|
|
|
Editör'den : Şehir tiyatrolarına bez gerek!.. |
Yaklaşık 100 tane en ihtisaslısından doktor arkadaşı olan şanslı vatandaşlardan biriyim. Ben şanslıyım ama onlar öyle mi? Sanmıyorum. Birkaç tüccar sağlık rantçısı bahane edilerek tümüyle özelleştirilen sağlık sisteminin kurbanları hepsi. Onca yıllık insanüstü çalışmanın karşılığında reva görülen ise kimi zaman çalışma haklarının, kimi zaman da canlarının alınması oluyor. Sıraların kalkmasıyla övünenler içeride yaşananları es geçiyor, 17 yaşındaki meczup, o ne kini ise, elindeki bıçağı 30 yaşındaki doktora defalarca saplayabiliyor.
Doktorlar, hem hiç işimizin düşmemesi hem dea hep yanıbaşımızda olsun diye de duacı olduğumuz insanlar. Hiç tanımasanız da birinin eksilmesi içinizi acıtabiliyor. Sadece doktorlar değil elbet. Okumuş yazmışlara reva görülen her zulüm can yakıyor. Onlara en çok gereksinim duyulan zamanlarda yerlerinde olamayanlar, buna sebep olanların yüz karaları olarak tarihe geçiyor. Batıyla entegre olduğuyla övünen ama doğunun bağnazlığından bir arpa boyu uzaklaşamamış, bunu da batı ile doğunun sentezi olarak yutturmaya çalışan zihniyetlerin bizlere hediyesi bu pespayelik. Bu bahsi bir sevgili dostumun konu ile ilgili yaptığı yorumla bitirmek istiyorum:
"Bu vahşet sadece hekimlerin sorunu değil; ülkede yaratılan "cehalete ve dogmatizme övgü, bilgi, deneyim ve rasyonel düşünceye düşmanlık" atmosferinin doğal sonucu olarak tüm eğitimli vatandaşlara yönelik bir kin gütme ve 'harcama' eğilimidir. Uygarlık ve ülke adına utanç verici bir durum. Tüm aklını by-pass etmişlerin uyanması temennisiyle.."
İstanbul'lu olmayanlar için bir hatırlatma; bizim muhallebiciden devşirme, kibar mı kibar bir belediye başkanımız var, adı Topbaş. Kendisi Mega kentimizin hasbelkader yürüyen belediyecilik hizmetinin görünür kahramanı. Başkan olduğundan bu yana İstanbul'a yapılması gerekip te yapılmayanlar ya da yapılıp ta batırılanlar bini aşsa da, o, hükümet destekli kibarlığını hep sürdürür sağolsun. Duyduk ki Mega kentimize yakışır bir dergi de çıkartıyormuş. Hani zamanında dergiciliğe bulaşmış biri olarak bunun ne meşakkatli, ne dertli bir iş olduğunu iyi bilenlerdenim. Kentimizde olan biteni güzel güzel anlatan bir dergiye kim ne diyebilir? Gelin görün ki, bizim dergi İstanbul değil, Topbaş dergisi imiş. Ben Mustafa Mutlu'nun yalancısıyım. Dergi 75 bin adet basılıp esnafa üçer beşer dağıtılıyormuş. Alan esnaf ta "Başkanım ne güzel gezmiş, tü tü maşallah" deyip arkasından hayır duaları okuyormuş. Fırtınaya teslim olan Mega kentimin haberleri arasında bu yazıyı da görünce, eh dedim, böyle başa böyle traş pek güzel gitmiş.
Aynı kibar başkanım şimdilerde partisinin demokrasi anlayışını sanatla yoğurmakla meşgulmüş. Şehir tiyatrolarınının yönetmeliğini değiştirerek, repertuar belirleyen kurula 2 tane de belediye çalışanı ekleyip tiyatronun demokratlaşmasına katkıda bulunuyormuş. Buna sessiz kalmayan tiyatro emekçileri de istifa ediyorlarmış. Bakın hele siz densizlere. Muhallebiden anlarmış gibi, başkanımın icraatine karşı çıkıyorlar. Ayıp ki ne ayıp. Köşebaşlarını tutmak için devletin her kurumuna kendi adamlarını yerleştiren, bunu da kitabına uyduran yöneticiler, iş tiyatroya gelince adam sıkıntısı çekmişler anlaşılan. Tiyatrodan anlayan adamımız yoksa boşta gezer bahçe ve kanalizasyondan sorumlu kalifiye elemanlarımız var, onları tiyatroya sokar işi bitiririz diye düşünmüşler. Şehir tiyatrolarının sahneleyeceği ilk oyun da hazırmış; "S.çtı Cafer bez getir." Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KAHVE MOLASI ON BİR YAŞINDA |
|
Üzerimde sünnetlik giysilerim yoktu ama içimde gizlemeye çalıştığım eski bir bayram sevinci vardı. Ağzımı iki karış görenler beni ayran budalası sansınlar istemiyordum. Kahve Molasından dostlarla en son Eski Foça’da bir araya gelmiştik. Nereden bakarsak bakalım üzerinden en az beş altı sene geçmişti. Bu kez buluşma yeri Kalamış’ta Kurbağalı Dere kıyısında bir mekân olarak belirlenmişti. Anadolu’nun birçok yerini bilirim ama İstanbul ile bir türlü yollarımız kesişemiyor. Ömrüm boyunca üç kez gittim. Üçünde de dostlar beni karşıladı, gezdirip tozdurdular, otobüsüme kadar uğurlayıp gönderdiler. Bu ülkede yaşayıp İstanbul’a bu kadar yabancı olan çok az kişi kaldık. Bunu biliyorum. Bir İstanbul muhabbeti açılmaya görsün. Benim dışımda herkesin söyleyecek sözü vardır. Benim ne sözüm ne de manyetik kartım var. İstanbul’a iner inmez otuz senelik bir dostum kardeşini gönderip bizi duraktan aldırdı. Bundan sonrası ekmek elden su gölden… Beş yıldızlı otel mübarek... Menü zengin, fiksler ücretsiz.
Cumartesi sabahı İstanbul’a yağmurlu bir sabahta uyandık. Arkadaşımız bize harika bir kahvaltı hazırladı. Elbette her mükemmel yemek gibi bunun da kuş sütü eksikti. Yağmur öğleden sonraya kadar aralıklarla ve sakin sakin yağmaya devam etti. Mevsim tam anlamıyla bahar, yağmur ise bütün güzelliğiyle Nisan’dı. Öğleden sonra evden çıkıp otobüs durağına gittik. Ümraniye’den Kadıköy’e inilecekmiş. Tepeüstü adıyla bilinen semtten otobüse bindik. Biz durakta beklerken yağmur yeniden başlamıştı. Kadıköy İskelesi’ne ininceye kadar da dinmedi. Kahveciler toplaşması için daha çok zamanımız vardı. Deniz kıyısında bir çay bahçesine oturup keyif yapmaya karar verdik.
İyi ki kendimizi üstü kapalı bir yere atmışız. Daha çaylarımız gelmeden yağmur bindiriverdi. Öyle böyle değil ama adamakıllı bir yağmur. İnsanlar önce kaçışmaya çalıştılar. İşe yaramadığını görünce tepeden tırnağa ıslanmaya razı oldular. Otobüsten inip yağmura bodoslama dalanlar pusuda bekleyen şemsiye satıcılarının eline düştüler. Beş liralık şemsiyelerle sırılsıklam ıslanmaktan kurtulmaya çalıştılar. Şemsiyeler ilk başlarda yukarıdan gelen damlaları kesmeyi başardılar. Ama yerden sıçrayan ve rüzgarla savrulan damlalar yine de insanları sırılsıklam etmeye yetti. Yarım saatin sonunda ortalık şemsiye mezarlığına döndü. Durakların kenarlarına, elektrik direklerinin ve çöp kutularının dilberinde onlarca parçalanmış şemsiye yatıyordu.
Yağmur azalır gibi olunca çadır altındaki güvenli sığınağımızı terk edip Fenerbahçe Dereağzı tesislerinin yanındaki buluşma yerine gitmek için yola çıktık. Bir kaç kişiye sorduk. Kimisi minibüs, kimisi taksi dedi. Taksiye binmeye karar verdik ama bu kez de binecek taksi bulamadık. Karşı yönden onlarca taksi gelirken bizim gitmek istediğimiz yöne gidenine bir türlü rastlayamadık. İnsan bekleyince de yürüyünce de ıslanıyor. Meşhur boğa heykelini geçip dümdüz ilerledik. Boğanın keyfi nasıl diye sormadım ama biz tamamen su içinde kalmıştık. Ayakkabılarım kapasite aşımını yürürken çıkardığı seslerden anlıyordum. Artık giysilerimizin de suya doygunluk oranımı tam kapasiteye ulaşmıştı. O semtte oturan fırıncı, bakkal, büfe sahibi, ganyan bayi çalışanı gibi kapısını çalıp gideceğimiz yeri sorduğumuz herkes İstanbul’un yağmurlarında yıkanmamıza elinden geldiğice katkı vermişti. Buradan onlara gönül dolusu teşekkürler göndermeyi boynumun borcu bilirim.
Khalkedon (halkedon kadıköy'ün eski adıdır, bizans döneminde kullanılan bu isim " körler kenti" demektir. ) adındaki lokantaya vardığımızda bizi Eniştelerin Piri (Ahmet ŞEŞEN) karşıladı. Sanıldığının aksine Enişte kızlardan çok bilgisayar yazılımları konusunda birikimlidir. Henüz kimse gelmemişti. Bol miktarda peçete harcayıp üzerimi, başımı sildim. İçersi sıcak olduğu için ıslak olmak fazlaca bir sorun yaratmadı. Önce Ankara Grubu geldi. Ankara grubu hem özenli, hem düzenli hem de çok şık geldi. Biz onların yanında sadaka merhametine muhtaç bir görüntü içinde kaldık. Neyse ki mütevazı insanlar oldukları için bizi fazla dışlamadılar. İstanbul’dan katılan Kahve Molası dostlarımız gecenin ilerleyen saatlerine kadar gelmeye devam ettiler. Hatta Tanju Abimiz gecenin sonuna kadar beklendi. Tek bir eksikle her şey tamamdı. Sadece acilen şövalye ruhlu bir yakışıklı bulmamız gerekiyor. Arkadaşım, ablam (Yıldızlı Mehtap) için gezginlik zamanlarında her türlü kaldır kopar ve valiz taşıma işlerinde yardımcı olabilecek şövalye ruhlu bir yiğit arıyoruz. Yolculukları sırasında yıllardır çektiği bel ağrılarını biraz olsun azaltabilecek yakışıklı adayları bize kmarsiv.com adresimizden ulaşabilirler. Taliplere duyurulur. Seçici kurul tam bir baş belası olacaktır.
Kahve Molası dostları o akşam havadan mı sudan mı bilinmez danslı, müzikli eğlenme havasında değildi. Enişte İle Gülseren güzel bir dansla açılışı yaptılar. Israrlara rağmen kendilerine katılacak birilerini bulamadılar. (Ayıp ettik) Herkes birbiriyle sohbet etmek, görüşmek, birlikte zaman geçirmek derdindeydi. Nihat, Uğur ve Tuğba ekibin en çıtırları olmalarına rağmen onlar da enerjilerini dansta harcamayı istemediler. Yemekler yendi, içkiler içildi. Gece boyunca o masa senin bu masa benim gezildi. Kahve Molası sayfamız on yaşını bitirdi. O yağmurlu Nisan akşamında Kalamış’tan bir tatlı huzur alıp yoluna devam edeceği dostlarımın gözlerinden okunuyor.
Bu güzel geceyi organize eden, dostlarımızla bizi bir araya getiren ve bunda katkısı ve emeği geçen herkese teşekkür ederim.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu DARBEYE DARBE! |
|
Darbe, Arapça kökenli bir sözcük. Sözlük anlamı: Vuruş, çarpış; bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirmek biçimde yönetimi değiştirme işi.
Sözcüğün birinci anlamı daha çocukluktan başlayarak en küçük anlaşmazlıkları çözmek için başvurduğumuz en pratik yöntem. Bu yüzden mahkeme salonlarımız darp davalarından geçilmiyor.
Böyle dedik diye ikinci anlamın yaşamımızda çok yaygın olmadığını düşünmeyin sakın. Bu ülkede
her zaman yapılmış ya da yapılacak bir darbe asla gündemden düşmez.
E, ne yapalım, sokaktaki işini darpla çözmeye çalışan toplumun, hükümetlerinin de darbeyle gelip gitmesinden doğal ne olabilir ki? Sözün özü, biz darbelerin çocuğuyuz.
Yediğin darbelere bak
Bu da mı sana yetmiyor
Gönüllllllllll!
Darbelerin bu denli çok olduğu bir ülkede darbe sınıflamasının ve sıralamasının yapılması da doğal değil mi?
İyi darbe, kötü darbe; kanlı darbe, kansız darbe, modern darbe, postmodern darbe, senin darben, benim darbem… Bu durumda herkesin attığı darbe iyi, yediği kötüdür dersek yanılır mıyız? Darbeciyseniz, “hak etti canım!”, darbeyi yiyenseniz, “Haksızlık!” nidalarını dilinizden düşürmemenizi başka nasıl yorumlayabiliriz?
Demokrasi, bir yaşam biçimidir. Evinde demokrat olmayanın sokakta ya da iş yerinde demokrat olmasını bekleyemezsiniz.
Bizde siyaset ne yazık ki rakiplerinin açığını yakalamak, onları karalamak ve kündeye getirmek üzerine kuruludur. Bu yaklaşımları demokratlık, böyle bir rejimi de demokrasi saymamız elbette zordur.
Gerçek demokratın sevdiği darbe olmaz. O, varlığını halkın iradesinden alır. Bu iradeyi de yine demokrasinin gelişimi için kullanır; siyasi rakiplerini ortadan kaldırmak için değil.
Benim Ergenekon’dan Sincan’a darbeyle hesaplaşmalara bakışımı belirleyen tek ölçütüm vardır: Demokrasi. Eğer bu davalar Türkiye’nin demokrasi tarihinin gelişimine katkı sağlayacaksa buna kimse karşı çıkmamalıdır. Eminim ki bugün bu davalara kuşkuyla bakanların büyük çoğunluğu da aynı görüştedir.
14- 16 Nisan tarihleri arasında İzmir Kitap Fuarı’ndaydım. Fuarda, yöremizi neredeyse köy köy anlattığım Karya’dan İyonya’ya – Güneşli Yağmurlar Ülkesi adını verdiğim son kitabımı okurlarıma imzaladım. Bu vesileyle de birçok yazar ve kültür insanıyla buluşma fırsatı buldum.
Bu yılki fuarın en önemli etkinliklerinden biri de Gazeteci- Yazar Mustafa Balbay için yapılan etkinliklerdi.
İzmir Gazeteciler Cemiyeti, Cumhuriyet gazetesi yazarı ve CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay için 17. TÜYAP İzmir Kitap Fuarı kapsamında demir parmaklıklardan bir imza standı oluşturdu ve arkadaşları onun kitaplarını okurlarına imzaladı.
Hemen karşımdaki Bilgi Yayınevi standında da bir başka davanın sanığı Çetin Doğan’ın eşi Nilgül Doğan yaşadıklarını anlattığı “Adını Siz Koyun” adlı kitabını imzalıyordu.
Dün sabah gazetelere Mehmet Haberal için düşen haber de oldukça ilginçti: Dünya Organ Nakli Örgütü eski Başkanı Prof. Dr. Jeremy Chapman, yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Nadey Hakim, Dünya Organ Nakli Örgütü Katalan Başkanı Dr. Josep Lloveras’ın da aralarında bulunduğu heyet, Prof. Dr. Mehmet Haberal’a ziyarette bulunmuş. Nadey Hakim, ’Ben kalayım hadi sen çık dışarıya. Sana dünyanın ve insanlığın ihtiyacı var’ demiş.
Haber iyi ki dikkati çekmiş; ama bakın yorumcu vatandaşlarımız ne yorumlar yazmışlar:
“Bu memleket için ne yapmışlar insanlarımıza ne vermişler ki dünyaca bilim adamı unvanı almışlar? Artık onların devri geçti. İstediklerinde başarılı olamayınca mı meşhur olmuşlar? Daha önce isimleri nedense hiç duyulmamıştı ne hikmetse....” (Ali Koç)
“Ambulans memurlarını bile göreve değil mitinge gideceksiniz diye zorlayan insan hayatına kendi menfaatlerinin ardına koyan bilim adamı istemiyoruz.” (Fatih Çekirge )
“Bu gelen heyetin hepsi dünya derin devletinin adamları derhal tutuklanmalı. Ayrıca yükselen İslam’ı engellemek istiyorlar. Herkes nur suresi 33. ayeti okumalı.” (Musa Asa)
Mehmet Haberal 17 Nisan 2009’da tutuklanmıştı. Tutuklanalı 36 ay, Mustafa Balbay tutuklanalı 37 ay, Tuncay Özkan tutuklanalı ise de 43 ay olmuş. Biraz daha gayret edersek onların doğum gününde doğan çocuklar okula başlayacaklar. Biraz daha gayret edersek, ders olsun diye tutuklu yazarlarımızın bilim adamlarınızın hapishane günlüklerini de okutabiliriz onlara.
Neyse biz Musa Asa adlı yorumcunun dediğini yapalım ve okuyalım:
“Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilsin ki Allah hiç şüphesiz onu değil zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.”
Ne alaka, diye soralım?
Ama darbelerle mücadele edildiğine inanan ona ve onun gibilere, bu okumaların “Benim oğlum ‘bi-na’ okur döner döner yine okur.” sözüne ne kadar denk düştüğünü ve iki olumsuzluktan bir olumluluk doğmayacağını da hatırlatmadan geçmeyelim.
Not: “- bi ve -na, ekleri Farsça olumsuzluk ekleridir: Bihaber>habersiz, bivefa>vefasız; nahoş>hoş olmayan, nacins>cinsi bozuk
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 4 |
|
Otobüse bindiğimde nedense hep şişman olanlar benim yanıma oturur. Bu tesadüf müdür bilmem ama şişman olanları ve çok konuşanları mıknatıs gibi çektiğimi biliyorum. Otobüs bomboştur ve ben binen dördüncü yolcuyum diyelim, cam kenarında orta sıralarda bir yere otururum. Gözüm istemeyerek de olsa otobüse binenlere kayar. Genci, yaşlısı, çocuklusu, yerlisi, yabancısı, otobüse binmeye başlar. Zihnim otobüse binenleri sessizce seçer ve beni sıkıştırmayacak birisinin yanıma oturması için dua ederim. Ama bu küçük ve pek de saçma olan dua, hiç işe yaramaz. Otobüse binen şişman biri yanıma hop diye oturur, hem de bacağımı birazcık ezerek. Rahatsız olduğumu kıpırdayarak belli ederim ama yanımdakinden tık yok, mıhlanıp kalmış durumda. Bacağıma değen bacağından huylanırım. Ben kendime çektikçe o daha çok rahatlar, butunu koltuğa yayar ve benim koltuk sınırımı aşar. Sonra omuzları ya da kolları koluma dokununca huylanırım yine. Kendimi nasıl yerleştireceğimi düşünür dururum. Bazen bu kollar pantolon cebinden cep telefonu çıkarmak için ya da çantadan bir şey almak için hareket eder. Ancak oflayıp pufladığımda yanımdaki biraz kendini anlar. Tabii anlamayan da var. Ne yapayım yolum uzun? Mecbur otururum yerimde zaten otobüs tıklım tıklım, ayakta duracak yer yok. Otobüsün havasızlığı bir yana yanımdakinin sıcaklığı beni öldürür. Zayıf insanlar soğuk, şişman insanlar sıcak olur. Kış günü ise bu kişilerin giydiği montlarla birlikte hacimleri daha da artar, daha da rahatsız edici olur. Sözüm şişman insanların kişiliklerine değil, yolculuklardaki hacimlerine… Aksine onlar piknik tiptir, eğlencelidir bilirim, hem de severim. Çünkü pozitiftirler, çoğu da kendisiyle barışıktır…
Geçenlerde yağmurlu bir akşamda yine otobüse bindim bir güzel yerleştim cam dibine, uzun sürecek yolculuğumu düşünerekten. Bir adam geldi yanıma oturdu. Yaşı 35 civarı ama gladyatör tipli, adamın bir bacağı benim iki bacağımın toplamından fazla, hop diye oturunca yanıma, koltuğun sallandığını hissettim. Sıkıştım yine. Adamın bacağı bacağıma değiyor, ben çekiyorum ama nereye kadar, otobüs camından mı çıkarayım kendimi? Onun zaten umurunda değil. Sonra dayanamadım ıslak baston şemsiyemi koyuverdim ortaya. Bana garip baktığını hissettim. O zaman da benim umurumda değildi. Napayım toplasaymış kalın bacaklarını. Toplamaktan bahsetmişken uzun bir yolculuk aklıma geldi. Memlekete gidiyorum, manzara seyredeyim diye en ön koltuğu satın aldım. Şoförün arkası, ayakları rahat koyamayacak kadar sıkışık. Çorludan bir yolcu alınacak dediler. Gele gele yine benim yanıma geldi. Ne olacak, yine bayağı kilolu bir genç kız. Bir de demez mi ben cam kenarındayım diye. Madem öyle buyur dedim. Yerleşti ama bana ikili koltuğun yüzde onu kaldı. Yol da uzun ama değişecek başka yer yok, sesimi çıkarmadım. İdare ederim dedim. Ama nafile, kıpırdadıkça kıpırdadı. Koca bir çantası vardı, çantanın ağzını açıp karıştırdı durdu, bazen aradığını bulamayınca kafasını çantaya soktu. Ne çıkardıysa da hep yedi. İçimden “maşallah” dedim. Sohbet de pek etmedim. Canım sıkıldı ya yüz vermedim. Açtım kitabımı okudum. Neyse ki bir köyde tez vakit indi de rahat ettim.
Daha yakın zamanda yine başıma geldi. Metrobüsün lastik kısmındaki birbuçuk koltuğunda yer vardı. Adamın biri koltuğun başındaydı ama oturmuyordu. Koca göbekli bu adamın oturacağını düşünerekten kenara oturdum. Bana gelecek var dedi, duymazlıktan geldim. Kilolu bir kadın geldi başıma, adam çekildi kadın oturdu yanıma. Bir adama baktım bir kadına, gülümsedim. Bunlar yan yana otursa normalde iki koltuk yetmeyecek, bir buçuk koltuğa nasıl sıkışacaklardı merak ettim. Ya adamın ya kadının yarım kabası dışarıda kalacaktı elbet. Ani bir frende güm yere yuvarlanacaktı ikisinden biri. Onlara uygun “Hamdi Damdi” adında komik bir ana okul şarkısıyla yazımı noktalıyorum.
Kocaman bir vücudu var
Minicik bir kafası var
Başında kocaman şapkası var
Hamdi damdi Hamdi damdi
Neşe ile yürüyordu
Neşe ile koşuyordu
Karşısına çıktı duvar
Ne de büyük boyu var
Duvara çıktı uzandı
Hamdi damdi yuvarlandı
Duvara çıkmayı kolay mı sandı
Canı yandı canı yandı
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı |
|
1.Dünya Savaşı... Bildiğimiz üzere; Çanakkale’de inanılmaz başarılara rağmen aynı saflarda yer aldığımız devletler yenilince ülkemiz de yenik sayılmış ve Osmanlı’nın suyu da iyice ısınmıştı. Ve arkasından; 30.Ekim.1918 tarihinde İtilaf Devletleri ( Ağalar bu durumdan memnun olduğundan olsa gerek ) Agamemnon Zırhlısı’nda imzalamak zorunda bırakılan Mondros Antlaşması ile vatan toprakları da işgal edilmeye başlanmıştı...
Tarihlerin inanılmaz hızına baktığımızda; vatanın kurtarılması için bir şeyler yapılması gerektiğine inanan Mustafa Kemal’in önce 19.Mayıs.1919’da Samsun’a çıktığını görüyoruz. Mondros Antlaşması’nın üzerinden henüz 6.5 ay geçmiş iken. Hemen arkasından 23.Temmuz-7.Ağustos/1919’da Erzurum, 4-11.Eylül.1919’da Sivas kongreleriyle Misak-ı Milli’nin ana hatları çizilmiş, derhal seçim kararı alınmış ve bugünün ifadesiyle ilk parlemento 28.Ocak.1920 tarihinde de Kurtuluş Savaşı’nın siyasi manifestosu sayılan 6 maddelik bildiriyi tüm dünyaya iletmişlerdir. Bakın o maddelerden birisi ne diyor :
“Arap topraklarının geleceği burada yaşayan halkın geleceği oylarla belirlenmelidir.”
??? ... Irak, Libya, Mısır ... Öyle mi oldu ...??? Oylarla mı belirlendi ?
Allah göstermesin; Ortadoğu ülkelerinde özellikle “Arap Baharatı” safsataları arasında yine o topraklarda yaşamayanların çıkartmak istediği ( ve birçok defa çıkartmayı başardığı ) bir savaşın taşeronu olmak gibi bir sorumsuzluğun hesabını kim verecektir ?
Bu hızlı süreçte İtilaf Devletleri ise; birbirleriyle ihtilafa düşmekten ( orayı ben işgal edeyim, şurayı sen et, vs.vs. ) Sevr Antlaşması’nı ancak 10.Ağustos.1920 tarihinde Osmanlı Hükümeti’ne imzalatabilmiştir. Hangi ülkenin hangi hükümeti ? Oysa; Türk milletinin iradesini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi 23.Nisan.1920’de kurulmuş, ve Kurtuluş Savaşı çoktaaan başlamış idi. Sevr Antlaşması’nı imzalattıkları Osmanlı da çoktaaan tarih olmuş, Türkiye Cumhuriyeti de varlığını yedi düvele duyurabilmek için destan yazmaya başlamıştı bile. Sonuçta; Sevr Antlaşması, uygulamaya alınamamıştır.
“Millet iradesini” esas alan TBMM’nin açılış günü olan bu tarih ile birlikte Türk milleti, Milli Egemenliği’ni de ilan etmiş ve ilk kez “Hakimiyeti Milliye Bayramı” olarak bu özel gününü kutlamıştır. 20.Ocak.1921 tarihinde de ilk Anayasa’nın ilkelerini belirleyen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk 3 maddesi şöyledir :
Madde-1 : “Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatına bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir”
Madde-2 : “İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder”
Madde-3 : “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” ünvanını taşır.”
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk; kurduğu Cumhuriyet’in, halk egemenliğine dayalı olduğuna inanarak;
“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”
cümlesini söylemiş, işte bu yüzden bu cümle slogan olarak kabul edilmiş ve beyinlerimiz dahil hemen her yere kazınmıştır.
2011 seçimlerine geldiğimizde ise; o sözü edilen “Millet”, esasını kendisinden alan iradesiyle 8 insanı milletvekili yapmış ama kendisini temsil eden TBMM, o insanları demir parmaklıklar ardından kurtaramamıştır.
“Hakimiyet ....”
“.... kayıtsız şartsız ....”
“.... milletindir”
Diğer yandan; yine ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, 23.Nisan.1929 tarihinde bu özel bayramı çocuklara armağan etmiş ve “Çocuk Bayramı” olarak da kutlanmasını istemiştir. Ölümünden önce; 23.Nisan.1935 tarihinde de “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adı altında birleştirilmiştir. İlginçtir ki; savaş sırasında yetim ve/veya öksüz kalan yoksul çocuklarını sevindirmek amacı taşıyarak “Çocuk Bayramı” ifadesi eklenmiştir. Dünyada çocuklarına bayram hediye eden ve tüm dünya ile paylaşan tek ülke olan Türkiye’nin bu haklı gururu çok önemlidir. Ne yazık ki; sevinemeyecek tek bir çocuk bile olsa, bu anlamlı ismiyle de üzüntü verecektir. “Çocuk” dediğin; kazık kadar insan da olsa çocuktur, demir parmaklıklar ardındakine “Anne-Baba” demesi yeterlidir.
Türk Milleti’nin gönlünde, onun egemenliğinin bir ifadesi olarak yer alan
“23 Nisan – Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”
tüm dünyaya kardeşlik mesajları vermesi, her türlü sorunun çocuk basitliğiyle elele ve kardeşçe çözülebilmesi gerektiğini anlatması, dünya çocukları ile “sevgi-dostluk-barış” üçgenine çok büyük katkı sağlaması açısından da son derece önemlidir.
Ne demişti Orhan Veli;
Neler yapmadık şu vatan için !
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik...
23 Nisan kutlu olsun tüm çocuklara...
Benimse; bu bayram karnım tok, içi boş nutuklara...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç KİŞİSEL GELİŞTİM |
|
Bir kitap okudum ve hayatım değişmedi.
Geçen hafta kişisel gelişim kitaplarını okumayı tercih etmememe rağmen çok inandığım ve güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine bir kitap okudum. Okurken çok daraldım çok bunaldım. Çünkü bir kişisel gelişim seminerinin romanlaştırılmış haliydi. Kitabın yarısına geldiğimde anladım ki kitaptaki söz edilen değişimin kendisini yakalayabilmek için Amerika’ ya gidip o seminere katılmak gerekiyor. Mümkün değil tabi ki! Yine de yılmadım bitirdim.
Kısaca kitap geçmişi düşünmeyi bırak ana odaklan ve yaşadığın her şeyden “SEN” sorumlusun içeriğini farklı yöntemler kullanarak anlatıyor. Sonuna geldiğinizde de sizi biraz şaşırtabiliyor. DNA’larımızda genetik olarak anne ve babamızdan aktarımlar olduğuna, onların genetiğinde de anne babalarından aktarımlar olduğuna ve bu böyle süregeldiğine göre milyarlarca yıllık bir genetik mirası taşıyabildiğimiz ve de olaylara verdiğimiz tepkilerin aslında bu genetik miras sonucu öğrenilmiş davranışlara göre yapıldığı öne sürülüyor. Dolayısıyla aslında “Biz bir makinayız ve irademiz yok” a geliyor konu. Seminerde katılımcıların bunu kavraması bekleniyor.
Önce ben kavrayamadım. Okuyucu olarak önce son derece saçma olarak yorumlasam da sonrasında anladım ki geri planda konu sürekli kafamı kurcalıyor.
Çünkü; hiç düşündünüz mü davranışlarımızın neyin şekillendirdiğini? Kimimiz duygusal kararlar veriyor, kimimiz mantığını öne alıyor. Kimimiz daha liberal oluyor, kimimiz daha muhafazakar. Yeryüzünde yedi milyar insan yaşıyor. Birbirinden farklı yedi milyar insan! Benzer taraflar olabilir evet ama asla aynı değiliz. Şahsen ben kendi doğurduğumda kendimden esintiler görsem de bambaşka bir insan meydana getirdiğim kanaatindeyim.
Biliyorum bazılarınız özgür irade diyorsunuz bazılarınız kader, herkesin kendince verdiği cevap farklı. Belki bazıları bu konuları son derece saçma bulup ne yapıyorsa onu yapmaya devam ediyor. Bu noktada şaşırıyorum işte. Herkesin her olaya verdiği tepki farklı, yorum farklı, karar farklı. Hepimiz farklıyız, nedeni sorgulasak da sorgulamasak da yaşıyoruz.
Bu fark nereden kaynaklanıyor?
Bu fark neden yedi milyar adet başkalaşıyor?
Bu noktada bana genlerden gelen aktarımlar çok ama çok mantıklı geldi. Hoş hala kitabı kavrayamadım , düşünüyorum. Belki de anahtar düşünmek değil de teslim olmaktır hayata.
Yalçın Ergir'in dediği gibi ;
Basit yaşayacaksın.
Mesela susayınca su içecek kadar basit.
Dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Berkan Ergürol Oturmuş , sağlam bir sistemin anatomisi. |
|
Bu gün size başımdan geçen olayların ışığında bir sistemi analiz edeceğim. Ne sistemi mi? Hani iktidarımızın anlata anlata bitiremediği, Başbakanımız’ın “ Öyle yerleştirdik ki, öyle koduk ki, öyle oturttuk ki” diye her meydanda öğündüğü “Sağlık Sistemi”. Ama bu kutsal sistem iki lafla geçiştirilemeyeceği için biraz uzun olabilir baştan söyleyeyim.
Üstünüze afiyet bundan tam otuz iki gün önce ateşlendim. Sıtmaydı ateşti derken sabahı sabah yaptım. Ertesi gün ateşim geçti. İki gün sokağa çıkmadım, ama bir halsizlik var ki sormayın. Üçüncü gün bakkal gibi kullandığım ve eve beş dakika uzaklığındaki alışveriş merkezine gitmek için yola çıktığımda gidiş ve gelişte altı kez mola verdim, una kaldırım kenarına oturmak ta dahil. Haftada iki gün sekiz, iki gün de beş kilometre yürüyüş yapan ben yüz metreyi bir kerede yürüyemez hale gelmiştim.
Bir hafta kadar dışarıya çıkamadım. Kendimde cesareti bulduğumda gittiğim bir vakıf hastanesi polikliniğinde kan tahlilime baktığımda kan değerlerimin müthiş düştüğünü gördüm. Öyle ki geçen sene beyin kanaması geçirdiğim de bile kan değerlerim daha iyi idi.doktorum bir de demir ve B12 analizi yaptırdı ama onlar normal çıkınca “ Ben bunu anlamadım siz bir de Hematolog’a gidin” deyip beni kapıya koydu. Hayda adı bile sakat “ Hematoloji” Onkoloji gibi bir şey. Cumartesi idi hemen derdimi kuzenim Nadi ve eşi Hülya ile paylaştım. Hep beraber Hematolog bulam derdine düştük her yerde de yok mübarek bölüm. Doktor laf arasında “ Belki ilik numunesi de alırlar” gibi bir şeyler de gevelediğinden benim hafta sonu iliklendi kaldı. Ben bir yandan kuzenler bir yandan internette deli gibi hematolog arıyoruz. Derken ben dayanamayıp Pazar günü sabahı saat altıda Ege Üniversitesi Hastanesinden Pazartesi saat sekiz otuz sekiz için internetten randevu aldım. Vay be görüyor musunuz sistemi oturduğun yerden ertesi gün hem de dakika ayrıntısı ile randevu alıyorsun. Bunu kuzene söylediğimde başına gelecekleri bilmediğinde “ Ben geir seni götürürüm” dedi ve biz sistemin içine aktık. Bundan sonrasını gün gün anlatayım.
1.Gün:
Dün gece kuzen geldi ve bende kaldı. Gece iki lafın belini kırıp hasret giderdik. Ben o güne kadar ki tüm tahlillerim kronlojik sıra ile klasörledim. Sabah saat yedide kalkıp sekiz gibi hastanede olmak üzere anlaştık. Nasıl olsa randevumu almışım internetten, sabah ta bir şey yemeyeceğim ki açlık kan testi isteyebilirler. Sabah sözleştiğimiz saatte kalkıp sekiz gibi hasdtaneye girdik. Doğru dahiliye polikliniğine gelince amanın bir baktım ki yüzlerce kişi polikliniği basmış bir gürültü ki sormayın her kafadan bir ses orada sorunca bir uzu sıra gösterdiler internetten randevu alanlar o sıraya gireceklermiş. Madem sıraya girecektim neden internete girdim ki diye düşünerek sıraya girdim.bitecek gibi değil. İşin ilginci yanda bir sıra daha var osıra daha tenha onlar da “ İnternetten randevu almayanlar” sırası imiş. Anlamadım tabi ama normal adamlar sistem kurmuş benim gibi cahiller ne anlasın. Bir saat yirmi dakika sonra sıram geldi ben zaten anemiyim ki bırakın ayakta durmayı oturamıyorum bile evde hep yere yatar vaziyetteyim, nasıl dayandım bilmiyorum belki kuzenle “Sisteme dair” derin konulara daldığımız içindir. Efendim öyle kafana göre Hematolojiden randevu alınamıyormuş önce dahiliyeye gidiliyor o gerekirse sevk ediyormuş.
Neyse kaydımı yaptılar sıram da birinci dahiliyede üç. Saat dokuz on beş muayene doluzbuçukta başlıyor. Ben bitikim tesadüf eseri kuzenle yan yana oturacak yer bulduk laflayıp oturuyoruz. Ama öyle tertip nizam oturuyoruz ki “Daraldım” deyip ayağını biraz uzatıyor olsan en az yirmi kişi domino taşları gibi yıkılır. Öyle bir dar alanda kalabalık var. Hatta ben bir ara kontrollu olarak ayağımı açayım dedim elinde demir bastonu olan bir adam önümden geçerken az daha ayağımı kırıyordu. Neyse sistem böyle bekliyoruz. Muhabbetler de eskiden kalma alışkanlıkla sistemi deşme üzerine. Derken sıram geldi nihayet sistemin kalelerinden birinde bir bilim adamına muayene olacağım. Muayene “ Kabinine” girince bir baktım yirmi üç taş çatlasın yirm beş yaşlarında bir kızcağız oturuyor “Buyrun anlatın” dedi, ben klasörü çıkarıp kendisine uzatıp durumumu anlattım. Öyle derin derin klasörü inceledi ve bir anda klasörü kapıp kabinden çıktı, ben şaşkın bir şekilde otururken döndü ve elindeki kağıttaki notlardan kopya çekerek dört tane form alıp doldurmaya başladı. Anladım sistem böyle intörn doktor olaqn bayan dinliyor sonra hocasına gidip danışarak karar veriyor. Hoca ağır adam herkesle muhatap olmuyor. ( Gerçi ertesi gün bayanın gidip danıştığı “ Hoca” nın da taş çatlasın otuz yaşında asistan olduğunu gördüm ama). “Beyefendi bu kan tahlilini yaptırıyorsunuz. Üç gün de gaita örneği verip sonra sonuçlarla bana geliyorsunuz” şeklinde robotik bir sesle bayan beni postaladı. Kaldık ortada hayır sistemi bilen biri değiliz ki Mısır’da doğmuş kutup ayısı yavrusu gibi etrafa şaşkın şakın bakıyoruz. Neyse sora sora laboratuarı bulduk. Burası az önceki alandan berbat. Sistem buraya tam manası ile oturmuş artık millet birbirinin üstüne çıkıyor itişip kakışıyor. Efendim önce cam kenarındaki sıraya girecekmişiz oradan numara alacakmışız sonra da ekranlardan numara ve adımızı takip edecekmişiz. Sıraya girdik bu arada hastaneye gireli iki buçuk saat oldu ve açız. Sırada beklerken görevli bayanın “ Beyefendi versene kağıdını ne bekliyorsun” sesi ile irkildim. “Tabi sisteme dahil olmazsan böyle ördek gibi bakınırsın” dedim kendi kendime. Kağıdı uzattım bayan bilgisayarda bir şeyler yapıp üzerinde numara yazan bir kağıtla birlikte geri verdi. “ Bundan sonra ne yapayım?” dediğimde “ Bakın işte ekrana aaaa” gibi bir şeyler söyledi. Olur, sistem böyle alışırız.Neyse ki çözdük üç tane ekran var bu ekranlarda hem aldığımız numara hem de isimler geçiyor. “ Kodlama” “ Kan alma” ve “ Sonuç alma” yazıyor. Yani önce kayıt olacağız sonra ikinci sıradan kan verecğiz üçüncüsü ise yarın lazım o sıradan da sonuç alacağız. Oturacak yerler var ama ayaktaki insan sayısı oturanın iki katı. Benim de gözlüğüm gözlükçüde eski yedek gözlükle hiçbir şey görmüyorum. Neyse ki kuzen var, valla Maşallah gözlküksüz iki blok öteden ekranı görüyor. Sıraya göre önümde yüz yirmi kişi var. İsimler geçiyor biz ayakta dikilyoruz. Muhabbetler hep sistemin açıkları yanlışları üzerine ne yapacaksın serde “ Komünistlik” var. Bir süre sonra ortama alıştık bazı sistem karşıtı kişiler burada düzeni kurup ara bahçeyi sıgara içme alanı yapmış. Oraya çıktık oradan ekranı da görüyoruz. İsimler geçiyor zaman da biz isimlere takılmış öyle bakıyoruz. Ben artık dayanamayıp sıfır derece havada taşa oturdum. Kuzen hala ayakta “ Nadi kaç oldu sıra be” diyorum o dalmış gitmiş “ Hamide Öterbülbül” diye numarayı değil adı söylüyor. Ben onu bu hallerini bilirim o şimdi takıldı “ Ne yapsam da bu güzelim sistemi yıksam” diye plan yapıyordur.Yavaş yavaş zaten tadını da çıkarıyoruz binbir çeşit ism önümüzden geçiyor. Yani çocuk sahibi olacak ta isim bulamamış çiftler buraya gelsin her türlü alternatif var, giriş bedava. Neyse bir buçuk saat sonra sıra geldi kodlamaya gittim bayan bana yeni bir sıra numarası bulunan fiş ve üç tane kapaklı kutu verdi. Fişle kan verme sırasını takip edeceğim kutularla da yarından itibaren üç gün boyunca “ Gaita” örneği getireceğim. Zaten iki saat boyunca etrafı kesip sistemi deştiğimiz için artık daha rahatız, yolu öğrenmeye başladık.
Hastaneye girdikten dört buçuk saat sonra kan da verip kurtuldum. Açım kuzenle beraber Bornova’da meşhur bir kebapçıya gittik kurt gibi aç olan ben sadece çorba içip yarım lahmacun yiyemeden iştahım kapandı.
Daha yapacak işler var önce Halam’a uğrayacağız sonra da Kanka’yı hayatında ilk defa Veterinere götüreceğiz. Halam’a gittik ben orada ayağımı uzatıp sızmışım onlar ne konuştular ana oğul bilmiyorum. Çıktık eve geldik Kanka’yı kafese koyup veterinere götüreceğiz. Fazla zorluk çıkarmadı ama iki saniye içerisinde Nadi’nin eline de tırnağı ile imzayı attı. Asıl konu kafese girince başladı o zamana kadar sadece “ Mik mik miik” şeklinde replikleri olan Kanka ilk defa kafeslenmenin şoku ile öyle bir “ Miyaaaav” çekmeye başladı ki kedilerin Shakespare’i varsa ancak bu kadar tirad yazabilir. Bizim blok yıkıldı. Bahçe de bile alışkın olmayanlar balkona çıktı bize bakıyor. Neyse biraz alış veriş yapıp eve geldik rakıları koyduk sistemi irdelemeye başladık ben zaten ikinci dublenin ortasında uyumuşum.
2. Gün:
Kuzeni ısrarına rağmen sabah uğurladım, ben hallederim artık onun da işi var gücü var. Gaita numunem ve tahlil istek kağıdımı bir çantaya koyup iki minibüs marifetiyle hastaneye vardım varmasına da laboratuara varıncaya kadar üç kez mola vermek zorunda kaldım yürüyemiyorum halsizlikten. Laboratuarda bilgiç hareketlerle bayana tahlil kağıdını verip bir önceki kan sonuçlarını almak için otomatik kioska TC kimlik numaramı girerek sonuç alma sıramı aldım. O sırada yaşlı bir adam rica etti ona bile numara aldım ve izlemesi gereken yolu tarif ediyordum ki kuzen merak etmiş aradı ben bir yandan adama yol anlatırken bir yandan kuzenle konuşuyorum, kuzen de “ Ulen kaptın sistemi” diyor. Hesaba göre Cuma’ya kadar numune verip sonuç alacağım Cuma da büyük gün sonuçları alıp doktora göstereceğim teşhis konup tedaviye başlanacak. Bu arada kan değerleri yine berbat ayrıca demir de minimum değerin bayağı bir altında Zar zor minibüse ulaştım ve eve gelip uzandım hiç halim yok.
3. Gün:
Yine aynı şekilde tahlilimi kodlattım sonucumu aldım. Ama artık bunları otomatik yaptığım gibi bir de millete yardım ediyorum. Yavaş yavaş sistemin sağlam unsuru olmaya başladım. Bu arada saatler süren bekleme sürecinde hayaller kuruyorum. “Yav zaten işsizim, bilen biliyor bildiğim işi yapmama da taş koyanlar var ben burada danışmanlık yapsam ya”. Ne var Sıra alma elli kuruş, yol gösterme bir lira, yarım gün refakat otuz, tam gün refakat elli lira. Yani işin var, gücün var sabah bana yaşlı hastanı teslim et, git işine bak, ben yaşlını muayene, tahlil dahil morga kadar götürürüm valla.
4.Gün:
Pek bir şey yok otomatik bir sistem unsuru olarak numune verip, sonuç aldım. Allahtan gaita da gizli kan yok mide bağırsak sağlam yani. Ayrıca bir gün önce asıl gözlüğümü aldığımdan atmaca gibi sistemi irdeliyorum.
5. Gün:
Bu gün büyük gün ve ben bu gün sistemin nasıl “ Oturduğunu” da gördüm.
Tamam her şeyi kaptım da sonuç gösterme nasıl olacak kafam ona takık. Hastaneye girdim labaratuara giderken dahiliye polikliniğine uğradım. Orada oturan genç sempatik bayana sorduğumda “Bak orada bir kağıt asılı oraya adını yaz saat bir gibi sonucun ile burada ol isim okunacak” deyip elindeki kalemi bana uzattı. Bu dur. Nasıl kapmış sistemi kıskandım valla.adımı otuz beşinci sıraya yazdım.
Son sonucumu da alıp poliklinikte oturdum daha bir buçuk saat var ben gazete okuyorum. Saat bire doğru bir hareket başladı derken bire on kala kalabalık hareketlenmeye başladı. Medeni cesareti olan sesi gür ve güzel sistemi hatmetmiş bir bayan kağıdı eline alıp sırayla isimleri okumaya başladı buna göre sıraya giriyoruz bazılarının sonucu çıkmadığından ya da başka bir sebeple gelememiş onlar atlanıyor. Derken orta yaşlı gözlüklü bir adam “Bana ne ya” deyip sıranın arasına kaynak oldu. Bir huzursuzluk başladı ama ben tam anlayamıyorum. Birileri “ Bu adamın ismi yok” falan diyor. Arkamdaki iri yarı bayan da “ Ah hasta olmucam ben ne yapardım bu adamı” diye söyleniyor.Sırayı düzenleyen bayan da sık sık adamın yanına gidip “ Beyefendi sıranın en arkasına geçiniz” diyor ama adamın tek bir söylemi var: “Bana ne ya”. Derken sıra gişesi açıldı buradan beş dakika içerisinde sıra alıp kayıt olacağız. Kayıt daha kolay çünki orada sıra numarası ışıklı tabelada yanıyor ayakta dikilmeye gerek yok. Sadece ışıklı tabelayı gören bir yere otur yeter. Ama adam direniyor. Ne zaman ki adam sıra gişesine yanaştı, arkadan “ Verme sırayı bunun adı yok” diye bağrışlar koptu. Görevli sıra vermeyi reddedip adam da direnince bir anda ortalık karıştı kadının biri elindeki film zarfını adamın kafasına indirdi adamı bir anda ayak altına aldılar. Zaten ben adam düşmeden önce az önce anlattığım iri yarı bayanın önce Aşil tendonuna sivri burula tekme atmasını ve ardından çelmesini gördüm. Adam üstü başı dağılmış sıranın arkasına geçti. Uy işte şu sisteme değil mi? Yok arkadaş bunları toplayıp Silivri’ye tıkacan.
Sıram geldi genç bayan doktorun önüne oturdum. Sonuçlara baktı yine klasörü kapıp kabinin dışına gitti, döndüğünde yine elinde kopya kağıdı bir tahlil isteği alıp doldurmaya başladı. Ben artık dayanamadım “ Yine mi tahlil, ya bana bir takviye verin ben yürümeyi bırakın oturamıyorum on beş gündür doktora gidiyorum daha bir plasebo bile alamadım” diyorum ama kim dinliyor. Bayan bir yandan formu doldururken “ Beyefendi incelemeleri bitirmeden tedavi yapamayız” diye tersledi. Ben “ Peki bu tahlil açlık gerektiriyor mu hiç olmazsa bu gün kan vereyim Pazartesi sonucu alırım” dediğimde “ Valla bilmiyorum laboratuardaki görevliye sorun” dedi. Vay be sisteme bak doktor “ Ben bilmem” deyip kayıt alan ve muhtemelen İşletme ya da İktisat mezunu görevliye yönlendiriyor. Öyle de oldu zaten laboratuara gittiğimde görevli “ Abi bu açlık gerektirir, bunun da laboratuarı kapandı” deyip olayı Pazartesi’ye bıraktı.
Moral sıfır. Bahçeye çıktım sulu kar yağıyor. Yürüyemiyorum bahçede karın altına oturdum sırtımda tüm ağırlığı ile sistem oturuyor. Kalktım zar zor kar altında minibüs durağına gittim. Yolda kuzen aradı durumu anlattım yanıt kısa: “ Ben Pazar akşamı gelir seni götürürüm”.
6. Gün:
Dün gece yine kuzen geldi sistem ağırlıklı rakı muhabbeti yaptık. Planımızı konuştuk sabah çok erken kalkıp doğru kan vercem ve sonucu da saat bire kadar alıp aynı gün sonuç gösterip sisteme meydan okuyacağım.
Sabah altıda kalktık yedide hastanedeyiz. Ben hemen bilgiç bir hareketle sıra kağıdına adımı yazdım. Yav sisteme bak sabahın yedisinde bile adımı yirmidokuzuncu sıraya yazabildim. Kanı verdim sıra bekliyorum ki sonuç alacağım kuzen de yanıbaşımda.
Derken bir gürültü koptu oldukça yaşlı, gözlüklü bir adam “ Sen ne biçim konuşuyorsun, beni güvenlikle mi korkutacaksın çağır gelsin güvenlikçi bakalım” diye ortalığı yıkıyor. Görevlilerin bazıları adamcağızı tartaklar gibi oldu ama Allahtan sisteme uyum sağlayamamış bazı kişiler araya girip adamı kurtardı. Ben ise sistemin bir neferi olarak sakin sakin olaya bakıyorum. Adamda kabahat ama ,sen hem sisteme uyum sağlama hem de “ Çağır gelsin Jandarma” edası ile maraza çıkar.
Neyse sonucu alıp doktor bayanın önüne oturdum. Baktı, baktı yine klasörü kapıp gitti. Geri döndü ve yeni bir tahlil istek kağıdı aldı. Ben o anda geçtiğimiz yıl beni beyin kanamsına götüren tansiyonumun zıpladığını anladım. Ama kendimi tuttum ne de olsa artık sisteme dahil bir “ Kobaydım”. Bayan bu sefer anlamış olmalı ki “ Yok bu son ben bunu geçen hafta anneme yaptırdım mikroskopta bakacaklar yok bir şey basit”. Kabinden çıktım kuzen soruyor “ Ne oldu?” “ Hiiç tahlil dedim.”. Bir şansımız var ki kanı o gün verip yarın sadece sonuç alıp doktora gösterebileceğim. Kanı verdim kan alan bayan bana bu sefer sonucu buradan değil beşinci kattaki Hematoloji laboratuarından alacağımı söyledi. Vay be sisteme uymak bir yana sistemin içinde yükseliyorum.
Hastane sonrası yine aynı Halamı ziyaret ve Kanka’yı veterinere götürmek. Kanka bu kez zorluk çıkarmadı ama veteriner masasında bir korkudan titreme nöbeti geçirdi. Gece de yine kuzenle rakı muhabbeti ve sistem analizi.
7. Gün:
Kuzeni yine yolculadım ve yollara düştüm. Bu gün artık iyice bitikim. Sitenin kapısına bile zor vardım. Raporumu beşinci kat hematoloji laboratuarından aldım ondan önce de adımı sıraya yazdım. Kavga gürültü sırayı aldım bu sefer başka bir bayan doktorun önüne oturdum. Aynı yaşlarda hafif tombul bir bayan. Ama sistem tıkır tıkır işliyor yine aynı bayan beni dinledi, klasörü kaptığı gibi kaçtı. Bekliyorum bu arada daha önceki bayan doktor kapıdan bana “ Kusura bakmayın ben bu gün yoğunum da” dedi ne de olsa artık tanınmış kobayım.
Bayan geldi ben yeni bir tahlil istek kağıdı alacak diye bekliyorum. Bana söylediği: “ Beyefendi biz bu rahatsıslığın düzenli olarak kullandığınız sedef ilacının bir yan etkisi olduğunu düşünüyoruz. Önemli de değil ilacı değiştirin geçer”. Ben “ tamam bırakayım ya da değiştireyim ama ben kötüyüm bana bir takviye verin” dedim. Yine fırladı gitti. Döndüğünde “ Gerek yokmuş” gibi bilimsel bir ifade kullandı. Ben artık sabrımın sonundayım “ Hanımefendi siz bana git evine kendi kendine iyileş diyorsunuz” deyince de başını boynunun etrafında çevirip soluna yatırarak öyle baktı. Ben bu ifadeyi biliyorum. Kanka’da çok yaramazlık yaptığında karşıma alıp “Oğlum sen niye böyle yaramazlık yapıyorsun?” dediğimde o da başını boynunun üstünde çevirip sola yatırarak yuvarlak gözlerle bakıyor.
Bahçeye çıktım.buz gibi havada ağaçların altına oturdum. Kötüyüm açıkçası beni bir güzel dövdüler kapının önüne bıraktılar.
Karşıyaka’ya geldim saat on beş otuz hiçbir şey yememişim. Doğru çorbacıya gidim çorba içtim. Hemen eve giden minibüse bindim. On iki saatlik uçak yolculuğunda bile gözüne kırpmayan ben minibüste uyumuşum. Sitenin önünde şöför uyandırdı. Allah’tan şöförler tanıyor.
Eve girdim hemen uyumuşum. Rüyamda kendimi doktor muayenehanesinde gördüm. Kelli felli hani eski filmlerdeki Nubar Terziyan gibi bir doktor beni dinledikten sonra o hep beklediğim reçete kağıdını eline alıp kalem de elinde “ Beyefendi bu yazacağım sakızları çiğnerseniz hiçbir şeyiniz kalmaz” diyor. Ben “ Sakız mı?” derken uyandım. Gece olmuş deliksiz uyumuşum.
Kuzen arayıp “ Başka doktora gidelim” diyor. Valla gitmem yeter bu kadar sistem. Kapattım kendimi eve ama sistemin hediyesi üç gün sonra geldi. Birden ateşlenip sıtmalandım. Sabah kalktığımda kulaklarım tıkalı. Ertesi gün de akmaya başladı. Tekrar doktora gittim.orta kulak iltihabı olmuşum. Eee kar altında bu kan değerleri ile hastane köşelerinde dolaşır mısın?
Şimdi mi? Hayır iyileşmedim ama sokağa da çıkmıyorum . Sistemin bir neferi görüp te “ Gel senin kanını alalım” demesin diye
Mehmet Berkan Ergürol
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
“OKYANUS BİATLI YANDAŞ YALAKA” ŞİMDİ DE MEDYAYA ÇENGEL ATTI
Değerli okurcumlarım, bugün de yazılı ve de görsel medya üzerine konuşmak istiyorum. Terörist eğilimli münafık muhalifler, gazeteci kimlikli bazı teröristlerin içeride tutulmakta olmasından pek de hislenmiş olsalar gerektir, dillerine dolayıp durmuşlar, ille de “basın özgürlüğü” ille de “basın özgürlüğü”
Nasıl yani kardişim yaaa... Hem istediğini basacaksın hem de basın özgürlüğü diye kıyameti kopartacaksın. İstediğini basıyosun ya kardişim ya...Daha ne istiyosun yani?
Hayır, yani hem terör örgütü üyeliğinize ait bütün belgeler önce basında çıkıyo, sonra da içeri girince “nerede bu basın özgürlüğü?” İşte burada! Sizin suç delillerinizi basın basmıyo da ben mi basıyom yani? Degel mi ama......Birde bu internet gazeticileri var. Olmaz olsunlar....Kuruyorlar bir site, yazıyorlar pata küte....
Sonnacıma tabiatıynan Kilimli’ye davetiye çıkıyo bunlara. İşiniz gücünüz yok mu be kardişim yaa.... Uslu uslu kim kimi yanağından öpmüş dedikoduları yazsanıza yaaaa. Size mi kaldı siyaset, muhalefet.....
Bi kerem şunu bilecen, her durumda oltaya takılan balık gibi ortam dinlemesine takılıyon sen. Bundan kaçış yok yani.
Hassaten çok kibar olacan hepiciğimize karşı. Ne o öyle, yandaş, candaş, mandaş dedin mi, işte böööle parmaklık arkasından hüzünlü hüzünlü bakar kalırsın yani.
Bak bana da öğren bu işleri, her iki yazımdan birinde büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüyom yani.
Hah, gene çıktı bi tane. Yırtık dondan çıkan şey gibi. Ne demekmiş o öyle yaaa. Tarafsız gerçek gazetecilik, haberde objektif olmak, gerçekten yana olmak.... Ne diyon yaa? Onların çooooktan modası geçti hemşerim. Şinci manşetleri bilem tepeden alıyoz biz. Zaten o yüzden de habire pişti olup duruyoz yaa. Ama olsun. Önemli olan göğsümüzü münafık muhaliflere siper ederekten, böyyüklerimizi cansiparane olarak savunmak.
Bak, güzel kardeşim Kevser, senin hiç işin gücün kalmadı mı da bacak kadar boyunla internet gazeteciliğine soyundun? Allah aşkına gidip o gözelim kaldırım gazetelerinden birinde magazin takılsaydın yaaaa.
Hepiciğiniz bilmelisiniz ki, terörist eğilimli münafık muhaliflik yapmak ağır bir suç sayılmaktadır artık. “İrticaya karşı mücadele” adı altında bizimkilere saldırmak, cemaatime karşı koymak felan ağır cezayı gerektirir suç artıkın. Yüce rabbime senalar olsun ki, bize bu günleri de gösterdi yani....
Ööööle kolay kolay yedirmezler adama. Eleştiri, meleştiri ne o öyle... Yazık sana kızım yaaa. Çok tehlikeli bir iş bu senin yaptığın! Düzeni eleştirmek senin ne haddine. Öyle bir şey lazımsa yani, onu da biz yaparız sana ne oluyo! Ne haddine senin....
Üstüne üstlük bir de ne o öyle.....Yok, yurtseverlikmiş, yok aydınlanmacılıkmış, yok devrimcilikmiş.... Zaten kafadan suçlusun canım kızım yaaa.
İşte sonun böyle olur Kevser. Bak benden sana baba tavsiyesi. Yürüdüğün yerlere tikkat etcen. Her bi yerde kocaman çamurlar var. Alfabenin malum harflerinden kardık da, kardık biz bunları ha! Başında da her daim nöbetçilerimiz var. Kafalarına göre takılıp, bulanık suda balık avlamaya çalışan senin gibilerden gelenin geçenin üstüne sıvıyolar, sağolsun arkadaşlar. Sooona da oluyosun “terörist”. Boşuna çeneni yorma!
- Ama sayın savcı hangi deliller.......
- Delil, melil yok, aha üstüne başına çamur sıçramış, o tek delil yeterlidir.
Anlaşıldı mı kızım, yağmurlu havalarda sokağa çıkılmayacak yani...Tehlikesiz sularda yüzülecek, kaka kelimeler kullanılmayacak, uslu çocuk olunacak! Hani siz var ne dimah..... “Vatan bölünse” bilem, angut gibi bakılacak yani. Onu demek istiyorum.....Bu kadar basit bu iş yani.
Bir de meydan okumuşsun içeride, bizim o goccaman gövdeli hukukçularımıza dönüp, mealen “yürek ile beden arasında bir orantı olamayacağına” ilişkin laflar etmişsin açık açık. Ve ilan etmişsin ki 29 harften ibaret tek kişilik bir örgütmüşsün sen. Bir de adı anılmaması gereken çatık kaşlı kişiyi de “bir numara” ilan etmişsin iyi mi?
Bir kere bilmen lazım ki, “yürek” dediğin şey sadece koyun ve kuzu da olur, ondan da iyi sote olur. Hayır, ilgilisiz ilgililere baş vurup bu kelimeyi de tümden yok ettireceğim ama, bizim Veli ustaya gittiğimde, çek bana bir “kalp” sote desem olmayacak, salak salak bakacak yüzüme. Bu sinir kelimeye o yüzden dokunmuyom yani....
İnsan dediğin zat-ı muhteremlerin çoğunda pır pır atan küçücük bir kalpten başka bir şey bulunmamalı kardişim yaaa. Nereden yürek oluyormuş sende şimdi, anlamadım ki..... Bizimkiler sadece aferin aldıklarında, kalpçikleri biraz daha fazla pır pırlanır. Hepiciği o kadar yani...
Vay Kevser, vay! Boşuna nefes tüketiyorsun. Bizimkilerin beyni senin ne dediğini anlamaz ki kızım. Anlayabilselerdi zaten çok öncelerden oralarda olurdun sen.
Eveeet, bu internet gahramanları ilen yeterince didiştik... Şimdi de asıl konumuza kesin dönüş yapalım degerli izleyicilerim.
Her zaman olduğu gibi, ben ve arkadaşlarım bir yandan sağımıza solumuza diklenirken, öbür yandan da yağcılık ve yalakalıkta ölçüyü biraccık kaçırmaktayız zaman zaman. Eh o kadar da olacak haliylen.
Konumuzun bam teline dokunan çok gısa bir özet yapmak gerekir ise şunu diyebiliriz ki; her daim ilkeliyiz, günümüz modasına uyan acar gazetecileriz biz. Hanamerikanya’nın çıkarları bittabi bizim de çıkarlarımızdır.
Geldik bana ayrılan sürenin sonuna. Bugün de ekranlarda her şeyi tartışan badem bıyıklı ve ruhani ifadeli yazarınızın engin ve derin yorumlarından istifade etmiş olmaktasınız. Yakında bir başka konuda tekrar görüşmek dileğiyle hoşça ve boşça kalınız ve her zaman bıkmadan tekrarladığım gibi sakın ola ki, terörist eğilimli münafık muhaliflere kulak kabartmayasınız.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Vincent Van Gogh
Bu yıl İstanbul’da, sanatsal anlamda, epey etkinlik düzenlenmişti.
Ben de, bu etkinliklerin, en az ellisine katılmışımdır her halde.
Abdi İbrahim, 100’üncü kuruluş yıldönümünü, Alive Dijital Sanat Sergisiyle kutluyordu. Ben de Van Gong’un İstanbul’a gelmesini fırsat bilip, sabahın erken saatinde yola düştüm.
Saatin, erken olmasına rağmen, Antrepo 3'ün önünde, epey bir kuyruk vardı. Hiç sıkılmadan bekledim. Çünkü benim beklediğim, yıllardan beri biriktirdiğim hayallerimdendi.
Reklam afişlerinde rastlamıştım ilk, Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi 'ne. Dışında kalmaktan kurtulmuş, sandalyede oturan, bir adam fotoğrafı vardı, resimle bütünleşen.
“Bu nasıl da güzel bir değişiklik!” dedim, kendi kendime. Zaten, oldum olası kızmışımdır, resimlere bakıp; “Eh güzelmiş!” diyen, yavan sözlere.
Bir yeri ziyaret etmek, sadece ona bakmak değildir! Onun tarihini anlamak, sanatçının yaşamından haberdar olmak, o dönemin sanat bilincine sahip olmaktır. Bu sadece, resim için değil, diğer bütün sanatlar içinde geçerlidir.
Ben de, bunun bilincinde olduğum için, daha önce defalarca okuduğum Van Gogh’un hayatını, bir kez daha okudum, kuyrukta beklerken, sergiye taze bilgilerle girmek için…
(30 Mart 1853 Zundert, Hollanda- 29 Temmuz 1890 Auvers-sur-Oise, Fransa) Hollandalı ard izlenimci ressam olan Vincent Van Gogh, bazı resim ve eskizleriyle, dünyanın en tanınmış ressamları arasına girmiştir. Sanat simsarlığı, kısa süren bir öğretmenlik deneyiminden sonra, Belçika'da fakir kasaba da misyoner olarak çalışmıştır.
Başlangıçta, koyu ve kasvetli renklerle çalışan Van Gogh, Paris'te tanıştığı izlenimcilerle, akım değiştirmiş, kendini canlı renklere vermiştir.
Van Gogh, yaşamının on yılı boyunca, 900 resim ve 1100 karakalem çalışması üretmiş, en meşhur eserlerini ise ömrünün son iki yılında yapmıştır. Bu da, yaşamın ona verdiği, birikimler neticesindedir.
Zaten, bütün sanat dallarında böyledir. İnsanın, özgünlüğü yakalayabilmesi için, belli bir birikime ve yaşam tecrübesine ihtiyacı vardır.
“İnsan zamanla, bu bilgileri, gözlemleri değerlendirir, bunlardan yeni eserler üretebilirse, o zaman özgünlüğe kavuşur.”
Van Gogh’da başarıya, ömrünün son iki yıllında ulaşabilmiştir.
1888'de ressam arkadaşını kaybetme korkusuna kapılarak, sol kulağının bir kısmını kesmiş ve çok acı çekmiştir. Ama bu acı, arkadaşının gitmesini engelleyememiş, bundan sonra süregelecek olan, hastalığını ortaya çıkarmıştır.
20. yüzyıl sanatını şekillendirecek olan Van Gogh, Fovistlerin, ilham kaynağı ve Empresyonizmin öncüsüdür.
Ölümüne yakın, 1890'da, Mercure de France dergisinde çıkan bir yazıda, Van Gogh’tan; "Dahi" diye bahsedilmiştir.
Gerçek sanatçının, ölümüne yakın, bu yazıyı görmesi, gecikmiş bir sevinç olmakla beraber, diğer başka sanatçılara göre de bir şanstır.
En basitinden, Mozart bile, ölmeden önce, hiç rahat yüzü görmemiş, ev sahibinin parasızlıktan, evden atması sonucunda, sefil bir şekilde ölmüştür. Hatta şimdi bile, mezarı bilinmemektedir.
Van Gogh’un en büyük şansı kardeşi olmuştur. Onun, maddi desteğinden dolayı, hayatta yalnız kalmamış, hastalıklar içinde kıvranırken bile, onun dostluğundan hiç bir şey kaybetmemiştir.
Bu, birbirlerine yazdıkları, sayısız mektuptan anlaşılmaktadır…
Benim için en önemli eseri; “Yıldızlı Geceydi.” Ölümüne yakın, yaptığı bu tablo, gerek mavi renginden, gerek abartılı yıldızlarından olacak ki ilgimi çok çekmişti. Vang Gong, bu resmi, akıl hastanesindeyken yapmıştır.
Beethoven’da, en güzel eserlerini, kulak çınlamaları içinde, sağır olduğu zaman da üretmemiş midir?
Buradan, şu sonucu çıkarıyor insan; “Sanatçılar, en büyük eserlerini, ya memleketinden uzak bir hapishanede üretiyor, ya da hastane odasında acı çekerken.”
Böyle, notlarıma dalmış gitmişken, sıra bana geldi, biletimi aldığım gibi, kapıdan içeriye attım kendimi; “İşte büyük hayalim!” dedim, kendi kendime, Van Gogh’un “Teras Kafe ”sinin içindeyim artık.
Dev ekranlar, duvarlar, zemin ve hatta tavanı kaplayan, 3000’den fazla, Van Gogh görseliyle dolu, kocaman bir salondayım. Nereye bakacağımı bilemiyorum! Şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyorum; “Yıldızlı Gece” sağımda, “Arles” solum da.
40 projektör aracılığıyla, dev ekranlara, yansıtılan resimler arasında, bir cüce kadar, aciz hissettim kendimi! Acaba resim yapmaktan vaz mı geçseydim!
Saatlerce, izlemekten sıkılmadığım, bu resimleri, terk etmek zor geldi bana. Sanki, eski bir dosttan ayrılır gibi el sallayarak çıktım, “Ayçiçekleri’ne…”
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Platon ve Özgürlük |
|
Platon’a göre özgürlük, kişinin “Kendi olma”sı; kendi erdemlerinin taşıyıcısı olması demektir. “Kendi olmak”, kişiye akıl aracılığıyla aydınlatılmış, işlenmiş, geliştirilmiş bir doyum; belirli türden bir mutluluk sunar ki, başka hiçbir şey, böyle bir mutluluğun kaynağı olamaz. Bu mutluluk, kaynağını gelip geçici nesnelerden ve bu nesneler dünyâsından almaz; nesnesi değişmeyen ve kendi kendisiyle hep aynı kalan ideaların bilgisiyle gerçek özgürlük ve gerçek erdem, bu mutluluk içinde açığa çıkar.
İdeaların bilgisiyle sağlanan özgürlükten gelen her eylem iyidir ve her iyi eylemin kaynağı özgürlüktür. Kötülük ise başkalarının belirlenimi altında şekillenen eylemlerin sonucunda ortaya çıkar. Erdem, ruhun kendisiyle tam bir uyumu, düzeni ve birliğidir ve bu uyum, düzen ve birliğin bozulması, kötülükle bir ve aynıdır. Kötülük, insanı gelip geçici heves ve arzularının peşinden koşmaya ve köleliğe sürükler.
Platon’a göre insan, kendi belirlenimlerine, kendisine en uygun yaşam biçimiyle ulaşır. İnsan, erdemleri bir yaşam biçimine dönüştürmedikçe, tekil bir eylemi gerçekleştirirken özgür olup olmadığının bir önemi kalmaz. Bu ise bir kimsenin, yaşamının belirli bir dönemde mi yoksa tüm yaşamı boyunca mı sağlıklı olmak isteyip istemediğiyle bir ve aynıdır. Özgür eylem, ruhun kendisiyle tam bir uyumu, düzeni ve birliğinin yaşam biçimi olarak benimsenmesini gerekser.
Platon’a göre kötülük ya da kişinin özgürlüğünü kaybetmesi, İyi İdeası’nın bilgi, ölçülülük, doğruluk ve güzellikle olan birliğinin bozulmasını ve bir şeyin kendi ideasıyla ilişkisinin kesilmesi sonucu kendi belirlenimini kaybetmesini; bir dış güç tarafından belirlenmesini ifâde eder. Kötü eylemde kişi, “Kendi olma”nın sağlayacağı doyum ve iç huzurdan uzaktır. Bunun için de kötü eylem, kişiyi Kendi’si karşısında dâimâ zayıf ve bitkin düşürür; kişi, Kendi’sine karşı hep çâresiz kalır.
Başka deyişle kötü eylem, kişiyi tek taraflı, sınırlı ve koşullu birtakım bağımlılık ilişkilerine sürükler ve kişi, bunları hiçbir zaman tam olarak doyuramaz. Oysa, “Kendi olma” erdemini gösteren ve bu erdemi “özgür eylem”leriyle açığa çıkartan kişiler, İyi İdeası’na göre eylemlerini belirleyen, özgür, erdemli ve filozof yaradılışlı kimselerdir ve bu kimselerin yaşamlarında hiçbir bağımlılığa yer yoktur. Hâliyle, gerçek felsefe ile gerçek erdem, bir ve aynıdır.
Platon’a göre İyi İdeası bilgi, ölçülülük, doğruluk ve güzelliğin birliğidir. Erdem ise mutluluğa giden olanaklı tek yoldur. Ancak erdem, ne doğa vergisidir, ne de öğretilebilir; erdem, ona sâhip olanlara bir tanrı vergisidir. Kişi, “Kendi olma” erdemi aracılığıyla, kendisini tam da o kişi yapan özellik ve olanaklara kendisi sâhip olur. Erdemli bir kişi, kendi sınırlarını, kendi olanaklarını, kendi yeterlik ve noksanlarını, vb. bilen ve yaşamını bunlara göre belirleyen kişidir.
Böylelikle, Platon’a göre “Kendi olmak”, kişinin “Kendi olma” erdemi göstermesidir ve özgür eylemler, kişinin Kendi’sinin eylemleridir. İyi eylemler de bu erdemle ve özgür olarak açığa çıkar, “Kendi olma” erdeminden yoksun kişilerin eylemleri ise kötülükle sonuçlanır. Ancak, tüm insanların eşit olduğunu düşünmek ve “Kendi olma” konusunda onları ortak bir eğitime tâbî tutmak da mümkün değildir. Tanrılar insanı yaratırken, tüm insanlara “âdil” davranmamış; kişilerin ruhlarına farklı istek ve arzuları yerleştirmişlerdir.
Bu bakımdan, Platon’a göre adâlet, “hakkı olana hak ettiğini vermektir” ve devletin görevi, insanların bu farklılıklarını gözeten bir toplumsal düzeni gerçekleştirmek; toplumsal sınıflar içinde bireyleri örgütlemek, her birine ihtiyâcı olan eğitimi sunmak ve onları, kendi gerçek olanaklarını gerçekleştirmeye/geliştirmeye teşvik etmektir. Bir kimsenin âdil olabilmesi için de ruhunu meydana getiren tüm bölümler (soylu isteklere yönelen yan, bayağı isteklere yönelen yan ve akıl) kendi işini yapmalı ve birbirlerinin alanına el uzatmamalıdır.
Toplumsal adâletin gerçekleşmesi içinse toplumsal yapıyı oluşturan sınıflardan her biri, kendi işini yapmalı ve diğerinin işine karışmamalıdır. Toplumsal sınıflar ise koruyucular, besleyiciler ve yöneticilerden oluşur ve ruhunda soylu isteklere yönelen yanın ağır bastığı sınıf koruyucuları, bayağı isteklere yönelen yanın ağır bastığı sınıf besleyicileri, aklın ağır bastığı sınıf ise yöneticileri oluşturur. Bu sınıflardan her birinde “Kendi olma” erdemi de birbirinden farklıdır; koruyucu sınıfta bu erdem cesâret, besleyici sınıfta ölçülülük, yönetici sınıfta ise bilgelik olarak açığa çıkar.
Platon’a göre adâlet ise tüm sınıfların ortak erdemidir ve hem kişiye kendi olmanın erdemini göstererek onu özgür kılar, hem de toplumsal düzenin İyi İdeası’na göre belirlenmesini ve erdemlerin yaşamda gerçeklik kazanmasını sağlar. Âdil toplumlarda özgürlük, toplumsal sınıfların eylemlerinde mutluluk olarak açığa çıkar. Dolayısıyla, sınıfsal yapısı bu tür bir düzene oturmamış toplumlarda ve bu sınıfsal yapıyı gözetmeyen yönetim biçimlerinde özgürlük, berâberinde kaos ve anarşi getirir ve sonuç olarak, tiranlık rejimlerinin kurulması engellenemez.
İmdi, Platon’a göre tüm insanlar, özgür olmak isterler; ancak özgürlük, tüm insanların toplumsal düzen içinde eşit olmalarıyla hiçbir zaman sağlanamaz. Yönetici sınıfın görevi, bu noktada yaşamsal bir önem kazanır; çünkü yönetici sınıf, hangi sınıfların ne gibi hak ve özgürlükleri olduğunu kendileri belirler ve bu konuda da ideaların bilgisine göre hareket ederler. Diğer sınıflarda bilgelik gibi bir erdem olmadığı için toplumsal adâletin onların eline bırakılması, berâberinde özgürlüğü de ortadan kaldırır.
Başka deyişle özgürlük, ancak toplumsal düzen içinde olanaklıdır ve bu düzenin neye göre düzenleneceğini belirlemek, ruhunda aklın ağır bastığı sınıf olan yönetici sınıfın hakkı ve görevidir. Platon, kânunlara kayıtsız şartsız tam bir teslîmiyeti de doğru bulmaz ve bu tür bir teslîmiyetin, ancak filozofların kral ya da kralların filozof olacağı bir “ideal devlet”te aranması gerektiğini savunur. Mevcut durumda ise devlet yönetimi halkın elinde olduğu için “halkın doğruları”, çoğu zaman felâketlerle sonuçlanır.
Platon’a göre, bu tür bir düzende bireysel özgürlük ile toplumsal özgürlük arasında da hiçbir karşıtlık yoktur ve aynı zamanda da bu tür bir devlet, insanların doğal yapısına tam uygun olduğu için ve onlara bu doğal yapıyı kazandıranın da tanrılar olması nedeniyle, tanrısal düzenin ta kendisidir. Özgürlük, ancak filozofların özgürlüğüyle sağlanır; çünkü, mağara metaforunda da vurguladığı gibi, kendilerini bağlayan zincirlerinden mutlak anlamda kopmayı başaran ve ideaların bilgisiyle hakîkati gören kimseler onlardır.
Platon, filozofların bu özgürlüğü toplumsal düzende adâletin sağlanması için kullanmalarını, onların ahlâkî ödevi olarak görür ve filozofları “tanrısal” yapacak olanın da bu çaba olduğuna inanır. Filozofların, bu çabadan kaçmak gibi bir seçenekleri yoktur; ruhlarında doğal olarak bu eğilimler baskın çıkar. Filozofların yönetiminde olmayan bir toplumsal düzende ise özgürlükten bahsetmenin bir anlamı olmadığı gibi, ahlâkî ödevden bahsetmenin de bir anlamı yoktur.
Notlar:
Devlet; Platon, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973, syf: 223-9
Felsefe Târihi; Mâcit Gökberk, Remzi Kitapevi, İstanbul 1999, syf: 57
Mutluluk Ahlâkı; Bediâ Akarsu, İnkılâp Kitapevi, İstanbul 1999, syf: 103-6
Devlet; Platon, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973, syf: 166-7, 262-8
A.g.e. syf: 400-3
A.g.e. syf: 167
A.g.e. syf: 177-82
A.g.e. syf: 218-20
A.g.e. syf: 269-75
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YARIMDAN GEMİ
kağıttan gemi denize
ne kadar küçük gelirse
o kadar çabuk batacaksın,
yaşama yarısından uzak
ölüme yarısından yakın.
batanlar
kağıttan gemiler değildi.
yarım hayallerin gerçek suya
ağır geldi.
Eren İMRE
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|