|
|
|
Editör'den : Feneriniz sönsün!.. |
Her ne kadar kimileri üç maymunu oynuyorsa da, biraz vicdan sahibi olanların içi yanıyor içi. İntikam çığlıklarıyla bezeli hak, hukuk, adalet söylemleri yaraya sadece tuz basıyor. 12 Eylül'ün intikamını, göstermelik dava yanına yanar döner dört çekerli eğitim salatası ile aldığını sananlar, bu sefer de 28 Şubat'ın izlerini yok etmenin planını uyguluyorlar. Bu nasıl kindir, bu ne menem bir rövanştır bilen biliyor mutlaka ama biz anlamıyoruz, anlamak ta istemiyoruz. Anlaşılan, yıllardır o kinle yaşayıp, düşmanlığı gizli gizli içinde büyüten hukuk çalışanları şimdilerde saklanmaya bile gerek görmeden "Ya Allah" deyip değişen Türkiye'nin gerileyen adaletine lokomotif olmayı marifet addediyorlar. Mesleği adalet dağıtmak olanların cibiliyeti bu da, o adalete alkış tutan yardakçı medyanın insanlık anlayışı farklı mı? Farklı diyenler, vakit denen paçavrada Meral Okay'ın ardından "O KADIN ÖLDÜ" diye manşet atanlara bir baksın, iğrençliği görsün. Acı olan, onların attığı manşetten çok, buna sessiz kalan takımın diğer elemanları.
Yukarıda yazdıklarımız ne ola ki? Dört çekerli eğitim sisteminin arasına 20 milyar liralık rantı koyan sözde dini bütün bezirganlar, deniz feneri ile götürdükleri milyonlarca avro ile üstüne cila da çektiler iyi mi? Yüzlerce klasör iddianame, belge, namuslu 3 savcının çalışması, 3 yıl sonra kocaman bir "HİÇ" oldu. Savcılar sürgüne, yenilen milyarlar mideye yollandı. Bu ne aşağılık bir oyundur yahu. Aranızda midesi bulanmayan varsa derhal kontrol ettirsin kendini. Dikkatinizden belki kaçmıştır diye söylüyorum, ne zaman bir pespayeliğin ucu Tayyip Bey'e dokuna yazsa, o iş kökünden hallediliyor farkında mısınız? Tabi bunlar bizim gördüklerimiz, bir de görmediklerimiz, ayakta uyuduklarımız var mutlaka.
İçerisi bir alem dışarısı başka. Şimdi de derdimiz Suriye. Her işi hallettik bir Suriye kaldı. Dayılanma politikası ile Obama'ya göz kırpan Tayyip Bey'imiz iyiden iyiye kaşınıyor, haydi hayırlısı. Kendi kendine kaşınsa amenna, Emine Hanım kaşır bize bulaşmaz. Ama bu farklı. Davranışları tüm memleketi savaşın eşiğine getiriyor. Yani o kaşınacak ama yaralar bizim sırtımızda çıkacak. Suriye'de dönen dolaplar gün gelecek ortaya serilecek. Kimin doğru kimin yalan söylediğini zaman gösterecek. İşte o zaman geldiğinde, eskiden olduğu gibi, bir koyup üç almanın hayaliyle yatıp kalkanların durumu ne olacak göreceğiz.
...
Tüm bu perişanlığın arasında, Kahve Molası 11. yılına giriyor. Bu amatör, kendi halinde oluşuma, yazarak, okuyarak verdiğiniz destek için sizlere sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Kahve Molası bu destek devam ettiği sürece varlığını sürdürecektir. Bugüne kadar sürç-i lisan ettikse affola. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BALATALARA BAKTIRSAM İYİ OLACAK- 4(Son) |
|
Bikinili genç kız dudaklarının sıcağını yanağımda bırakarak gözden kayboldu gitti. Üstelik şortu ve tişörtü de teknede kaldı. Bir sürü erkek içinde öpmek için neden beni seçti? Erkek olduğum için değil beni babacan bulduğu için böyle davrandı. Kesinlikle öyle… Aklım karıştı, düşüncelerim bulandı. Rakı bende hep rehavet yapar. Millet dilli düdük olur ben ise iyice içime kapanırım. Gidip teknenin kamarasına uzandım. Oracıkta uyuyup kalmışım. Uyandığımda tekne limana bağlıydı ve ortalıkta hiç kimse yoktu. Sabah olmuştu ve güneş yeni bir güne yükseliyordu. “Eyvah şimdi moku yedim işte. Evdekiler gece gelmediğim için canıma okuyacaklar. Ne yapsam da kendimi affettirsem? Gerçi arkadaşlarla içtiğimi tahmin etmişlerdir. Zaten bir araya gelince başka bir halt yediğimiz mi var?
Tekneden inip çarşıya gittim. Çiçekçiye gidip kocaman bir demet nergis aldım. Bu mevsimde nergis bulmak imkânsızdır oysa. Çocuklar için de bir kilo karışık pastane dondurması. Kızım meyve parçacıklı olanlara bayılırdı. Köye döndüğümde evde in cin top oynuyordu. Evin etrafı dolaştım. Kapıya, pencerelere baktım. Bana yazılmış bir not bulurum umuduyla her tarafı araştırdım. Sonra elimi ağzımda yuvarlayarak koruluğa, tarlanın aşağısına doğru bağırdım. Ben çaresizlik içinde dolanırken dondurmalar erimeye, çiçekler boyunlarını eğmeye başladı. Derken albayı getiren helikopter tozu dumana katarak komşu evin önündeki tarlaya indi. Pilot benim tanıdığım herif değildi. Albay helikopterden annesini ve basanı indirip gitti. Yaşlı karı kocanın yanına doğru gittim ve bizimkileri sordum. “Biz de dün akşamdan beri burada değiliz, görmedik“ dediler. Elimdekileri paketleri “Bunları bir zahmet sizin dolabı bırakalım, Ama bunu buzluğa koymalıyız,” dedim. Elimdekileri aldılar ve evlerine girdiler.
Uçağımın üzerine tırmanıp kokpite girdim. Uçağı çalıştırıp taşlı yolda yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Hızlandıkça uçağın sarsıntısı azaldı. Yeterli hıza ulaşınca gazı tam kökleyip kolu çekince gökyüzüne yükseldim. Göstergeler çıldırmış gibi dönüyorlardı. İngilizce olduğu için çoğunun ne söylediğini anlamıyordum. Anlamadığım bir yana dönerse dönsünler takmıyordum. Bütün sahili havadan taradım. Hamsilos Koyu’na Sarıkum’a baktım. Bizimkiler ortalıkta görünmüyordu. Bulutların altından geçerken, güneşe doğru körleşmiş gözlerle uçarken aklımda komşuya bıraktığım dondurma ve çiçekler vardı. Hazır havalanmışken son bir umutla Çiftlik ve Demirci ve Korucuk köylerinin sahillerine de baktım. Çocuklar eğer evde değillerse mutlaka denize gitmişlerdi. Sinop’un üstünden geçip ada burnundan döndüm ve tekrar köye geldim. Uçağı evin önüne değil kumsala indirdim. Canım sıkkın ve çaresizlik içinde eve döndüm. Kapının önündeki erik ağacının altına oturdum. Yorulmuştum, ter içindeydim ve susamıştım. Sapına ip bağlanmış paslı kovayı kuyuya saldım. Çekip başımdan aşağı suyu döktüm. Su buz gibiydi ama bataklık kokuyordu. Bu nedenle içemiyordum.
Son günlerde bana bir şeyler oluyor. Bu köy, önünde oturduğum bu ev, bu boş anız ve tarlanın sınırındaki koruluk kolaj bir resim sanki. İçinde her şey var. Biraz Manisa, biraz Ordu, azıcık Sinop ve Elbistan’ın düz damlı kerpiç evleri. Başında oturduğum bu kuyu buraya ait değil. Seksenli yıllarda Mardin Ömerli’nin bir köyünde görmüştüm galiba. Sanki o kuyu sökülüp binlerce kilometreden buraya getirilmiş. Taşlarındaki ip çizgileri en az iki asırlık. Sadece başında mor çemberli, çeneleri çiçek dövmeli Kürt kızları eksik. Nereye baksam, nereye gitsem her şey alaca, bütün imgeler dolaşık. Gölgesinde oturduğum erik ağacının burada ne işi var? Ben bu ağacı çocukluğumdan tanırım. Yaz akşamları çeşmeye taktığım hortumu dalından sarkıtıp duş alırdım. Yağmur gibi erik dökerdi dallarından. Süpürüp çöpe atardık. Ziyan olmasına kıyamadığı için annem bir iki kez toplayıp kak kurutmuştu. Yüzüne bakan olmayınca oda vazgeçmiş çöpe süpürmeye devam etmişti. Bana bir şeyler oluyor, balatalara baktırsam iyi olacak. Fazla ihmal etmeden en geç yarın erkenden kalkıp hastaneye gideyim.
Ben annem, babam ve çocukların eve dönmesini beklerken ve kendimle didişirken Panama şapkalı bir adam uçağın yanına geldi. Uçağın etrafında dolaşmaya başladı. Sonra evin önünde beni fark etti. Yoldan yukarıya, yanıma doğru yürümeye başladı.
- Bu uçak senin mi? dedi.
- Evet benim
- Sürekli bizim evin üzerinden uçuyorsun, görüyorum.
- Olabilir , umarım size bir zararım dokunmuyordur?
- Bize değil ama hayvanlar ürküyor.
- Nasıl yani,
- Tavuklar yumurtayı kesti, yüklü ineğimiz danasını attı.
- Siz nerede oturuyorsunuz? Eğer tarif ederseniz evinizin üzerinden uçmamaya özen gösteririm.
Kolunu koruluğu doğru uzattı.
- Şu tarafta çamlığın yanındayız.
- Tamam abi, şu anda sizin için yapabileceğim bir şey var mı?
- Tavuklarımdan ve ineğimden kaynaklanan zararımı ödeyebilirsiniz.
- Bu zararı nasıl belirleyeceğiz.
- Gönlünüzden ne koparsa, üç beş bir şey verseniz olur.
- Yani çıkarıp beş lira versem razı olur musunuz?
- O kadar da değil, birkaç tane yüzlük verirsen belki biraz ödeşmiş oluruz.
İşte şimdi papazı bulduk diye düşündüm.
- Burada başka uçak sahipleri de var. Söylediğiniz zararlara onların neden olmadığı ne malum.
- Ben sizin uçağın plakasını almıştım.
Bu sözü üzerine ben de film tamamen koptu.
- Güzel abim hadi işine git. Uçağın plakası mı olur? Gövdesinde rakamlar var ama onların çoğu uçarken yerden görünmez. Sen benle kafa bulmuyorsun dimi?
Kamera şakası falan olmalı diye kıllanmaya başladım. Etrafa bakındım. Adamın şapkası, yabancılar gibi yanlış tonlama ve yarım sözcüklerle konuşması zaten yetirince ilginçti.
- Seninle niye kafa bulayım. Ben sadece hakkımı arıyorum.
- Seninle bu şekilde anlaşamayız. Sen elbette hakkını aramaya devam et. Beni mahkemeye ver örneğin.
Mahkeme falan deyince adam sinirlendi. Panama şapkasını eline aldı. Başı terden sırılsıklam
olmuştu. Anlamadığım bir dilde kendi kendine konuşarak uzaklaşıp gitti. Şaka falan bir yana adam son derece ciddiydi. Gidişine ve öfkesine bakılırsa beni kesinlikle mahkemeye verecekti. Hadi kolay gelsin. Çocuklar, eşim, annem ve babam evde yoklardı. Nereye gittikleri de belli değildi. Panama şapkalı bir Hintli komşum beni mahkemeye verecekti. Hâkim uçağın ruhsatını ve plakasını isterse ne yapacağımı bilmiyordum. Balataların sıyırdığı artık gün gibi ayan beyandı. Zaman geçirmeden balatalara baktırsam iyi olacaktı.
NOT: Yazıdaki tutarsızlıklar rüyalarımla harmanlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kahve Molası Dostlarının 11. Yaşı Kutlu Olsun. Kalın Güzelliklerle hepiniz…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu UZLAŞI OLMADAN ASLA… |
|
Çok değerli bir dostum, sabah sabah sosyal paylaşım sayfama Martin Luther King’in: “İnsanlar genellikle birbirlerinden nefret ederler; çünkü birbirlerinden korkarlar; Birbirlerinden korkarlar; çünkü birbirlerini tanımazlar; birbirlerini tanımazlar çünkü iletişim kurmazlar; iletişim kurmazlar çünkü sınıflara ayrılmışlardır...” sözünü yazmış.
Bu söze göre nefretin kaynağının korku olduğunu söylemeliyiz. Bu her koşulda geçerli midir? Hayır. Ancak iletişimsizliğin nefret, dışlama ve ayrımcılık gibi insanlık suçlarına yol açtığını söylemek yanlış olmasa gerek.
Uzlaşı, yığınları, topluma dönüştüren en önemli değerlerden biridir. Siz hiç nefreti varlığının temeli yapmış bir toplumdan söz edebilir misiniz?
Önceki gün Yeni Akit Gazetesi'nin gayri resmi sitesi Habervaktim’de, Meral Okay için “O KADIN ÖLDÜ” manşetini görünce bu nefretin kaynağı ne, diye düşünmüştüm. Suudi Arabistan başmüftüsünün, “Arap Yarımadası’ndaki tüm kiliseler yıkılmalı” sözüyle bu sorum biraz daha boyutlandı. Her ne kadar Diyanet İşleri Başkanımızın, “Kiliseleri yıkma düşüncesi hem İslam’ın temel kaynaklarına hem de 14 asırlık medeniyet tecrübesine aykırıdır. Asla kabul edilemez” sözü yüreğime biraz su serpse de Edirne Valisinin Bulgar papaza karşı tavrı beni yeniden endişe ve korku iklimine çekiverdi.
Özdemir İnce bir yazısında anlatmıştı. Olay bir uçak yolculuğunda geçiyor.
“Birden karnım acıktı. Çantamı açtım, bir sandviç çıkardım. Tam ağzıma götürüyordum ki biri omzuma dokundu. Baktım Vassilis Alexakis.
- Başka sandvicin var mı, diye sordu.
Yoktu. Sandviçi ikiye bölüp yarısını Vassilis’e verdim. Vassilis:
"Bak Özdemir, nasıl anlaşıp uzlaşıyoruz. Sandviçini benimle paylaştın. Şu Kıbrıs işini, karasuları, kıta sahanlığı, fır hattı sorunlarını da böyle halletsek ya!" dedi.
"Neden olmasın," dedim, "anlaşıp uzlaşabiliriz. Ama sandviçin parasını ben verdim ve seninle paylaştım! Uzlaşmacı mı yoksa enayi mi sayılırım?"
Yalnız Alexakis’in değil bizim de uzlaşıdan anladığımız genellikle bu. Kendi çıkarlarımız vazgeçilmez, inançlarımız eşsiz, düşüncelerimiz mutlak doğru.
Hacettepe Üniversitesinin Beytepe girişindeki heykelin altında Latince bir deyim yazılıdır: "Timeo Hominem Unius Libri". Yani "Tek kitaplı insandan sakınınız."
Biliyorum, eli mercekli bazıları “Ne demek, bir insanın kaç kitabı olabilir ki?” dedi bile. Oysa o söz, üniversitenin çoğulcu düşünce yapısını anlatır. Çünkü “üniversite”, her şeyin incelendiği, araştırıldığı, sorgulandığı, tartışıldığı, hiçbir şeyin ezbere kabul edilmediği yerdir. Buralarda kendisinden olmayana saygı, kendisi gibi inanmayana hoşgörü, azınlığı koruma, karşıtlara tahammül, katlanma bir yaşam biçimine dönüştürülür. Tüm bunlar uzlaşı kültürü için gerekli değerlerdir.
Bence uzlaşma ( Acaba“uylaşma” daha mı doğru ki?) sözcüğünün anlam alanlarıyla ilgili bilgilerimiz yeterli değil. Uzlaşı, ne hoşgörü, ne anlaşmadır. Bir pazarlık sonunda varılan nokta da uzlaşma değildir. Çünkü pazarlıklarda muhataptan daha çok kazanma tutumu vardır. Taraflardan birini ortadan kaldıran; hatta kendisine bağımlı kılan dayatmalarda da uzlaşı yoktur.
Uzlaşma, tarafların, bir arada olma/yaşama koşullarını irdeleyip bunlardan bir kısmını veya tamamını değiştirmenin kendi çıkarları açısından gerekli olduğuna ikna olmalarıdır.
Demokrasi başlı başına bir uzlaşı rejimidir. Ancak demokrasinin nimetlerinden yararlanarak elde edilen gücün, bir dayatma aracına dönüştürülmesinde uzlaşı kültüründen eser aramak boşunadır.
Toplumsal uzlaşının en önemli metni Magna Carta’dan beri anayasalardır. Toplumumuz da 1876’da yayımlanan Kanun-i Esasi’den bu yana bir sürü anayasa yapmıştır. Ancak gerçek anlamda bir toplumsal uzlaşı metnini yaratabildiğimizi kim söyleyebilir?
Geçmişi “150 Yıllık Köhne Zihniyetle Mücadele Ediyoruz” sözleriyle suçlayan; ana muhalefet partisini “Hayal Partisi”, liderini “bostan korkuluğu” olarak niteleyen ve yeni insan yetiştirme düzenini “Benim ifademde dindarlar dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var." Dayatmasıyla açıklayan Başbakanın ve onu “yürüyen yalan makinesi” “beyninde hasar var” diye nitelendiren muhalefet liderlerinin uzlaşabilecekleri bir anayasa metni oluşturabileceklerine siz inanıyor musunuz? Ben, keşke demekle yetiniyorum.
Bugün ülkemizde laiklik - antilaiklik, Kürtçülük – Türkçülük gibi çok büyük sorunlara gebe uzlaşı konuları vardır. Bu konularda uzlaşma sağlanmadan bu ülkenin huzura kavuşması zordur. Tahammülsüzlüğün tavan yaptığı, gücü eline geçirenin her şeyi kendi düşündüğü ve inandığı gibi kılmaya çalıştığı bir ülkede, toplumsal barış için kafa yorup emek harcayanların işi hiç de kolay değil. Oysa sorumluluk, bu yurdu seven herkesin görevi olmalıdır.
Uzlaşı, hemen… Arının çiçeğe, çiçeğin suya, suyun ateşe muhtaç olduğu bir dünyada yalnız “biz”den olan bir toplum yaratmaya kalkışmak ne büyük gaflettir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KAPANDI MI O DEVİR?
Ben bu evde ölmek istemiyorum. Son nefesimi bu daracık, karanlık odada vermek istemiyorum. Götürseler ya beni evime, götürmüyorlar. Uydurdular bir bahane zorla getirdiler beni buraya. Neymiş efendim, havalar soğukmuş, kış çıkana kadar yanlarında kalaymışım. Kış çıkıyor işte, güneş yükseliyor öğlenleri, ağaçlar bile yeşillenmeye durdu. Ben hâlâ buradayım.
Ne kadar yabancı bu ev bana, oysa doğduğum topraklarda sayılırım, atlasam arabaya on beş dakika sonra doğduğum köyde olurum. Ne arabaya atlayacak halim var ne de kimseyi görecek gözüm aslında. Ana yok, baba yok, kardeş yok, kimi göreyim de hasretimi gidereyim ki? Yarın, bilemedin öbür gün çağırırlar yanlarına, orada, o bilinmeyen yerde gideririz hasretimizi. Öperim anamın babamın ellerini, yanaklarını, koklarım, çekerim içime. Affettim onları ben, ne de olsa ana baba. Ne yaptılarsa benim iyiliğimi düşündüklerinden yaptılar, dövdülerse de gene iyiliğim için. Sormadılar gerçi bana kendim için ne düşündüğümü, neyin benim iyiliğime olabileceğini, olsun. Anladılar ya son nefeslerini verirken, helallik istediler ya benden, yetti işte.
Ama abimi, ablamı hiç affetmedim, affetmeyeceğim. Kötü kalpliydi ikisi de, anamı babamı onlar kışkırttı, saldı üstüme. Ne istedilerse tek canımdan? Malda mülkte de gözüm yoktu, parsel ettiler paylaştılar, haberim bile olmadı, olunca da sesimi mi çıkarttım sanki? Bana, çalışıp da kazandığım para yetip artıyordu, alın terimle yaptım ne yaptımsa. Dul kalınca onlar gönderdi İstanbul’a, ‘para kazanmazsan yemek yok sana’ diye onlar dedi. Sigortalı işe girip para kazanınca da kıskandılar utanmadan. Namusuma iftira attılar, paramı almaya kalkıştılar. Ne yapaydım, her gün dayak yediğim abi evinde oturmaya devam mı edeydim? Takside girip ev aldım kendime. Bu sefer de abim olacak soyguncu evi kendi üstüme yapmamı istedi? Nasıl olsa çoluğum çocuğum yokmuş, kime kalacakmış, onun çocuklarına kalsın da o da bana ölünceye kadar baksınmış. Bak, kim öldü Allah aşkına? Yapaydım evimi onun üstüne şimdi sürünürdüm ortalarda.
Allah’tan, kardeşimden olan yeğenim vefalı çıktı, hastalığımda sağlığımda karısıyla koşuşturup durdular sağ olsunlar. Ben de geçen yıl yapıverdim evi onların üstüne. Pişmanlığım yok, bakıyorlar gene bana. Gerçi ben kendime bakabiliyorum çok şükür, elden ayaktan düşmedim daha, ama temizlik falan yapamıyorum artık, gelin gelip onu hallediyor ayda bir işte. Evime tadilat yaptılar, kalorifer döşettiler, rahat rahat yaşıyordum ne güzel.
Gelip almasalardı…
İnsanın kendi evi gibi yok. Soğan ekmek de yesen, battaniyeye sarınıp da ısınsan kendi evin işte. İster ayağını uzat yat kanepede, ister pencerenden sokağa bak, kim karışır ki? Efendi sensin, keyfin ne isterse onu yaparsın. Şimdi öyle mi ya? Yemek saati, uyku saati, şu saati, bu saati. Gelin de pek titiz, bir şey demiyor, ama ben yine de çekiniyorum yanlış bir şey yapıp evin düzenini bozacağım diye.
Bir de doktor hastalığı var bunlarda, aksırsan haydi koş doktora. Yok ki benim bir şeyim, götürüyorlar, bir torba da ilaç yazdırıyorlar, içirip duruyorlar. Ben iyiydim, beni bu ilaçlar mahvetti biliyorum. Yok nefesim yetmiyormuş, yok Parkinson mu nedir varmış, ilaç içmezsem ölürmüşüm. Asıl içe içe öleceğim haberleri yok. Durmadan tahlil, tomografi, emar, vallahi bıktım.
Balkona çıkamıyorum, kocaman balkona kısacık korkuluk yapmışlar, başım dönüyor. Zaten en üst kattan da aşağısı seçilmiyor ki. Ne güzel bakardım giriş katı penceremden, sokakta çocuklar oynardı, ekmek aldırırdım onlara. Kedilerim vardı, yemek verirdim, ne oldular acaba? Aşağıdaki dükkan sahibi de hiç sevmezdi onları, şimdi ben gidince kovmuştur zavallıları.
Her sabah işe gidişini, her akşam da işten dönüşünü beklerdim Gülten’in. Yaşama sevincim gibiydi o. Her gün uğrayamasa da onun apartmanda olduğunu bilmek güç verirdi bana. Konuşurduk yenilerden, eskilerden, arada dedikodu da yapardık, gülerdik. ‘Sen olmasan bu apartmanda ne işim var artık benim’ derdim ona. Doğruydu, iki laf edecek başka kimsem kalmadıydı ki, giden gitti, kalanlar da değişti, eskisi gibi değiller artık.
Taşınmış Gülten…
Telefonda söylemiş bizim geline. Ben üzülürüm diye ona söylemiş. Gelecekti güya, kim bilir ne zaman?
Yolun sonu mu yaklaşıyor yoksa?
Kapandı mı o devir, bırakıp gitti mi beni güzel Üsküdar? Son bir kez Üsküdar sahilinden denizin kokusunu duymak isterdim, oturup bir çay bahçesinde çay içmek isterdim, Tekel işçiliği günlerimi yâd etmek isterdim.
Genç, kütür kütür bedenimle yokuşlardan aşağı nasıl da koştura koştura inerdim. Bilemedim kıymetini o yılların, bilemedim. Bilen var mı onu da çözemedim.
İnsanın kendi evi gibi yok.
Ama artık kendi evimin de neşesi yok işte. Benim bir yerim yok artık yaşam sevinci duyabileceğim.
Taşınmış Gülten…
Yine de, yine de ben bu evde ölmek istemiyorum.
Nurten Demirel (Karahasanoğlu)
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran “NUR BABA” |
|
Her gün tanık oluyorsunuz, KÜRESEL HARAKİRİ’nin baş oyuncuları Amerikalılarla İngilizlerin ardına takılıp gönüllü devşirmelik yapanlar en çok Atatürk’e, devrim ve ilkelerine saldırıyor; hadi Amerika’nın özerklik kandırmacalarına yüksek kazançlarla hizmet eden hainlerin masallarına kanıp Atamıza saldıranları kendi mantıksızlıkları içinde anlamaya çalışalım; peki kurduğu Parti’nin temsilcileri arasından da aynı hançerleri önce Türk, sonra dünya halklarının sırtına saplayanlara ne demeli?
Bu modaya, yazık ki şu anda Silivri’de tutsak edilmiş olan, Aydınlık yazarlarından, her şeyi herkesten önce, herkesten daha doğru dile getirdiğini sürekli kafamıza çakan bir Bilgiç Dede de, fol ve yumurta yokken, Yakıp Kadri’nin “Nur Baba” adlı romanından söz etti.
Bu romanda, Alevi kardeşlerimize öteden beri, haksız ve edepsizce çalınan bir karadan “mum söndürme” olayından da söz ediliyormuş.
Bunun üzerine, yaşayan Alevi Bilgeleri’nden ikisi, bereket yine Aydınlık sayfalarında buna uzunca bir yanıt verdiler; Aleviler öyle ileri sürüldüğü gibi mumları söndürüp karanlıkla ellerine geçeni becermezler; tersine, bütün kafalarda bir mum yakmaya; kadın erkek bütün insanları aydınlatmaya; Tanrı’nın en sevgili yaratığı insanı yüceltmeye çalışırlar, dediler; hem de belgeleriyle.
Anlattıkları arasında en çarpıcı olanı, Atatürk’le ilgili bölümdü; bilirsiniz, Mustafa Kemâl, parasız pulsuz, rütbesiz görevsiz Sivas’tan ayrılıp lastikleri ve benzini bile bir Amerikan kolejinden sağlanan döküntü bir arabayla Ankara’ya gelirken, Hacı Bektaş’a da uğrayıp o zamanki Dede’yi görmeye gitmiş, sofrasında rakısını içmiş; sonunda da, olup biteni, olacakları çok iyi sezip gören bu güzelim insanlardan bir kese yardım almış,
Yakup Kadri bir Alevi çocuğuymuş meğer; ama her dönemde, her ülkede, verilecek bir ödül için, üç beş alkış için ruhunu da, yurdunu da satan yamuklar hep çıkmış, bundan sonra da, bütün dünya Küba halkı kadar erdemli kılınmadıkça daha da çıkacak besbelli.
Romanın yayınlanmasından sonra bir akşam, Mustafa Kemâl ünlü sofrasına, Yakup Kadri’nin babasıyla birlikte başka bir Dede’yi çağırtmış hemen yanıbaşına oturtmuş; sonra, gidip şimdi de Yakup Kadri’yi getirin, demiş. Onu da tam karşısına yerleştirmiş.
Aslında, söze hiç gerek yok bu sahnede; anlatılmak istenen, verilen ders o kadar açık ki.
Atatürk, hoşbeş arasında Yakup Kadri’nin babasından bir türkü istemiş; o yüce gönüllü insan da seve seve söylemiş. Derken söz romana, orada değinilen konulara gelmiş; oğlunun her şeyi bile bile böyle alçakça çarpıtmasına içerleyen Baba kırgınmış elbet.
Söyleşinin sonunda Mustafa Kemâl¸Yakup’a dönüp; hadi bakalım, şimdi ayağa kalk, babanın elini öpüp özür dile, demiş. Ama Bilge Dede ondan önce ayağa fırlamış, kollarını açıp oğluna doğru yürümüş, kucaklayıp öpmüş.
Mustafa Kemâl, her zamanki gibi iki elini masaya vurup toplantının sona erdiğini bildirdikten sonra, yâverine, bu akşam beyler bir bizim konuğumuz olsunlar, kendilerine odalarını gösterin demiş
Öteden beri, insanlığın, ancak Alevilerin getirdiği yerden dana ileri giderek uygarlaşacağına inanırdım; nitekim Fidel Castro ve arkadaşları işte bunu başardılar: Küba’da kadın erkek eşitliği tam; kadınlar gerçek, bilinçli birer yurttaş. Bunun o toplumu ne kadar sarsılmaz bir dirence kavuşturduğunu gidip gözünüzle görmeniz gerekir.
Alevilere gelince, paradan ve sanal erkten başka bir şey düşünmeyen, düşünemeyen alçak Batılıların, Amerikalıların çevirdiği dolaplar günümüzde onları Maraşlarda, Sivaslarda, Gazi Mahallelerinde yakmaya kırmaya devam ediyor; aslında Yavuz (?) Selimlerin onları toplayıp diri diri kör kuyulara gömmeye başladığı günlerden beri, kolluk güçlerine ya da gönüllü katillere yakalanmamak için mumlarını, kandillerini söndürüyor olmalılar; yoksa aklı belinden yukarı çıkamayanların ileri sürdükleri gibi karanlıkta önüne gelene saldırmak için değil.
Ben Yakup Kadri’nin yerinde olsam, hani Mustafa Kemâl’in gösterdiği bir tepeyi ele geçiremediği için, üstelik tepenin alınmasından birkaç dakika önce tabancayı beynine dayayan komutan gibi, o akşam eve gidince, ömrümün bundan sonraki bölümünde duyacağım kaldırılmaz utanca son verirdim.
Bu öyküde, Alevi kardeşlerimizi erdemi, yüceliği kadar, önce Anadolu halkının, sonra ezilen, sömürülen bütün dünya halklarının Gerçek Nur Babası’nın Mustafa Kemâl Atatürk olduğu bir kez daha kanıtlanıyor.
Ama yazık ki Aydınlık’taki Bilgiç Dede, ertesi haftaki yazısında, bu satırları hiç okumamış gibi, yine Yakup Kadri’nin kitabının o günlerde nasıl ses çıkardığından söz etti; ne diyeyim? Yüce Gökler onu bildiği gibi yapsın.
*
Öteden beri kafamı kurcalayan bir konuya değineyim şimdi de; Carmen, şimdiye dek yazılmış en güzel yapıtlardan biri bence, müzik açısından.
Ama hele Saura’nın Carmen’ini izlediğimden beri gerek yapıtın öyküsü, gerek Carmen’in ünlü şarkısı ağzımın tadını epey kaçırıyor: aşk, ele avuca sığmaz bir kuşmuş; adam onu severse, o sevmezmiş; ama bir de severse, adam kendini kollamalıymış!
Biliyorsunuz, doğa insan soyunun sürebilmesi için, yeni yavruyu asıl yaratıp büyütecek varlığı, kadını, dirimsel=cinsel açıdan erkekten birkaç kat güçlü yaratmış; bütün erkekler, horozlar gibi, sarıldıkları kadının üstünden beş on saniye indiklerinde, kadınlarımız daha kıpırdamamış oluyorlar; ve dünyanın bütün mutsuzlukları, kıskançlıkları, ceza yasaları bundan doğuyor: ya kadın kıpırdamaya yeltenirse?
Ancak bu doğal üstünlük, toplumsal alanda hep ters yorumlanmış; Orta Çağ’da büyücü, cadı sayılan kadınlarımızı diri diri yakmışız; aradan geçen onca yüzyıldan sonra, şimdi odun kalmadığı için olacak, ya delik deşik ediyor, ya kurşun yağmuruna tutuyoruz,
Ama operada karşımıza çıkarılan kadın örneği sakat, çarpık; gerçek sevdada, ne kadın, ne de erkek, sevgilisinin koynundan çıkar çıkmaz başkalarına koşmaz; cinsel-düşünsel doyumu iki erkeği kapıştırmakta ya da karnına bir bıçak saplanmasında aramaz.
Bu satırları yazarken aklıma, Lui dergisinde okuduğum bir öykü geldi; Fransa’nın ömrünü müzik eşleğinde soyunarak geçirmiş yıldızlarından biri, günün birinde kendi yerini açmış; yine soyunuyor, ama bu kez konuşarak; kendisini izlemeye gelenleri zangır zangır titreten sözler ederek. Her yerdeki gibi, Paris’te de, bu soyunan çekici kadın karşısında ileri geri lâflar eden çıkıyormuş; bunun üzerine kadın, adamı sahneye çağırıyor, hadi buyur, söylediğini yap, diyormuş. Adam patlamış balona dönüyormuş elbet.
Bu hanıma gazeteci soruyordu; iyi ama siz evli değil misiniz, sevgiliniz yok mu? Yaptığınız bu işten dolayı sizi kıskanmıyor mu?
O da, sakin sakin şöyle diyordu: ben sevgilimle güneş patlaması gibi bir şey yaşarım; insan bundan sonra öylesine dolu ve doyumludur ki, bu mutluluğu bütün insan kardeşleriyle paylaşmak ister.
Zavallı Carmen’in, daha doğrusu operanın alındığı romanı yazanın bundan hiç haberi yokmuş demek ki; ne yazık!
*
Sonunda, Madımak’ta 33 kişiyi diri diri yakanlar kurtarıldı, dâvâları zaman aşımına uğratıldı; herkes bu kararı alan yargıçları, onları etkileyen milletvekillerini, yetkilileri kınıyor.
Oysa asıl suçlanacak, kınanacak kişi Erdal İnönü’dür; o sırada başbakan yardımcısı; başta Aziz Nesin, birçok kişi onu telefonla arayıp durumu anlatıyor; yakılmak üreyiz, aman yardım edin, diye yalvarıyor. O bilim adamı, pireyi incitmeyen, çelebi mi çelebi adam sakın tasalanmayın, bütün önlemler alındı yanıtını veriyor; oysa önlem falan yok, kentin yanıbaşındaki birliğin komutanı, bir dakikada durdurabileceği o çıldırtılmış kalabalığı dağıtmak üzere askerlerini yollamıyor; topu topu bir manga geliyor, o da arada kaynayıp gidiyor.
Sonraki yıllarda Edal Bey’i çeşitli yerlerde birkaç kez gördüm; yüzünde en küçük bir acı, kaygı, utanç belirtisi yoktu: o kadar emindi ki arılığından duruluğundan!
Bence, insanlığın bugün çektiği acılar, gözü dönmüş doyumsuz, hırslı, acımasız insanlardan çok, böyle bile bile suskun kalan, serçe parmağını oynatmayan kişiler yüzündendir.
Wilhelm Reich buna duygusal veba derdi; ne kadar haklıymış!
*
Cumhuriyet’ten bir hanım Pazar günleri adları ortalıkta dolaşan insanlarla söyleşir; geçen Pazarlardan birinde Sırbistan’ın genç Büyükelçisi ile konuştu.
Delikanlı ünlü bir gazetecinin oğluymuş; ayrıcalığını sonuna dek kullanmış Londra’da iktisat okumuş, yurduna dönüşte, art arda önemli görevlerde bulunduktan sonra, Ankara’ya elçi olarak gönderilmiş.
Ele alınan konu, Yugoslavya’nın parçalanması; küçük bey diyor ki, bu Avrupalılar hâlâ buyurucu (emperyalist) kafadalar; kafadar sözcüğünü çok seviyor besbelli, ülkeyi parçalayan içsavaşı da üç kafadar,Miloşeviç, Tudjman ve İzzetbegoviç el ele verip çıkarmışlar.
Londra’da tutumbilimi yalnız şimdilerde çok gözde olan şu ünlü liberal bakışla okumuş besbelli: insanlık tarihindeki bütün savaşları bir avuç azgözlü ataerkil sülüğün çıkardığını hiç duymamış, düşünmemiş. Oysa, yüzüne bakınca, sevgili Tito Yugoslavya’yı birlik ve barış içinde yaşatmaya uğraşırken doğduğu anlaşılıyor; çocuk da olsa, o günlerde insanlara sağlanan olanakları o da yaşamış olmalı; hadi diyelim kendisi göremedi; ünlü bir gazeteci olan babasının anlatmış olması gerekir – dinleyecek kulağı varsa elbet.
Ettiği sözlerin neresini düzelteyim? Buyurucu kafada olanlar yalnız Avrupa Birliği’nin etkili üyeleri değil ki! Yeryüzündeki bütün artı-değeri de, kaynakları da ellerinde toplamaya yemin etmiş olan, başka türlü bir davranış biçimi bilmeyen anamalcı hastalar. O bankaların, uluslar arası kurumların içinde ya da başında olsak, biz de aynı şeyleri yapmak zorunda kalırız. Önce silah ya da mikrop üretip insanları birbirine kırdıran, yarattıkları hastalığın ilacını satıp trilyonları vuranlar da onlar.
Üç kafadara gelince, başta İngilizler, Avrupalı sömürücülerin kışkırtmalarına kapılan; özgürlük, demokrasi gibi elma şekerlerini dişleyip daha düne kadar kız ya da oğlan alıp verdiği yazgıdaş yurttaşları Bosna Herseklilere ilkin Hırvatların saldırdığını o görmezden gelse de, bütün dünya biliyor, biz de unutmadık.
Bundan yüreklenen Sırplarsa, yakın tarihin en korkunç, acımasız kıyım ve kırımlarından birine girişip çoluk çocuk, yaşlı genç,,kadın erkek demeden bütün Boşnakları toplu mezarlara tıktılar; hem de sözümona çatışmaları önlemek, barışı geri getirmek üzere gönderilmiş Birleşmiş Milletler askerlerinin gözetiminde, denetiminde.
Birçok benzeri gibi, genç Sırbistan Büyükelçisi de sevgili Yılmaz Dikbaş’ın o güzel adlandırmasıyla tam bir gönüllü devşirme demek ki; yakında 21. Yüzyılda büyük bir tantanayla, hem de bütün dünya açlıktan kırılırken, bir eli yağda öbürü balda yaşatılan İngiliz Kraliçesi ona da bir nişan takar elbet.
*
Bu iç karartıcı şeylerin yanında, ışık, aydınlık, umut yine Küba’dan geldi; Sevil¸Sendika Org sitesinden bir yazı indirdi: Küba’da Eğitim.
Havana’ya gelip işe el koyduktan kısa bir süre sonra ünlü bir bale okulu yöneticisine koşup hoşbeşin ardından; Küba’da bale sanatını diriltebilmek için kaç paraya gereksinimiz var? diye soran; 100 000 dolar yanıtını alınca, biz size 200 000 dolar verelim, siz de bize ulusal bir bale yaratın diyen o benzersiz insan ve arkadaşları, şu dillerden düşmeyen halkerkinin (demokrasinin) bütün yurttaşları önce okur yazar; sonra olup biteni, çevrilen dolapları, kurulan tuzakları herhangi bir önderin anlatmasına gerek kalmadan kendisi düşünüp anlayabilen insanlar yaratmaktan geçtiğini çok iyi görmüş - Türkiye’nin ancak köylü çocuklarını karanlığın pençesinden kurtarıp aydınlığa kavuşturmakla güçlü, bağımsız bir ülke olabileceğini çok iyi gören; ama yanında yöresinde çaresizlikten iş vermek zorunda kaldığı bütün insanlar ürkek, pısırık, hattâ karşıdevrimci oldukları için; ayrıca Fidel gibi kurduğu yapının başında 50 yıl kalamadığı için gerçekleştiremeyen Mustafa Kemâl Atatürk gibi.
Oysa Küba’da şimdi okuma, aydınlanma kapısı herkese açık; bunun için gerekli altyapıyı da, öğretmeni de sağlamışlar ilkin; dolayısıyla, her kesim, işçiler, köylüler, akderililer karaderililer herkes okuma, bilinçlenme olanak ve hakkına sahip; üniversite sonuna dek, bütün eğitim, öğrenim, barınma, beslenme, kitap, kalem, giysi, her şey parasız.
Her okulda sanat eğitimiyle ilgili bir bölümün bulunmasının yanında, ülkenin dört bir yanında sanat okulları açılmış; dahası, bütün dünyada birer işkence yuvası gibi tasarlanıp kurulmuş olan ve işletilen cezaevlerinde bile açık öğretim var: insanların kötü ruhlu, şeytan ya da sapık oldukları için değil, bilgisiz kaldıkları için suç işledikleri kabul edilerek buralara kapatılmış insan kardeşlerimize de okuyup öğrenme, bilinçlenip toparlanma, sağlıklı bireyler olarak yeniden toplumsal yaşama dönme olanağı sağlanmış.
Ardı arkası gelmeyen, gelmeyecek olan parasal bunalımların kıskacında yaşamaktan kurtulmaya karar verebildiğimiz gün, bütün dünyanın en olumsuz koşullarda bile bakıp örnek alabileceği eğitim dizgesi gözümüzün önünde duruyor.
Yeter ki şu çılgın gidişe son vermeyi kararlaştırıp uygulayabilelim.
*
İletişim ağında yeni bir dost edindim: Osman Türkoğuz; olasılık-gereklilik sonucu, benim gibi o da gerçek bir Ali Yüce hayranı. Geçen gün bir şiirini yolladı; onu buraya alayım, paylaşalım.
POLİKİLİNİK
Hastane koridor iskarpin ökçe
Kep gömlek bel göğüs hemşire
çıkı tak, çıkı tak, çıkı tak.
Yürürken sert dururken yumuşak
Sekerken hem sert hem yumuşak
Doktor beğ geldi geliyor gelecek
belki on’da, belki onbir buçukta
Saatler uzun, uzun, canım kısa
Doktor beğe selam edin
Saatler buçuksuz olsa
Devlet baba doktor bacı ana
koridor halk kuyruk sabır kavga
bir doktora üçbin hasta vay be
adın ne yaşın kaç neyin var
bir dakikada üç muayene
reçete roman ilaç uy anam
kapı koridor iki hademe bir imam
kısa bir sedye uzun bir ölü
Rap/ rap/ rap/ lap/ lap/ lap
kart bir doktor taze bir hemşire
çıkı tak çıkı tak çıkı tak
gözlerinde uçurtma uçur
Dudağından sigara yak.
Şuramda aha şuramda bir sancı
En derin hocalara yazdırmışım
Okutmuş üfletmişim olmamış
İniş yokuş kağnı eşek yaya
Kalkıp gelmişim ta buralara
Duvar diplerine kapı önlerine
Uzanmışım oturmuşum çömelmişim
Sırtımı önce Allaha sonra duvara dayamışım
Doktor beğ geldi geliyor gelecek
Beklemişim beklemişim beklemişim
Sırtımda taşımışım utancınızı
Çağınıza uygarlık taşımışım
Güzellik taşımışım kadınlara kızlara
Damarlara kan yüzlere kahkaha
Kısır memelere süt taşımışım
Barış taşımışım ak güvercinlere
Tüfek yumruk sopa seferberlik
Yirmi kişiye bir kara somun
Kırk kişiye bir matara su
Yemen çöllerinde ot yiyerek
Çarpışmışım Allah Allah diyerek
Çağlar uçuklamış sesimden
Kemâl Paşa İsmet Paşa Kurtuluş savaşı
İstanbul Çanakkale İzmir Erzurum Kars
Top tüfek süngü sopa yumruk imam
Ayda insan izi yoktu o zaman
Dördüncü top taburundan Bekir Çavuş
İniş yokuş kağnı eşek yaya
Kalkıp ta buralara gelmişim
Duvar diplerine kapı önlerine
Uzanmışım oturmuşum çömelmişim
Şuramda aha ta şuramda bir sancı
İster gel ister gelme doktor beğim
Ben ölmeye alışmışım.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Çağın kâbusları
Okuyup da ürktüğüm çok sayıda haber olmuştur bugüne kadar ancak bu defakinde ‘’ Bu nasıl iğrenç bir zekânın ürünüdür?’’ diye düşündüm. Endişelerimin sebebi şu haber idi: İngiliz medyasından yayılan bir habere göre Rusya’da Vladimir Putin tarafından insanların sinir sistemini kullanılamaz hale getiren bir silahın üretimine izin verildi.
Asıl ürküten bir şey daha vardı ki bu silahların soğuk savaş dönemiyle birlikte 1950'li yıllardan itibaren ABD ve Rusya'nın geliştirmek için laboratuvar çalışmaları yaptığı bilinmesi...
"Psychotronic" adı verilen hedefin sinir sistemini felç edip kontrolünün ele geçirilmesini hedefleyen bu tehlikeli psikolojik silahın yapımına izin verilmiş. Medya’da yayılan haberlere göre bu sıra dışı silahı Rusya çoktan geliştirmiş ve uykuya bırakmış ve nihayet Putin, silahın gerçekleştirilmesi için nihai emri vermiştir.
Askeri ve politik anlamda nükleer olarak nitelenen bu silahların “sinir sistemine doğrudan etki eden, kişiyi kontrol altına alan, istenirse onu suikaste yöneltebilen bir silah” tanımlaması Rus savunma bakanı Anatoly Serdyukov tarafından yapılmış bulunmaktadır.
Yayılan haberlere göre Rusya'nın başkenti Moskova'daki Askeri Araştırmalar Merkezi Başkanı Anatoly Tsyganok, bu silaha maruz kalan bir kişinin ateşinin hızla yükseleceğini, kızgın ateşte duran bir tavaya atılmış gibi kendini hissedeceğini, bu silahlar hakkında hâlâ özel birliklerdeki askerlerin bile bu tür silahlarla ne yapacaklarını fazla bilmediklerini söylemektedir.
İnsanın davranışlarının kontrol edebileceği, intihara sürüklemenin de mümkün olduğu, mikrodalga fırınlardaki gibi elektromanyetik ışınlar yayarak hedefteki insanın sinir sistemini felç edebilecek, aşırı oranda verildiğinde iç organlara zarar vererek, sinir sistemini çalışamaz hale getirebilecek bir silahtan bahsediyoruz.
Bu bir insanlık suçu, suçu gerçekleştirenler de insan değil midir? İnsanlık laboratuarların loş koridorlarında kaybolmaya devam etmektedir. Dünya buna karşı çıkacak mı diye soramıyorum. Biliyorum ki bozacının şahidi şıracı. Bir yanımızda büyük abimiz Amerika, üst kat komşusu Rusya, bir tarafta Müslüman komşularımızdan İran... Fazla söze gerek var mı?
Bu nasıl bir insan zekâsıdır ki kendi türünü öldürmek için nefes almaya devam edip kendisine insanım, hatta bilim insanıyım diyebiliyor? Bunun yerine insanların nasıl mutlu edilebileceğine kafa yorulsa, çareler aransaydı dünya bugünden ne kadar farklı olurdu, bir düşünelim...
Çağımızda insanların beyin ağırlığı erişkin erkekte ortalama 1347 gr (1214-1450 gr) ve kadında 1223 (aralık 1111-1306 gr) kadardır. Biz hâlâ beynin %3 ü mü, % 10’u mu çalışıyor diye düşünmeye devam ederken birileri beyaz önlüklerini giyip insanlığı karartacak keşifler yapmaya devam ediyor.
HES ( Hidroelektrik santralleri) ‘lerine, nükleer santrallere karşı koyanlar bu haberi nasıl değerlendirecek merak ediyorum. Rusya’nın üretme kararı aldığı silahın kontrollü kullanımı hemen hemen mümkün değilse de diğer silahların bir dereceye kadar kontrollü kullanılması ve faydaları da söz konusu... Bu silahın geliştirilme aşamasında gözlerden uzak kim bilir kaç kişinin kobay olarak kullanıldığını düşünmeden edemiyorum.
Daha ürkütücü gelişmelerle karşılaşmamak için uyanmaktan korkmayacağımız yarınlara ulaşabilmek dileğiyle...
Müşerref Özdaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba’dan Aforizmalar-48
* İnsan olarak doğmak kolay; ama insan olarak kalmak zordur. İnsan olarak kalmak istiyorsan: Her acı veren şeyi kötü belleme, ahmakların konuşmasını dinleme, sırlarını başkalarına söyleme, başarıların ile böbürlenme, olur olmaz şeylere celallenme, başkalarının arkasında laf etme, senin olmayan mala elleme, insanların ayıplarını gözleme, kimseye kin besleme, kızsan da kötülük dileme, dünya malının çokluğuna güvenme, sana yardımı dokunanlara nankörlük etme, girdiğin kalbi kirletme.
* Güçlü insan denildiğinde ne anlıyoruz? Boylu, poslu, tuttuğunu koparan mı, yoksa maddi bakımdan zengin olan mı? Ya da ahlâken iyi olan, karakter sahibi; insanlığa yarar sağlayan mı?
* Düdük maçı, silah hayatı, yalan doğruyu, kötü iyiyi, zalim masumu bitirir.
* Zaman, hayat ve umut; geri vitesi olmayan bir otomobil gibidir.
* Bir insandan duygusal konularla ilgili tarafsız olmasını istemek ne kadar saçma. Çünkü duygu özneldir, yani kişiye özgüdür ve tabi ki subjectiftir.
* İnsanların sahip oldukları etik değerler, paslı bir demirin üzerine geçirilmiş incecik bir altın kaplama levha gibidir. O nedenle etik değerler kaybolunca, insanın en kötü tarafları da açığa çıkar.
* Mutsuz insanların yaşadığı evlerde, hastalık hiç eksik olmaz.
* Kandırdığın her insan potansiyel bir düşmandır.
* Kitaplar dolusu yazarsın sevgini anlatamazsın, bir tek kelime söylersin, kitaplar dolusu anlatmış olursun. İşte sevgi böyle bir şey!
* Doğum ve ölüm üzerine bir soru: Doğa ölüme değil, doğuma programlanmıştır. Doğum olur, onun sonucu olarak da ölüm gerçekleşir. Mademki ölümden bu kadar korkuyorsun, öyleyse neden doğdun? Soru saçma gelebilir. Mesela, “doğmak veya doğmamak benim elimde miydi ki “neden doğdun?” sorusuna cevap vereyim diyebilirsin. Ama gene de bu soruya değişik bir cevap bulmaya çalışır mısın?
* Yüz, yüreğin aynasıdır. O nedenle, yüreğin temizliğini kişinin yüzü etrafa yansıtır.
* Hayat, zaman ırmağının üzerinde kayıkla yapılan bir gezintidir. Irmak, akar gider, kayık da onunla beraber. Denize ulaşınca ise gezinti biter…
* Beden yorgunluğu, gönül yorgunluğunun yanında nedir ki? Bedeni birkaç dakikada, saatte; ya da günde dinlendirirsin. Ama gönül yorgunluğu bazen yıllarca sürer, bazen de bir ömür boyu.
* Yalnızlığı çok seviyorum. Neden mi? Çünkü o, beni hiç terk etmiyor.
* Her şeyi dert edinenler, olur olmaz şeylere üzülenler; size bir haberim var: Birkaç katrilyon yıl sonra evrendeki yıldızların enerjileri tükenecekmiş ve de evren soğuyarak 10 üzeri 1500 yıl sonra tamamen demire dönüşerek tüm enerjisini yitirecekmiş.
* Her canlının yaşama süresi eşittir, yani hayat sadece bir ömürdür. Gün, ay ve yıl olarak hesaplamak yanlıştır. Yirmi dört saat yaşadığı söylenen bir kelebeğin de, 70-80 sene yaşadığı söylenen bir insanın da, aslında yaşadıkları bir ömürdür.
* Ey yolcu! Bu senin yolculuğundur. Herkes kendi yolunda ve tek başına gider. Gideceğin yer, ineceğin son durak bellidir. Arada bir yerde istesen de inemezsin.
* Gönlünün sadakasını verdin mi? Vermediysen, hemen sana kötülüğü dokunanları, ihanet edenleri, düşman olanları affet.
* Hep ikiyüzlü insanlardan dert yanılır. Ben; üç yüzlü, dört yüzlü, bilmem kaç yüzlü olanlarını da gördüm. Öyle ki maskeli balo örneği ile bile onları anlatamam.
* Dogmatik anlayış; aklın, mantığın kontrolünden ve süzgecinden kaçırılmış bir düşüncedir. Dogmatizmi küçümsemeyin. Zira bu anlayış, bir döneme yani ortaçağa damgasını vurmuştur. Sorgulayan beyinleri yok etmek en başta gelen amacıdır, özgür düşüncenin katilidir. Korku salarak hızla yayılır ve kısa sürede tüm toplumu kuşatıverir. Gelecek nesillerin karanlıkta boğulmasını istemiyorsan; aklı, bilimsel düşünceyi egemen kılmalısın.
* Bir kişinin dilinden, renginden, dininden önce kalbine bak, insanlığına bak!
* Herkesin gönlünü açıp girmesini istemiyorsan kapı değil, anahtar ol.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
EMİRGAN’ DA BİR REMBRANDT
İstanbul, bahara erken girdi bu yıl, daha ilk güneşle beraber çiçekleniverdi ağaçlar. Ve ardından gelen kırkikindi yağmurları…
Hep bir aldatmacadır zaten bahar; Önce Güneş gösterir yüzünü, ardından da beklenmeyen soğuk...
Bu yıl, çok renkli sergilerle canlanmıştı, İstanbul...
Sakıp Sabancı Müzesi ’de bu renkli sergilerin, uğrak yerlerinden biriydi. 6500 M2 bir alan üzerine kurulmuş olan müzenin mimarı; Eduvard De Nari’dir. Köşk olarak, tasarlanmış alanda; “Hat, resim ve eşyalar” sergilenmektedir. Ailenin, kendisine ait olan, eşyalarının sergilendiği bir bölüm de vardır. Burası, rehber eşliğinde gezilebilir.
Köşkün bahçesine bulunan, beyaz at, Haçlı Seferleri’nden kalma, yukarı da ki bronz at ise, Fransız yapımı, satın alınmış bir attır.
Bahçesinde, kuş cıvıltılarının eksik olmadığı bu alanda, küçük çocuklar için eğitim atölyeleri de bulunmaktadır.
Burayı gezdikçe, gerçek İstanbul buymuş dediğiniz, bir mekanla karşılaşacak ve asla buradan vazgeçemeyeceksiniz.
Ben de havanın güzel olmasını fırsat bilip, bu dost mekana tekrar uğradım.
Daha önce, Salvador Dali’ye ev sahipliği yapmış olan müze şimdi de; Rembrandt Harmenszoon Van Rijn’i ağırlıyordu.
(15 Temmuz 1606 – 4 Ekim 1669) Hollandalı ressam ve baskı ustasıdır Rembrandt. Avrupa ve Hollanda sanat tarihinin en önemli ressamlarından biridir. Hollanda'nın ticaret, bilim ve sanatta atılım yaptığı; Hollanda Altın Çağında yaşamıştır. "Işığın ve gölgelerin ressamı" olarak da anılır.
Bir değirmenci olan babası varlıklıydı, annesi ise bir fırıncının kızıydı Rembrandt’ın. Leiden, Hollanda'da başlayan hayatı acılarla geçmiş, altmış üç yıllık, yaşamı boyunca, çocuklarının ölümünü görmüş, maddi sıkıntılar içinde Westerkerk'te bilinmeyen bir mezara gömülmüştür.
Sakıp Sabancı Müzesi’nde Rembrandt’la beraber, 59 sanatçıya ait 110 eser daha sergilenmektedir. Bunlar arasında; Johannes Vermeer’in “Aşk Mektubu” vardır ki, burada ki sahici bakışlar, kapı aralığına saklanmış gizem; “Bir sanatçı için, gerçek başarı budur.”
Daha sonra, Jan Steen’in, fırıncıları anlattığı çalışması. Benim en çok etkilendiğim çalışmalardan biri de bu oldu. Fırın, fırındaki kadının ekmeklere bakışı, adamın elinde ki ekmeklerle, yorgun, ama mutlu gülümsemesi…
“İnsanın, gözünde ki o gülümsemeyi yakalayabilmek!” Bütün sanatların, ortak noktası bu olsa gerek.
10 Haziran’a kadar açık olan sergiyi, ziyaret ettikten sonra, Emirgan’ın lalelerini görmeyi de unutmayın!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Sokrates ve Özgürlük |
|
Sokrates’e göre yaşam, gelenekler ve otoriteler tarafından konmuş belirli birtakım değer yargılarıyla sürekli olarak baskı ve denetim altında tutulmak istenir. Başta din ve ahlâk olmak üzere toplumsal kurumlar, yaşamı belirli birtakım amaçlar doğrultusunda şekillendirir ve kişiler, kendi irâdeleriyle yaptıklarını zannettikleri eylemlerinde bile, aslında çoğu zaman bu belirlenimlere göre hareket ederler. Bunları sorgulamaya çalıştıklarında ise yine bu mekanizmalarla engellenirler ve bunları kabûl etmeye zorlanırlar.
Dahası, bu belirlenimler o kadar kanıksanmıştır ki, bu sorgulamalara çoğu zaman aslında hiç girişmezler; sorgulamaya gereksinim bile duymazlar. Kişiler, kendi olanaklarını bu belirlenimler içinde değerlendirirler ve hâl böyle olunca, yaşam da değerden düşer. Kişiler, kendi gerçek olanaklarını ve gerçek özgürlüklerini gerçekleştirmeye çalışmak yerine, konmuş değer yargıları üzerine yaşamlarını kurarlar ve özgürlüklerini yitirirler.
Sokrates’e göre bu kimseler, kendilerini günlük yaşam içinde arzu ve isteklerine kaptırmış, bunların sağladığı geçici heves ve tatminlerle mutlu oldukları sanısına kapılmışlardır. Ancak, bu tür eylemler, her defâsında önceki heves ve tatminler tarafından belirlendiği için, bu kimseler için “özgür eylem” bir yanılsamadır. Eylemleri, dış dünyânın gelip geçici nesneleri tarafından belirlendiği için bu eylemleriyle mutluluğa ulaşmalarına imkân yoktur.
Oysa insan, içinde yaşadığı bu nesneler dünyâsını sorgulayarak, bunların arkasındaki nedenlere; epistemeye, ideaların bilgisine ulaşma olanağına da sâhiptir ve gerçek mutluluk, bu bilgiyle olanaklıdır. Gerçek özgürlüğün başladığı yer de burasıdır. İnsanın gelip geçici heves ve tatminlerden arınarak ideaların bilgisine göre eylemde bulunması özgürlüğünü, bu özgürlük de gerçek mutluluğu getirecektir.
“Kendi’ni bil”en insan, “Kendi’ni gerçekleştirecek”; “özgürlük” ise “mutluluk” olarak bu eylemlerinde açığa çıkacaktır. Dolayısıyla, sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez; sorgulamak ise bu belirlenimlerin nedenlerini ve niçinlerini anlamaya çalışmak, bunların kökenlerine inmek ve bu belirlenimleri oluşturanların bunlar aracılığıyla ne tür çıkarlar peşinde koştuklarını anlamaya çalışmaktır. Sorgulamak, kişinin bu otorite ve gelenekler tarafından belirlenen olanaklarından farklı olarak, kendi gerçek olanaklarını bulup çıkartması ve özgürlünü eline almasıdır.
İmdi, Sokrates’e göre bu sorgulamayla birlikte keşfedilecek her bir olanak, bu belirlenimlerin altını oyar ve kişinin kendi gerçek olanaklarına yer açar. Bu nedenle sorgulamak, kişinin Kendi’siyle doğru bir ilişki kurması ve Kendi’sinin farkına varmasıdır. Kişi, bu dışsal belirlenimlere o kadar gömülmüştür ki Kendi’sini, bu belirlenimlerin taşıyıcısı olarak duyumsar ve başkalarının irâdesi için kendi özgürlüğünü fedâ etmesi gerekliliğini, Kendi’siyle doğru bir ilişki kurmanın yolu olarak kabûl eder.
Sokrates’e göre, herkesin bir “doğrusu” vardır; ancak, “doğruluk” tektir ve buna, ancak sorgulamayla ulaşılabilir. Bunu yapmak yerine “konmuş”, “hazır” doğruların sâhiplenilmesi, kişiyi “doğruluk”tan da uzaklaştırır, Kendi’sinden de. Çünkü ideaların bilgisi, aslında “ruh”ta içerilmiştir ve insan, “idealar âlemi”nde bu bilgiyi daha önce “temâşâ” etmiş ve sonradan unutmuştur. Bu bakımdan sorgulama, hem bu bilginin açığa çıkartılması ve yeniden hatırlanmasıdır, hem de kişinin Kendi’sini açığa çıkartmasını sağlar.
Sokrates’e göre, bu olanağın gerçekleştirilmesi konusunda, insanlar arasındaki dışsal farklılıkların hiçbir önemi yoktur. Bir köle de doğru sorgulama yöntem ve teknikleriyle, tıpkı efendisi gibi, ideaların bilgisine ulaşma olanağına sâhiptir. Başka deyişle, ideaların bilgisine ulaşmak, “ayrıcalıklı kişiler”e özgü değildir. Bu bilgiye ulaşan kimseler ise kendilerini, diğerlerinden farklı bir konumda bulurlar. Hâliyle Kendi, Sokrates için, “insandaki ussal öz”dür ve “Kendi’ni bil”en insan, bu ussal özle tüm varlık âleminin bilgisine ulaşabilir.
Ancak kişi, bunu hiçbir zaman “kendi başına” başaramaz ve bu nedenle Sokrates, filozofları, Kendi’nin açığa çıkartılması ve bu yolla özgürlüğün gerçekleşmesini sağlayan bir tür “ebe”ye benzetir; sorgulama yöntem ve tekniği olarak kullandığı diyalektiği de bir tür “doğurtma sanatı” olarak nitelendirir. Her ne kadar, bu “doğurtma sanatı”, daha sonra Atinalılar tarafından idâm edilmesine gerekçe olarak kullanılacak olsa da Sokrates, yaşamı boyunca bundan vazgeçmeyecek ve özgürlüğünü, tâvizsiz biçimde savunacaktır.
Sokrates’e göre insanın ödevi; kendi gerçek özgürlüğünü bulup gerçekleştirmek, onun ahlâkî ödevini de belirler. Bu belirlenimlerin taşıyıcısı olan bir kimse, “Kendi’ni bil”meyi hiçbir zaman gerçekleştiremez; Kendi, bu dışsal belirlenimlerin içinde gömülerek yok olur. Bilmek ise “doğru bilmek”tir; “doğruyu bilmek”tir ve bu “doğru” ise erdemdir. Bilmek, erdem olduğu gibi, erdemli olan da doğru bilgiye sâhip olandır. Doğru bilgi ise neyin iyi, neyin kötü olduğunun bilgisidir ve bu bilgiye sâhip bir kimse, kendi gerçek özgürlüğünü gerçekleştirecektir.
Nitekim eylemler, her defâsında belirli bir insanın eylemleridir ve bu eylemlerden her biri, o insanın yaşam bütünlüğü içinde ortaya çıkarak bilgi nesnesi hâline gelir. Eylemlere ilişkin doğru bilgi de bu yaşam bütünlüğü içinde kişinin Kendi’sinin sâhip olduğu/olacağı bilgilerdir. Bunun dışındaki bir yönelim ise kişiyi, kaçınılmaz olarak yanlışa sürükleyecek, kişinin özgürlüğünü ortadan kaldıracak ve bu da kişide, kötüye yönelim olarak açığa çıkacaktır. “Kendi’ni bil”en insan ise kötülükten sakınacaktır; çünkü hiç kimse, bilerek kötülük yapmaz.
Böylelikle, Sokrates’e göre ruh, asıl âit olduğu yerden; “idealar âlemi”nden kopup bedene hapsolmuştur ve beden, ruh için bir esâret alanıdır. Gelip geçici heves ve tatminlerle “özgür” olduğunu zanneden kimseler için de beden, bu esâretin artmasıyla sonuçlanır ve ruh, bu esâreti kırarak ahlâkî ödevi yerine getirmeyi başaramaz. Ancak ruh, yine de kopup geldiği “idealar âlemi”ne yükselmek yönünde “doğal bir arzu” duyar ki, bu da hiç kimsenin doğuştan kötü olmadığı; bu arzu ve yönelimi özgür eylem içinde açığa çıkartamayan kimselerin kötülüğe saplanıp kaldıkları anlamına gelir.
Dahası, bu arzu ve yönelim bir kez açığa çıktı mı, bunun da yine “beslenmesi”; bedenin, gelip geçici heves ve tatminlerden uzak tutulması da gerekmektedir ki, bu da sorgulama aracılığıyla açığa çıkacak “hakîkat sevgisi”nin kişi yaşamında sürekli canlı tutulması ve ahlâkî (ve özgür) eylemin tüm yaşama yayılmasını anlatır. Yâni özgürlük, tekil bir eylemin niteliği olmaktan çok, belirli türden bir yaşam biçimidir ve insan, özgür olmak zorundadır; insan ruhu ve yönelimleri, bu özgürlüğü gerçekleştirmek üzere düzenlenmiştir.
Bu bakımdan, Sokrates’e göre kötülük, Kendi’ni bilmeyen, kendi eylemlerinin öznesi hâline gelemeyen, dışsal belirlenimin etkisi altında kalan, bunların ağırlığı altında ezilen ve bu yolla özgürlüğünü kaybeden kimselerin eylemlerinin sonucudur. “Kendi’ni bil”en insan ise bilmenin doğası gereği kötülük yap(a)maz. Ancak kişi, (doğru) bilgiden uzak kalırsa; Kendi’ni bilmiyorsa hem Kendi’sini, hem de gerçekleştirdiği eylemlere bağlı olarak yaşamı değerden düşürür.
Üstelik, bu kimselerden oluşan bir toplum ya da devlet düzeninin de değeri yoktur. Bu tür düzenler gerek bilmeye, gerekse de yapmaya aykırıdır. Yaşam çünkü, bilme ve yapma bağının bir bileşimidir ve ancak yaşayan bir kimsenin; kendi tekilliği ve biricikliği olan, eylemlerinden sorumlu bir kimsenin; kendi gerçek özgürlüğünü elde eden bir kimsenin değerli hâle getirebileceği bir şeydir. Aksi takdirde, yaşamın da hiçbir değeri yoktur; yaşam kendi değerini, özgürlükle açığa çıkartacaktır.
Bununla birlikte Sokrates, insan özgürlüğüne ve insanın ahlâkî ödevine aykırı olsa bile, yine de kurulu devlet düzenine ve kânunlara tam itaati de savunmuş ve bunda çelişki görmemiştir. Yargılandığı mahkemede kendisine yöneltilen suçlamaları geri çevirmiş ve kendisine verilen ölüm cezâsından kurtulma olanağına sâhip olduğu hâlde, bu düzene ve kânunlara tam itaati insan özgürlüğünün ve ahlâkî ödevin önüne koymuş; bu konuda öğrencilerinden gelen kınayıcı sözlere de kulak asmamıştır.
Her ne kadar, “özgür insanlar”ın birbirleriyle olan ilişkilerinde eşitlik söz konusu olsa da ve bu eşitliğin kaynağı, “insandaki ussal öz” olsa da Sokrates’e göre, birey ile devlet düzeni arasındaki ilişkileri belirleyen kânunların, birey karşısında önceliği vardır ve insan özgürlüğünün, devlet düzeninin sağlanamadığı yerde olanağı yoktur. Bu nedenle Sokrates, mahkeme karârına uygun biçimde, ölüm cezâsını kabûllenmiş ve “bireyin özgürlüğü” ile “kânunlar”ın çelişmesi hâlinde kânunların esas olması gerektiği düşüncesini, özgürlüğün üzerinde ahlâkî bir üst-ilke olarak konumlandırmıştır.
Notlar:
1 Felsefenin Arka Merdiveni; Wilhelm Weischedel, İz Yayıncılık, İstanbul 2001, syf: 42
2 Mutluluk Ahlâkı; Bediâ Akarsu, İnkılâp Kitapevi, Ankara 1998, syf: 38-9
3 Sokrates’ten Önce ve Sonra; F. MacDonald Conford, Ayraç Yayınevi, İstanbul 2003, syf: 9-10
4 Mutluluk Ahlâkı; Bediâ Akarsu, İnkılâp Kitapevi, Ankara 1998, syf: 38-40
5 A.g.e. syf: 40-5
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
TURİSTİK TAŞLAMA
Turistler gelir her yaz
Bire aldığımızı
Yüz liraya satmaktan
Duyarız büyük bir haz
Karısını kızını
Öper okşarız biraz
Bağırır çağırırsa
Sanırız ediyor naz
Turisti görürüz kaz
Yolmak isteriz biraz
İşte budur hemşerim
Her yıl çaldığımız saz!
Erhan Tığlı
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|