Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.918

 27 Nisan 2012 - Fincanın İçindekiler


  • TACİZ İTİRAFI ... Seyfullah Çalışkan
  • KÜÇÜK KIRMIZI ÇİÇEK! ... Buket Çetin
  • “Sıfır Sorun” derler ise; “Sıfırın Yerini Sorun” ... Ahmet Şeşen
  • AMAN ÖRGÜT, CANIM ÖRGÜT! ... Abuzittin Tırlak
  • LEYDİ’NİN DÜŞÜŞÜ ... Neslihan Minel
  • ŞÜKRÜ ERBAŞ ve BAĞBOZUMU ŞARKILARI ... Mehmet Sağlam
  • Aristoteles ve Özgürlük ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : "Belge" sallanmadan önce okunur!..


    Eğitim diye içinde yüzdüğümüz gariplikler komedisine isim arıyorum ama bulamıyorum. Aşağıda sevgili Şeşen pek güzel irdelemiş durumu. "Sıfır çeken bir ben değilim, benim gibi milyon kişi var." diye sevinen yüksek öğrenim adayları neşeyle sokaklarda coşup oynuyor şu aralar. Okuma özürlü memleketimin, anlama özürlü insanları, önce kendini sonra etrafındakileri yalan bir mutlulukla avutuyor. Hiç mi hiç kızmıyorum bu insanlara. Ne verilirse onu alıyorlar, ne bir eksik ne bir fazla. Paradan söz etmiyorum, dem vurduğum eğitim, kültür vesaire. Yoksa insanımın dini imanı para, bunda şüpheye mahal yok. Okuduğunu sandıklarımız da yalan söylüyor, önce kendi inanıyor sonra etrafa caka satıyor. "En son ne okudun?" "Şu makaleyi okudun mu?" sorularına verilen cevapları topla, koy bir çuvala, salla salla vur duvara.

    Her gün olmasa da, gün aşırı, edebiyata gönül verdiğini söyleyen, yazdıklarını Nobel'e layık gören dostlardan mesajlar alıyorum. Çoğu, son sayısı 2005 yılında yayınlanan Kahve Molası Dergisi'ni büyük bir zevk ve dikkatle sürekli(!) takip ettiğini söyleyerek başlıyor mesaja. Bir tanesine üşenmedim sordum; "Şubat sayımızı nereden aldınız? Bulamayan var da, kendilerini yönlendireyim." dedim. Cevap "Beşiktaş Kabalcı'dan aldım." Güldüm tabi, gülmeyeyim de ne yapayım. Yazıyoruz ama okumuyoruz. Eminim, YGS'de sıfır çekenlerin arasında bolca şair ve yazar vardır. Onlar yazarlar ama kendi yazdıklarını bile tekrar okumaya üşenirler.

    Haydi sadede gelelim. Bu kadar cümlenin asıl nedeni, prompter hatibi Tayyip Bey'imizi sitayişle anmak. Zira okumaktan ve okuduğunu anlamaktan bu denli uzak ama müridlerini böylesine etkilemeyi beceren bir başka şahsiyet yoktur bu cihanda. Aylardır içte dışta, demokrasi adına yediğimiz tokatların haddi hesabı yokken, beyefendi yavuz hırsız misali, o mezarlık senin bu mezarlık benim geziyor. Varlığını borçlu olduğu, yıllar önce bu diyardan gitmiş insanları, din düşmanı ilan ederek, sözde muhalefete gününü gösteriyor. Bunu yaparken kullandığı dini motiflerle, muhaliflerini sindirmeyi amaçlarken kırdığı potlar, söylediği, pardon ekrandan okuduğu, yalanlar bini aşıyor. Ama surat aynı surat, çene aynı çene. Yarabbi şükür diyor da başka birşey demiyor.

    Meclis kürsüsünden "BELGE" diye gösterdiği gazete kupürünü bile okumamış olduğunu biz anlıyoruz ama ona biat etmiş tebâsının anlamak gibi bir kaygısı yok. Onlar stadyumdaki fanatik taraftarlar gibi skor peşinde koşuyor. "Amma geçirdi." nidaları arasında kaybolan yalanlar ortaya çıkınca da, hiç bir şey olmamış gibi davranmayı pek güzel beceriyorlar. Elinde tuttuğu gazete kupüründe işgal kuvvetleri tarafından ahır yapıldığı bizzat CHP'li müze müdürü tarafından söylendiği halde, camiyi CHP'nin ahır yaptığını söyleyecek kadar pervasızlaşabiliyor, çünkü okumuyor. Elinde tuttuğunun başlığını okuyor ama hazret gerisini okumaya tenezzül etmiyor. Okusa belki de kullanmayacak ama nafile. O camiyi tekrar ibadete açan CHP olduğu gibi, bugün de yanındaki medreseyi onarmaya çalışan benim can dostum CHP'li Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer. Bunu bilip te o yalanları kürsüde bağıran adamı dinlemek insana epeyce koyuyor.

    Kaldı ki, camilerin ibadet dışında da kullanılması bir nevi İslam geleneği aslında. Osmanlı'nın göçmenleri misafir etmek için camileri kullanması ne kadar gerçekse, savaştan yeni çıkmış, yavaş yavaş doğrulmaya başlamış bir memleketin belki de tek kamu kuruluşu olan camilerini ibadetin yanında gerektiğinde kışla, aşevi olarak kullanması da o kadar doğaldır. Doğal olmayan, bugün rant için yıkılan ya da AVM mantığıyla yapılıp altına otopark, üstüne market, hastahane, araba servisi, kıraathane, büfe ve benzerleri açılan camilerdir. Allaha inanan insanda azıcık vicdan olur, ölüyü hayırla anmak esastır. Deniz fenerinin hesabını vermekten kaçanların seksen sene önce fakruzaruret içindeki memleketin tüm kaynaklarını gene memleket için kullananlardan hesap sorma hakkı olamaz.

    Daha önce de söylemiştim galiba, ben bu adamın akşam yattığında nefsiyle nasıl bir muhasebe yaptığını gerçekten merak ediyorum. Hakaret, iftira, yalan üzerine inşa edilmiş ama dinle, inançla makyajlanmış bu siyasetin sonunu ben iyi görmüyorum. Acı olan bu siyasetin sadece bu hükümeti değil, topyekün tüm memleketi bir kaosa sürüklemesi. Dindar ve kindar neslin karşısına çıkacak nefret dolu insanların çoğalmasından korkarım.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      TACİZ İTİRAFI

    Bir kadın beni amirime şikâyet etmiş. Kim bu kadın, hangi kadın demeyin. Bilmiyorum. Güzel biri olmalı ki beni cezp etmiş. Aklımı başımdan almış. Akıl baştan gidence saçmalıyor tabi insan. Ağzından çıkandan kulağının haberi olmuyor. “Keşke ben de sizinle gelebilsem,” türünden bir cümle söylemişim. Hay söylemez olaydım. Yıllardır gizlediğim sapıklığım bir anda patlayıp su yüzüne çıkıverdi. Çok derin anlamlı cümlemi önce gidip bir bayan arkadaşı ile paylaşmış. İki kadın baş başa oturup cümle içersindeki gizli bildirimleri olan derin ahlaksızlığımı ortaya çıkarmışlar. Ben ayrıldıktan sonra gidip amirimle konuşmuşlar. Taciz kelimesini telaffuz etmeden iş arkadaşıma yönelik uygunsuz davranışımı izah etmişler. Amir ne yapsın sarıldı telefona beni aradı. Sen burada bir kadına böyle böyle dedin mi? “Bilmiyorum, hatırlamıyorum söylemiş olabilirim. Söylememiş de…” dedim.

    O gün öğleden sonra tam cinlerim tepeme üşüşmüşken seni aradım. Birisiyle konuşmaya çok ihtiyacım vardı. Büyük bir ihtimalle sen o gün, o saatte elmalar almıştın pazardan. Mavi poşetin içinde kırmızıları cam gibi parlıyordu. Satıcı az önce yanından geçtiğin kadına yalan söylüyordu. “Bahçe domatesi bunlar abla. Kestiğim domateslerin içine bak” diyordu. Şaşı satıcının kör alıcısı olurmuş. Aldırmadın.” Domateslerle ilgilenen kadın da Nisan başında daha çayırlar bile yeşermeden domates yetişmeyeceğini biliyordu. Ama kış sebzeleri pişirmekten de usanmıştı. Artık turfanda bile olsa parasının yettiği kadarıyla domates, biber, patlıcan, kabak almayı istiyordu. Her yalan kendine inanacak kurbanlar bulur. Çünkü o duymak istediklerimizin sesidir. Pazarcılar yasak olmasına rağmen birbirleriyle yarışarak bağıra çağıra satış yapıyorlardı. Kenar semtlere otobüsler gibi kanunlar da geç geliyordu.

    Amirim sesine heyecansız ve sıkıntısız bir tını verip konuşmasını sürdürdü. Karşı karşıya kaldığı şikâyetin onun canını sıktığını biliyordum. Çünkü bu her zaman üzerinde konuşulan bir konuydu. Böyle bir problemin uzağında kalabilmek için gerekli özeni göstermemiz isteniyordu. Zavallı ben, aciz ben, beceriksiz ben haddimi aşarak çenemin uçkuruna sahip çıkamamıştım. Amirim ne yapsın? Çalışanlardan biri seni şikâyet etmiş. “Ona keşke ben sizinle gelsem, keşke sizinle çalışabilsem tarzında bir şey demişsin” Şaka yapmışsındır diye düşündüm. Arkadaşımız böyle bir şey yapmaz dedim, ” dedi. “Ne söylediğimi, kime söylediğimi hatırlamıyorum,” diye yanıt verdim. Ama istemeden birini incitmiş olabilirim. Kendimi haklı çıkarmayı, kızıp öfkelenmeyi düşünmüyorum. Çünkü olayı tam anımsamıyorum. Söylediğim bir cümle yanlış anlaşılmış olabilir. Veya ben yanlış ifade etmiş olabilirim. Orada işim bitmemiş olsaydı yeniden gidip o arkadaşımızdan özür dilerdim. Benim adıma bunu kendisine iletirseniz mutlu olurum,” dedim.
    İlk kez bir kadını taciz etmiştim. Taciz değilse bile argo karşılığı ile ona ayar verip yazılıyordum. İçeriğinde belden aşağı niyetler çağrıştıran kelimeler geçiyordu. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bulamadım. Kadını araştırıp karşı atağa geçmeyi aklıma bile getirmedim. Derdi ne gibisinden didiklemek istemiyordum. Bir gol yemek ve yenilgimle baş başa kalmanın en doğru çözüm olacağına karar verdim. Böyle işlerin her zaman meraklısı vardır. Uzağında kalmayı seçseniz bile kulaklarınıza mutlaka bir şeyler çalınır. Ben o kadına tacizde bulunurken yanımda üç arkadaşım daha varmış. Hiç birisi beni frenlemeyi veya uyarmayı düşünmemiş, En azından söylediğin yakışık almadı diyebilirlerdi. Çünkü onlar ne cümlede, ne de davranışımda incitici olabilecek bir unsur algılamamışlar. Nasıl algılasınlar. Çünkü onların güçlü kadın sezgileri yok. Dört gün kulağına kar suyu kaçmış balık gibi gezinip durdum. Ne gülecek, ne de keyiflenecek halim kaldı. Boş işlerle kendimi meşgul etmeye çalıştım. Uzun yürüyüşler yaptım. Yine de içimin sıkıntısı azalmadı.
    Seninle konuşmaya deli gibi ihtiyacım vardı. Sen yoktun. İhtimal sen pazarı bir uçtan ötekine dolaşırken ben evde perdeleri asıyordum. Ortalara doğru ruletleri farklı raylara taktığı gördüm. Şimdi yarısına kadar çıkarıp yeniden takmam lazımdı. Pencereden dışarı bakıyorum. Komşular sanki benden başka perde takan erkek görmemiş gibi bakıyorlardı. İçimdeki sıkıntı daha da büyüdü. Onlara aldırmayıp perdeyi takmayı tamamladım. Uzaklarda, dağın yamaçlarında bir şeyler oluyordu. Bir saate kalmaz yağmur yağacaktı. Tepelerin göle bakan yamaçlarında ortaya çıkan bulutlar gittikçe çoğalıyordu. Sen pazarda yağmura yakalanıp ıslanacaktın. Sıçan gibi sırılsıklam halini gözümün önüne getirdim. Oh canıma değsin. Hoşuma gitti.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Buket Çetin

     Kahveci : Buket Çetin


      KÜÇÜK KIRMIZI ÇİÇEK!

    (Küçük Bir Kar Tanesinden)

    “Sesler var etrafımda, bazen küçük bir böceğin adımlarının sesi, bazen bir dalın kırıldığı andaki çıtırtının sesi, bazen de kollarını her bir savurduğunda koca yeryüzünü yalayıp geçen rüzgarın sesi ve en çok da senin yapraklarına vurduğunda rüzgarın bana getirdiği hışırtılarının sesi… Rüzgar bana senin seslerini getirirken gözlerimi kapatıyorum bazen, her bir yaprağının tek tek nasıl kıvrıldığını, hangi yöne eğilip büküldüğünü, hangisinin hangisine dokunduğunu ve kırmızı saçlarımın arasından o seslerin nasıl dolanıp gittiğini tek tek hissediyorum. “

    Az ötesindeki ağacın dalından düşüp küçük kırmızı bir çiçekte can bulan kar tanesiydi konuşan.

    “Rüzgar ne yöne eserse başımı o tarafa doğru çevirmeye çalışıyor bazen, ama ben senin olduğun taraftan başka bir yöne dönmüyorum, biliyor musun?” diye seslendi ağaca ve bekledi, bir kere daha bekledi, hep beklediği gibi ve her beklediğinde bulduğu gibi, ağaç yine seslenmedi. O an yine düşünmeye başladı küçük kırmızı çiçek : “acaba beni duyuyor mu, bugün biraz daha büyüdüm, bir yaprağım daha çıktı, acaba beni görüyor mu” diye. “Bense senin her yaşadığını görüyorum, geceleri yapraklarının nasıl büzüldüğünü, yorulduğunu, sabah doğan güneşle gerilen kollarını, coşkunu, her bir yaprağının güneşe tek tek açılan gözlerini, merakını, dallarına konan kuşlarla beraber göklere yükseliveren bedenini, neşeyi ve günler ilerledikçe aynı bedende beliriveren küçük ince çizgileri, yaşamı…Hepsini görüyorum.” dedi ve yükseltti sesini biraz daha: “peki ya sen?” dedi. “Sen neden konuşmuyorsun benimle? Sadece kendimi dinlemekten yoruldum artık, hiç mi konuşmayacaksın, dalındayken konuşmuyordun, ağaçlar kışın uyurmuş, sen de diğer ağaçlar gibi uyuyor olmalısın diye düşünmüştüm, ama gözlerini açmıştın, şimdi gözlerin açık mı kapalı mı ne yöne baktığını bile bilmiyorum, neden hiçbir tepkin yok? Bilmediğim o kadar çok şey var ki, sana sormak istediğim, aradığım, bulamadığım. Konuş artık benimle, duyuyor musun beni, konuş artık!” Bekledi, bir kez daha bekledi ve ağaçtan yine hiçbir ses gelmedi. Küçük kırmızı çiçek sessizce eğdi bakışlarını toprağa doğru “konuşmuyorsun” dedi sessizce “hiç konuşmayacaksın”. Sonra bütün öfkesiyle bağırdı ağaca: “ayaklarım olsaydı eğer, şu yanımdan yürüyüp giden böcek gibi…” Sonra sustu yine belki ağaçtan bir ses gelir diye, kollarında şakalaşan kuşların sesi duyuldu bir an ve çiçek anladı ki ağaç onu hiç dinlemiyor, “sabahtan akşama kollarında şakalaşıp duran kuşlarla oynaşıyorsun” dedi “bense senin umurunda bile değilim”. “Nasıl umurunda olsundu ki farkında olmayanın umurunda olabilir miydi?” Sonra öfkeli bedeniyle bir kez daha bağırdı ağaca: “ayaklarım olsaydı eğer giderdim, sırf sadece benimle konuşuyor diye gider başka bir ağacın yanında kök salardım, ama rüzgar beni senin dalına düşürdü ve beklememi istedi, tamam öğrendim bir duyguyu, korkunun koyu kırmızısını yendim. Onun için kırmızı yapraklarım oldu, acının ve tutkunun en koyu ve en can alıcı kırmızısı yapraklarıma düştü. Kavurucu, sıcak ve kırmızı yaz güneşinin serin ve ekşi bir vişne tanesiyle buluşması gibi, pembeye çalan kırmızı, kırmızıya çalan pembe gibi, ve en sonunda kırmızının tam ortasına düşmüş bir damla çivit mavisi gibi. Ama sen hiç birini görmüyorsun, hiç birini sormuyorsun, defalarca seslendim sana, defalarca sorular sordum, öfkelendim, bağırdım, bazen eğlendim, güldüm, duyuyor musun dedim, sen hiç duymadın, hiç sormadın, muhtemel tahmini hava raporlarından izlenim edindin, aracı kuşlardan yalan yanlış bilgiler edindin, ama sormadın, edindiğin bilgilerin doğruluğunu sorgulamadın, bana hiçbir ses vermedin, olduğun yerde uçuşup duran kuşlarla oynaşıp durdun, bir de tuhaf bir düşünce beni sevenin daha çok olduğuna dair, nerden biliyorsun, sordun mu, sevgiyi tanımladın mı, konuştun mu? Hiçbir şey yapmadın!

    “Yeter artık!” diye bağırdı ağaca ve o an ayakları oldu çiçeğin. Toprağın altındaki kökleri yavaşça toprağın üzerine doğru çıktı. Küçük, şirin, köklerinin kahvesinden ayakları oldu. Kahveden kırmızıya, kırmızıdan toprağa, topraktan yola doğru…

    Buket Çetin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      “Sıfır Sorun” derler ise; “Sıfırın Yerini Sorun”

    “Sıfır Sorun” hiç kuşkusuz; çıtanın en üst seviyeye yükseltildiği bir iddia olduğu gibi “Kim istemez ki ?” diye eklenti yapılan bir beklenti. Gerçekten de; hemen hemen her alanda “Sıfır” sorunla karşılaşacağı bir dünyayı hangi insanoğlu istemez ki ? Ama ne yazık ki matematiksel gerçekler; TDK sözlükte “bir sorun ve/veya durum sanıldığı gibi değildir” anlamında kullanılan “kazın ayağı öyle demiyor” biçiminden ibaret bir teklenti ( Bu kelime de benim sözlüğümde; “Motorun teklemesinden dolayı verimli çalışamaması” anlamında kullanılmış ve Eklenti-Beklenti-Teklenti şeklinde 3’lü bağlantılar için yaygınlaşması düşünülmüştür ) olmaktan öteye gidememiştir.

    Orta Doğu ülkeleri ve Arap Baharatı falan derken; “Sıfır Sorun” adı altında Suriye ile “Papaz”, Irak ile “Bir naz bir niyaz”, İsrail ile “Avaz avaz” olduk. Mısır’a “Laiklik” dersi verdik, “İşine bak birader !” şeklinde cevap alıp kendimizi haybeye gerdik. Ermenistan’a açıldık, Azerbeycan’dan kaçıldık. Roman’ı, Bulgar’ı, Yunan’ı derken ben sayamaz iken kaç tane “Sıfır Sorun” konulu komşularımızdan Balkan’ını; binlerce yıllık diğer komşu sormaz mı “Ne diye kurdun o vakit Malatya’ya füze kalkanını ?” diye.
    Düş İşleri’nden bir büyük beklenti, elde ABD taşeronluğu eklenti, sonuç teklenti...

    2012 yılında YGS’na 1.837.737 adayın sınava gireceğini;
    31.249 adayın Türkçe’den,
    253.918 adayın Sosyal Bilgiler’den,
    870.080 adayın Matematik’den,
    1.260.795 adayın Fen Bilimleri’nden,
    “Sıfır” çekeceğini söyleselerdi, “Muhayyilesi kıt kat” derdik.. “Hakikat” oldu...



    “Hakikat” için ince eleyip sık dokumaya da gerek yok, “Gidişat” durumuna bakmak yeter de artar bile. Üniversite başarısı sayılan 180 ve üstünde puan alan adaylar;
    2010 yılında %82
    2011 yılında %79
    2012 yılında %73



    şeklinde “gerisin geri ileri” gitmiştir, diğer “ileri” giden örneklerde olduğu gibi.
    Eğitim’den bir büyük beklenti, elde var iki intihalli eklenti, sonuç teklenti...

    En az “ileri demokrasi” kadar övünülen bir başka konu da “ekonomi tıkırında” konusu. Dış borç, iç borç, vs. derken yıllara göre “Cari Kaçık” tablosu almış başını gidiyor, tutabilene aşkolsun, böyle aşka bu rakamlar meşk olsun :
    2009 yılında 13 milyar 991 milyon dolar
    2010 yılında 48 milyar 557 milyon dolar
    2011 yılında 77 milyar 89 milyon dolar



    İşsizlik; özellikle genç nüfusun işsizliği ( %20’lerin üzerinde ), yalaka ve kel alaka medyanın şişirmelerine rağmen ne yazık ki içler acısı. Kadına şiddet ve ve kadın ölümlerinin yıllara göre artış oranlarını konuşamıyoruz bile. Diyanet dediğiniz Din ve Ayet İşleri’ne dönüştü. Heykel dediğiniz ucubeye, tiyatro dediğiniz Belediye’ye, hukuk dediğiniz “kuvvetli delil şüphesinden” en az 1 ay öteye, konumundan kurtulamadı. Savunmanın delilleri ise kaale bile alınamadı. “Gayri Safi Milli Hasıla” falan gibi süslü püslü laflar; “Hanende Melek” misali Fasıl’a döndü. Milletin karnı tok, “Alım Gücü” rakamlara değil, gerçek hayata bakıyor zira.
    “Cebime kaç kuruş giriyor, cebimden kaç kuruş çıktı ?”. Soru bu kadar basit..!
    Sorunun cevabı diyelim ki; “1“ çıkıyor, sen bunu allasan pullasan, soluna istediğin kadar “Sıfır” sallasan, sonuç yine “1”. Zira; o meşhur ve fakat kendini bilmez “Sıfır”; sağ tarafta olur ise “HOŞ”, sol tarafta olur ise matematiksel açıdan ne yazık ki “BOŞ” olarak kabul edilecektir. Zaten Matematik’den “Sıfır” çekenlerin oranı;
    ( 870.080 x 100 / 1.837.737 = %47,34 ) değil mi ?
    Ekonomi’den bir büyük beklenti, yapılan sadece rakamlara eklenti, sonuç teklenti...

    Velhasılı kelam, siz siz olun, “Sıfır Sorun” derler ise; “Sıfırın Yerini Sorun”...

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,889,889,889,889,889,889,889,889,889,88
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    AMAN ÖRGÜT, CANIM ÖRGÜT!

    Yani değerli arkadaşlarım, benim candan aziz, ıspanaktan leziz okuyucularım. Bu ne iştir? Ben anlayamadım ama, bir anlayan varsa bana anlatır mı yahu? Şimdi bugünkü konumuz “örgüt”. Anneee, cıs ulan bu kelime! Bak yazarken bile klavyemin harfleri korkudan titriyo yani... Sırf bu kelimenin yarattığı dehşet nedeniyle titreyerek kendine dönmeye çalışan iş dünyamız, literatüründeki bilimum cısss ve kaka kelimeleri ayıklayarak her şeyi organizasyon, organizasyon yaratma vbg. kelimelerle açıklamaya girişmiş bulunuyor.

    Ben de kütüphaneme derhal dalarak, üniversite yıllarımdan kalan ve kapağında “örgüt” ile başlayan isimler yazan bütün ders kitaplarımı geri dönüşüme sattım. Ne olur, ne olmaz!

    Niye, çünküm bu vahşi ve zalim kelime o kadar garip, şekilsiz ya da her şekle giren bir insan yiyen canavara dönüştü ki, insanlar neredeyse bu beş harfin her birinin tek tek alfabeden çıkarılması için dava açacaklar. Dehşet o boyutlarda yani!

    Sadece harfler mi? O kadar olsa gene iyi. Mesela öksürme tonunuz. Hani çok sigara içip de öksürenlerin, sigara öksürüğü hemen anlaşılır. Orada sorun yok. Amma velakin bir telefon görüşmesi sırasında ki, haliylen ortam dinlemeden geçmektedir kendileri, karşınızdakine imalı bir öhhööööö, öhö (bir uzun, bir kısa) öksürük yolladınız mı ayvayı yediniz.

    Ertesi sabah sütçülerin bile popodan yellenmekte oldukları saatte ziyaret edilerek, bir şekilde Kilimli de ikamete mecbur tutulmak üzere malum yere sevk edilmeniz mukadderdir. Eeee, kardeşim bu tonda öksürmek, icabında iddianameye girecek bir örgütsel delildir. Var mı öyle öhööö de öhö yani.....

    Geçenlerde bir arkadaşımın Lise sondaki oğluna, kaka arkadaşlarından biri doğum günü hediyesi olarak müzik CD’si almış. CD de, CD yani... Grup Yorum’a ait!

    Allah yandık ki ne yanmak. CD’nin kendisi zaten başlı başına örgüt. Gülmeyiniz reca ederim. Daha geçen gün Grup Yorum konserine bilet satan gençlere “örgüt” üyeliğinden 13 yıl hapis cezası istenen bir ortamdayız.

    Bendeniz de dalgınlıkla “G” ve “Y” harflerini büyük yazmışım. Hay Allah!....Tabiatıynan “G” ve “Y” harflerinde özel bir sorun olduğunu henüz bilmemekteyim, umarım da yoktur yani. Mizah yazısı çiziktirelim derken bir de başımızı derde sokmayalım da bu arada!

    Neyse, bu CD’yi hediye eden zıpır bir de üzerine sevgilerimle mevgilerimle yazmamış mı, yazmış, altında da imza Haldun Mit. Anaaa o ne lan, resmen MİT yazıyor orada. Arkadaşım, CD’yi bir kağıt mendille tutarak, (parmak izi bırakmamak lazım, yani malum) hemen çöpe;
    - Ama, baba benim arkadaşımın soyadı öööle, yani soyadı Mit...
    - Ulan it, sen benim dertsiz başımı belaya sokup, bu yaştan sonra “terörist” olarak anılmama mı yol açacaksın? Sakın çöpten çıkarma o CD’yi, alıp yakarım billahi. İki kere örgüt üyesi mi olacam senin yüzünden lan. Zaten çuvalla maaş verdiklerinden zor geçiniyoruz şunun şurasında, beni bir içeri alırlarsa artık hava yer, su içersiniz oluuuum. Lan ben sana demedim mi kaç kere, dikkatli olucan, kaka harflerden ve bunlardan müteşekkil kelimelerden filan uzak durucan diye...

    Arkadaş olmadan önce veletlerin soyadına bakacan, adına bakacan sakıncalı bir kelime var ise, onların yanına üç adımdan fazla sokulmucan demedim mi ben sana? Ne o öyle Mit, Bit filan

    Yaaa, işte adım hıdır, durum budur. Haaa, Hıdır sakıncalı kelimelerden değildi değil mi?

    Ayrıcana da, bant çözümünde sorun yaratacak kelimelerden de kaçınmak gerekir. Ne o öyle dinlemeci yurdum insanın bugüne kadar hiç duymadığı zeus, meus. Zaten ortam da cızırtılı, yani görevli kardeşlerimin içinden şu cep telefonu operatörlerini bir güzel benzetmek geliyor.

    Bir yandan da çok az bilinen garip lafları eden insanlardan olmayınız reca ederim. Yani “Memet emmi, geçen gün aldığım yumurtaların aynından duruyo mu, bana bi on tane daha ayır.” felan deyiniz. Zaten bu tür konuşmaları siliyo hemen arkadaşlar, çünküm sakıncalı örgütsel mörgütsel durum yaratacak kelimeler yok içinde.

    Amma velakin; “Bu konu çok möhem, telefonda konuşamayız!” didiniz mi ayvayı yediniz. Hemen sıcak takip altına alındınız, dimahtır. Artıkın “terörist” olmaktan ben bilem kurtaramam sizi.

    Halbuki siz Pazar günkü piknikte kırmız et mi, yoksam beyaz et mi pişireceğinizi kastetmiştiniz. Ossun, o piknikte gizli örgüt toplantısı oldu zati. Sizi gidi darbeci deyyuslar sizi. Oluuum, ben size demiyo muyum, özgürlükçü solcu olun. Bakın o zaman ne güzel. Bir eliniz yağda, öteki balda sizi ortam dinlemesine bilem dahil etmiyolar.

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    LEYDİ’NİN DÜŞÜŞÜ

    Geçenlerde, bir haber sitesi, Demir Leydi’nin resimlerini yayımladı. Bir parkta, siyah köpeğiyle oturmuş, düşünüyordu.

    Sarı saçları, yerini çoktan beyaza bırakmış, eski kükreyişinden eser kalmamıştı.
    Onu, bu halde görmek, beni epey düşündürdü. Bir taraftan da; “Hey gidi günler, hey!” dedirtti.
    Bir zamanların liberal, muhafazakâr siyasetçisi, İngiltere’nin, en iyi başbakanları arasına giren, Kraliyet Liyakat Madalyası alan Thatcher’i, yalnızlığa itilmiş, bir parkta köpeğiyle oturuyordu.
    1979-1990 yılları arasında, aktif siyaset hayatında olan Thatcher, Oxford mezunu, kimyager ve avukattır. Siyaset hayatı boyunca, ciddi destek görmüş bir devrimcidir.
    Fakat her siyasetçinin sonu olduğu gibi onun da sonu, hiç ummadığı, dost saydığı John Major’la olmuş, bakanlığını ona kaptırmıştır…
    Tarihe yazılan “Demir Leydi” ismi, yönetmen Phyllida Lloyd’un başarısı ve Meryl Streep iyi oyunculuğuyla taçlandırılıp, harika bir film haline dönüşmüştü.
    Gerçek bir hayat hikâyesinden, yola çıkılarak yapılan film, harikaydı.
    Gerek, oyuncuların başarısı, gerekse senaryoda ki işleyiş ve vurgular tek kelimeyle mükemmeldi.
    Thatcher’in evliliğinden, siyasete atılmasına, bakanlığından, alzheimer hastası olmasına kadar, bütün hayatından bahsediliyordu film. Özellikle, onun için dönüm noktası olan yerler, üzerine basa basa anlatılıyordu.
    Evlilikten önce söylediği; “Denis, ben ev hanımı olup, mutfakta yalnız başına bardak yıkamak istemiyorum, ben klasik bir ev hanımı olmayacağım!” sözleri, onun ileride ki hedefini tam olarak açıklıyordu.
    Daha, genç yaşlardan itibaren, liderlik vasfına sahip olan Thatcher, adım adım basamaklardan ilerlemiş ve tarihe ismini yazdırmıştı.
    Filmde, en doğru bulduğum şeylerden biri, savaşta ölen, İngiliz askerlerinin ailelerine yazdığı mektuplardı.
    Burada, onun annelik duyguları ağır basmakla beraber, insan hangi koltukta oturursa otursun, ne kadar katı olursa olsun, yine de duygularından bir şey kaybetmeyeceğini görüyorsunuz.
    Ve her siyasetçinin korkulu rüyası suikastçılar ve Thatcher’in tesadüf olarak, her ikisinden de kurtulması.
    Tabii, her insanın yaptığı işlerin ardında, destekleyicisi olduğu gibi bir de köstekleyicisi oluyor, bu siyasetin kaçınılmazlarından biri. Burada, ciddi bir muhalefetle karşılaşıyor, Thatcher.
    Serbest pazarı desteklemesi, Doğu Bloğu’yla mücadelesi ve en çok da işçi haklarını törpülemesi nedeniyle.
    Zaten, fabrikaların satılarak, özelleştirmenin artması, dünyanın her yerinde, karşıt gösterilere sahne olmuştur. Özellikle, işçilerin, işsizlik korkusu, devletin çıkarlarından çok daha önde gelmiştir.
    Film de, bu detay da unutulmamış, çarpıcı bir şekilde anlatılmıştı. Thatcher’in arabasına saldıran; “Bir de anne olacaksın!” diye, bağıran işçinin sesi, olayın boyutunu, tam olarak anlatmaktaydı.
    Filmin eksik taraflarından biri; Thatcher’in başbakanlık yapmasından sonra, birden bire düşüşe geçmesiydi. Oysa Thatcher, başbakanlıktan sonra, bir vakıfta danışmanlık ve üniversite de rektörlük yapmış ve iki ciltlik; “Güce Giden Yol ve Downin Street Yılları” adlı kitaplarını yayımlamıştı.
    Yani düşüş, hemen başlamamıştı.
    Filmin, en etkilendiğim taraflarından biri ise, Thatcher’in alzheimer hastası olması ve Meryl Streep’in bu rolü, çok iyi canlandırmasıydı.
    “Denis!” diyerek, eşini çağırması, onunla konuşması, arada bir oğlu Mark’a seslenmesi...
    Ve de, en acısı ölmüş anıları, sırtımızda taşımak. Ondan bir eşya, onun bir resmi, ondan kalan bir kitap. Hepimizin bitiremediği, tonlarca yük olan, taşıdıkça ağırlaşan anılar.
    Onlardan kurtulabilmek; onun eşyalarından, onun anılarından…
    Ve onunla beraber, ölmemek…
    Bu filmi izledikten sonra şunu anladım: Ne olursa olsun, nerede olursa olsun, insan hep insan! Özellikle, yaşlandığı zaman, yalnız kaldığı zaman, bu tarafı çok daha fazla çıkıyor ortaya...
    Bunu anlayabilmeniz için, unvanından sıyrılmış, bir park köşesinde, yalnız oturan, yaşlı bir kadını izlemeniz kâfi…

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Sağlam

     Kahveci : Mehmet Sağlam


      ŞÜKRÜ ERBAŞ ve BAĞBOZUMU ŞARKILARI

    21 Nisan 2012 günü, 17. İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nda, Kanguru Yayınları’nın düzenlediği ve şair-yazar Şükrü ERBAŞ ile şair-yazar Aydın ŞİMŞEK’in katıldığı “Bağbozumu Şiirleri” başlıklı söyleşi ve şiir dinletisinde aldığım notları şiir dostlarıyla aşağıda paylaşıyorum. Keyif almanız, esinlenmeniz umudumla...

    Aydın ŞİMŞEK: “Hoş geldiniz. Bir süredir Şükrü Ağbi’yle yan yanayız ve birlikte bir dizi etkinlik gerçekleştiriyoruz. Aslında, bu etkinliklerin ben kaçamak güreşçisiyim son zamanlarda. Sözü açıp gerisini Şükrü Ağbi’ye bırakıyorum. Bunun bir nedeni var elbette; Şükrü Ağbi’nin son kitabının üzerinden epeyce bir zaman geçti, yeni kitabını merakla, sevgiyle beklediğimiz bir döneme girildi. Adını ‘Bağbozumu Şarkıları’ koyduğu bir dosya çalışıyor ve yakında yayımlayacağız umarım. Bu akşam saat 7.30’dan sonra da, yeni açtığımız Kanguru Sanat Merkezi’nde daha uzun ve daha verimli bir söyleşi olacak, arzu eden oraya da gelebilir. Saint-Joseph Lisesi sokağında... Ben arada çekilip sözü kendisine bırakmak istiyorum.

    Şükrü ERBAŞ: “Teşekkür ederim, hepiniz hoş geldiniz. Yaklaşık 40 yıldır yazıyorum, herhalde 25 yıldır da değişik etkinliklerde konuşuyorum. Her konuşmaya bir tema, bir başlık bula bula artık başlık kalmadı desem yeridir! Aydın, “Bu konuşmanın başlığı yakında çıkacak olan kitabının adı olsun.” deyince, Bağbozumu Şarkıları oldu bu sohbetin adı. Bakalım nasıl sürüp gidecek...

    “Melih CEVDET, şiir, üzerine çok fazla konuşmayı kaldırmayan bir sanat dalıdır, der. Gerçekten de şiirin üzerine konuşulduğu zaman biraz büyüsü bozuluyor. Özellikle, ‘Şair bu şiirinde ne demek istedi?’ ya da ‘Bu şiirde ne demek istediniz?’ gibi sorular, bu sorulara verilen yanıtlar, şiirin anlam ve çağrışımı açısından tam bir fiyaskodur. Ne demek istediyse, istedi! Sonra, okuduğun gerçekten de şairin demek istediği mi? Asıl, sen ne hissediyorsan onu söyle!"

    “Ben bu sefer az konuşup çok şiir okumaya çalışacağım. Yayımlanacak olan son dosyadaki şiirler bağbozumu zamanını, hasat zamanını, o dönemlerin insan ruhundaki yansımalarını anlamaya çalıştığım şiirlerdir. Çoğu aşk şiirleridir; ama sadece aşk şiirleri değil, aşkın kendisini ve çevresindeki şeyleri de içine alan şiirler. İnsan belli bir yaşı geçtikten sonra kendi hayatı ve kendi geçmişi ile bir hesaplaşma, geriye dönüp bakma ihtiyacı hissediyor. Belki bu, kaçınılmaz son olan ölüme yaklaşmanın getirdiği bir istektir. Bu bağlamda hem aşk, hem ölüm, hem ihtiyarlık ve elbette yalnızlık ayakları üzerine kurulu bir toplam, bu dosya... Şairlerin yalan söyleme ehliyeti vardır, der Pliny. Ben de şimdi size birkaç yalan okuyacağım:

    1-
    Tepeler her gün biraz daha yükseliyor
    Kuyu kendi ipiyle asılmış
    Bir sonsuz can sıkıntısı çatılarda zaman
    Elinde bir masal azığı, kadın tarlaya gidiyor.
    (Şiir henüz yayımlanmadığı için Şükrü Bey’in izniyle sadece bu kısmını aldım bir seçki olarak.)
    *** *** ***

    2-
    Dünyanın bütün gülleri ağzında açıyordu
    Çoban ateşleri, nar oyukları, yıldız böcekleri
    Gövdende sonsuzluğun dilsiz ayini
    Tanrı kirpiklerinden yürüyordu canıma
    (Şiir henüz yayımlanmadığı için Şükrü Bey’in izniyle sadece bu kısmını aldım bir seçki olarak.)
    *** *** ***

    3-
    Kırmızı bir zaman oluyordu ağzın
    Şarabın, Samanyolu içindeki arzuyu
    Kekeme bir merhamete çeviriyordu
    (Şiir henüz yayımlanmadığı için Şükrü Bey’in izniyle sadece bu kısmını aldım bir seçki olarak.)
    *** *** ***

    4-
    Ey var olmuş zaman, ey çiçeksiz kapı
    Ey iğde kokulu ana rahmi
    Sen açtın can evimi, sen kapadın
    (Şiir henüz yayımlanmadığı için Şükrü Bey’in izniyle sadece bu kısmını aldım bir seçki olarak.)
    *** *** ***

    Aydın ŞİMŞEK: “Ben burada devreye gireyim ve Şükrü Ağbi’ye biraz soluk alma olanağı sağlayalım... Gerek böylesi etkinliklerde, gerekse zaman zaman yaptığımız toplantılarda, konuşmalarda çok sık tekrarladığım bir şey var: Şükrü ERBAŞ’ın şiirlerinde insanın biricikliği var, insanın vazgeçilmezliği var, insanın her şeyden önce vicdanı var... Çok içten ve çok sahici şiirler Şükrü Ağbi’nin şiirleri. O bağlamda, çok katlı okur kitleleri var. Fuarlarda, imza günlerinde gelip kendisiyle sohbet eden ve imzalı kitaplarını almak isteyen okurlarının çeşitliliğinde görüyoruz bunu. Ayrıca, yazdığı bazı şiirleri yüzünden başına gelen pek çok mesel, öykü, olay olmuştur. Bunlardan biri de “Köylüleri Niçin Öldürmeli” adlı şiiri ile ilgilidir. Şükrü Ağbi’den o konuda da birkaç şey söylemesini isteyelim şimdi.”

    Şükrü ERBAŞ: (O şiirin nasıl bir seçim propagandası yapıldığını anlattı şairimiz ve konuşmasını sürdürdü... ) “Okur soyut bir kavramdır. Şu anda ben buradayım, sizler karşımdasınız; ama yine de okur olarak soyutsunuz, çünkü farklı farklı kimliklerden geliyoruz, yani sadece kadın-erkek kimliğinden, kültürel kimlikten, etnik kimlikten değil, başka başka deneyimlerden geliyoruz hepimiz. Ben benden yola çıkarak yazıyorum; ama kimse için yazmıyorum, kendim için yazıyorum.

    “Benim toplumsal bir sorumluluğum var, siyasal ve ideolojik bir duruşum var... Bütün hayatımı verdiğim, inandığım bir değerler toplamı var. Bu böyle. Ama yazarken birisi için yazabilirsiniz; fakat birisine yazmazsınız. Bir nedenden ötürü yazarsınız; ama sadece o’nun için yazmazsınız. Ve şiir bittikten sonra, onu dergilerde, kitaplarda, dinletilerde paylaşır, yani kamuya sunarsınız.

    “Eğer yazdıklarınızı yayımlıyorsanız, üstü örtülü olarak, sisler arkasında insanlara ‘Ey insanlar, dinleyin beni, benim size söyleyecek bir çift sözüm var!’ diyorsunuzdur. Yani bir iddianız vardır. Bu iddiayı yazarken, öncesinde veya sonrasında okur sizin için pek bir anlam ifade etmiyor. Şöyle demek daha doğru olacak; tek derdiniz okur değil. Ama yazdıklarınız dergilerde ve kitaplarda yurdun ve yurtdışının pek çok yerinde okunmaya başladığında, karşılıklı bir etkileşim oluyor ve ben yazdıklarımın insanlardaki etkisini o zaman görmeye başlıyorum.

    “Bu etkilerle o kadar aykırı ve farklı yerlerde karşılaştım ki... Yine buradaydı, aşağıdaki büyük salonda, kalabalık bir grup bizi dinliyordu. Konuşmalar bitince yüzü gözü kıpkırmızı bir kadın yanaştı bana ve 10-12 yıl cezaevinde kaldığını, bütün şiirlerimi okuduğunu söyledi. Buraya gelmemin nedeni sizi sadece şöyle bir kucaklayıp, sonra çekip gitmek, dedi. O anda ağlamak geldi içimden, çok etkilendim. Etkilenmemek mümkün mü?! İşte o anda okur sizin için bir anlam ifade etmeye başlıyor.

    “Yine bir gün Frankfurt’taki bir konuşmadan yurda döneceğim. Bileti ve pasaportu uzattım görevliye, baktı ve ‘Siz şair Şükrü Erbaş mısınız?’ diye sordu. Bir başka yolculukta, uçakta bir hostes gelip geçip bana bakıyor. Allah Allah, dedim kendi kendime; genellikle yolcular hosteslere bakar, bunlar bana niye bakıyor ki! Sonra adımı söyleyerek, adımı sordu hostesin biri. Demek, dedim şiirimi her kesimden insan okuyor, sadece entelektüeller değil. Bunlar şaşılacak şeyler değil elbette; gerçeğin kendisi bizzat gerçekdışıdır. Değerli dostum Sezai SARIOĞLU bunlara ‘Diyalektik Rastlantı’ diyor.

    “Böyle yüzlerce yaşadığım öyküm var; ama benim bunları unutmam lazım. Yoksa cümle kuramam, elim ayağım bağlanır kalır. Benim okurun söyleyecekleri, neler hissedecekleri düşüncesinden kurtulmam ve korkusuzca yazmam lazım. Bu övgü, bu sevgi korku veren bir sevgi ve insana akıl almaz bir sorumluluk duygusu veriyor.

    “Bu noktada, sanatsal yaratıcılıkta unutmakla ilgili çok önemsediğim bir örneği anlatmam lazım: Neşet ERTAŞ’a bir gazeteci kaç türküsü olduğunu soruyor; o da, ‘Valla ben bilmem öyle şeyleri, türküyü kasete, plâka okurum, sonra unuturum, her söylediğimde de yeniden öğrenirim!’ diyor. Bu olağanüstü bir şey: Marks’ın ‘yapıyorlar ama bilmiyorlar’ dediği şey bu işte.

    “O kadar önemli ki unutarak kurmak şiiri... Yoksa sizin daha önce öğrendiğiniz bütün şiirler size hapishane olur ve o kadar güçlü şeylerdir ki, dilinizi bağlarlar. Karacaoğlan’dan sonra, Yunus’tan sonra şiir yazma cesareti gösteriyorsunuz. O zaman sizden öncekileri unutup yeni zamanda ve zamanın yeni ruhu içinde yeni şeyler söylemeliyiz ki şiir yol alsın, resim yol alsın. Yoksa mağara devrindeki ilkel resimde kalırdı resim anlayışı.

    “Tabii geçmişi bileceğiz; bileceğiz ki tüm derin sorunlarımıza rağmen günü kavramalıyız ki geleceğe taşınacak bir harf yazabilelim. Gelecekle ilişkin bir tasavvurda bulunabilmek için geçmişin ve bugünün bütün hayat bilgisini öğrenmiş olmanız lazım. Oldukça zalim bir süreç; ama hem bileceksiniz, hem unutacaksınız. Bu böyle...”

    Aydın ŞİMŞEK: “Sanıyorum yine birkaç şiir okuma vakti geldi. Korku kavramının hayatın en küçük birimlerine sindiği ve şiddete dönüştüğü bir dönemde, birbirine ötekileştiren bir sesleniş biçimi gelişti. Bunu ortadan kaldıran bir üst dilin gerektiği noktada sizden bir iki şiir dinlemek isteriz...”

    Şükrü ERBAŞ: “Önce şunları söyleyeyim... Uludere’de 34 çocuk bombalanarak öldürüldü. Bunda devletin büyük suçu olduğu gibi, hepimizin suçu var. Biz hepimiz Sivas yangınından ne kadar sorumluysak bundan da o kadar sorumluyuz. Mübadele’de de o kadar payımız var, 6-7 Eylül olaylarında da o kadar payımız var vs vs. Dostoyevski der ki: Bu dünyada olan biten her şeyden her insan herkese karşı sorumludur. Hepimizin payı işte böyle bir sorumluluk noktasında var; çünkü bizim hayatımız tek başına yaşanan bir hayat değil, mücavir alanımıza giren her şey bizim hayatımız.

    “Dünyada ve evrende ne varsa bizim hücrelerimiz onlarla dolu. Çevremize ve dünyamıza tepkisiz kalamayız. Ben de bu bombalama olayından etkilenerek bir şey yazdım. Yeni çıkacak kitapta o da olacak. Adı -Ece Ayhan’dan alıntıyla- Devlet Dersinde Öldürülmek... (Bu şiir şairin kendi sesinde can buldu salondan alkışlar alarak; ama henüz basılmadığı için buraya almıyorum.)

    Salondan soru alma vakti gelmişti. Şükrü Bey’e “Hiç gözlem yaparak yazdığınız şiir oldu mu?” sorusunu sordum; çünkü geçen yılki konuşmasında “Genelev Mektupları”nı yazmadan önce bir geneleve utana sıkıla gözlem yapmak için gittiğini söylemişti. Onu salon duysun istemiştim. Şu yanıtı aldım:

    Ş.E. :“Behçet Necatigil der ki, ilham, bilinçte, bilinçaltında algılar toplamıdır. Tabii ki gözlüyorum farkında olarak veya olmayarak... Onlar içerdeki karanlık odada birikir ve bir şey size batmaya başlar; beni dışarı çıkar, yoksa canına okurum, der. Siz de çırpına çırpına bir şeyler söylemeye başlarsınız. Görsellik ve gözlem de var; ama bu, yazmak için değil, yaşayıp gittiğiniz şeyler. Bazen basit bir sözcüğü bulmak için kırk takla atarsınız, yine bulamazsınız. Ama o sözcük kendini ummadığınız bir zamanda gösterir size.”

    O sıra salondan bir izleyici soru sordu: “Sizin gözlem yapmak için Ankara’daki geneleve gittiğinizi okumuştum. O şiiri okur musunuz?” dedi.

    Ş. E. :“O şiir çok uzun, ben size öyküsünü anlatayım.” dedi Şükrü Bey ve anlattı: Orada gözlem yaptım; ama bu gerek şart idi, yeter şart değil. O şiiri yayınlamadan önce bunu bir genelev kadını duysun istedim. Arkadaşım Haydar’ı da alıp gittik oraya. Kimsenin artık arayıp sormadığı, yaşlı mı yaşlı, kalabalıktan uzak bir genelev kadınına rastladım. Çok dokunaklı bir görüntüydü. O ihtiyar tam 25 yıl gitmedi gözlerimden. Ancak yazdıktan sonra kurtuldum ve Genelev Mektupları şiirim tamamlandı. O şiiri paylaşayım şimdi:

    “Genelevin ortasında ülkesiz bir bayrak / Memeleri dizlerine değdi değecek / Ağzının kıyısında çok eski bir kırmızı. / Uzak bıçkın bir sabahın kasıklarında sönmüş. / Sigarayı değil etini çekiyor. / Güneş saati onu göstermeyeli üç gençlik geçti. / Hepimizin erken tutkularından bir gülümseme. / Günahlarımızın annesi. / Evler erimiş. / Yataklar özgür. / Dışarılar çoktan hayatın dışında. / Camlardaki kalabalık nicedir insan. / Herkesin gideceği yeri gören bir bağışlama gözleri. / Hüzünle balmumu arası bir yerde duruyor. / Hayatınızı yazdım, diyorum. / Yazdın mı? Evet, yirmi beş yıl önce. / Harfler ağzımda cam tozu. / Gülümsüyoruz. / Avlunun taşları bildik sözünde. / Azizem uzanıp ağzımı öpüyor.”
    Dip not: Bu etkinlikten ötürü TÜYAP’a, Kanguru Yayınları’na, Aydın ŞİMŞEK’e ve bu satırları yayımlamama izin veren, sözün sahibi Şükrü ERBAŞ’a çok teşekkür ederim. Yaşamı ve eserleriyle ilgili bazı bilgileri aşağıdaki sitelerde bulabilirsiniz:

    1- http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9E%C3%BCkr%C3%BC_Erba%C5%9F
    2- http://www.antoloji.com/sukru-erbas/
    3- http://www.facebook.com/pages/%C5%9E%C3%BCkr%C3%BC-Erba%C5%9F/137143852987666

    Mehmet Sağlam
    mehmetttsaglam@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Aristoteles ve Özgürlük

    Aristoteles’e göre, insan eylemlerinin en yüksek amacı mutluluktur; mutluluğa ise ruhun erdeme tam uyumuyla; kendi etkinliğiyle iyi olanı gerçekleştirmesiyle ulaşılır. Yâni mutluluk, insan için kendi özüne göre eylemde bulunmaktır. Bu öz ise insanın akıl sâhibi bir varlık olmasıdır ve akıl aracılığıyla belirlenen eylem, kişiye mutluluk getirecektir. Bunun içindir ki erdem, akla uygun bir eylemin mutluluk içinde belirişi, bunun alışkanlık hâline getirilmesidir. Kaynağını akıldan aldığı için erdem, insana büyük bir doyum sağlar ve bu doyum, başka bir şeyle karşılaştırılamaz.

    Aristoteles’e göre erdem ve mutluluk, ancak kent-devleti içinde ve kânunlara zarar vermeyen istemelerle sağlanır ve kişiler, akıl aracılığıyla kendileri için neyin iyi ve doğru olduğuna kendileri karar verirken, bu kânunlara aykırı olacak bir eylem içinde olmazlar. Devletin görevi, erdem ve mutluluğun tüm yurttaşlar tarafından paylaşılmasını sağlayacak gerekli düzenlemeleri yapmaktır ve tüm yurttaşlarda eşit bir biçimde dağıtılmış olan akıl, onları bu ortak noktada buluşturur.

    Bu bakımdan, kişinin kânunlara uyması ile özgürlüğü çelişmez; çünkü, hem kendi tekil eylemlerinin, hem de kânunların temelinde akıl vardır ve kânunlara uyduğu sürece kişi, kendi istemesini gerçekleştirmek bakımından özgürlüğünü de gerçekleştirmiş olur. İnsan, “politik bir hayvan”dır ve devlet düzenini bozan bir istemeyle özgür olabileceği sanısı, aslında bir yanılsamadır. Bu yanılsama içinde kişi, sonlu heves ve tatminlerinin kölesi hâline gelir.

    Aristoteles’e göre iyi, her şeyin arzuladığı şeydir; arzular ise amaçlardır. Amaçlar da iki türlüdür; etkinliklerin kendileri ve ürünleri. Kendisi için istediğimiz ve başka şeyleri de onun için istediğimiz şey iyidir, mutluluk ise en iyi olandır. Mutluluğa, yaşam biçimleriyle ulaşılır. Yaşam biçimleri ise üç türlüdür; haz yaşamı, siyâset yaşamı ve theoria yaşamı. Dolayısıyla mutluluk, bu yaşam biçimleri içinde eylemle bulunabilecek bir şeydir ve herkes için olanaklıdır.

    Aristoteles’e göre mutluluk, soyut ve genel bir idea, hazır bir kalıp ya da kesin bir bilgi değildir ve bu tür bilgilerle mutluluğa ulaşılamaz. Erdem de aynı şekilde, soyut ve genel bir idea değildir ve erdeme uygun eylemler, ancak her tek durum karşısında akıl aracılığıyla yeniden belirlendiğinde mutluluğa götürür. Tüm insanlar, çaba gösterdiklerinde erdeme sâhip olabilirler; erdeme ulaşmak için doğuştan filozof olmak gerekli değildir ve bir filozofun gözetiminde olmaya da gerek yoktur.

    Erdemler söz konusu olduğunda, her bir erdemi erdem yapan şey de birbirinden farklıdır ve bunlardan biri diğerine geri götürülemez. Erdemler her defâsında, belirli bir ilişki içinde açığa çıkar ve yalnızca kendileri için tercih edilirler. Erdemler ilişkiler içinde belirleneceği için bunlara ilişkin belirli birtakım idealardan bahsetmek, kişiyi, bu ilişkilerin özgün koşullarından uzaklaştırır ve bu da mutluluğu engeller.

    Aristoteles’e göre erdem, “ortayı hedef edinme”dir; “orta olma” ise kişiden kişiye ve her tek durumda değişir. Fakat bunun anlamı, “ahlâkî görelilik” değildir, erdemler ile “kalıplaşmış davranış biçimleri”nin bütünüyle farklı olduğudur. Erdemler ikiye ayrılır; “düşünce erdemleri” (“teorik erdemler” veya “dianoetik erdemler”) ve “karakter erdemleri” (“ahlâkî erdemler” veya “eudamonik erdemler”). Bunlardan düşünce erdemlerine bilgelik, doğru yargılama ve aklıbaşındalık örnek verilebilir; cömertlik ve ölçülülük ise karakter erdemlerine örnektir.

    Bu ayrımlar ise ruhun doğasından gelir. Ruh, iki kısımdan oluşur; “akıldan yoksun yan” ve “akıl sâhibi yan”. Akıldan yoksun yan da iki kısımdan oluşur; “bitkilerle ortak olan yan” ve “istekler ile hazlarla ilgili olan yan”. Bunlardan istekler ile hazlarla ilgili olan yan da kendi içinde ikiye ayrılır; “kendine egemen olan yan” ve “kendine egemen olamayan yan”. Ruhun kendine egemen olan yanı, iknâ edilebilir ve aklın denetimine girebilir ki, karakter erdemleri de burayla ilgilidir.

    Düşünce erdemleri ise ruhun akıl sâhibi yanıyla ilgilidir ve bu erdemler, her tek durumda orta olmayı gösterir; bunlar olmaksızın karakter erdemleri de olmayacaktır. Dolayısıyla düşünce erdemleri, aklın etkinliğini belirler; karakter erdemleri ise ruhun akıl dışı yönler üzerindeki etkinliğini anlatır. Düşünce erdemleri, kendisini bilgide açığa çıkartır; karakter erdemleri ise irâdenin etkinliğinde açığa çıkar ve tekrâra dayalı davranışlarla gelişerek güçlenir.

    Aristoteles, Sokrates-Platon çizgisindeki “bilerek kötülük yapılmaz” anlayışına, bu ayrımlarıyla karşı çıkar; bu görüş, (doğru) bilgi olmaksızın yapmış olsa da insanın irâdeye dayalı eylemlerinden sorumlu tutulamayacağı şeklinde bir sonuç ortaya çıkartır. Ayrıca, erdemin bilgiyle bir ve aynı tutulması da yanlıştır. Çünkü, neyin iyi olduğunu bilmek, bunu gerçekleştirmek anlamına gelmez ve kötünün ne olduğunu bilmek de bunu irâdenin etkinliğiyle önlemeyi sağlamayabilir.

    Aristoteles’e göre her eylem, irâde özgürlüğüne dayanır ve yapılması elimizde olan şeyleri yapmak kadar, onları yapmamak da yine bizim elimizdedir. İrâde özgür olduğu için, ahlâkî eyleme de yer açılır. Kötülük de aslında, irâdenin belirleyiciliği altındadır ve bu da isteyerek yapılır. İstenenler ise amaçlardır ve amaçlar, enine boyuna düşünülmüş ve tercih edilmişlerdir. Kötülük de düşünülmüş ve tercih edilmiş bir yapmadır. İnsan eylemleri, aslında iki türlüdür; ya isteyerek yapılır, ya da istemeyerek.

    İstemeyerek yapılan eylemler, ya zorla yapılır ki bunların başlangıcı, eylemi yapan kişinin dışındadır, ya da bilgisizlikten dolayı yapılır. Bilgisizlikten dolayı yapılan eylemlerin bir kısmından pişmanlık duyulur, bir kısmından duyulmaz. İstemeyerek yapılan eylemlerde, bağışlanma talebinde bulunulur; isteyerek yapılan eylemlerde ise bu talebe yer yoktur. Aynı şekilde, karakter erdemleri de bu tür eylemlerle ilgilidir. Bunları belirleyen temel unsur ise tercihlerdir. Tercih, bir şeyi öne almaktır. Nasıl kişiler olduğumuzu, tercihlerimiz ele verir.

    İmdi, Aristoteles’e göre ahlâkî eylem, irâdenin akla tam uygun hareketidir ve duyusal belirlenimlerin dışındadır. İrâdenin duyusal belirlenimlerin dışına çıkma olanağı ise onun özgürlüğünden gelir. Yâni, ahlâkî eylemin doğası, irâde hakkında bir seçim sorunudur. Bu seçim sorunu nedeniyle isteme, sürekli bir gerilim yaşar; çünkü isteme, bir yönüyle akla bağlı ve onun denetimi altına girerken, bir diğer yönüyle de ona karşıdır ve duyusal belirlenimlere göre hareket etmeye yönelir.

    İsteme bu gerilimden, akla tam uygun ve ahlâkî eylemle kurtulur; çünkü, bu eylemin sağlayacağı mutluluk, duyusal belirlenimlerden gelen hazlarla karşılaştırılamaz. Özgür isteme, hem ahlâkî eylemin temelinde yer alır ve onu içeriklendirir, hem de erdeme götürerek kişiyi ahlâkî eylem konusunda bir alışkanlığa sürükler ve istemenin bu çatışmasına son verir. Özgürlük, isteme özgürlüğüdür ve ahlâkî eylemin temeli, özü ve güvencesidir.

    Özgürlük, duyusal belirlenimler altında bir kimsenin belirli birtakım hazlar peşinde koşması ve onlara bağlanması değil, insan olmak bakımından sâhip olduğu özü yakalayarak Kendi’nde bu olanağı gerçekleştirmesi ve mutluluğu yaşama geçirmesidir. Yâni özgürlük, belirli bir çabadır; insan özgürlüğü için sergilenen irâdedir. Bu irâde, aynı zamanda da “politik bir hayvan” olan insanın ancak devlet düzeni içinde yaşama geçirilebileceği bir irâdedir.

    Notlar:
    Nikomakhos’a Etik; Aristoteles, Ayraç Yayınevi, Ankara 1998, syf: 210-2
    Politika; Aristoteles, Remzi Kitapevi, İstanbul 1993, syf: 7-10
    Nikomakhos’a Etik; Aristoteles, Ayraç Yayınevi, Ankara 1998, syf: 1-4
    A.g.e. syf: 22-26
    A.g.e. syf: 23
    A.g.e. syf: 21-3
    A.g.e. syf: 10-12, 34
    A.g.e. syf: 60
    Mutluluk Ahlâkı; Bediâ Akarsu, İnkılâp Kitapevi, Ankara 1998, syf: 130-2
    Nikomakhos’a Etik; Aristoteles, Ayraç Yayınevi, Ankara 1998, syf: 32-49
    A.g.e. syf: 106
    Ruh Üzerine; Aristoteles, Alfa Yayınları, İstanbul 2000, syf: 15-8
    Politika; Aristoteles, Remzi Kitapevi, İstanbul 1993, syf: 10


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    KATRAN KARASI

    Ayaz bir kışın soğuğuna dönüşmüştü
    Alev bakışları
    Birini giyinip birini çıkarıyordu derisinden
    Mevsimleri
    Gönlümdeyse
    Kabuk değiştiriyordu yaralar
    Sarıp sarmaladığım zamanla
    Arada bir baktığım saatlerde
    Bir gün düşüyordu
    Ocak başının tam ortasına
    Uzatıp sıcağına ellerimi
    Sarılıp anıların
    Menekşe kokulu hatıranın
    Bir ucu açık bitimsiz yol gibi
    Umudun bittiği
    O düştüğümüz yer
    Kaynatıp katran karası hasretini
    Serip, kurutup, bohçaladım
    Sevdan
    Emekler köhneliğine inat sancılarla
    Sen gittin şems gibi ardında küllerin
    Tutuşturulmuş her gönül
    Âdemden bu yana
    İlk ateşi bulanla aramızdaki fark
    Kısa bir rüya.

    Gülizar Söğütçü KURUM

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.

    İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.

    Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.

    Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120427.asp
    ISSN: 1303-8923
    27 Nisan 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com