Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.915

 6 Nisan 2012 - Fincanın İçindekiler


  • BALATALARA BAKTIRSAM İYİ OLACAK- 3 ... Seyfullah Çalışkan
  • JEEP dediğin de 4x4 değil mi ? ... Ahmet Şeşen
  • “Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım” ... Bertan Onaran
  • İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 3 ... Nevriye Hamitoğlu
  • Helpman ... Mehmet Berkan Ergürol
  • Oruç Baba’dan Aforizmalar-47 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • Ömer Hayyam ... Neslihan Minel
  • “OKYANUS BİATLI YANDAŞ YALAKA” BU DEFA DA DIŞ POLİTİKA GÜNDEMİNİ YORUMLUYOR ... Abuzittin Tırlak
  • ASIM’IN NESLİ AKİF’İ BIRAKTI MI? ... Hasan Tülüceoğlu
  • İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine VII ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : 4 Küp Eğitim Sistemi ve devamı!..


    4 küp eğitim sistemi çıktığından beri hükümet edenlerle arama mesafe koydum. Duymamak, görmemek için elimden geleni yapıyorum. Yoksa bir kavga çıkacak biliyorum. Dengemi yitirdim mi başıma geleceklerin epeyce farkındayım. Kendim için korkuyorsam namerdim. Ama bilinçaltımın derinliklerine yuva yapmış birşeyler bana "DUR" diye diye bir hal oluyor. Söz dinlemek için hükümet edenleri yok sayıyorum. Ha saksı ha onlar, farketmiyor. Böylece ruh halimi zinde tutuyor, kontrolsüz cengaverliklerin önüne geçiyorum. İyi oluyor, her önüme gelene tavsiye ediyorum. Siz de öyle yapın, rahatlayın, huzur bulun.

    4 küple yattığım bir gecenin sabahı Netekim Paşa'yla uyandım. Kabus muydu yoksa Manakyan Tiyatrosu'nun ağdalı bir dramımıydı pek ayırdına varamadım. Etrafı dinledikçe, kralın soytarılarını ekranlarda izledikçe, dansözden hallice yazarların köşelerini okudukça da kendimden geçtim. Henüz kendime gelemedim.

    Muhterem beyler söz verdikleri üzere 12 Eylül'ü yargılıyorlarmış. Doksanlık 2 ihtiyarın gıyabında hesap soruyorlarmış. Yargılayıp mahkum edecek, darbenin son kırıntılarını da tozlu raflara kaldıracaklarmış. 28 Şubat'ı nasıl ezdilerse, 12 Eylül'ü de öyle yerle yeksan edeceklermiş. 13 Eylül sabahı zil takıp oynayanlar, paşaya methiyeler düzüp, önünde gerdan kıranlar, şimdilerde sözde intikam ateşiyle yanıp kavruluyorlar. Hey gidi Dünya hey, ne oldum dememeli ne olacağım demeli. Ahı gitmiş vahı kalmış doksanlık paşalara hesap sorarak günah çıkarmanın adına da "DEMOKRASİ" diyorlar şu aralar. Pek te ciddiler, kendileri de inanmışlar yalanlarına.

    Yüzde doksaniki'yle kabul ettikleri 12 Eylül Anayasasının yumurtaları olanlar, şimdilerde çıktıkları deliği beğenmez haldeler. Erbakan Hoca'larına attıkları kazık yetmemiş, şimdi hamileri olan paşalara da tukaka demekle iştigal etmekteler. Bir de kalkıp müdahil olmuşlar. Yahu bunu okul müsameresinde yapsan, önce bebeler yuhalar seni. Sen kimsin ki müdahil oluyorsun? Parti içinde o dönem dayak yemişler varsa amenna, ama parti olarak müdahil olmak, yemek yediğin tasa tekme atmakla eş anlamdadır artık. Biri sana "Yürü ya kulum" dediyse bunun ilk nefesini veren paşaya küfretmek standup'ın ta kendisidir.

    Benim alnım açık. Ben o anayasaya da, paşaya da hayır diyen yüzde sekizin arasındayım. O yüzden rahatça atıp tutma hakkım var. Ama bugün hükümet edenlerin arasında yüzde sekizlik dilime giren kaç kişi vardır merak içindeyim. Mahkeme kapısının önüne toplanan gerçek mağdurların hakkı gaspediliyor aslında bu davayla. İşkencecilerden hesap sorulursa ancak birşeye benzeyecek yargılamanın, doksanlık paşalar ekseninde devam ediyor olması hepten soytarılık. Onca suçtan sözde sorumlu tuttuğun adamın ayağına gidip ifade alacaksın. Adli Tıp raporu henüz tamamlanmadı diye davayı erteleyeceksin. İhtiyar diye mahkemeye getirmeyeceksin. Sonra 12 Eylül'ü yargılıyorum diye caka atacaksın. Yemezler dostum. Ha saksı ha siz. Yok benim için birbirinizden farkınız.

    ...

    Memleket memleket olalı böyle tiyatral günlerden geçmedi. 4 küp, 12 Eylül derken bir sabah bir uyandık ki ne görelim? AYM Başkanı Haşim Bey aşka gelmiş, "Siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermem." deyivermiş. Memleket çalkalanıyor. Hükümet edenler pek kırılmışlar Kılıç'a. "Yok öyle birşey zaten" diye ver yansın ediyorlar. Diğerleri temkinli yaklaşıyor ama doğru söze ne diyeceklerini de bilemiyorlar. Bayram değil seyran değil baldızım beni niye öptü diyeceğim ama nutkum tutuluyor diyemiyorum. Bunlar satranç oynasalarmış hepsi usta olurmuş. Bu nasıl bir strateji pervasızlığıdır hayret içindeyim. Hükümete her daim payanda olmuş bir başkan nasıl olur da onları kızdıracak bir cümle kurar? Akl-ı selim olmak şimdi mi aklına gelmiştir? Kafasına benim saksılardan biri mi düşmüştür? Yoksa Gül'den sonra Cumhurbaşkanı olmanın yollarınıaramaktadır? Haydi bakalım biraz da siz düşünün artık. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      BALATALARA BAKTIRSAM İYİ OLACAK- 3

    Çileği yedikten sonra güzel kıza ateş bastı. Tişört ve şortunu çıkarıp bikinisiyle kalıverdi. Davranışlarındaki rahatlığa bakılacak olursa bu kızı benim dışımda herkes tanıyordu. Öyle olmasa zaten genelde erkek erkeğe organize ettiğimiz rakı balık eğlencesine kabul gelemezdi. Karantina koyu açıklarında motorlar sustu. Herkes teknenin güvertesine çıktı. Büyülenmiş gibi denizin derinliklerini izliyordum. Şimdi tek bir isteğim vardı. Oltamı güverteden salıp balığın kancayı yuttuğunu göre göre avımı çekmek istiyordum. Önce arkadaşları uyardım. “Misinamın geçtiği yere sakın yaklaşmayın,” dedim. O güne kadar hiç görmediğim birbirinden farklı balıklar yakaladım. Oltama Mersin, Kalkan ve Kırlangıç bir yana kocaman bir Orfoz bile takıldı. Üstelik Karadeniz’de Orfoz olmazdı. Daha önce böylesi bir balık bolluğunu hiç görmemiştim. Olta ile yetinemedim. Zıpkınımı alıp denize daldım. Tam kırk kiloluk bir Orkinosu gözünün altından vurdum.

    Fadıllı köyünde kadınlar bahar akşamları kapurcak pişirirler. Kenger dikeninden Şevketi Bostan, ısırgan otundan mısır unuyla Tuğga pişirirler. Zeytin dallarıyla ocakta pişirilen yemeklerin soğan kokusu bütün köyü ve akşamı doldurur. Kadınların akşam telaşı ve sokakları saran yumuşak dumanın dışında aklım hep o leyleklerde takılıp kalır. Karanlık çökmeden çatılara dönecekler bilirim. Ama o tarlaya niye gidiyorlar? O hüzünlü ve kıpırtısız bekleyişin sebebi ne? Neden birbirlerinden uzak duruyorlar. Gecenin serini çökünce üşüyor mudur kocaman gagaları? Hüzünlenince bizim gibi leyleklerde ağlar mı acaba?

    Zıpkın orkinosun kafasına saplanınca deniz birden kırmızıya boyanıverdi. Hayvan can havliyle sağa sola kıvrılıp sıçradı. Sonra kendine gelip dibe doğru inmeye başladı. Zıpkına sımsıkı yapıştım. Balık ile birlikte ben de dibe doğru inmeye başladım. Basınçtan kulaklarım zonklamaya başlayınca çok derine inmeden zıpkını mecburen bırakıverdim. Suyun yüzüne çıktım. Balık elimde kaçıp lacivert sularda kayboluverdi. Elinden oyuncağı alınmış küçük bir çocuk gibi ağlamaklı arkasından bakakaldım. Hemen denizden çıkmadım. Yeniden o balığa rastlarım umuduyla etrafta yüzerek dolaşıp durdum. Balığı tekneye almak kısmet olmadı. Ölüp denizin dibini boylamıştır. Zıpkını bari alabilseydik. Nerde gitti gider…

    Balıktan ümidi kesip tekneye çıktığımda güneş iyice eğilmeye başlamıştı. Denizin üzerinde hafiften ılık bir rüzgâr esiyordu. Arkadaşlar çoktan mangalı yakmış masayı hazırlamışlardı. Bikini kız herkesten önce rakısını doldurup demlenmeye başlamıştı. Herkes neşeyle gülüşüp konuşuyordu. Kurulanmak ve ıslak şortumu değiştirmek için kamaraya inmiştim. O sırada bir anons duyuldu. Sahil güvenlik bizim tekneye yaklaşıyordu. Eyvah şimdi yandık dedim. Çünkü onlar mutlaka bir eksik bulup cezayı yapıştırırlardı. Zaten teknede olan herkesin gemici belgesi yoktu. Bizi limana çekeceklerinden adım gibi emindim. Ben kamaradan çıkarken sahil güvenlik gemisinin komutanı da tekneye çıkıyordu. Dikkatli bakınca komutanın mahallemizdeki komşulardan birinin oğlu olduğunu fark ettim. Beni görünce gelip elimi öptü. Kendisini çocukluğundan beri tanır, severdim. “Komutanım, bizim yüzümüzden sakın kendini sıkıntıya sokma. Neyse yanlışımız gereğini yapıver. Sana bir zarar gelmesin, ben cezaya razıyım,” dedim. Sahildeki evlerden birinden şikâyet almış. Mangaldan çıkan dumanlar yüzünden bahçeye çıkamıyorlarmış. Komutan “Tekneleri biraz daha açığa alın yeter,” dedi. Balık ve bir bardak rakı ikram ettik ama görev başındayım diyerek kabul etmedi. Biz onunla konuşurken gemi personelinden bir astsubay kaşla göz arasında mangalın başına yanaşıp rakı balık ziyafetine dalıvermişti. Komutan keyfimizi kaçırdığı için özür dileyip tekneden indi. Askerlere emir verdi. Bize kocaman bir karpuz verdiler. “Size iyi eğlenceler. Bizim de size küçük bir katkımız olsun,” dediler. Sahil güvenlik gemisi gidince tekneleri açığa değil ama ileriye sis düdüğü burnuna doğru çektik.

    Fadıllı Köyünde bir akşamüzeri neredeyse iki yüze yakın leylek bir tarlada sessizce akşamı bekliyordu. Bürüksel lahanası tarlasındaki milyonlarca küçük yumru onların zerre kadar bile ilgisini çekmiyordu. Köyden yükselen akşam yemeği kokularına da aldırmıyorlardı. Hepsi başını önüne eğmiş ve birbirlerine bakmıyorlardı. Duruşları, tarlada toplanmaları, kıpırtısızca beklemeleri kocaman bir bilmece gibiydi.

    Sahil güvenlik teknesi uzaklaşıp gözden kaybolduğunda artık güneş batmak üzereydi. Günün son ışıkları adanın yükseklerindeki tepelere ışıktan kalın bir çizgi çiziyordu. Bikinili güzel kız yavaş yavaş sarhoş oluyordu. Bana yaklaştı ve yanağımdan öptü. “Çok tatlısın, kendimi tutamadım” ,dedi. Bir şey söylemeye çalıştım ama kelimeleri bir araya getiremedim. Kız suya atlayıp uzaklaştı. Herkese el sallayıp kıyıya doğru yüzmeye başladı. Kıza bak. Göz göre göre boğulacak, bir şey söyleyin,” dedim. “Boş ver sen onu, evine gidiyor,” dediler. Geç kalınca babası kızarmış. Kız sahile kadar yüzebilir miydi? Hadi yüzdü diyelim bu kız bikini ile onca sokağı geçip evine nasıl gidecekti? Çarşıyı da böyle ıslak bikini ve saçlarıyla mı geçecekti? Kimse aldırmayınca ben de dertlenmeyi bıraktım.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      JEEP dediğin de 4x4 değil mi ?

    Sizleri bilmem ama benim eğitim hayatım 5+3+3+6 olmak üzere tam 17 sene sürmüştü. Bugünlerde “Kargılama Süreci” başlayan 12 Eylül’e yakalandığımızdan üniversitede 2 sene kaybımız normal karşılanmıştı. Elbette; üniversite süresini 4 yıl olarak ele aldığımızı varsayıyorum. Bu ortalama üniversite süresini gözönüne alırsak; komisyonlarda uzuuun uzun ele ( olmazsa yumruğa ) alınan, yaka-paça-çeki-düzen verilen eğitim işleri 4x4 olmak üzere toplam 16 sene üzerine kurgulanmış oluyor.
    JEEP dediğin de 4x4 değil mi ?

    Bilmeyenler için; Ar-Ga ( Araştırmacı-Gazeteci ) kimliğime bürünüp araziye çıkmadım elbette. Biildiğiniz gibi Guugıl Hazretlerine; “How to make....?” dediğinizde sular seller gibi sayfalar karşımıza çıkartıyor. Bu nedenle; kısa keseceğim, zira konuştuğumuzun özü biraz şanzıman ve bağlantılı olarak biraz da vites. Benim hiç olmadı ama böylesi bir JEEP’in vitesinin üzerinde 2H, 4H, 2L, 4L gibi harfler işaretlenmiştir. Bu harflerden H muhtemelen High ( Yüksek ), L ise Low ( Düşük ) anlamında kullanılmıştır. Viteslerin üzerindeki harfler;

    2H : Yüksek hızda sadece ARKA
    4H : Yüksek hızda ÖN ve ARKA
    2L : Düşük hızda sadece ARKA
    4L : Düşük hızda ÖN ve ARKA

    şeklinde açıklanabilir.

    Eğitim’in 4x4’ü için 2L ile başlarsak; açıklamasının da düşük hız olması bizi ister istemez “Mini mini birler, çalışkandır ikiler...” tekerlemesine götürüyor. Düşük hızda sadece ARKA çalışıyor yani. Hemen vitesi 4L’ye alıyoruz, “Dayak yiyen üçler, misafirdir dörtler...” diye tekerlemeyi devam ettiriyoruz. Eskiden; “Misafir” olan hatırlayacağınız gibi “Beşler” idi ama teker değişti kardeşim, tekerleme elbette değişecek. Artık; “Üçler dayak yiyecek”. Okula başlama yaşını da öne çekince zaten tam dayaklık oldular. Artık; “Dörtler misafir”. Gerçi; 8 yıllık KESİNTİSİZ Eğitim ile birlikte zaten “Misafir” sayılmazdı “Beşler”.

    Bu kez tam teşekküllü “Misafir” sayılacak “Dörtler”. Zira; şu ve/veya bu nedenle “Devam etmeyebilirler”. İlgili maddeyi de düzeltip KESİNTİSİZ lafını kaldırmadılar mı ? KESİNTİLİ Eğitim oldu yani. Şu ve/veya bu nedenle kesilebilir yani. Zaten bu H ve L harflerine bir ara vites gerekiyor. İHL olabilir mesela. Ayarı verdikten sonra vites 4L’den İHL’ye geçer kardeşim. Arazide kullanılmıyor mu ? Bahçe de arazi sayılır pekala. Şıpın işi ÖN bahçeden, ARKA bahçeye.

    Artık yüksek hızlara çıkıyor, 2H ile devam ediyoruz. Kendimizi öyle kaptırmışız ki; “hız” mı desem “haz” mı desem bilemedim bu 2H’ye. “Hatim” ettirip, “Hatip” yapabiliriz dedi bir arkadaş bu 2H için. Zaten; “Konuşmasını bile bilmiyorlar” dedi bir diğeri. “Hiç olmazsa topluma karşı hitabet güçleri de artar” diye ekledi. Anlamadıklarında “Ha?” demek yerine “He” demeleri de daha kolaylaşır. İlerleyen yaşlarda sadece “He” diyecekler nasılsa. Aranızda; “Hayaldi”, “Hakikat” oldu diye düşünenleriniz olabilir bu 2H için. Uçup giden Tevhid-i Tedrisat’a gönderme yaparak; “Helali Hoş” olsun, “Hakkı Helak” oldu diyenleriniz de olabilir. 2H vitesiyle tekerleme de; “Hatim eder beşler, Hurafelerden medet umar altılar...” şeklinde devam edebilir.

    4H ile “Haydi Hayırlısı” yüksek “Haz” ve “Hız” doruklarda diyoruz. Son düzlükte zaten epeyce zaiyat verilince üniversiteye gidecek talebe sayısı da otomatikman azalacaktır. Hele bir de; “Ver bir Bina”, o da olmadı “Ver bir Tarla” mantığıyla pıtırcık gibi her şehire içi boş üniversiteler açtın mı, kaldırmaman için hiçbir neden yok ki sınavları. Hem de hangi okulu bitirirsen bitir, kadrolu bir iş için çalacağın kapı zaten belli değil mi ? O kapı; hem 4 çeker hem de 4 teker, üstelik bu işsizlikte şeker mi şeker.. Tekerlemeyi bitirirsek;
    “Ekmeğimi yedi yediler, tek tip olup gitti sekizler...”.
    “Dokuzlardan doktor olmaz, dibi delik bidona su dolmaz...”


    Sonuçta;
    JEEP dediğin de 4x4 değil mi ?

    Yoksa açılımı da;
    “Janjanlı Eğitim ve Eritim Procesi” mi ?

    Türkçesiyle CİP...
    Mealini ne siz sorun ne ben açıklayayım...

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      “Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım”

    Bu yaz okuduğum en güzel kitap, Zeynep Uzunbay’ın yasakmeyve yayınlarının bastığı, Gülten Akın’ın şiirlerini bizim için üzerlerinde uzun uzun düşünerek yüksek sesle okuduğu işte bu kitaptı.

    Bu iki soylu ozan da, kadın oldukları için, ataerkil saçmalığın kaçınılmaz uzantısı anamalcı hoyratlığın acısını ömürleri boyunca iliklerine dek çekmişler, çekiyorlar.

    Bakın ne diyor Gülten Akın “analarımıza, avratlarımıza, yârlarımıza” yaşattığımız cehennem konusunda:

    adam bağırıyor, hep bağırırlar
    adamın buyurgan sesiyle bölünür
    bölünsün. Onları usulca
    topladım topluyorum
    biter, ben giderim, olsun
    sürdürür sözcükler


    Şimdi de şunları okuyun:
    “Annem şarkılar mırıldanarak iş gören ışıl ışıl bir genç kadındı. 44 yaşında öldüğü için sonsuza dek genç kaldı ya..Ev içi sorumluluğunu babaannem yüklenmişti. Yaşlandığında, başka kimseye hükmü geçmediğinde dedemin öfkesini dindiren oydu. Azarlanır, bunu doğal bir afet gibi karşılar, sessiz katlanırdı. Geleneği, erkeğin kendisini azarlamasını onur sorunu yapmasını engelliyordu. Yine de içten içe öfkelendiğini biliyorum. Gençliğini anlatırdı sık sık. Sırtında fitil işler yaralar açan dayak. Hınçla, isyanla dolardı, ağlardı, ilenirdi.”

    Bir de şunları:
    “Solaktım. Babamla yaşadığımız günlerde, yemek yerden elime küçük kaşık vuruşları yiyordum. Sağ elimle yemeyi öğrendim, ama sofradan, yemekten nefret ettim. ‘Özel’ davranılmaya alışmış onurlu bir küçük kız eline kaşıkla vurulursa n’apar? Sağını kullanmayı çabuk öğrenir, ama öfkesini yemeğe tepki biçimine dönüştürür. Öyle ince, ipince, ufacık kalır.”

    Üstelik baba okumuş, kamuda görevli bir insandır; ama insanların hiçbir bakımdan birbirlerine benzemediklerini; her birinin tam anlamıyla “özel” olduklarını bilmez; bütün dünyayı benzer kılmaya çabalar, hem kendini, hem öbür insanları kırıp dökerek.

    Bu duyarlı kitabı okurken, çarpıcı dizeleri ve sözleri işaretlemeye başlamıştım, ama sonunda bir de baktım ki, neredeyse bütün kitabı işaretlemişim: onun için işaretlerden vazgeçtim, bu pırlanta kitabı alıp tadına varmayı size bıraktım. Zeynep’in anımsattığı o güzelim şiirlerden yalnız birini anarak sözümü bitireceğim.

    Çember

    Nerde bir deli Yahudi olur, orda çocuklar
    Hızla bir çember çizerler ayaklarına
    Yalvarır çırpınır ağlar
    Çıkar yaşlılar kurtarırlar

    Ey sen, aklını devrimden kaçıran
    Çocuklar yok mu dünyada, yok mu denizler?
    Apansız bastıran kırımlar yok mu?
    Salgınlar sürgünler savaşlar
    Ölüm seni çevirmez mi?
    Kaç kaç kaç kan ter içinde
    Ölüm seni çevirmez mi?

    Sıcak bir öğle sonrasında beton kente düşmüş
    Serçedir devrimci, ülkesi azgelişmişse
    Sürüp çıkarmıştır yüreğinden
    Kurudur, kavruktur aşka şiire
    Uçarken devrime devrime
    Ürperir ve söyler “Ölüm aklımda”

    Ey ben, türkülerin ve gece uyanışların
    Döner mi? döner mi? döner mi?


    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 3

    Yağmurlu bir gün. Otobüsün buğulu camından bakıyorum. Açılan rengarenk şemsiyeler, kalabalık insan yığınlarının üzerinde renkli boncuklar gibi hareket ediyorlar. Ama ıslak boncuklar… İnsanlar ıslanmamak için koştursalar bile yağmur onları yakalayıveriyor. Elbiseler, başlar, saçlar ıslak. Her zamanki gibi trafik var. Yağmurlu günlerde trafik berbat, otobüs yavaş yavaş gidiyor. Karalamaya çalışıyorum defterime bir iki kelime, araç çukurlardan geçtikçe yazım çirkinleşiyor. Camda yağmur damlaları var, onlar da benimle yolculuk yapıyor. Başımın dün geceden beri devam eden ağrısı ve şimdi ikide bir yakalandığımız kırmızı ışıklar beni öldürecek. Gideceğim yolun dakikalarını neredeyse ikiye katlıyorlar. Islanmış sokaklar, insanlar, şemsiyeler, sokak satıcıları, evler, arabalar ve daha sayamadığım bir sürü şey etrafta… Bahar yağmuru mu yaz yağmuru mu anlayamadım. Geçmişe götüren ılık tatlı bir rüzgarı var. Ama dikkat etmek gerek; çünkü, bahar yağmurları bir yandan mutluluk verirken bir yandan ıslattığı için üşütür adamı, sonra da yatak döşek yatırır. Ha ha hapşuuuuuu… İşte yaptı bana yapacağını.

    Ah şu trafik! İstanbul’dan kaçayım diyorum. Ama kopmak imkansız bu şehirden. Alışkanlık var bu şehre. Şimdi otobüste cam kenarında rahatım yerindeyken “Şikayet etme, otur oturduğun yerde!” diyor içimdeki ses. Ağzıma naneli bir sakız atıp yağmur damlalarının üşüştüğü camdan dışarıya bakmaya devam ediyorum. Mağazalara girip çıkan insanlar, telefonuyla konuşarak yürüyenler, çocuğunun elinden sımsıkı tutup adeta sürükleyen kadınlar, ıslanmış sokak satıcıları, trafikten yararlanıp demetle gül satan çiçekçiler… Duraklar çok kalabalık, ne oluyor bu akşam? Otobüs de kalabalık, istiflenmiş insanlar. Islak elbiselerin kokusu burnumda, bır bır konuşan insan sesleri kulağımda:

    -Nurullah’ı sık sık görüyorum ben. Arabasıyla hava atıyor ortalıkta.
    -Ya öyle mi? Bu şehirde araba mı kullanılır be oğlum?
    -Nurullah kaybola kaybola yolları ezberledi İstanbul’da. Abi, sen onu bırak da eğlendin mi geçen akşam?
    -Ya, ben geçen akşam çok sıkıldım. Takıldığınız adamları hiç sevmedim. Üstelik kız da yoktu. Olsaydı da azıcık laflasaydık, gırgır geçseydik be oğlum.
    -Ayarlarız abi. Günler çuvala mı girdi?

    Şu tepemdeki gençlerin basit sohbeti canımı sıktı. Daldım yine yağmur damlalı camın ardındakilere. Saraçhanedeki durakta otobüs durdu. Ne kadar çok dükkan var burada? Hepsi de şıkır şıkır. Bisikletler, bebek arabaları, kamyonlar, çocuklar için tasarlanmış çeşitli hareketli oyuncaklar… Şimdiki çocuklar ne de şanslı? Benim çocukken sadece üç tekerlekli bisikletim vardı. Şimdiki bisikletlerdeki renkli süsler, etiketler yoktu onda. Sadece demiri kırmızı boyalıydı o kadar. Yine de mutluydum. Ya şimdiki çocuklar? Bu kadar oyuncağın içerisinde mutlu mudurlar düşündüm? Belki de bu kadar çeşitlilikte istedikleri hep daha fazla, daha fazla? Durak kalabalık. Otobüse binmek isteyen, otobüsün varolmayan ikinci katına çıkacak nerdeyse. Yer yok, sonraki otobüsü bekleyecek mecburen. Durakta bir kız gördüm kara feraceli, burnundan kapatmış kara çarşafını. Genç olduğu, mağaza ışıklarının parlattığı gözlerinden belliydi. Mavi renkte, canlı, iri, fırıl fırıl bakan gözleri vardı. Yanında annesi, teyzesi, kardeşi olacak başka kara feraceliler vardı. Merak ettim bu kızın hayatını birden bire? Ne yer, ne içer, ne severdi? Hangi renkti onun rengi? Gitmiş mi uzak denizlere? Uzak olmasa da olur aslında! İstanbul’un bir köşesinden elini sokmuş mu denizin serin suyuna? Bir kafeterya masasında bir fincan kahve içmiş mi arkadaşıyla? Aşık olmuş mu birisine? Kendi camiasından bile olabilir! Zaten ne fark eder ki aşk aşktır bana göre, aynıdır hissedilen, kim olursa olsun. Sonra kitap okumuş mu, dini kitaplardan başka? Mesela bir aşk kitabı ya da bir macera? Seyretmiş mi hiç uzaylı filmi? Televizyonda sevdiği dizi hangisi? Hiç görmüş mü aşk filminde öpüşme sahnesini? Öpmek istemiş mi kara çarşafın altındaki dudakları, birisini? Gitmiş mi lunaparka ve orda binmiş mi çarpışan arabalara? Ben o kızı gerçekten merak ettim. O boncuk gözleri kara çarşafının altından neler görmüş, yüreği neler hissetmiş şimdiye kadar?

    En güzel yaşanacaklardan mahrum olan bu prangalı hayatları düşündüm. Aklımda bizi hızla eline alan “çağ” vardı, bir de mavi gözlü Atatürk.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Berkan Ergürol

     Kahveci : Mehmet Berkan Ergürol


      Helpman

    İzlenim alma yeteneğim iyidir. Çünkü yirmibeş yıllık iş hayatımın onbeş yılı fabrika müdürlüğünde geçti. Bu dönemde saat sekizde geldiğim işimde dokuzbuçuktan önce masama oturmadım. Bu bir buçuk saati fabrikayı gezerek parçaların, makinaların, insanların fotoğraflarını çektim beynimde. Zamanla fotoğraf çekme yeteneğim gelişti.

    Gelelim Helpman’e onu ilk kez ikibinlerin başında Karşıyaka istasyonu civarında gördüm. Klasik Türk geleneği gereği altı kat yapıldıktan sonradan yargı kararıyla yıkılıp yer seviyesine indirilen katlı otopark daha kaba inşaat olarak duruyordu. Erken sonbahar günlerinden biriydi. İş dönüşü araçtan Hükümet’in önünde inmiş inşaatın yanındaki daracık aradan eve gidiyordum. Önümdeydi. Oldukça atletik yapılı, kırk kırkbeş yaşlarında idi o zamanlar. Oldukça da şık giyinmişti üzerinde marka bir eşofman altı, şık bir t-shirt ve o zamanların ünlü markalarından belki de en pahalısından spor ayakkabısı vardı. Bende beden eğitimi öğretmeni izlenimi bıraktı.

    Biraz önümüzde bir kadın ve dört – beş yaşlarında kız çocuğu yürüyordu bir anda Helpman kadına doğru hızlanıp kibarca omzuna dokundu ve benim için tarihi o konuşmayı yaptı. “ Hanımefendi bakın çocuğun elini bırakmayın bir açılırsa kaybolur Allah mahfaza trenin önüne atlar yani” kadın şaşkın “ Aaa çok haklısınız teşekkür ederim yani” dedi Helpman şöyle göğsünü kabartarak “ Nedemek efendim görevimiz” deyip uzaklaştı.

    Aradan zaman geçti neredeyse unutuyordum. O zamanlar Manisa’daki işime arkadaşımın arabasıyla giderdim. Sabah altı buçukta istasyon yanındaki Ömür çay bahçesine oturur kahve kapalı olmasına rağmen Van’lı gece bekçisi çayımı hemen getirirdi. İddia ederim ki hala da hafta sonları kahve içtiğim o çay bahçesinin en güzel çayını o bekçi yapardı. Gerçi artık o zamanların ağaçlı, trenli, havuzlu bahçesi Metro inşaatı nedeniyle kaşık kadar, yamuk yumuk bir yer oldu. Neyse saat yedi gibi arkadaşım gelir çay bahçesi önünden harmanlayarak çarşı girişinde durup gazete bayisine giderdi o zamanlarda da çarşı araç trafiğine kapalıydı. Ben de çaybahçesinden kalkıp karşıya geçer araca binerdim. Bir sabah baktım Helpman arkadaşımla konuşuyor. Arkadaşım da “ Sağol birader anladım” diyor. Helpman yine göğsünü şişirip uzaklaştıktan sonra araçta ne olduğunu sordum. Helpman aracı çok açık ya da açılı park ettiğni söylemiş. “ Allah mahafaza şurdan bir ekmekçi arabası hızla gelse “ diye uyarmış.

    Aradan aylar geçti birgün iş için üç arkadaş Gıda Çarşısı civarında idik. Bir arkadaşımızın bankada işi varmış onu bekliyoruz. Aracı bankanın önünde yarı kaldırım park etmişiz diğer arkadaşımla aracın dışına yaslanmış sohbet ediyoruz. Birden bire yine şık spor bir kıyafetle Helpman belirdi. Arkadaşıma “ Beyefendi bakın buralar sakat yerler. Valla ne olduğunuzu anlamadan arabanın içindeki çantaları götürürler kapıları kilitleyip camları kapatın ya da içinde oturun lütfen” dedi. Arkadaşım ilk tepki olarak “ Ya biz başındayız” diyecek oldu ben kolumla dürterek “ Abi” dedim “ Uzatma ben anladım”. İşte o gün Helpman ünavanını hakketti.

    Zaman içerisinde çok kez gördüm Helpman’i Karşıyaka’da ya bir yaşlıyla, ya bir esnafla konuşup nasihat veriyordu. Hatta “ Dur bir kere de ben şuna bir soru sorayım bakalım cevap verecek mi?” diye şeytanlıklar da geldi “ Abi benim şu sedefleri ne yapcaz” gibi ama olmadı. Uzunca bir süredir görmüyorum. Umarım sağdır, sağlıklıdır. Öbür tarafta ya da bir akıl sağlığı hastanesinde değildir.

    Mehmet Berkan Ergürol


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Oruç Baba’dan Aforizmalar-47

    * Zihin bir motordur, verimli çalışması için iyi bir yakıt gerekir. O da olumlu düşüncedir.
    * İnsan olmanın en başta gelen şartlarından biri başkalarının inançlarına karşı saygılı olmaktır. Sen inandığının doğru olduğunu kabul ediyorsan, karşındakine teklifte bulun. Teklifini kabul etmezse zorlama, ona karşı kin besleme. Ateşe tapıyorsa bile tapmaya devam etsin. Bunun sana ne zararı var ki? Senin inancına göre o, ateşe taptığı için cehenneme mi gidecek? Elleme gitsin…
    * Ahmaklar, en kötü zaman hırsızlarıdır.
    * Dinleyen, konuşandan birkaç gömlek üstündür.
    * Senin akıllı olduğunu ne zaman onaylarım biliyor musun? Bunu başkalarına belli etmediğin zaman…
    * Yakınında bulunacakları, sabırsız insanlar arasından seçmezsen, ruh sağlığını da bir ölçüde garantiye almış olursun.
    * Aptal, konuşmaması gerektiğini bilmez.
    * Mallar götürülebilseydi; cimriler, öteki dünyanın en muteber insanları olurlardı.
    * Seçtiğin hedefin çok yükseklerde olması gözünü korkutmasın. Hedefe giden yol var mı, yok mu, ona bakmalısın.
    * Devletlerin çöküş dönemlerinde vatandaşların adalete olan güvenleri kalmamıştır, sözünü tersten de şöyle söyleyebiliriz: Vatandaşların adalete olan güvenlerinin kalmadığı bir devlet, çöküş dönemine girmiştir.
    * Büyük adamlar mı tarih yazar, yoksa tarih mi büyük adamları yazar?
    * Zulmeden, gücünü kanunlardan aldığını söylüyorsa yalandır.
    * Yıldızlar senden çok mu uzakta? Olsun. Bu onlara asla ulaşamayacaksın demek değildir. Az da olsa ulaşma ihtimalin her zaman için vardır.
    * Katillerin, hırsızların, ahlâksızların elini kolunu sallayarak dolaştığı bir toplumda, iyi insanların yeri hapishanedir.
    * Bir çocuğun gülücüğünün bedelinin maddi bir karşılığı yoktur.
    * Neye niyet edersen o olur. “Başaracağım” bile demeden nasıl başarılı olacağını sanıyorsun.
    * Bilim; erdem ve emekten kanatları olan bir kuştur.
    * Mecnun olmasaydı, Leyla’nın esamisi bile okunmazdı.
    * Evinin kapısını bile her çalana açmazken, kalbin için neden aynı hassasiyeti göstermeyesin?
    * Para ile satılıyorsa ve bulursanız, fiyatının ne kadar olduğuna aldırış etmeden hemen alınız! Neyi mi? Huzuru…
    * Sevgini anlatmak için lafı uzatmana, süslü cümleler kurmana gerek yok; “Seni seviyorum” de, yeter. Gönlünü almak için pahalı hediyelere de gerek yok, bir tek kır çiçeği ver yeter.
    * Girilmesin diye duvarlar örmüştüm, sonra yıktım. Ancak şimdi, ne gelen ne giden var. Demek ki örmek için boşuna uğraşmışım!
    * Kin beslersen, bu dünyadaki kendi cehennemine odun taşımış olursun.
    * Ok ve yay birlikte olursa işe yararlar. Birbirinden habersiz ve uzakta iki insandan birinin eline yayı, diğerinin de oku verdilerse, bunların diğer savunmasız insanlardan bir farkı yoktur. İşte örgütsüz bir toplumdaki bireylerin durumu da böyledir.
    * Kusur mu arıyorsun? Kendine bak! Ne çabuk vazgeçtin kusur aramaktan?
    * Bilgisiz toplumları bekleyen tehlike, dipsiz kuyuya benzer.
    * Hangi kapıdan girdiğine dikkat et; ama hangi kapıdan çıktığına daha da fazla dikkat et!
    * ”Dünya kötülerle dolu” Diye sızlanacağına, iyileri artırmanın yollarını ara.
    * Beni başının üzerine koymanı istemem, çünkü düşmek acı verir. Ayağının altına almanı da istemem, üzülürüm, gururum incinir. En iyisi orta bir yere yani kalbine koy…
    * Bir bahçen olsun, adı sevgi olsun, dostların mutluluk ağaçlarının altına otursun, gönüller muhabbete doysun.
    * Hayattan şikâyet etme. Çünkü hayat seni değil, sen hayatı anlamaya çalışmalısın.
    * Yakınındaki insanları harcamadan önce bir kere düşün: Harcadığın para olsaydı yerine gelirdi, ama insan gitti mi gider.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Ömer Hayyam

    Hiçbir şey bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
    Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar.
    Onlardan değilsen eğer, sanki kâfir derler
    Onlara aldırma Hayyam, yoluna devam et.
    Ömer Hayyam
    İranlı, şair, filozof, matematikçi ve astronom. Tarihe çok şey katmış, çok yönlü bir insan, Ömer Hayyam.
    Günümüzde kullanılan, Miladi ve Hicri Takvimlerden çok daha hassas olan, Celali Takvimi'ni o hazırlamıştır. Okullarda, “Pascal Üçgeni” olarak öğretilen, matematik kavramı, aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur.
    Matematik, astronomi konularında, dünyanın önde gelen bilim adamlarındandır, Ömer Hayyam. Dünyanın, ilk rasathanesini kuran, bu büyük dâhinin, buna benzer daha birçok, bilimsel çalışması da bulunmaktadır.
    Zamana aykırı davranan bu insan, dönemin de şarapçı, nefse düşkün diye tanımlansa da, yaptığı eserlerle günümüze kadar gelmiştir.
    İlk defa Semarkant’la tanıştım Ömer Hayyam’la. Amin Maalouf, Ömer Hayyam’ın rubaileriyle süslenmiş olan kitaba; Semerkant’dan çok, “Ömer Hayyam” deseydi, bence daha uygun olurdu. Onun hayatından esinlenerek yazılmıştı, çünkü kitap.
    Okudukça, rubailerin güzelliği ve kitabın kalitesi ortaya çıkıyordu.
    Semerkant’ın “Yapı Kredi ”den çıkması da, kalitesini ispatlıyordu, zaten.
    Rubailerinin tadını aldıktan sonra, Ömer Hayyam hastası oldum. Ve en son; “Bir Çöl Rüzgârı Ömrümüz” adlı kitabını bitirdim. Burada, onun hayat felsefesine uygun, can alıcı, mısralardan oluşan, özgün dizeleri vardı.
    “Gönül, aşk ve sevgiyle yoğrulmaz ise / Ne cami paklar onu ne de kilise.” Diyerek; “kalp, gönül ve sevgi” üçlemesinden bahsetmiştir.
    Bu dizeleri bana, Mevlana’yı anımsattı, Hayyam’ın. "Gel, yine gel, ne isen öyle gel!"diyen Mevlana’yı.
    Zaten, onun temel düşüncesi, “insandır, sevgidir, dostluktur. Yanlışı doğru yapmak, cahili bilgin kılmak, düşmanı da dost yapmaktır.”
    Hayatı boyunca, alçak gönüllü olmuş, insanlara hoşgörülü ve kardeşçe yaklaşmış; “73 dinle de beraberim” diyerek, insanların kardeş olduğunu, bir kez daha vurgulamıştır, Mevlana.
    “Ermiş ha çul giymiş, ha atlas/ Yün yastık, taş yastık, seven başa hepsi bir.”
    “Eğreltidir bu ömür dediğin elbise/ Gitti o kükreyen aslanlar, bomboş şimdi orman.”
    Diyen, İranlı şair, filozof, matematikçi ve astronom Hayyam’ın rubaileri, hayatı sorgulamak isteyenlere.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    “OKYANUS BİATLI YANDAŞ YALAKA” BU DEFA DA DIŞ POLİTİKA GÜNDEMİNİ YORUMLUYOR

    Hatırlatma Notu: Efendim daha önce de önemle belirttiğim gibi yukarıda deyimin patenti tarafıma aittir, herkesler tarafından göz önünde, ortalıkta ve de gelişigüzel bir şekilde kullanılmamasını önemle rica ederim. (Copyright: Abuzittin Tırlak yani!)

    Efendim herkesler her şeylere el atar da ben durur muyum? Benim neyim eksik. Ben de sevgili gezegenimizin en nadide kara parçalarından olan, petrol yatağı Orta Uranüs’teki olayları gündemime aldım ve en değerli bir gazeteciniz, yorumcunuz olaraktan bu olayları yorumlayarak sizleri de tatlı tatlı ikna etmek istemekteyim.

    Bir kere herkesler şunu bilmeli ki kapı önünde ki kavgalar her ne olursa olsun biraz da komşulara, özellikle Apar olanlarına nispet babından yapılmakta olup, canım ülkem ile uzak komşumuz Zirael arasında asla vazgeçilebilemez bir ittifak ve stratejik ortaklık vardır. En azından şu önemle bilinmelidir ki her iki ülkenin de ağababası Yeksas’lı siyah oğlandır. İşte bu kadar, daha ötesi yok!

    Yani arada sırada bu değerli komşumuza celallenmemiz “yağmur yağıyor, seller akıyor Apar kızları camdan bakıyor” faslından, Apar’ların ağzına bir kaşık bal çalmak gibi bir durumdan kaynaklanmaktadır ki ezeli ve ebedi liderimiz Apar ülkelerine gittiğinde yeterince guvvetli tezahüratlarla karşılansın, degel mi efendim?

    Hassaten işin aslı ve faslı babından değerli komşumuzu gorumak görevimizi asla ihmal etmemekliğimiz icap etmektedir. Zaten bu yüzden de tam da Apar ülkeleri gezilirken ve “Çok yaşa büyük başkan, senden büyüğü yok!” tezahüratları arasında çaktırmadan bir füze kalkanı o güzel ülkemizin en uygun yerine çakılmaktadır.

    Efendim? Duyamadım, ne demek istiyorsunuz? Meclis onayı mı? O da ne dimek şinci kardeşim yaa...Biz onayladıktan kelli başka bir onaya gerek var mı? Ukalalık etmeyelim yani, çekilelim lütfen aradan.....Hadi kardiş, hadi anca giden yürü bakalım!

    Eveeet ben doyum olmaz yorumlarıma devam edeyim, sevgili izleyicilerim.

    Tabii benim bile bazı şeylere aklımın ermemesi normaldir icabında. Yani şimdi varsayalım ki doğu tarafımızdan bir yerden bir füze yola çıktı geliyoooor, hop kalkan durumu çakozladı ve de çalıştı. Nolcek şimdi bu füze ağabeycim yaaa?

    Yani “dön lan geri” komutuyla gerisin geriye başlangıç noktasına mı postalanacak, yoksam kıymetli stratejik ortağımız açısından heç de bi önem arz etmeyen herhangi bir gara parçasına mı yönelecek, öyle olursa yani, yeni adreste yaşayan insancıklara ne olacak?

    Neyse bu gibi pek de möhem olmayan konuları kurcalamayı, biraz önce lafa karışmayı marifet belleyen terörist eğilimli münafık muhaliflere bırakarak derin ve engin yorumlarımıza devam edelim.

    Bi kerem hatırlayınız, yani en hareketli laf atışmaları günlerinde bile, hatta ve hatta müessif ve elem dolu ölüm olayları sırasında dahi biz bu gözel stratejik ortağımızın hava kuvvetlerinin değerli pilotlarını Monya ovasında eğitmeye devam etmedik miydi allasen?

    Yani “Herr Mozi dikkatli ol bak gardişim, öyle degel böyle kafasına kafasına ekleştirecen bombaları Yazze’deki o güçümen apar veletlerin başına, degel mi ki senin gurşuni guşuna taş atarlar, sen de ne yapcan, onlara o gözelim bombalarından atacan, ama dogri atacan” demiyor muyduk?

    Bazı terörist eğilimli münafık muhaliflerin “yemiyor artık kimse bu numaraları” demelerine aldırmayınız. Ülkemizin mümtaz insanlarına medya aracılığı ile damardan verdiğimiz uyuşturucular o kadar etkili olmaktadır ki, herkesler de bu güzelim icraatlarımızı elbette yemektedir. Yese de yemektedir, yemese de yemektedir! İşte bu kadar!

    Yoksam hiç “Tüh, vah vah gene mi askerler şehit düşmüş..” dedikten otuz saniye sonra TV ekranına gömülüp Baltagül’ü kurtarmaya kalkar mı millet yahu... Hani iyi ki kazara biri de çıkıp “Öyle bi eylem yapalım ki, şu teröre karşı. Hem tam anlamıyla, sapına kadar demokratik olsun. Hem de yedi kat yerin altı ile yedi kat gökyüzünden ses getirsin. Ve de kimse aldırmamazlık edemesin.” demiyor. Vatandaş sadece alıyor bayrakları, çıkıyor meydanlara, “şehitler ölmez, vatan bölünmez......”

    Aynen devam kardeşlerim.....Meydanlarda böyle bağırmakla bugüne kadar ne oldu ki, bugünden sonra ne olacak yani.... Heç problem değil, bağırın bağırabildiğiniz kadar. Terörle mücadele de yapılacak tek iş budur zati...

    O kadar damardan vermişiz ki dizileri, milletin aklını çalıştıracak hali bilem kalmamış yani. Sadece poposunu iskemleden kaldıracak kadar mecali var! Tekrar OrtaUranüs’e dönecek olursak, sağımıza solumuza diklenirken arada sırada ölçüyü biraccık kaçırmaktayız. Eh o kadar da olacak haliylen. Geçenlerde; “Hoop, ağır ol molla desinler, ne iş bu iş böyle Pakdeniz’de petrol, doğal gaz aramak falan, fururum billah platformlarınızı, uçaklarım ve gemilerimle geliyorum haaa!” diye celallenince, Yeksas’lı siyah oğlandan acayip fırça yedik. “Sen Buriye ile ilgilen canım müttefikim.” dedi patron!

    Tabii hemen tornistan; “ Aman iki gözüm, mirim şaka yaptık yahu, heç olur mu öyle stratejik ortaklarımıza, müttefiklerimize asarım, keserim gibi babalanmalar. Hem siz demiyor muydunuz arada sırada fren koy bu Zirael’e diye. Yannız bu sefer sanırsam bizim çocuklar ölçüyü biraccık kaçırmış. Şaka yaptık ya, şaka....”

    İşte böyle, bizim degerli siyasetçi kardeşlerimiz bazen maksadını aşan konuşmalara vesile olabiliyorlar, ama çoğunlukla da gözel konuşuyorlar haaa! Hatta ben bilem anlamıyorum bazen ne söylediklerini, ossun varsın. Asıl önemli olan anlaşılmak değil, anlaşılmamaktır siyasette!

    İşte böööle, geçenlerde sorumlu mevkide bir “Bakgör” ne muhteşem bir demeç patlattı öyle yahu. “Kara harekatı bugün, yarın başlıyo deyi bir şey yok hemşerim yaaa,.... İstediğimiz an şey edebilirük yani.....Tarih mi vereceğiz, nah veririz! Bekleyin daha çok beklersiniz. Yapar mıyız, yapmaz mıyız? Onu yaptığımız zaman görürsünüz bittabi...Olursa olmuş olacaktır. Olmasa bile tabii ki her an olabilecektir.”

    Bu muhteşem açıklama karşısında şapka çıkarmaktan başka ne yapılabilir ki!...

    İlkeli politika, bölgemiz koşullarına uygun dış siyaset işte ancak böyle olursa olabilir yani. Öteki türlüsü Hanamerikanya başta olmak üzere tüm değerli stratejik müttefiklerimizi üzebilecektir tabiatıynan. Bu hususa da her daim dikkat etmek gerekir kanımca.

    Bir de şu turuncu mu, yoksam morumsu mu olduğuna bir türlü karar verilemeyen devrimler konusu var. Bilumum siyahi ülkeler coğrafyasında bir takım insanlar ayaklanarak, “Lan diktatör, hep sen mi götürecen bu petro dolarları biraz da bize ver!” diyerekten kafa tutmaya başladılar ya, bu arada bizim de en böyyük stratejik ortağımız bu durumlardan hislenerek bu isyancılara habire bomba, füze müze koltuk çıkmaya başlayınca ne oldu tabiatıynan, tabiî ki devrim oldu. Buralardaki petrol kuyuları da böyyük bir özlemle en bi hakiki sahiplerini bekliyor artık. Böylece Apar Baharı bütün coğrafyaya yayılırken, “özgürlükçü solcular” da sevinç içinde el çırpmaktalar. Ben de bunlara hak veriyorum arkadaş. Devrim devrimdir rengi mengi olmaz.

    Değil mi ki sonuç itibariyle bu durumların hepsi Hanamerikanya’nın çıkarlarına uygundur, o halde bal gibi devrimdir. Neticede bu ülkelere şeriat gelmiş de ne olmuş ama efendim, degel mi? Yani gomonis devrim olur da, şeriat devrimi olmaz mı? İleri demokrasi bööööle bişi işte, İnsanlar şeriat mı istiyorlar, hooop şeriat gelecek. Bu kadar basit.

    Geldik bana ayrılan sürenin sonuna. Bugün de engin ve derin yorumlarımdan istifade etmiş olmaktasınız. Yakında bir başka konuda tekrar görüşmek dileğiyle hoşça ve boşça kalınız ve sakın ola ki, terörist eğilimli münafık muhaliflere kulak kabartmayasınız.

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    ASIM’IN NESLİ AKİF’İ BIRAKTI MI?

    Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın açıklamasıyla 2011 yılı İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy yılı olarak açıklandı. Çalışmaları Kültür Bakanlığı yürütecekti.

    Başbakanın ilanına rağmen 2011’de, koca bir yıl içerisinde, ne devlet eliyle ne de sivil toplum kuruluşları katılımıyla yeterince coşkulu, gürül gürül diyebileceğimiz kutlamalar ortaya koyulmadı.

    Bir sivil toplum kuruluşu olarak Türkiye Yazarlar Birliği 2011 yıl sonuna doğru devlet bürokrasisinin Mehmet Akif’e bigane kalmasından şikayetçi açıklamalarda bulundu. Oysa bir sivil toplum kuruluşu olarak bu yılda Mehmet Akif’i anmak isteselerdi kimse buna engel olmayacaktı. Bu açıklama kusurunu bürokrasiye yükleyip kolaycılığa kaçmak oldu.

    Aslında baştan beri devlet ideolojimiz Mehmet Akif’e hep temkinli bakıp yaklaşmıştır. Bu milletin gençliğine Mehmet Akif yalnızca İstiklal Marşı şairi olarak tanıtılmıştır ve bunun daha ilerisine gidilmek istenmemiştir. Okul öğrenciliğimizi düşündüğümüzde, İstiklal Marşının kabulü, Şubat ayında küçücük bir hatırlatılır ve devamında gelen 18 Mart’ta İstiklal Marşı şairine ait olduğunu bilmediğimiz ‘Çanakkale Şehitleri’ şiiri tüm okulların merdivenlerinde kendini gösterme meraklısı bir öğrenci tarafından hararet ve heyecanla okunurdu. Bu ilan yılı 2011’de de böyle oldu; daha fazla ileri gidilmedi.

    Gerçekte Mehmet Akif, bu milletin gençliği için yalnızca İstiklal Marşı görünün koca bir aysbergdi. Ve gençliğin pek azı bu aysbergden bazı dindarların ve cemaatlerin gayretleriyle haberdar olabildi.

    Akif, bugün hala sürecini yaşadığımız İslam dünyasının geri kalmışlığı, Batı’nın jet hızıyla ilerleyişi sonrası müslümanların yaşadığı tramvayı doğru şekilde anlamış; işin henüz başlarında, kendince doğru çözümler üretmiş; yalnız şair değil aysberg gibi bir aydındı. O, yeni bir genç nesille düğümün çözüleceğinin o günden farkındaydı. İdealize ettiği bu gençliği ‘Asımın Nesli’ adıyla Safahat’ında mücessemleştirdi.

    Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
    İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.

    Kurtuluş mücadelesinde Anadolu’da cami cami gezerek vaazlarıyla kurtuluş mücadelesini canlandırıp destekleyen Akif’in Batıya bakışı, yeni kurulan devlet ideolojisiyle pekte uyuşmuyordu. Bu farklılık ömrünün sonuna doğru onu çok sevdiği Anadolu dışına zorunlu yöneltmiş ve vatan topraklarından uzakta hayata veda etmişti.

    Başbakanın samimi, coşkulu ilanına rağmen Türkiye Yazarlar Birliğinin dile getirdiği gibi devlet eliyle beklenildiği şekilde Mehmet Akif yeterince anılıp anlatılmadı. Elbet bir şeyler yapıldı ama koca bir yıla göre bunlar çok küçük kaldı.

    Burada dikkatlerden kaçmayan, cemaatler ve sivil toplum kuruluşlarının Mehmet Akif’i anma ve tanıtmaya maalesef bigane kalmaları oldu.

    Yukarda belirtildiği üzere bu ülkede dindarlar ve cemaatler Mehmet Akif’i gençliğe tanıtmaya çalıştı. Baştan beri bu gayret üzere olan kişi ve kurumlar ne oldu da Başbakanın ilan ettiği Mehmet Akif yılında Akif’e uzak kaldı. Öyle ya Asımın Nesliydik; en azından öyle olmaya çalışıyorduk. Buyurun baninizi, önderinizi, anın, tanıtın, duyurun denildiğinde birden duraklayıp şaşırdık. Akif’in hayalini kurduğu ‘Asımın Nesli’ bu muydu? Tüm ülkede etkin cemaatler mensuplarını istedikleri gibi yönlendirirken, beldelerden büyükşehirlere yüzde seksenlere yakın belediye yönetimlerinde dindarlar hakimlerken Akif’e bu kayıtsızlık nedendi?

    Cumhuriyet ideolojisinin Mehmet Akif’in görüşleriyle çok fazla uyuşmamasının bu görüntüde etkili olduğunu düşünüyorum. Dindarların ve cemaatlerin devlet ideolojisiyle entegre olması düşünüldüğünde buna hak verilecektir.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine VI

    31 Mart’ın hemen öncesinde, II. Meşrûtiyet için, devr-i iblis demeye başlamışlardı. Derviş Vahdetî, cemiyeti ve gazetesi, (çağdaş) demokrasi ile millî devlet ilkelerini birlikte düşünmediğimiz zaman meydanın kimlere kaldığını/kalacağını görmemiz için son derece önemlidir. Ancak, “kültürde süreklilik ilkesi” uyarınca Türkiye’de siyâset kurumu üzerinde askerlerin etkilerini öyle bir çırpıda söküp atmak kolay değildir. Türkiye’de siyâset kurumu ile askerler arasında, hep çok sıkı bir ilişki olmuştur ve askerler, “gerektiğinde” siyâsete müdahâle etmekten sakınmazlar. Bunun şekli, niteliği, süresi, vb. dönem dönem değişse de bu kural, hemen hiç değişmez; askerler kendilerini, “demokrasi”nin doğal bir müttefîki gibi görür/gösterir.

    İttihatçılar ile Harekât Ordusu arasındaki ilişkide olduğu gibi Türkiye’de askerler, siyâsete dışarıdan seyirci kalmaz/kalamaz, bizzat içinde yer alarak “üzerlerine düşen görevler”i(!) yaparlar. Bunları, Batılıların anlamasına da olanak yoktur; çünkü, Batıda ortaya çıkan siyasî partiler ile temsil ettikleri görüşler arasında, bunlardan hiç mi hiç eser yoktur; bunlar, Türkiye’de siyâset kurumunun kendi realitesini oluşturur. Zîrâ, Türkiye’ye hem “demokrasi”yi(!) getirenler, hem bu “demokrasi”nin yerleşmesini sağlayanlar, hem de onu “gerektiğinde” koruyanlar, gerçekleştirenler, geliştirenler, hiçbir zaman örneğin Fransa’da olduğu gibi entellicantia veya İngiltere’de olduğu gibi sendikalar olmamış ve bu işler, askerler tarafından gerçekleştirilmek istenmiştir. (Akşin, 1987:122-3)

    Dolayısıyla, eğer ortada bir “yanlış” varsa –ki var; bu yanlış aslında, en başlarda bir yerlerde başlayan bir yanlıştır; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı anlamak için de buralara bakmak gerekir; İttihatçıların örgütlenme modellerine, “demokrasi”den neyi anladıklarına, “demokrasi”ye nasıl bir anlam ve işlev yüklediklerine, paramiliter çevrelerden medet umma sayıltılarına, subayların galeyâna gelme konusundaki bâriz zayıflıklarına, vb. Bunların hepsi, belirli bir bütündür ve bu bütünden bağımsız olarak belirli bir parçayı çekip çıkartmanın, yalnızca bunun ardını kurcalamanın bir anlamı yoktur. Siyâset olgusu kezâ, tikelden yapılan bir soyutlamayı kabûl etmeyecek kadar hassastır.

    Diğer taraftan, Harekât Ordusu İstanbul’u fiilî olarak işgâl ettiğinde, sıkıyönetim ilân edilmişti. Çok geçmeden, Dîvân-ı Harp kurulmuş; ayaklanmanın sorumluları ve bu arada Derviş Vahdetî de yargılanarak idâm edilmişti. Dîvân-ı Harp’in başında, Hurşit Paşa vardı ve Paşa, aslında II. Abdülhamid’in de yargılanmasını istiyordu. Hüseyin Hilmi Paşa’nın araya girmesiyle, bunu yapmaları mümkün olmadı. Ayrıca, sıkıyönetim kararlarına dayanılarak, gericilikle doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ilişki içinde olan tüm cemiyetler ve bu arada İttihat-ı Muhammedî de kapatıldı ve muhalif vekiller susturuldu. Başta Sabahattin Bey ve arkadaşlarının kurduğu Ahrar Fırkası olmak üzere tüm muhalefet, 31 Mart’ın sorumluları arasında gösterildi ve siyâset sahnesinden tasfiye edildi. (1980:38-9)

    Böylelikle İttihatçılar, 1918’e kadar ülke siyâsetinde bizzat etkin olmalarını mümkün kılacak bir “tek seslilik” ortamına da kavuşmuş oldular. Sultan Reşat da kişilik özellikleri itibâriyle sessiz ve tâvizkârdı; başka deyişle, “meşrûtî monarşi fikrine uygun bir yönetici”ydi ve İttihatçılar, ondan da ciddî bir karşı çıkış görmediler. Bu yeni dönemde, Hüseyin Hilmi Paşa sadrâzamlığa getirilmiş ve yeni hükümet, otuz üç yıllık bir İstibdad döneminin hesâbını sormaya başlamıştı. Çıkarttıkları ilk kânunlardan, bunu anlamak oldukça kolay; nitekim, II. Abdülhamid’i Selânik’e sürdükleri gibi, aynı zamanda da “kişisel servet”ine el koymuşlar ve tüm ayrıcalıklarını ortadan kaldırmışlardı. Saray’a bütçeden ayrılan paya da kısıtlamalar getirilmiş ve yüksek rütbeli yöneticiler tasfiye edilmişti.

    Başka deyişle, Harekât Ordusu artık, 31 Martçılara karşı değil, II. Abdülhamid yanlılarına karşı harekâta geçmişti. Mahmut Şevket Paşa da artık, “bir numara” hâline gelmişti; kamuoyundaki itibârına diyecek yoktu, ordunun en tepesindeydi, türlü “özel görevler ve müfettişlik sıfatları”yla kendisini donatmıştı. Öyle ki, Sultan Reşat’ın bile “esâmesi okunmuyor”du. İstanbul’da ilân edilen sıkıyönetim, henüz kaldırılmamıştı ve sıkıyönetim komutanı olmak, onu daha da etkin kılmıştı. İstanbul’da düşen yapraktan dahi haberi oluyor; başta İttihatçılar olmak üzere hemen tüm siyasî çevreleri tâkip ettiriyor, kendisine yönelik hoşnutsuzlukların dile getirilmesini baştan engelliyordu. (1994:220-3)

    Dolayısıyla, Paşa’nın bu anti-demokratik uygulama ve yönelimlerinin meşrûtiyetle bağdaşmadığı ortadaydı ve bu da onu, zamanla hedef hâline getirecekti. Hem, İttihatçılar arasında da ciddî bölünmelere yol açıyordu; onlar da kendi içlerinde siviller ve askerler olmak üzere ikiye ayrılıyor, askerler Paşa’ya büyük bir bağlılık duyuyor, siviller bu uygulama ve yönelimlerini kabûl etmiyordu. Bunlara ek olarak Paşa, hem Alman yanlısı, hem de Osmanlı’nın geleneksel toplum düzenine bağlıydı ve bu da cemiyet içindeki bâzı İttihatçıları rahatsız ediyordu. Tüm bu rahatsızlıklar, 1909 yılının sonlarına doğru giderek arttı ve cemiyet, Paşa’nın varlığı nedeniyle siyasî arenada artık hiçbir etkinlik gösterememeye başladı.

    Nitekim, cemiyetin amaçları doğrultusunda ve meşrûtiyetin de gereği olarak kendi demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmaya çalışan İttihatçı “siviller”, Paşa’nın vetolarıyla karşılaşıyor ve bir kez daha İstibdad dönemine geri gidilmekte olduğu yollu eleştiriler, kulaktan kulağa dolaşıyordu. Artık, cemiyet içinde bile özgürlükleri kısıtlanmaktaydı. İttihatçılar arasında askerlerin sayısı da giderek artmış ve bu da Paşa’nın isteği doğrultusunda gerçekleşmişti. Buna benzer bir durum, mecliste de görülmekteydi; İttihatçı vekiller, hükümet karşısında hiçbir denetleyici ve düzenleyici rol üstlenemediler; Paşa’nın buradaki ağırlığını da her an üzerlerinde hissettiler. (Özcan, 2002:134-5)

    Başta “toprak reformu” gibi “sakıncalı” konular olmak üzere Osmanlı’nın geleneksel toplum düzeni içinde kök salmış kurum ve kurumsal ilişkileri yeniden düzenleme çabaları, her defâsında Paşa’nın engeline takılıyordu. Bu sırada gündeme gelen bir olay, İttihatçılar arasındaki bölünmeyi; meşrûtiyet yanlısı siviller ile Paşa yanlısı askerler arasındaki bölünmeyi, daha açık bir biçimde su yüzüne çıkartı. İngiliz komprador sermâyesi tarafından yönetilmekte olan Lynch Taşımacılık Şirketi’ne verilen yetki belgesinin süresi dolmak üzereydi ve Paşa ile yandaşları, bu şirketi istemiyorlardı; siviller arasında ise İngiliz taraftarları çoğunluktaydı ve meclisten, Lynch lehine karar çıktı.

    Bunun üzerine, Hüseyin Hilmi Paşa, istifâ etmek zorunda kaldı; Mahmut Şevket Paşa da yeni kabîneyi kurması için, Hakkı Paşa’yı görevlendirdi ve yeni hükümet, Lynch’nin imtiyazlarına son verdi. Hâliyle İttihatçılar, Mahmut Şevket Paşa’nın güdümünde, artık İngilizlerle olan ilişkilerine de mesâfe koymak zorunda kalacaklar ve bu da onları, Almanlara daha da yaklaştıracaktı. Hakkı Paşa kabînesinin en önemli özelliği ise Mahmut Şevket Paşa’nın da Harbiye Nezâreti’ne getirilmesi sûretiyle kabîneye girmesiydi ve bir kısım İttihatçılar, bu yolla Paşa’nın hükümet üzerindeki ağırlığının kırılacağına inanmışlardı. Fakat, tam tersi bir sonuç ortaya çıktı; Paşa artık, hükümeti de “uzaktan” değil, “fiilî olarak” yönetebileceğini sanmış ve kendisini, hükümetin üzerinde görmeye başlamıştı. (Tunaya, 1989 C:II:400-1)

    Üstelik, vaktiyle Kâmil Paşa’nın yaptığından az olmamak üzere kendi başına işlere kalkışıyor, bütçe dışı harcamalarda bulunuyor, hükümet karârı ve meclis onayı gerektiren konularda tek başına kararlar alıyor ve böylelikle, yasama ve yürütme faaliyetlerini kendi elinde topluyordu. Hattâ, yargı faaliyetlerini bile; Paşa, “askerî harcamalar”ın denetime açılmasını da engelliyor ve hem Harbiye Nâzırı, hem de Sıkıyönetim Komutanı olmasının kendisine sunduğu olanaklarla, muhalif vekilleri ve gazeteleri “falaka”yla tehdit ediyordu. Dolayısıyla, II. Abdülhamid’in devrilmesini sağlayan Paşa, şimdi yasama, yürütme ve yargı üzerinde istediği denetimi kurmayı kendisine “hak” görüyordu.

    Ayrıca, gericiliğe bulaştığı belgelerle sâbit kişi ve kurumların Paşa’nın elinden kurtulması da mümkün değildi ve bu konuda Ahâlî Fırkası ile destekçisi konumunda bulunan ulemâ, Paşa’nın hışmına uğradı. Ahâlî Fırkası, “dinsel yönelimler”i olan bir fırkaydı; sâdece kurucularının ulemâ olmasından değil, aynı zamanda programında “dînî esaslar”a yer vermesi nedeniyle de bu böyleydi. Hem, orduyla ilişiği kesilen askerlerin yeniden orduya alınmasını savunmuşlar, askerî düzenlemelerin şeriat hükümlerine uygun olmasını istemişler ve medrese eğitiminin özendirilmesi, medrese öğrencilerinin askere alınmasına son verilmesi için gerekli önlemlerin alınmasına yönelik projeler geliştirmişlerdi.

    Tüm bunlar, 31 Mart sonrası gerek Paşa’nın, gerekse de ona yakınlığıyla bilinen İttihatçı subayların hoşuna gitmeyen şeylerdi. Paşa da zâten, bu projelerden duyduğu rahatsızlığı saklamadı ve fırkayı kapattırdı. 1910 yılına gelindiğinde, gerek sivil İttihatçılar, gerekse de muhalif vekiller arasında, hükümete ve Paşa’ya karşı duyulan hoşnutsuzluklar artmıştı. 9 Hazîran gecesi, Sadâ-yı Millet gazetesinin başyazarlarından Ahmet Samim’in öldürülmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Paşa ise sıkıyönetim yasaklarını gün geçtikçe arttırıyor ve muhalefet üzerindeki baskı ve denetimi sıkı tutuyordu; ama, İttihatçıların paramiliter güçlerle; fedâîlerle belirli birtakım işbirliklerine girerek âsâyişi bozmalarının önüne geçemedi. (1989 C:II:401-3)

    Böylelikle, 31 Mart öncesine geri dönülmek üzereydi; 31 Mart da yine bir gazetecinin; Hasan Fehmi’nin öldürülmesiyle başlamış ve çok geçmeden, büyük bir ayaklanmaya dönüşmüştü. Bu nedenle Paşa, bu olayların bir kez daha tekrarlanmasına izin vermeden harekete geçti ve dönemin önde gelen sîmâlarından Rızâ Nur ile yandaşlarını, bir gecede apar topar tutuklattı; bu cinâyeti, onların üzerine yıktı. Bunu yapmakla, kamuoyunda kendisine ve hükümete yönelik olumsuz bir tepkinin açığa çıkmasını henüz yol yakınken engellemiş oldu; ancak, Rızâ Nur ve arkadaşlarının, bu olayla hiçbir ilişkisi yoktu ve sorgu altında, son derece acımasızca işkence gördüler. Yâni, Rızâ Nur ve arkadaşları, 31 Mart’ta yaşananların bir kez daha tekrarlanmaması için kurban seçilmişlerdi. (Zürcher, 1995:162-3)

    1913 târihi, İttihat ve Terakki için yeni bir başlangıç oldu. Bu târihte, Mahmut Şevket Paşa öldürülmüş ve İttihatçılar, hem kendi varlıklarını ortaya çıkartan İstibdad dönemi yasaklarından, hem de Paşa gibi “gelenekçi” bir lîderden tamâmen kurtulmuşlardı. Dolayısıyla, geniş halk kitleleriyle artık “aracısız” bir biçimde ve demokratik mekanizmalar aracılığıyla etkin bir biçimde buluşmak için önlerindeki engeller kalkmıştı. II. Meşrûtiyet’in ilânı ve hemen ardından gelen 31 Mart Olayı, İttihatçıları, tam anlamıyla iktidâr yapamamıştı; daha doğrusu İttihatçılar, ellerindeki olanakları kullanmak yerine, komitacılık faaliyetlerinden ve masonik yapılanmalardan medet umarak, anti-demokratik eylem ve yönelimler içine girip meşrûtiyetin kazanımlarını bir tarafa bırakmışlardı.

    Şimdiyse önlerinde, böyle bir olanak açılıyordu. Fakat, bu olanağı da yanlış bir biçimde kullandılar; savaşa katılma kararları hem Osmanlı’nın, hem de cemiyetin sonunu getirdi. 1914 yılına gelindiğinde, Îtilâf Devletleri’ne karşı Almanya’nın yanında savaşa girme karârının alınmasında, Tâlât Paşa ve Enver Paşa’nın rolü büyük oldu. 31 Mart’ın hemen ardından muhalefetin sindirilmiş olması da meclisten savaş karârının kolaylıkla çıkmasını sağladı. Ne var ki, savaşın getirdiği faturaların bedeli ağır olunca İttihatçılar, bunun altından kalkamadılar ve pek çoğu, yurt dışına kaçtı; pek çoğu da siyasî yaşamına son verdi. 27 Ekim 1918’de Tâlât Paşa’nın istifâsıyla da Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin faaliyetleri, resmî olarak sonra ermiş oldu. (1995:179-80)

    Bâzı İttihatçılar, kısa zamanda yeni bir kongre düzenleyerek, yeni bir fırka kurup faaliyetlerini devâm ettirmeye çalıştılar; nitekim Teceddüd Fırkası, bu çabanın ürünüdür. Ancak İttihatçılar, savaşın faturalarından birinci derecede sorumlu tutuldukları için, ülke siyâsetinde bir daha hiçbir etkinlik gösteremediler. 1889’dan 1918’e kadar sürekli olarak “yenilikçilik”, “laiklik” ve “milliyetçilik” merkezli faaliyetler sürdürmüşseler de savaş yıllarında merkezdeki İttihatçılardan pek çoğu, sâdece kendi canlarını kurtarmanın peşine düşerek, Türk milletinin yanında yer almadı; Anadolu’yu, sürükledikleri bu felâketin içinde bir başına bıraktılar. Bu gerçeği Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’unda apaçık bir biçimde ortaya koyar ve onları, yerden yere vurur.

    Teceddüdçüler de İttihatçılarla aynı yoldan yürümüş ve onlar da Millî Mücâdele’ye destek vermemiştir. Oysa Anadolu’daki üyeleri, tâ II. Meşrûtiyet’in ilânından bu yana, üzerlerine düşen tüm târihsel görevleri en iyi şekilde yapmaya çalışmış; “İttihatçılık ruhu”nun asıl temsilcileri de onlar olmuştur. Bununla birlikte, Millî Mücâdele’nin kazanılmasının ardından hem İttihatçıların, hem de Teceddüdçülerin, yurda dönerek Terakki ve İttihat Cemiyeti’ni yeniden diriltme çabaları içine girdiğini görüyoruz. Ancak, 1926 yılında bâzı İttihatçıların, Mustafa Kemal Paşa’ya düzenledikleri suikast girişimi, artık târih sahnesinden tamâmen silinmelerine yol açtı. Kısa bir zaman içinde kurulan İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılandılar ve birçoğunun idâmına hükmedildi.

    KAYNAKÇA
    AKŞİN, Sînâ, (1980). 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat Terakki, İstanbul: Remzi Kitapevi.
    AKŞİN, Sînâ, (1987). Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul: Remzi Kitapevi.
    AKŞİN, Sînâ, (1994). Şeriatçı Bir Ayaklanma: 31 Mart Olayı, Ankara: İmge Yayınları.
    AKŞİN, Sînâ, (2000). Türkiye Târihi, Cilt: IV, İstanbul: Cem Yayınevi.
    AKŞİN, Sînâ, (2004). Yakınçağ Türkiye Târihi, Cilt:I, İstanbul: Milliyet Kitaplığı.
    BERKES, Niyâzi, (2002). Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
    BİLGEGİL, M. Kaya, (1979). Ziyâ Paşa Üzerine Bir Araştırma, Ankara: Sevinç Matbaası.
    BİRİNCİ, Ali, (1999). “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve İlk Nizamnâmesi (1895)”, Osmanlı, Cilt: II, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
    ÇABUK, Vâhid, (2004). Hedefteki Sultan II. Abdülhamid, İstanbul: Truva Yayınları.
    DANİŞMENT, İsmâil Hâmi, (1986). 31 Mart Vâkâsı, İstanbul: Yurt Yayınları.
    HACISÂLİHOĞLU, Mehmet, (2008). Jöntürkler ve Makedonya Sorunu, İstanbul: Yurt Yayınları.
    HANİOĞLU, M. Şükrü, (1985). Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler, İstanbul: İletişim Yayınları.
    İRTEM, Süleyman Kânî, (2003). 31 Mart İsyânı ve Harekât Ordusu, İstanbul: Temel Yayınları.
    KARAL, Enver Z., (1995). Islahat Fermânı Devri (1861-1876), Cilt: VII, Ankara: Türk Târih Kurumu Basımevi.
    KARPAT, Kemal H., (2002). “II. Meşrûtiyet Dönemi ve II. Abdülhamid’in Saltanatı”, Genel Türk Târihi, Cilt: VII, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
    ÖZCAN, Azmi, (2002). “Sultan Abdülhamid”, Türkler, Cilt: XII, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
    ÖZTUNA, Yılmaz, (1994). Büyük Osmanlı Târihi, Cilt: V, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
    PAMUK, Şevket, (1994). Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1913), İstanbul: Yurt Yayınları.
    RAMSAUR, Ernest E., (2004). Jöntürkler: 1908 İhtilâlinin Doğuşu, İstanbul: Pınar Yayınları.
    ŞERİFOĞLU, Ömer Fâruk, (2008). “Ahmet Rızâ”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Cilt: I, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
    TUĞCU, Tuncar, (2005). Masonların Saklı Târihi, Ankara: Gökçe Kitapevi.
    TUNAYA, Târık Zafer, (1976). Türk Parlamentoculuğunun İlk Yüzyılı, Ankara: Ajans Türk Gazetecilik ve Matbaacılık.
    TUNAYA, Târık Zafer, (1988). Türkiye’de Siyasî Partiler, Cilt: I, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
    TUNAYA, Târık Zafer, (1989). Türkiye’de Siyasî Partiler, Cilt: II, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
    UÇMAN, Abdullah, (2008). “Ali Suâvî”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Cilt: I, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
    UÇMAN, Abdullah, (2008). “Mizancı Murat”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Cilt: II, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
    ZURCHER, Eric Jan, (1995). Millî Mücâdelede İttihatçılık, İstanbul: Bağlam Yayıncılık.


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    PEYNİR TENEKESİ

    nasır bağlamış elleri
    yüreğinin kapısını yıllarca
            kapalı tuta tuta
    yağmur öncesi bir buluta gizlenmiş
    unutmuş olsa gerek
    zorludur, öç alır pişmanlığın elleri
    getirir kor insanı bilmediği bir hududa

    Murathan MUNGAN

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.

    İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.

    Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.

    Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Kol Düğmeleri
    Barış Manço









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120406.asp
    ISSN: 1303-8923
    6 Nisan 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com