Elçiliği’nde çevirmenlik yapan Fitzmaurice isimli bir zat, Kâmil Paşa hakkında, “saplantı derecesinde İngiliz hayrânı” diye açıklamalarda bulunuyordu ve İttihatçılar da aslında, tüm bunların farkındaydılar; ancak, bu karışıklık dönemlerinde, İngilizlere yakın olduğu bilinen bir kişiyi iktidâra getirerek, onlara mesaj vermeye çalışıyorlardı. Kâmil Paşa ise kendi başına birtakım işlere kalkışıyordu; cemiyetten bağımsız olarak, İngilizlerin telkîniyle, belirli birtakım kararların altına imzâ attı. (1987:124)
Örneğin, İttihatçılara danışmadan harbiye nâzırını görevden aldı, askerî birliklerin görev alanlarında birtakım değişiklikler yaptı, bütçe dışı harcamalarda bulundu, vb. Böylelikle, İttihatçılar arasında Kâmil Paşa hükümetine karşı ciddî birtakım hoşnutsuzluklar ortaya çıkmaya başladı. Saray’ın ise Kâmil Paşa konusunda bir şikâyeti yoktu; İttihatçılar arasındaki bu hoşnutsuzluk, Saray’ın da işine geliyor ve yeterli hazırlıklar yapılmadan meşrûtiyete geçilmiş olmasının faturası, İttihatçılara kesilmek isteniyordu. 1909 Şubat’ına gelindiğinde ise olaylar kontrolden çıktı ve İttihatçılar, yine bizzat İttihatçıları hükümetten düşürmek için gensoru önergesi verdiler.
Sait Paşa ve arkadaşları da gerek İttihatçıları, gerekse de kamuoyunu, Kâmil Paşa hükümetine karşı kışkırtıyordu ve Kâmil Paşa’ya verilen destek azaldı; mecliste de kazanlar kaynamaya başladı. Bu sıralarda, önemli bir dedikodu, ağızdan ağza dolaşıyordu; “Kâmil Paşa, II. Abdülhamid’den onay gördüğü için İttihatçıları çekinmeden saf dışı bırakıyordu; böyle gidecek olursa İttihatçılar, II. Abdülhamid’i tahtan indirip yerine Yusuf İzzettin Efendi’yi geçirebilirlerdi”. Çok geçmeden bu dedikodu, hem Kâmil Paşa, hem de İttihatçılar tarafından yalanlandı; ancak gerek Paşa, gerekse de Saray, bundan alması gereken mesajı almıştı ve bunun üzerine, Kâmil Paşa’nın istifâsı gündeme geldi. (1987:126)
Cemiyetin 12 Şubat’ta yayınladığı bildirgede ise “(...) Kânun-i Esâsîye’ye bağlı kaldığı sürece, hünkâr hazretlerinin hayâtı ve hakları korunacaktır.” denilmekteydi ki, bu ifâdenin II. Abdülhamid’e doğrudan bir mesaj olduğu açıktır. Fakat, Kâmil Paşa’nın istifâsını sunmasına fırsat kalmadan, gensoru önergesiyle hükümet düşürüldü. Hükümet aslında, İttihatçıların bu hoşnutsuzlukları nedeniyle düşürülmüştü; ama, oylamanın yapıldığı gün bir grup subayın meclise gelerek, kendilerini ilgilendiren birtakım konularda görüş beyân etmiş olmaları, hükümetin bu subayların talebi üzerine düşürüldüğü yollu bir izlenimin doğmasına neden oldu ki, bu da 31 Mart öncesinde askerlere cesâret verdi.
Yeni hükümeti kurma görevi, Hilmi Paşa’ya verildi ve kabîne, güvenoyu aldı; İttihatçıların kendi aralarında didişmelerini fırsat bilen bâzı muhalif vekiller ise başta laiklik ve milliyetçilik olmak üzere pek çok konuda siyasî gerginlikler yaratıyor, hükümetin aldığı birtakım kararlardan duydukları rahatsızlıkları dile getiriyor ve meclis çalışmalarını engelliyordu. İttihatçılardan duyulan bu rahatsızlık, yeni de sayılmazdı; henüz daha II. Meşrûtiyet’in ilânından üç ay sonra; 7 Ekim 1908 günü, Fâtih Câmîsi’nde vaaz veren Kör Ali isimli bir hoca, Kânun-i Esâsîye’nin İslâm’a aykırı olduğu ve meclisin kapatılması gerektiğini söyleyerek halkı, laiklik karşıtı gösteriler için kışkırtmıştı.
Sloganları ise hep aynıydı: “Şeriat isteriz!” Ellerine geçirdikleri silâhlar ve yeşil bayraklarla birlikte, Saray’a doğru yöneldiler; bu yaptıklarının yanlış olduğunu söyleyen Şeyhülislâm’ı bile dinlemediler. Olayların büyümesi üzerine, muhafızlar tarafından tutuklandılar. Dolayısıyla, 7 Ekim gösterileri aslında, 31 Mart’ın habercisi sayılabilir. Bu muhalif vekiller, Hilmi Paşa’yı da İttihatçıların güdümünde olmakla ithâm ediyorlar; İttihatçıların, “perde arkasından” hükümet üzerinde tahakküm kurduklarını savunuyorlardı. Hem İttihatçılar, meşrûtiyetin yeniden ilânından sonra, kökensel karşılığını Osmanlı’nın geleneksel toplum düzeninde bulan askerî sistemde önemli bir reforma imzâ atmış; “alaylılar”ın ordudan atılmalarını sağlamıştı. (Danişment, 1986:109-11)
Tüm bunlar, orduyla ilişiği kesilen askerî personelin, İttihatçılar karşısında muhalif saflarda biraraya toplanmasını sağlıyordu. İttihatçılar, II. Meşrûtiyet’in ilânında askerlerin gücünü çok önceden görmüş ve ileride bu gücün kendilerine karşı kullanılmasını engellemek istemişlerdi; askerlerin siyâsetten çekilmeleri, katı disiplinli bir emir-komuta zinciri içinde hareket etmeleri ve zamanlarının neredeyse tamâmını askerî tâlimlerle geçirmeleri biçiminde özetlenebilecek “Prusya modeli”ni uygulamaya koymak istemişlerdi. Bunun anlamı ise askerlerin omuzlarına daha büyük yüklerin binmesiydi. Bundan “kaçış” içinse “dînî yükümlülükler”, bir tür “paravan” olarak kullanılmak istenmişti.
İttihatçıların bu subaylara karşı güvensizliğinin görülmesi açısından, II. Meşrûtiyet’in ilânının hemen ardından ordu birliklerine ettirdikleri şu yemin, son derece önemlidir: “Hünkâr hazretlerinin, sâdık tebaalarına bağışladıkları Kânun-i Esâsî kurallarına ömrümün sonuna kadar bağlı kalacağıma ve otuz iki yıl önce bâzı rezil kişilerin ihânetiyle kaldırıldığı gibi, ileride Allah korusun, böyle bir durum ortaya çıktığı takdirde, vatanın bağımsızlığını koruma uğrunda kanımın son damlası akıncaya kadar cemiyete yardım edeceğime, bize bu lûtfu ihsân eden hünkâr hazretlerine, dînime, milletime ve vatanıma bağlı kalacağıma, ırz ve nâmusum üzerine, şânı yüce Kuran’a elimi basarak hem vallâhi, hem billâhi yemin ederim.”
İstanbul’da kazanların kaynadığı bu günlerde bir grup İttihatçı, artık demokrasiden ve demokratik mekanizmalardan ümidini kesmeye ve değişik birtakım arayışların içine girmeye başlamıştı. Paramiliter birtakım güçlerle; yâni, dönemin önde gelen “fedâîler”iyle ittifak hâline geçerek muhalif vekillere ve destekçilerine yönelik suikast girişimlerinde bulundular. Aslında, II. Meşrûtiyet’in ilân edilmesinin hemen ardından, bu “yeni dönem”de, “demokrasi dışı alternatifler”e başvurmaktan çekinmeyeceklerinin sinyâllerini vermişlerdi; meclisin açılış törenlerinin hemen öncesinde, II. Abdülhamid’in önde gelen yâverlerinden biri olan İsmâil Mâhir Paşa’yı, önce Harbiye Nezâretine çağırmışlar ve sonra da yolda öldürmüşlerdi; açılış törenleri, işte bu cinâyetin gölgesi altında düzenlenmişti.
Artık hedeflerini, muhalif vekillere ve onlara destek veren gazetecilere yöneltmişlerdi ki, bu gazeteciler arasında kamuoyunda en fazla tanınanı, Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’ydi. 6 Nîsan gecesi, Galata Köprüsü’nde; üstelik, karakola çok yakın bir mesafede ve İttihatçılar tarafından görevlendirilen subay giysili bir fedâî tarafından öldürülmesi, 31 Mart’ı tetikledi. Cinâyet, tüm yurtta büyük bir infiâl yarattı; muhalif vekiller ve gazeteler, medrese öğrencileri ve Bâbıâlî’nin önde gelen isimleri, bu olayı şiddetle kınadılar. Serbesti gazetesi ise 8 Nîsan günü, şu şekilde çıktı: “Vatan, bu hâinlerin zorbalık pençesinden kurtarılmalıdır. Hürriyetin ilânından önce zorbalık, tek merkezden yönetiliyordu; şimdi ise birçok merkezden yönetiliyor.” (Akşin, 1987:124-5)
Cenâzenin kaldırılması da İttihatçılara ve Kâmil Paşa’ya yönelik çok büyük bir siyasî gösteriye dönüştü. Meclis başkanı Ahmet Rızâ Bey ise İttihatçıların etkisinde kalarak, muhalif vekillerin verdiği gensoru önergesini on gün sonrasına erteledi ve kamuoyu nezlinde hayâl kırıklığı uyandırdı. Beş gün sonra, gösterilerin ayaklanmaya dönüşmesi üzerine, 31 Mart Olayı patlak verdi. Bu târihte (mîlâdî takvime göre 12 Nîsan) çıkan bütün gazeteler, sanki ağız birliği yapmış gibi, halk ayaklanmasının kapıda olduğunun sinyâllerini vermekteydi. Serbesti gazetesinin önde gelen isimlerinden Mevlânzâde Rıfat Bey başta olmak üzere hemen tüm basın, İttihatçılardan duydukları rahatsızlığı dile getiriyor ve Hilmi Paşa’nın duruma el koymakta gecikmesi hâlinde, geç kalınacağını ifâde ediyorlardı. (İrtem, 2003:144-5)
İttihatçılar, II. Meşrûtiyet’in kendilerine sunduğu özgürlük ve demokrasi ortamını gereği gibi kullanmamakla ithâm ediliyor ve II. Abdülhamid’in meclisi kapatarak yeniden İstibdad dönemine geri gidilmesi tehlikesi karşısında Hilmi Paşa’nın, bu olaylara karışan İttihatçıları tasfiye edip yargı önüne çıkartması isteniyordu. İttihatçılarla yollarını ayırıp Saray’la anlaşmaya çalışan ve örgütün iç ve dış temsilcilikleriyle bağını kopartan Murat Bey de Mîzan gazetesinden ulemâya seslenerek, olup bitenlere sessiz kalmamalarını, hak ve özgürlükler için gereğini yapmalarını istiyor, sessiz kalmaları hâlinde İttihatçıların günâhlarına ortak olacakları yollu propaganda yapıyordu.
Bu dönemde Mîzan’ın, gericilerin yayın organı olan Volkan’dan geri kalır bir tarafı yoktu ve Murat Bey, hak ve özgürlük mücâdelesinde bu gericilerin etkili olabileceklerine inanmaktaydı. Kendisi, hak ve özgürlükler konusunda, yürürlükteki kânunlara bağlıydı ve bunları, şeriatla bir tutuyor; ulemâyı da bu nedenle göreve çağırıyordu. Yâni, hak ve özgürlüklerin korunumu konusunda gericilerin, bu hak ve özgürlüklerin çiğnenmesine neden olan kimselerden daha zararlı olabildiklerini göremiyordu. 31 Mart gecesi, orduyla ilişiği kesilen bir grup asker, muhalif grupların ve tüm bu çevrelerin kışkırtmaları sonucu, meclis üzerine doğru yürüdü ve hükümeti, “dînî hükümleri uygulama”ya çağırdılar. (2003:145-7)
Sabah saatlerinde, kışlalardan peş peşe haberler geliyor; görev başındaki subayların, çavuş ve onbaşılar tarafından tutuklandıkları konuşuluyor, rütbelilerin kışlalarda etkisiz hâle getirildikleri bildiriliyordu. İlk olarak, Taşkışla Dördüncü Avcı Taburu’nda başlayan bu tutuklama olayları, kısa zamanda İstanbul dışına taştı ve ordu içinde büyük bir tedirginlik havası yayıldı. Meclis önünde toplananların sayısı da giderek artıyor ve hep bir ağızdan, “Şeriat isteriz!” sesleri yükseliyordu. Üstelik hedefteki isim, artık yalnızca Kâmil Paşa değildi, aynı zamanda İttihatçıların “eski tüfekleri” de hedef seçilmişti; bunlar arasında Ahmet Rızâ Bey’in de adı vardı ve onun da meclis başkanlığından istifâsı istenmişti.
İttihatçılar, can güvenliklerinin sağlanamadığı gerekçesiyle meclis çalışmalarını protesto ettiler ve oturumlara katılmadılar. Ayaklanma haberi Saray’a ulaşır ulaşmaz II. Abdülhamid, derhâl harekete geçti ve Hilmi Paşa’yı görevden alarak yerine, Ahmet Tevfik Paşa’yı getirdi. Meclis basılmış ve ayaklanmacılar, belirli birtakım taleplerini sıralamakla meşgûldüler. Fakat ayaklanmacılar, kendi aralarında örgütlenememişti ve sıraladıkları talepler anbean değişiyordu. Talepleri arasında ilk sırayı, “şeriat hükümlerinin uygulanması” alıyordu; orduda hiçbir yeniliğe gidilmemesi, medrese öğrencilerinin askere alınmasına son verilmesi, vb. taleplerin şeriatla ne ilgisi olduğu ise tartışmalıdır.
Dahası, ayaklanmacılardan bir grup, mecliste “isimleri herkesçe mâlûm olan” azınlık temsilcilerinin; seçimle gelmiş ve Osmanlı vatandaşı konumunda olan bu vekillerin de görevden alıkonmalarını istemekteydi ki tüm bunlar, II. Abdülhamid’in emriyle yeniden İstibdad dönemine geri dönülmesinden daha ağırdı. Ayaklanmacılar, bizzat meclis eliyle demokratik ve meşrû mekanizmaların kendi kendisini feshetmesini, kendi varlık nedenlerini ortadan kaldırmalarını istemekteydi. Meydanlarda “Şeriat isteriz!” sesleri yükseldikçe, meşrûtiyete duyulan öfkeler de giderek artmakta ve bu da Saray ve çevresinin itibârını arttırmaktaydı. (Akşin, 1994:223-4)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
AŞKIN DEM HALİ
Aşkının dem halindeyim
Dudaklarının kirazıyla
Yanaklarındaki elma
Meze oluyor aşkıma
Üzüm gözlerinin şarabı
Güzellik taşıyor pınarımıza
İçiyorum kana kana...
Yarhoş oluyorum çiçek bahçende
Açıyorum gülüne karanfiline
Gönlümün kapılarını
Ardına dek...
Uçuyor uçuyorum özlemle
Sevdamın gökyüzüne
Umut kuşumla birlikte
Coşuyor coşuyorum
Aşkının e haline koşuyorum
BÜYÜ adlı şiir kitabımın şiiridir.
Erhan Tığlı
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|