|
|
|
Editör'den : Öfkeliyim, yazamıyorum!.. |
Yazıyorum, siliyorum, yazıyorum, siliyorum. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı henüz bilmiyorum. Aklımdan geçenleri, dilimden dökülenleri buraya yazmaktan kaçınıyorum. Korkumdan değil, size olan saygımdan. Başımıza taç ettiğimiz saray soytarılarının, olmayan eğitimi, içine dini de katıp pespayeleştirmesine tanık olmaktan utanç duyuyorum. Kendimden geçtim, çocuklarım, torunlarım adına utanıyorum. AKP içinden bir akıllı çıkar mı diye beklerken, MHP'nin de AKP saflarına katılmasını hayretle ve ibretle izliyorum.
Ben artık bu memleketten umudumu kestim. Çıkmayan candan umut kesilmez deseniz de boşuna. Olan oldu artık. Burada kendimiz çalıp kendimiz söylemişiz boşuna. Meydanlara çıkanların hali ortada. Yedikleri gazın, dayağın çetelesi bile tutulmuyor artık. Başkente başkan olmuş ama adam olamamış sırıtkan, 6-7 bin'le dalgasını geçerken, bu memleketin kaybettiklerinin ayırdına bile varamıyor. Aklı sıra, Kılıçdaroğlu'ndan yediği tokatların acısını çıkartıyor.
Muhalefet olamadığı için CHP'yi suçlayıp, kendi aymazlıklarına kılıf arayan tatlı su demokratları hangi delikte merak ediyorum. Kürt milliyetçiliğine payanda olanların, kendi çocuklarının geleceğini ipotek altına alan olaylar karşısında ne dediklerini duymak istiyorum.
Yok hayır yapamayacağım, kusura bakmayın. Ne düşündüklerimi, ne gönlümden geçenleri buraya yazabiliyorum, o zaman yazmanın da bir anlamı yok. Bu seferlik te böyle olsun, tüm çığrından çıkmış saray soytarılarına bir kez daha lanet olsun. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BALATALARA BAKTIRSAM İYİ OLACAK- 2 |
|
Albay ve misafirlerini kendi halinde bırakıp uçağımı çitlembik gölgesinde çekip eve çıktım. Annemin bunca yaşına rağmen üşenmeden hazırlayıp pişirdiği pırasalı böreğin kokusu evin dışına kadar taşıyordu. İçeri girdiğimde babam elinde kavanozla ayran çalkalıyordu. Genelde mutfak işlerine elini bile sürmezdi. Eskiden olsa bu manzaraya şaşardım. Ama artık bunu torunları için yaptığını biliyordum. Küçükken beni kucağına bile almayan babam, torunlarına eşek olup evin içinde sırtında gezdirirdi. O zamanlar acayip kızardım. O manzara gözümün önüne geldikçe hala çocuklarımı babamdan kıskanırım. Neyse bunları şimdilik bir kenara bırakalım. Pırasalı böreğin yanında bunlar küçük ayrıntılar. Annemin böreğini görünce olan biten aklım da başımdan uçup gider. Gözüm kararır, kendimden geçerim. Tam kendimden geçmiş, böreğe saldırmıştım telefonum çaldı.
Al sana kocaman bir aksilik. Metin, “Çabuk limana gel, seni bekliyoruz. Kemalettin Abim Seyfo gelmezse ben yokum diyor.” Zamanlama kesinlikle berbattı. Haftalardır annemi babamı ziyaret edememiştik. Bizimkiler telefonu duyunca boyunlarını büktüler. Yine de bana kıyamayıp gitmeme izin verdiler. Kemalettin Abi benim en zayıf olduğum, asla kıramadığım değerli bir dostumdu. Ona karşı zayıf olmamın nedeni ise upuzun başka bir hikâyeydi. Bir akşamüzeri felç gelmiş yıllarca yatağa çakılı kalmıştı. Herkesin iyi olmasından umudunu kestiği anda bir mucize olmuştu. Kendisi bile artık yatalak kalacağını kabullenmeye başladığı sıralarda gelen bu mucizeyle kısa zamanda sağlığına kavuşuvermişti. İyileşmekle kalmayıp işine geri dönmüştü. Şimdi onunla birlikte işe gitmeyi, sahilde yürümeyi kendim için bile bulunmaz bir fırsat sayıyordum. Ne derse iki etmiyorum.
Fadıllı Köyünde akşam gölden dönen balıkçılar sepetlerden çıkardıkları balıkları çeşme başındaki leğenlere dökerler. Üzerlerine de bol bol taze kaynak suyu koyarlar. Balıklar ertesi sabah Gölyazı’daki mezata kadar leğenlerin içinde hoplayıp zıplarlar. Birkaç meraklı her zaman vardır. Çeşme başına gelip gölden yeni gelen balıkların başına toplaşırlar. Alıcı değillerdir, satıcı da… Leğendeki duru suyun içindeki dolanıp duran canlı balıkları izlemek onlar için dünyadaki en değerli resme bakmak gibidir. O akşam çeşme başına gelen adamlar köyün alt tarafındaki tarlada toplanan leyleklerden habersizdi. Tüylerinin beyaz kısımları azıcık kirlenmiş leylekler sessizce ve kıpırtısızca bir şey bekliyorlardı. Uzaktan, yoldan geçen traktörlerden biri durdu. Traktöründen inen Yusuf Amca kasketini biraz yukarı kaldırdı. Bir süre leyleklere baktı. Leylekler ona hiç aldırmadılar. “Bu ne ya böyle? Tarlaya leylek mi ekmişler? Ömrüm boyunca böyle bir şey görmedim. Bir yaşıma daha girdim,” dedi. Önce yürüyüp tarlaya doğru gitmek istedi. Sonra hayvanları rahatsız etmekten çekindi. Bu fikrinden caydı. Traktörüne atlayıp köyün yolunu tuttu.
Çocukları ve eşimi babamlarda bırakıp külüstür arabama atladım. Nar kırmızısı arabam birkaç ay içinde kiremit rengine dönmüş ve kaportasının bazı yerleri kağıt gibi incelmişti. Üstelik yeni sayılırdı. Yaşını yeni doldurmuştu. Deniz kıyısında nemden arabalar çabuk çürür demişlerdi ama bu kadar da olmamalıydı. Limana ulaştığımda gün ikindiye yaklaşıyordu. Ekip Saray Lokantası önündeki dubaların üzerinde bir masaya tünemiş biraları peş peşe götürüyordu. Biraz sonra zaten kayıkla denize açılıp rakı balık yapacaktık. Peşin peşin biralara ne gerek vardı şimdi? Arkadaşlar lokantadan kalktılar. Birlikte kayıkların bağlı olduğu burcun altına gittik. Osman kayıkların bağlandığı demiri tutup hepimizin tekneye inmesine yardım etti.
Benim bindiğim kayığın kamarası vardı. Kamaradan içeri girdim. Basamaklardan aşağıya indim. Bu kayıkta önceden böyle basamaklar yoktu. Zaten kayığın nalı aşağıya inilecek, kamaralar yapılacak kadar derin de değildi. Kamaraları bırak teknenin aşağısı uzay gemisi gibiydi. Gövdeye takılan camlardan denizin dibi berrak bir şekilde görünüyordu. Benim film burada koptu. Gözlük ve şnorkelle yüzlerce kez daldığım deniz bu değildi. Kayıklar limandan çıkarken ben büyülenmiş gibi suyun altını seyrediyordum. Sular bazen aniden koyu lacivert bir karanlığa, bazen de yemyeşil çayırlar ve minik balıkların dolaştığı yemyeşil yamaçlara dönüşüyordu. Hızlıca Gümüş Balığı, Zargana ve İstavrit sürelerinin arasına giriyorduk. Balıklar göz açıp kapayıncaya kadar gümüş ışıltılar saçarak kayboluyorlardı.
Büyük bir keyifle dizin dibini izlerken Kemalettin Abi arkadaşlar merdivenlerden indi. Osman, “Nasıl güzel olmuş mu?” dedi. “Bayıldım,” dedim. “Avuçla para döktüm ama değdi doğrusu. Gezi teknesi olarak düşündüm bunu. Önümüzdeki haftadan sonra başlıyoruz. Binenler gelip bir daha binecekler, “diyordu. Osman konuşurken merdivenlerden çok güzel bir kadın indi. Uzun, dümdüz siyah saçları, kalem gibi kaşları vardı. Burnu, ağzı, gözleri, her şeyi yerli yerindeydi. Denizden iyice bronzlaşmış omuzlarını açıkta bırakan bir açık sarı bir tişört giymişti. Şortu ise paçaları kesilmiş bir kot pantolondan yapılmıştı. Gitti, Kemalettin Abinin yanına oturdu. Onun bu yaşlarda üniversitede okuyan bir kızı vardı ama bu kız o değildi. Öyleyse bu kadın kimdi?
Fazlaca meraklı görünmeyi oldum olası hiç sevmemişimdir. Aklıma takıldığı halde genç kadının kim olduğunu sormadım. Benden başka hiç kimse onun varlığına aldırmıyordu. Demek ki bir tek ben tanımıyordum. Sonra kadın birden “ Aaa bakın çilek” , dedi. Lamboz şeklindeki camı açıverdi. Hepimizin üzerine sular fışkırdı. Sonra yine hızlıca pencereyi kapattı. Elinde iki tane orta boy çilek vardı. Birini kendi yedi, ötekini Kemalettin Abiye verdi. Teknenin altındaki camların açılması, içersinin ıslanması, denizin dibinde çilek yetişiyor olması herkes için normaldi. Bir tek benim aklım karışmıştı. İşte o zaman balatalara baktırmaya karar verdim.
Fadıllı Köyünde akşamüzeri iki yüze yakın leylek bir tarlada toplanmıştı. Gübrelik yığınlarında solucan aramak için oraya toplanmışlar desem olmuyordu. O tarlada gübre yığınları yoktu. Yeni sürülmüş bir tarla da değildi. Yarım saate kalmaz uçup köydeki evlerin bacalarına gideceklerdi. Leyleklerin hepsi neden birbirlerinden uzakta duruyorlardı? Susmak için, kıpırtısızca bekleşmek için bu kadar leyleğin bir araya toplanmasını aklım almıyordu. Sorular aklımın içinde dönüp dururken bu acayip görüntünün de keyfini çıkarıyordum. Bir arada uçan yüzlerce leyleği her yaz sonunda görebilirsiniz. Ama bunu asla…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu 4+4+4 ÜZERİNE |
|
Ülkede iktidar, yeni bir eğitim sitemini dayatırken, nedense gündemin bir köşesine “Kim Milyoner Olmak İster?” yarışması yerleşiverdi.
Neymiş, ÖSS dördüncüsü genç Kuğu Gölü balesini ve hercai menekşeyi bilememiş. Neymiş, siyaset bilimi okuyan kız parlamento başkanı diyememiş.
Olabilir… Herkes her şeyi bilmek zorunda değil.
Okul ve dershane arasında sanat, spor, kültür etkinliklerinden uzak, hayattan kopuk soru seçeneklerini ayıklamaya mahkûm ettiğimiz milyonlarca gencimizden kaçı bu tür soruları doğru yanıtlayabilir sizce?
Ulusların ortaöğretimdeki eğitim kalitesinin uluslararası karşılaştırmalardaki yerinin saptanmasında yararlanılabilecek üç ayrı araştırma verisi vardır. Bunlar: TIMSS, PIRLS ve PISA sonuçlarıdır.
TIMSS raporuna göre, Türkiye 38 ülke arasında; fende 33, matematikte 31. sırada yer almıştır. Sıralamadaki yerimiz fende İran, Ürdün ve Endonezya'dan, matematikte Tunus'tan sonradır. PIRLS sonuçlarına göre; Türkiye 35 ülke arasında 28. sırada, uluslararası ortalamanın altındadır. En kapsamlı uluslararası değerlendirme projesi olan PISA değerlendirmesine göre, Türkiye matematikten, 41 ülke içinde 29, okuma alanında 34, fen ve problem çözme bölümlerinde 36. sıradadır.
Bu değerlendirmelere bakarak bazıları, demek ki hükümetin 4+4+4 sistemini getirmek istemesinin haklı gerekçeleri varmış diyeceklerdir.
Hemen söyleyelim ki dünyada bizim kadar sık sistem değiştiren ülke yok. Sistem değiştirmek sorun çözseydi, yukarıda anlattığım durumları yaşar mıydık hiç?
Bizde yeni diye getirilen sistemler, öze ilişkin olmaktan çok, siyasi amaçlı allama pullama işlemleridir. Bu yüzden sorun çözmek bir yana, sorun yaratarak kısa sürede tarihin çöplüğünde yerlerini alırlar.
Yılların eğitimcisiyim. Yurt içinde, yurt dışında ilkokuldan üniversiteye birçok eğitim kurumunda çalıştım. Çocuk eğitiminden yetişkin eğitimine, değişik alanlarda kitaplar yazdım. Bu sistemi getirmeye çalışanların kafalarındaki siyasi gerekçeleri anladım; ama pedagojik gerekçelerini anlayabilmiş değilim.
Söz konusu çocuk ya da gençse, hiçbir dayatmanın, eğitimci kimliğimin önüne geçemeyeceğini öğrencilerim iyi bilir. Bu sistemi iktidar adına hazırlayan bilim adamları ve eğitimciler paşalar gibi meydana çıkıp pedagojik gerekçelerini ortaya koymayı ahlâki bir sorumluluk olarak görmelidirler.
Bu halka, ilkokula başlama yaşını 7 yaştan 6 yaşa çekme gerekçeleri anlatmalıdırlar.
Bu yıl okula gidecek 6 yaş çocuklarına sunulacak eğitim programları hazır mıdır?
Bu programlarla 7 yaş çocuğuna sunulacak eğitim programları arasında ne gibi farklar vardır?
4 yıl sonra ikinci kademeye geçişte iki yaş grubunun yeterlilikleri, hangi ölçütlerle değerlendirilecektir?
Bir buçuk milyon 7 yaş öğrencisine sınıf ve öğretmen bulunamazken, 6 yaş grubuyla birlikte 3 milyona ulaşacak yeni öğrenci nerede, kimlere teslim edilecektir?
Bu çalışmalar için hangi bilimsel verileri kullanılacaktır? Bu konuda denemeler, örnekler var mı?
Şu an 6 yaşında bir çocuğunuz varsa onu okula gönderecek misiniz?
Bu soruları uzatmak zor değil; ama hiç değilse bunları dürüstçe, kıvırmadan yanıtlamalıdırlar.
Avrupa Birliği, eğitim uygulayıcılarından örgün eğitimde birey için zaten var olan risklerin “ne kadar yapabiliyorsan o kadar dene” anlayışıyla en aza indirilmesini ister.
Bireyin, toplumda kendisine uygun bir yer edinebilmesi ve daha mutlu yaşama şansı yakalayabilmesi için kendi gücü ve yetenekleri doğrultusunda bir eğitim alması zorunludur. Bu açıdan bakıldığında, tüm çocukların 14 yaşına kadar aynı eğitimi alması, ortalama insan yetiştirmek için iyi bir sistem olabilir; ama ortalama üstü ve altı çocuklar için yıkıcıdır. Ne var ki bu bize, 9 yaşındaki bir çocuğa sen doktor, mühendis olamazsın, işçi ol, ustabaşı ol, deme ya da tersini söyleme hakkı vermez.
Eğitim yönelişlerinin en önemli belirleyeni hayata atıldığında müreffeh yaşama kaygısıdır. İşçi, ara eleman ve elitler arasındaki gelir uçurumu sürdükçe, eğitim başarıları ne olursa olsun çocuğu, mesleki ve teknik eğitime yönlendiremezsiniz. Bu bakımdan, bu sistem, başbakanın dediği gibi mesleki ve teknik eğitime yönelişin çözümü değildir.
Eğitim konusunda az çok kafa yoran herkes bilir ki gelişmiş hiçbir ülkede, bir eğitim sistemi, “denenip değerlendirilmeden” uygulamaya konulmaz.
Bir parti, hangi oy oranıyla iktidara gelirse gelsin, gerekçesi ne olursa olsun, velisinin onayını almadan çocuğa böyle bir dayatmada bulunamaz. Her anne- baba çocuğuna doğruluğu kanıtlanmış sistemler içinde eğitim aldırmak ister. Bu, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 26. Maddesinin de bir gereğidir.
İktidar her şeye karşın böyle bir sistemi getirmek mi istiyor? Çözüm basit: Önce deneme eğitimleri gerçekleştirilsin. Değil mi ki bu halkın %50’si kendilerine oy vermiştir. Değil mi ki bu değişiklikleri halktan aldığımız destekle yapıyoruz diyorlar; böyle bir deneme eğitimi için denek bulmakta sıkıntı çekmeyeceklerdir. Böylece, bu sisteme inanmayanların çocuklarına, bu sitemi dayatmış olmanın vebalinden de kurtulmuş olacaklardır.
Ne dersiniz deneyebilirler mi sizce?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 2 |
|
Geçen günlerde bir otobüse bindim. Otobüs çok kalabalıktı. İnsanlar yan yana istiflenmiş, tıklım tıklım. Ön kapıdan binince ancak şoförün yanına kadar ilerleyebildim. Şoför çok ilginç geldi bana. Onu inceledim durdum. Elli altmış yaşlarında olmalıydı. Yüzündeki ciddi ifade, bana ortaçağa ait insan portrelerini hatırlattı. Şoför, çirkin ve kötü kalpli “baron”lara benziyordu. Kaşları kalın ve büyük, yukarıya taranmıştı. Ayrıca kaş uçları özenle sivriltilmiş ve yukarıya doğru kıvrılmıştı. Büyük ve geniş ağzı vardı. Mavi gömleğinden uzanan kocaman kıllı elleri direksiyonu gelişigüzel tutuyordu. Otobüs, durakta durduğunda birden koltuğundan kalktı ve kalabalığa bağırdı: “lütfen ilerleyin” diye. Ben onu incelemeye dalmışken, boruyu andıran sesiyle kendime geldim, iki adım ilerledim. İnsanlar, homurtuyla kıpırdandı, bazıları yer değiştirdi, bazıları bir adım attı, bazıları da tutunduğu yere sımsıkı yapışmış gibi durdu. Şimdi muavine daha yakındım. Ön kapının yanında olan muavin kürsüsü, mahkeme kürsüsü gibi ahşaptan ve çok yüksekti. Kürsünün üst tarafında demir bir çubuk vardı, süs için mi, tutunmak için mi anlayamadım. O kadar halk otobüsüne bindim hiç de böyle otobüs görmedim. Dıştan bile fark edilen çok eski otobüs, muavin, şöför ve içindeki eşyalarla çok garipti. Koltuklar, yeşil renkli deri kaplı, sanki antikacıdan çıkmış gibi görüntüdeydi. Lambalar değişikti. Dediğim gibi muavin de bir garipti. Yüksek kürsüden sadece kafası görünen muavinin bozuk paralarla oynadığını duyuyorduk, para üstü veren kıllı elleri toprak karıştırmış gibi siyah tırnaklara sahipti. Tuhaf kürsüsü ardından bize mahkemedeki hakimler gibi bakıyordu. Biz yolcular da sanıktık. Yüzünü dikkatle inceledim. O da şoför kadar eskilerden çıkmış gibi, masal kahramanlarına benziyordu. Hani yaşlı büyücülerin yardımcıları vardır ya bir ucube misali, Allah beni affetsin, Notre dam’daki adam gibi ama bir kamburu eksikti. Ten rengi çok koyuydu, Hintli gibi. Bir de elmacık kemiğinin üzerinde fındık büyüklüğünde simsiyah bir ben vardı. Saçları ise kıvırcık, fırça gibi sık, yukarıya doğru uzamış. O kadar gür ki hani bakımsız bahçelerde büyüyen çalılıklar olur ya muavinin saçları da öyle budanması gerekenlerdendi. O anda, oracıkta elime bir makas alıp onun saçlarını kırt kırt kesmek geldi içimden. Bu kadar da büyütülmez ki canım, bitlenecek haberi yok? Ben bu tahlilleri yaparken o sessizliğini bozdu ve bir daha garipliğin en alasını yaşadım. Sesi öyle gıcık bir tondaydı ki sanki biraz bozuk, biraz gripli, biraz da ince, biraz da gaz yutmuş gibi. Bu nasıl bir insandır? dedim içimden. Ne komik bir tip, “Tipitip”. Kendi kendime güldüm. Sonra da yaptığım benzetmelerden utanarak, Allahtan af diledim. Kalabalığa ilerlemeleri için söylenirken ayağa kalkınca, baktım ki boyu kısacık; ufacık tefecik bir adam. İşte o zaman kürsünün neden yüksek olduğunu anlayıverdim. Ne olacak canım, tabii ki de boy kompleksi! Ömrümde böyle çok garipliği bir arada görmedim. Eski bir otobüsün antika koltukları arasında şöför ve muavin ortaçağdan kalma görünüşlerle benim yine hayal gücümü ortaya çıkardılar. Bu otobüsün büyülü olduğunu düşündüm. Son durakta durmayacak, aniden yükseliverecek beyaz bulutlara doğru. Ben ve diğer yolcular bir de bakacağız ki Peter Pan’ın ülkesindeyiz. Elini timsaha kaptıran kötü kalpli Kaptan Hook’un kölesi olmak için bizi baron tipli şöför ve ucube muavin kaçırıyor. Biz yolcular kaptanın kölesi olacağız, kim bilir belki de Peter Pan’ı yakalamak için bizleri kullanacak. İşte şimdi anladım şoförün ciddi yüzündeki kalın dudağının ucunda neden bir tebessüm olduğunu?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba’dan Aforizmalar-46
* Hayat bir sofradır. Kimi hiç oturamaz, kimi bir-iki lokma alıp kalkmak zorunda kalır. Buna karşılık karınlarını doyuranlar olduğu gibi, çatlayıncaya kadar yiyenler de vardır.
* Bir de baktım ki zaman beni hiç umursamıyor. Bu yüzden ben de artık onu takmıyorum!
* İçinden gelerek gülümseyen her yüz, dostluk için bir davetiyedir.
* Dilinle döven, elinle dövenden daha fazla acı verir.
* Cahilliğine, bilgisizliğine fazla ses çıkaramam, belki bir sebebi vardır diye düşünürüm. Ama haddini bilmezsen asla affedemem.
* Gözlerini senden kaçırıyorsa mutlaka bilmenden çekindiği bir şey vardır.
* Sevmek için sebep aranmaz.
* Sen iyi bir oyuncu isen, hayatın sana oynayacağı oyundan hiç korkun olmaz. Yok, kötü bir oyuncu isen, hayat seni defalarca hezimete uğratır.
* Kitap gibi değil, defter gibi olanı dost seçerim. Böylece hep ben onu dinlemek zorunda kalmamış olurum.
* Beceriksizler çözmeyi değil de düğüm atmayı iyi bilirler. O nedenle de el attıkları her konu kördüğüm haline gelir.
* Tarih, hainlerin işleri bitince, kendilerini kullananlar tarafından yok edildiği örneklerle doludur. Yani kullan, at ve sifonu çek!
* Din ticareti yapanlar, sıfır sermayesi olan, getirisi oldukça yüksek bir iş kurmuş olan uyanık müteşebbislerdir.
* Yıllar önce adam arayanların olduğunu duymuştum. Hâlâ arıyorlarmış! Bulurlarsa lütfen bana da haber versinler…
* Dünyayı güzelleştiren aşk mı?
* Zor iştir insanın kendini tanıması; ondan daha da zordur tanıdıktan sonra kendini sevmesi.
* Takip ediliyorsanız arkanızdakilerin bütün sorumlulukları sırtınıza biner; takip ediyorsanız sadece kendinizden sorumlusunuzdur.
* Candan gülücüğü sahtesinden ayırt edebildiğinde hayat ile ilgili çok önemli bir bilgiye ulaşmış olursun. Çünkü artık, kolay kolay tuzaklara düşmezsin.
* Ahlâk, bir toplumun temelidir. O yüzden bir toplumdaki ahlâkî çöküş, o toplumun da sonu demektir.
* Kalabalıkların karanlığa götürdüğü çok insan gördüm; aydınlığa çıkardığına ise hiç rastlamadım.
* Önyargı, bir insanın özgürlüğünün kendisi tarafından kısıtlanmasıdır.
* Hayalleri küçük olanın; hedefleri de dünyası da küçüktür.
* Aklıma gelen kötü, çirkin, rahatsız edici, olumsuz düşünceleri siyah bir poşete koyuyorum; güzel olan düşünceleri ise bir bahçeye ekip sevgi ile suluyorum. Bu beni rahatlatıyor, huzur veriyor. Siyah poşettekiler tabi ki tamamen yok olmuyorlar, zaman zaman tekrar ortaya çıkabiliyorlar. Fark ettiğimde onları tekrar yerlerine gönderiyorum. Bahçem ise her geçen gün biraz daha genişliyor.
* Kalbinle göremiyorsan, gözlerinin sağlamlığı ile övünmen gereksiz.
* Benim sevincimi, üzüntümü paylaşmamı sana teklif edemem; dilersen özgürlüğümü paylaşalım!
* Hayat, durduk yerde sana gülmez; bir de sen onu güldürmeyi denesen!
* Evreni anlamaya çalışan kişiye –bir felsefî sistem kurmamış bile olsa- ben filozof derim.
* Evrendeki hoşgörüye hayran kalmamak mümkün mü? Baksanıza her ırktan her türlü özelliğe sahip insanı, her türden hayvanı, her çeşit bitkiyi ve her türlü cansız varlığı içinde barındırıyor.
* Madde ben’in dışında, ben’den bağımsız olarak var; ancak maddenin varlığının farkına varabilmek için de düşünen bir ben’e ihtiyaç var.
* Ağacından ayrılan yaprak, özgür olduğunu zanneder; tâ ki rüzgârın kölesi olduğunu fark edene kadar…
* Küçük adamlar zaman eleğinin altına düşmekten kendilerini kurtaramazlar; büyük adamlar ise hep üstte yani eleğin içinde kalırlar.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
YAŞAMSAL ARINMA
The British School of Complementary Therapy’nin kurucusu ve Bedensel Arınma kitabının yazarı Jane Scrimer’den hayatınızı düzene sokacak, anlamlandıracak bir kitap “Yaşamsal Arınma!”
Beyaz Balina Yayınları’ndan çıkan kitap; Kiraz Özmen Doğan tarafından Türkçe’ye çevrilmiş.
Sadece, bir kitap olmaktan çok, bir ansiklopedi, şifalı bitkiler, hatta ve hatta tıp kitabı olarak da görülebilir.
İçinde neler yok ki; hayatımızın amacı, planlanması, çevre şartlarının düzenlenmesi, ev ve iş yerimizin, nasıl arındırılacağı...
Moral veren, depresyonu önleyen yiyeceklerle, yemek tariflerine kadar, her şey var bu kitapta.
Her yaşta, her kültür seviyesinde ki insanların, kendileri için, bir şeyler bulacağı, kaynak bir kitap.
İnsan, kendini sorguluyor okurken; Geçmişini, yaptıklarını, yapamadıklarını, hayallerini, ümitlerini…
Kitap boyunca, kendinizle hesaplaşıyor, yaşanmamışlıklarınızın, hesabını yapıyorsunuz. Kısacası, yüzleşiyorsunuz, içinizde sakladığınız gizli, Ben’le.
Bu, bazen bir “keşke!” oluyor, bazense “yapmam lazım, daha vaktim var!” oluyor.
Böyle, git gellerle, okuyorsunuz kitabı…
Sonuç olarak, bu kitap, benim için çok faydalı oldu. Epsom tuzu banyosundan, muzlu tosta kadar, daha birçok şeyi, buradan öğrendim. Size de tavsiye ederim ‘Yaşamsal Arınma’yı.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Gizem Karaaslan |
YGS’ye 2 gün kala…
Umarsızca son aya kadar tek tük konu bitirip son iki hafta ‘’Allah’ım ne yapacağım ben.. nasıl yetişir bunca konu’’ gibi pişmanlık dolu sözler sarf eden öğrenci topluluğu hala mevcut.
Hayatımızı üç saatlik bir zaman dilimine sığdırıyorlar gibisinden klasik öğrenci langırtısı yapmayacağım. Çünkü bunu hak ettim ben… Son sene çalışılsa bile kazanılır bu sınav... Sadece gözümüzde büyütüyoruz. Sistemin bizde yaratmak istediği duyguya bürünüyoruz. Adamlar dünyanın en zor sorularını sormuyorlar. Zaten sorsalar çoktan muhasebeye uğramışlardı…
Yaptıkları şey tek işlemlik soruları evirip çevirip zavallı üniversite adayının gözünü korkutmak. Bizde hemen paniğe kapılıp ‘’Aa bu soruyu geçeyim çok zor.’’ Deyip onların istedikleri davranışı sergiliyoruz. Sonuç olarak da eleniyoruz haliyle. Gözünü aç artık Türk gençliği İstiklal Marşı’nın ilk sözcüğünü hatırla… KORKMA!
Şimdi söylemeden geçilmez. Sınav yaklaştıkça annelerin telaşı da artar. Yakın çevreye sizi anlatır dururlar. ‘’Müjgan yine bizim kız dersten başını kaldırmıyor. Bütün gece odasının ışığı açık. Çok çalışıyor çok. Sürünüyor evladım dershane köşelerinde’’ gibisinden övgüyle karışık acıma duygusu uyandıran sözcükleri duydunuz mu? Tamam işte. Dünyayı ben kurtaracağım edasında gaza gelir derslere daha da sarılırsınız. Siz siz olun fazla gaza gelmeyin yolda falan kalırsınız maazallah…
Haa bir de son haftalar uyumamak için tüketilen vitamin hapları, kafeinler vs. Aman deyim doktorunuza başvurmadan anne tecrübesine güvenip tüketmeyin o hapları. Sonra sınav zamanı bir sürü tantana. Benim gibi kafein manyağı olmanın da alemi yok hani.(Ayıptır söylemesi 8. Bardağımı içiyorum .) Sonra sabaha kadar mide ağrısıyla al başına belayı. Bünyen almıyorsa zorlamayacaksın arkadaş. Sonra abuk sabuk karışımlar türetmenin de anlamı yok yakın bir arkadaşım kolayla kahveyi karıştırmıştı doping etkisi yaratsın diye. Sonra acillik oldu tabii…
Sınav dönemi asosyallik taraftarıyım. Arkadaş lafına kanıp yok hafta sonu dershane çıkışı Çin lokantasına gidelim dondurma kızartmasıyla sushi yiyelim. Akşam derbi var kafede maç seyredelim vs. gibi gençlik maceralarına da hayır demeyi bilin. Gezip tozacak o kadar çok vakit varken nedir bu çıldırıyorum doğrusu. Bırakın takılsın onlar. Gelecek sizin elinizde…
Ee artık benden bu kadar.. Umarım sınava yeni hazırlanan ve önünde epey bir zaman olan biri benim gibi kafasını dağdan taşa vurmadan önce şu yazımı okur da benimde bir şeye faydam dokunur…
Gizem Karaaslan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
KESİNTİSİZİ KESMEDEN KUR’AN DERSLERİ
28 Şubat sürecinde zorunlu öğretimin 8 yıla çıkarılmasında aksi iddia edilse de asıl hedef din öğretimini sınırlamak, imam-hatiplerin halk nezdinde yükselişini durdurmak ve diyanet kontrolünde ve cemaatler elindeki resmi Kuran kurslarını ortadan kaldırmaktı. Bunun için zorunlu eğitimin kesintisiz sekiz yıla çıkarılması tek başına yetiyordu. Öylede oldu. Kimseden gık çıkmadı. Doğal olarak imam-hatiplerin orta kısımları ve Kuran kursları tarih oldu. Haklı talepler üzerine bir süre sonra aslında gayri resmi mevcut olan camilerde yaz Kuran kursları, imamlara cüzi bir ücret verilerek resmileştirilmeye çalışıldı. Oysa eğitim süreklilik istiyordu. Özellikle Kuran öğrenimi yılda bir buçuk iki ay gibi kısa sürede verilecek öğretimle kesinlikle çözülemezdi.
Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimden memnun kalmayan ikinci büyük grup, çok düşük eğitimli, çocuk işçileri bir çeşit köle olarak kullanan ve hakaretler ederek stresini atan küçük sanayi esnafıydı. Zira hizmetçi köle çocukları ellerinden alınmıştı. Bağırarak kimden tornavida çekiç pense isteyecekti? Bir koşu çay alıp gelmeyi kime buyuracaktı? Ayak işlerine hemen hiç ücretsiz kimi koşturacaktı?
Birde doğu ve güneydoğulu babalar, kendi çocuklarını istedikleri gibi zorunlu tarım işçisi olarak kullanamaz oldular. Ortaokul seviyesinde yetişip gelişen kızlarını karşı cinsle bir arada olması yerine evlerinde tutup acilen hizmetçi verme anlamında evlendirip, başlık parasına bir an önce kavuşmak isteyen babalar bu işten hiç hoşlanmadılar.
Asıl hedefi Kuran öğrenimini sınırlamak olan kesintisiz sekin yıllık eğitim, farkında olunmadan bu ülke gençliğinin eğitim seviyesini yükseltti. Bir düşünün beş yıllık eğitim gören gençle sekiz yıllık eğitim gören bir genç bir olabilir mi? Sanki birileri böyle eğitimli gençlik yetişmesinden rahatsız olmuş gibi.
Şimdi hükümet 4+4+4 kesintili zorunlu eğitim uygulaması yapacak. Burada kesinti olması, söylenenler doğruysa açık ilköğretime imkan verilmesi uygulamanın gidişatını çok etkileyecektir. Eğer böyleyse bu uygulama gençliğimizi yeniden eğitimsiz kılacak. Çocuk işçiler sınıfını yeniden doğuracak. Doğu ve güneydoğuda başlık paraları hortlayacak, çocuk kız hizmetçiler yeniden çoğalacak. Böylece anneler eğitimsiz kalacak. Buda çocukların eksik eğitimli yetişmesine sebep olacak. Kuran öğretimi tamamen cemaat ve gruplara bırakılacak. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle, bu ‘doğru yol’ kulvarında ‘sapık kollar’ pekte yaygın.
Gelin bu sekiz yılı kesintili yapmayın. İmam-hatipleri tamamen kaldırın. İlköğretim ve liselere yeterli saatte zorunlu Kuran ve Arapça dersleri koyun. Laik okul idarecilerinin gözetiminde, devletin kontrolünde tüm çocuk ve gençlerimiz Kuran okumayı öğrensinler. Camilerde imam ve müezzin ihtiyacı için liseden sonra yeterli sayıda iki yıllık ilahiyat yüksek okulları açın. Böylece devletin kontrolünde daha bilgili ve eğitimli imam ve müezzinler yetişsin.
Meslek liseleri yaygınlaştırılsın ve daha fazla uygulama eğitimi yapılsın. Gerekirse her sanayi esnafının yanına bir iki öğrenci uygulama amaçlı gönderilsin ve öğretmenin sıkı kontrolünde olsun. Böylece çocuk işçilere fırsat verilmeden geleceğin sanayi esnafı yetiştirilsin.
Büyük bir ihtimalle uygulamaya konulacak 4+4+4 uygulaması sekiz on yıl gibi bir süreç sonrası bahsettiğim olumsuz sonuçları fazlasıyla vermeye başlayacaktır. Ve devlet bir zorunlu eğitim uygulaması daha yapacaktır.
Bizim ülkemiz gibi eğitimi yaz-boz tahtasına dönen başka bir ülke eğitim sistemi var mı ola?
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine VI |
|
Olaylar durulmadı, on bir gün boyunca devâm etti ve sonunda, İttihatçıların önde gelen isimleri, halk içine çıkamaz oldu. İçlerinden bâzıları, Selânik’e kaçma girişiminde bile bulundu. İşler kızıştıkça, halkın İttihatçılara tepkisi de giderek artıyordu ve İstibdad döneminde sağlanan huzur ve güvenlik ortamından, artık eser yoktu. Üstelik, bu anarşi ortamının şeriattan yüz çevirmenin bir “cezâsı” olduğunu düşünenlerin sayısı da giderek artıyordu. Demokratik ve meşrû mekanizmalara karşı, tam bir güvensizlik havası hâkimdi ve bunun nasıl aşılacağı konusunda kafalar karışıktı. Bunun üzerine İttihatçılar, Üçüncü Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa’dan yardım almak istediler.
Paşa, bu taleplere kayıtsız kalmadı; yanına Sâlih Hulûsi Paşa ile Hüseyin Hüsnü Paşa ve Şevket Turgut Paşa’yı da alarak, Harekât Ordusu’nu kurdu ve İstanbul’a yürüdüler. Harekât Ordusu’nu oluşturanlar arasında önde gelen diğer isimler ise şunlardı: Kolağası Mustafa Kemal, Kolağası İsmet (İnönü), Binbaşı Fethi (Okyar), Yüzbaşı Ruşenî, Yüzbaşı Râsim, Piyâde Mülâzımevvelli Yâkup Cemil, Piyâde Mülâzımevvelli Ömer Nâci, Piyâde Mülâzımevveli Sarı Efe, Piyâde Mülâzımevveli Necâti, Topçu Mülâzımevveli Cevat, Piyâde Zâbiti Hilmi ve Jandarma Zâbiti Nâil. Çok geçmeden, ayaklanmacıların karşısına dikildiler. Harekât Ordusu karşısında fazla seçeneklerinin olmadığını gören ayaklanmacılar ise teslîm oldular ve yargılanarak ölüm cezâsına çarptırıldılar.
Aslına bakılırsa ayaklanma haberleri, Selânik ve Makedonya’da hiç de hoş karşılanmamış; hele görev başındaki subayların çavuş ve onbaşılar tarafından etkisiz hâle getirilmekte olduğu bilgisi ve “alaylılar”ın “Şeriat isteriz!” çığırtkanlıkları, ciddî birtakım endişelerin doğmasına neden olmuştu. Üçüncü Ordu’nun görev bölgesinde yer alan Selânik ve Makedonya, etnik ve kültürel yapısı itibâriyle son derece hassas bir konumdaydı ve bu olayların buralara sıçraması, Osmanlı’nın sonunu getirecek fitili ateşleyebilirdi. Mahmut Şevket Paşa’yı kısa zamanda harekete geçmeye sürükleyen nedenlerden önde geleni de aslında, “İttihatçıları kurtarmak” değil, “devleti kurtarmak”tı. (Hacısâlihoğlu, 2008:70-3)
Ayrıca Paşa, ayaklanmanın başladığı ilk gün, tavrını apaçık bir biçimde belli etmiş ve sorumluların en ağır şekilde cezâlandırılmaları gerektiğini söylemişti ki, bu da onun etrâfında toplanan meşrûtiyet yanlısı rütbelilerin sayısını arttırıyordu. Ancak, Üçüncü Ordu’da görev yapmakta olan genç subaylar arasında, bu ayaklanmanın Saray tarafından desteklendiği ve II. Abdülhamid’in yeniden İstibdad dönemine geri dönülmesi için bir tuzağı olduğu yönünde genel bir kanı vardı ve bu da genç subayların, vakit kaybetmeden bu ayaklanmayı bastırmak zorunda olduklarına inanmaları için yeterliydi. Bunun üzerine Harekât Ordusu, 25 Nîsan günü İstanbul’u fiilî olarak işgâl etmiş ve ayaklanmanın kesin olarak bastırıldığı, Mahmut Şevket Paşa tarafından ilân edilmişti.
Kaldı ki, önemli bir direnişle de karşılaşmamışlardı; birliklerin İstanbul’a yaklaşmakta olduğu haberi yayıldıkça, olaylar da giderek yatışmaya başlamıştı. Artık bütün mesele, bundan sonrasının ne olacağı; İttihatçıların, muhalif vekillerin, gerici çevrelerin ve bu arada II. Abdülhamid’in bu süreçten nasıl etkilenecekleriydi. Birlikler henüz İstanbul’a varmadan Paşa, Saray’a telgraf çekmiş ve Kânun-i Esâsîye’ye bağlı kaldığı sürece II. Abdülhamid’in hayâtı ve haklarının korunacağı teminâtı vermişti. Fakat, ayaklanmacılara verdiği destek ve bu arada İstibdad dönemine geri dönülmesi konusunda yeni bir çaba içinde olacağı beklentisi, onu tahtan indirmek için yeterliydi. (Öztuna, 1994:401-3)
İttihatçıların da Saray’a karşı öfkesi büyüktü; Saray, tüm bu gelişmeleri “uzaktan izlemiş” ve hattâ, işlerin bu boyutlara varmasına “göz yumarak”, II. Meşrûtiyet’in intikâmını almaya çalışmıştı. Hem, “göz yummak”la da kalmamış ve ayaklanmacılardan yana tavır koymuştu; onlara affedilecekleri ve harbiye nezâretine kendilerine yakınlığıyla bilinen Gâzî Ethem Paşa’nın getirileceği sözünü vermişti. Bu iki haber, ayaklanmacılar tarafından sevinç gösterileriyle karşılanmış ve soluğu, Yıldız Sarayı’nın önünde almışlardı; II. Abdülhamid de balkona çıkarak, onların bu sevincini paylaşmış ve aslında, suçsuz olduklarına inandığını; tüm bunların şeriata uygun ve şeriatı gerçekleştirmek için yapıldığını düşündüğünü belli etmişti.
Böylelikle, II. Abdülhamid’in sonu yaklaşmıştı; iş artık, bir fetvâya ve bir de Şeyhülislâm’ın onayına bakıyordu. Mahmut Şevket Paşa’ya karşı meclisin direnmek gibi bir niyeti de yoktu. Fetvâyı, Hamdi Efendi yazdı; Mehmedziyâeddin Efendi’nin de onayıyla, tüm engeller aşıldı; meclislerden “hâl karârı” da alınınca, 27 Nîsan günü, II. Abdülhamid’i Selânik’e yolcu ettiler ve yerine, “ailenin en yaşlı üyesi” konumunda bulunan V. Mehmet’i geçirdiler. Karârı II. Abdülhamid’e bildiren heyet ise oldukça ilginçti; Arnavut İsyânları’nda etkin bir rol üstlenen Esat Toptânî Paşa, Ermenî komitacılarla ilişkisi bilinen Âram Efendi, Filistin topraklarını Yahudilere satması için aracılık etmesi nedeniyle “huzurdan kovulan” Emanuel Karasu, bu heyette yer almıştı. (Özcan, 2002:926-7)
İmdi, 31 Mart’ın en önemli sonucu, askerlerin “gerektiğinde”(!) demokrasiye “balans ayarı” yapabileceklerinin kabûl edilmesi oldu. Harekât Ordusu İstanbul’a gelmeseydi, Kânun-i Esâsîye’nin yeniden yürürlükten kaldırılacağı ve yeniden meşrûtiyet öncesine dönüleceği; İstibdad dönemi uygulamalarıyla II. Abdülhamid’in tahta kalmasına devâm edileceği açıktı. Onun tahtta kalması, belki Osmanlı’nın birkaç yıl ömrünü uzatabilirdi de. Fakat, pek çok iç ve dış nedenden dolayı aslında, Osmanlı’nın “ömrü dolmuştu” ve artık bütün mesele, nasıl parçalanacağı ve bu süreçte demokrasiden, demokratik mekanizmalardan nasıl yararlanılacağıydı.
İttihatçılar, meşrûtiyetin yeniden ilânı sırasında, çok önemli birtakım olanaklara sâhip olmuşlardı. İsteselerdi, yoğun bir propaganda faaliyetiyle II. Abdülhamid’i tahtan indirebilirlerdi. Bunu yapmak yerine, birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşgûl oldular ve bu da Saray’ın işine yaradı. Dahası İttihatçıların, “milliyetçilik” ve “millî devlet” gibi olgunlaşmış düşünceleri de yoktu. Oysa, demokrasinin en ideal biçimi olan çağdaş demokrasi, millî devletin korunup güçlenmesinde etkin bir rol üstlenir. Demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlarının ve içeriklerinin belirlenmesi sınıf esasları zeminine oturtulduğunda, millî çıkarların en ideal biçimde gerçekleşmesi de mümkün olur.
Nitekim, kendi sınıfsal gereksinmelerinin mücâdelesini veren siyasî partiler, bütününde millî çıkarların korunmasına ve geliştirilmesine hizmet eder. Siyasî partilerin ve tartışmaların temeli bu tür bir zemine oturtulmadığında ise bundan millî çıkarların yara alması da kaçınılmazdır. Kezâ, hiçbir özgürlük yoktur ki, kaynağını savaş meydanlarından almamış olsun ve fakat, hiçbir özgürlük yoktur ki, çağdaş demokrasi ve millî devlet ilkelerinin uygulandığı toplumlarda en etkin şekilde korunamamış ve geliştirilememiş olsun. Hem, çağdaş demokrasi ve millî devlet ilkelerinin gerek kavramsal, gerekse de olgusal bakımdan kökeni aynı yerdir; Fransa’dır. Millî devlet ilkesinden farklı olarak faşist devletin gerek kavramsal, gerekse de olgusal bakımdan kökeni ise İtalya ve Almanya’dır.
Bunun böyle olması da bir bakıma, târihsel süreçlerin ürünüdür; bu iki devlet, sanâyileşme süreçlerini oldukça geç tamamladılar. Ancak, demokratik ve meşrû mekanizmalar sınıfsal temellerin dışında ele alındığında, bunların başka birtakım amaç ve ihtirasların hizmetinde kullanılması da daha kolay gerçekleşiyor ve demokrasi etnik, dînî, kültürel, vb. farklılıklara sâhip kimselerin ötekileştirilmesine hizmet ediyor; iktidâra gelen taraf, ötekini yok etmeye çalışıyor. Hâliyle etnik, dînî, vb. temellere dayalı partileşmeler aslında, bir ülkenin demokrasi târihine fırlatılmış “misket bombaları”dır ve bunlar bir kez fırlatıldığında, o an için yalnızca büyük patlama gerçekleşir. Asıl korkunç olanı ise patlamayan misketlerdir; çünkü bunların nerede, ne zaman, kimi vuracağı belli değildir ve tahrip güçleri de çok daha büyüktür.
Çağdaş demokrasilerde ise hiçbir siyasî partinin, böylesi bir “tahrip gücü” yoktur; olması da doğru karşılanmaz. Sınıfsal temellere dayalı siyasî partiler, ekonomik, siyasî ve toplumsal yapının sağlıklı bir biçimde gelişmesine büyük bir katkı sağlar. Katkı sağlamadığı düşünülen partiler ise seçmenler ve değişik toplumsal kesimler tarafından ve demokratik ve meşrû mekanizmalar aracılığıyla bunu gerçekleştirmeye zorlanır. Bunlar arasında burjuva partileri yatırım, istihdâm, teknolojik yeniliklerin tâkip edilmesi, vb. konularda; işçi partileri ise kaynakların verimli ve etkili bir biçimde kullanılması, bölüşüm ve fırsat eşitliğinin sağlanması, sosyal hizmet ve olanakların genişletilmesi, vb. konularda nitelikli projeler üretir.
Bu iki ana partinin birbirleriyle olan rekâbeti, millî çıkarların en sağlıklı ve en ideal biçimde korunması ve geliştirilebilmesi için doğru bir zemindir; bunları bırakıp da laiklik, alt-kimlik–üst-kimlik, vb. temalar üzerine kurulan siyasî partiler ise demokrasi ve demokratik mekanizmalar aracılığıyla millî devletin zayıflamasına ve giderek parçalanmasına yol açar. Başka deyişle, tüm hak ve özgürlükler, aslında en ideal biçimde, çağdaş demokrasilerde ve millî devlet ilkesiyle bütünlüklü bir biçimde korunabilir ve geliştirilebilir; bunun dışındaki tüm yönelimler ise kaçınılmaz olarak ya bir askerî darbeyle, ya da devletin parçalanmasıyla sona erer ki, zâten darbecilerin temel gerekçesi de budur; “devletin milletiyle olan birlik ve berâberliğini sağlamak”.
Çağdaş demokrasiyle yönetilmeyen bir devlet, kaçınılmaz olarak bir askerî idâreyle; ister doğrudan (darbe dönemleri), isterse de dolaylı olarak (darbelerin öncesi ve sonrasında) askerî idâreyle yönetilecektir ve Türk siyasî târihinde bunun ilk açığa çıktığı yer, 31 Mart olmuştur. Bu bağlamda anılması gereken isimlerden önde geleni ise şüphesiz ki, Nakşîbendi tarikatı lîderi Derviş Vahdetî’dir. Bu zat, çıkarttığı Volkan isimli gazete aracılığıyla, askerlerin hükümete karşı kışkırtılmasında etkin olmuş kişiler arasında ilk sıralarda yer alır. Ayrıca, bu gazetenin İngilizler tarafından finanse edildiği de bilinmektedir ve bu gazete aracılığıyla yapılan “İslâmcılık” propagandalarının arkasında da İngilizler vardır.
II. Meşrûtiyet’in sunduğu özgürlük ve demokrasi olanaklarından yararlanarak bu zat ve gazetesi, 31 Mart’a giden yolun taşlarını döşemiştir; İttihatçıların ordudaki reformlarını, alaylıların atılmalarını, medrese öğrencilerinin askere alınmalarını eleştirmek adına askerleri, İttihatçılara karşı kışkırtmış ve bu yolla, İngilizlerin de beklentileri doğrultusunda, ülke içinde iç karışıklık ve ayaklanma çıkartılmasında etkin bir rol üstlenmiştir. Bütün bunlar, İngilizlerin II. Abdülhamid’e bir “kıyağıdır” da ve üstelik, II. Abdülhamid’in içte ve dışta en zayıf kaldığı dönemde ona böylesi bir “kıyak” yapmaları, İttihatçıların iktidârdan tasfiye edilmesiyle birlikte kurulacak yeni hükümetin “İngiliz yanlısı” olması gibi bir sonucu berâberinde getirecektir.
Bu dönemde Saray’ın Almanlarla yakınlaşmaya başlaması da İngilizleri endişelendirmiş ve siyonistler nedeniyle bozulan ikili ilişkileri yeniden yoluna sokmanın olanaklarını aramışlardır. Volkan, tüm bu siyasî hesapların merkezinde yer almıştır. Derviş Vahdetî, 3 Nîsan gecesi Ayasofya’da düzenlediği görkemli mevlîd âyininde aslında, 31 Mart’ın provasını yapmış ve Harekât Ordusu’na “dâvetiye çıkartmıştır”. Hem, Volkan’da yayınlanan “asker mektupları”; askerlerin bu “şikâyet dilekçeleri” de tek bir kalemden çıkmış gibidir ve bunların da kasıtlı olduğu açıktır. Kendisi de II. Abdülhamid’in emrinde uzun süreler memurluk yapmış, II. Meşrûtiyet’i hazırlayan fikir tartışmaları ortamı içinde memuriyetine son verilmiş ve başka birtakım cemiyetler içinde görüşlerini anlatmaya başlamıştı. (Karpat, 2002:312-4)
Hattâ bir dönem, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’ne bile üye olmak istemiş; fakat, görüşlerinin Osmanlı’yı yeniden ayağa kaldırmanın çok ötesinde; İslâmiyet’i bir “dünyâ dîni” hâline getirmek olduğunu anlayan İttihatçılar tarafından cemiyete alınmamıştır. Volkan’ın yayın hayâtına başlaması da bu döneme isâbet etmiş; ilk baskısını, 11 Aralık 1908’de yapmıştır. Volkan’ın dikkat çekici bir diğer özelliği ise Sabahattin Bey ve arkadaşlarına yakınlık göstermesi olmuş; Derviş Vahdetî bu yolla, İttihatçılar arasındaki görüş ayrılıklarını da kullanmak istemiştir. Çok geçmeden, İttihat-ı Muhammedî isimli bir cemiyet kurmuş ve bu cemiyet kanalıyla, İttihatçılara yönelik propaganda faaliyetlerini sürdürmüştür. (2002:313)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BAŞKALARININ GECESİ
Görünmeyeni görmenin azabı
İçimizde durmadan ödediğimiz
ne ruhumun ay ışığı
ne yırtıcı hayvanlarla güreşen
yorgun bedenim
ihtiyar atlar gibi kapandım içime
yasını tutuyorum sonsuz bir kehanetin
Görünmeyeni görmenin azabı
Çılgınlar otu ağzımda
Kırların yırtığına takılmış karaca
Sıvası dökülmüş duvarlardaki
Donmuş halı zamanı
Çılgınlıklar otu ağzımda
Değişik kalibreli intiharlar denedim
Dipteki arayış boş kovan
Başkalarının gecesi bitmedi daha
Murathan MUNGAN
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|