|
|
|
Editör'den : Futbolu bu kadar ciddiye almayın!.. |
Öncekilerden farksız bir hafta daha geçti. İktidarın veryansınları ile futbolun ayak oyunları arasında ne olduğumuzu şaşırdık. Şaşırdık lafın gelişi, yoksa artık ne şaşırdığımız ne de dehşete düştüğümüz var. Kanıksadık. Yandaşlıkla, "Vur ensesine al lokmasını" özdeşleşti. Ayrışmanın dibine vurduk. Kayıtsız şartsız itaatçiler de sınıf atladı, yağcılıkta birbirleriyle yarıştalar.
12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan tarihleriyle anılan anti demokratik günleri mumla aratacak nutuklar atılıyor, biz aldırmıyor alkış tutuyoruz. O tarihlerde ayar çekenler içeride gün sayıyor, şimdinin başbakanı tepeden tırnağa her kademeye ayar çekip tehdit ediyor, gıkımız çıkmıyor, çıkamıyor. Askerin 30 yılda çektiği 3 muhtıranın karşılığında günde 3 sefer muhtıra yiyoruz da farkına varmıyoruz. TUSİAD, aykırı(!?) hukukçular, aklı başında eğitimciler, tiyatrocular, sanatçılar hepsi nasibini alıyor, bir tiyatro camiası "Ne oluyoruz?" diyor, onlar da yerlerinden, yurtlarından, ekmek kapılarından oluyor. Özelleştirileceklermiş...
Okumayan, satır başlarıyla durumu idare eden başbakan şehir tiyatrolarına ayar çekince, yağdanlık basın hemen harekete geçip Tayyip Bey'in en idealinden "Tiyatrocu" olduğunu ispata girişti. Yazmış, yönetmiş, oynamış Tayyip Bey. Oyunun adı muhteşem, mas-yah-kom (!?) Masonlar, Yahudiler ve Koministler ile ilgili bir oyunmuş. Fotoğrafı da var. Maşallah, sahnede sanki bir selvi. Bugün "Zavallılar" diye aşağıladığı insanların taklidini yapıyor. İki lafın arasında milleti temsil ettiğinden dem vuran adamdan azıcık saygı beklemek bu "zavallıların"(!?) da hakkı değil mi?
...
1 Mayıs şenliği de bir başka alem. Milletin ağzı kulaklarında. Her renkten, her telden bir tutam varmış, bayrammış, birlik beraberlik mesajları verilmiş, kara çarşaflı antiemperyalistler renk katmış. Sabah işçiler için cenaze namazı kılmış, öğleden sonra meydanda sahne almışlar. Soytarılığın dik alası. 1 Mayıs'ı böylesine sulandırabileceklerini bilselerdi eminim iktidara gelir gelmez Taksim'i açarlardı. İstanbul'da işçi çarşafa dolanmışken, Ankara'da Tandoğan meydanını mesken tutmuş iktidar ortağı sendika başkanı kendinden geçmiş Tayyip Bey'e övgüler düzüyor. Birileri birilerini düzüyor da, kim kimi farkedilmiyor.
...
Bir miktar futbola bulaşmadan olmaz. Şikeyle yatıp Fenerbahçe'yle kalktığımız bir ortamda birkaç cümle de biz kuralım. Taraftar olarak objektif olmak elbette zor ama deneyelim. Tartışmaların tümü bana göre yanlış zeminde yapılıyor. Özellikle, merkezde spor varmış gibi davranan hayalperestler düşüyor bu yanlışa. Milyonlarca avronun konuşulduğu ortamda spordan bahsetmek, futbol batıyor diye yaygara yapmak komedinin dik alası. Spor, seyir zevki, taraftarlık, heyecan, hepsi 90 dakika ile sınırlı halbuki. Geri kalan tartışmaların konuyla uzak yakın ilişkisi yok. Saha dışında olan herşeyin merkezinde para var. Pastadan kim daha çok alacak kavgası yapılıyor. UEFA bize kızarmış, sonra bizi 8 sene Avrupa'ya almazmış, yok TFF karar vermekte gecikmiş, rapor değişmiş, vesaire vesaire. Hepsi palavra. Ekonomik açıdan diğer takımlardan sıyrılan Fenerbahçe ve başkanına haddini bildirmek için başlatılan operasyon, istenildiği gibi yürümeyince, yani Fenerbahçe çözülmeyince, maddi olarak sarsılmayınca, içerdeki başkan yerini daha da sağlamlaştırınca, geriye dönüş için yeni oyunlar yazılıyor. Hiç kimse gelirinden olmak istemiyor. Pişmanlığın da kimseye yararı olmadığı anlaşılınca, zararın neresinden dönülse kardır çalışmasına girişiliyor. Kimse kendini kandırmasın. Bu işin sonu bir kocaman "HİÇ" olarak tarihte yerini alacak. Karşılıklı restleşmelerin ceremesini biz taraftarlar çekmeyelim yeter. Play-off'a bile "36 maç parasına 40 maç oynamayız." için karşı çıkan bir camiadan, adil, namuslu, sportmence bir karar çıkmasını beklemek abesle iştigal değil mi? Siz siz olun futbolu ciddiye almayın, bağırın, küfredin, rahatlayın, sonra da çekin gidin.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan TOTO-1 |
|
Abdurrahman’la hiç bir zaman tanıştırılmadık. Çünkü yetmişli yıllarda küçük kasabamızda böyle aristokrasi kokan davranışlar henüz bilinmiyordu. Evleri okulun hemen önündeydi. Aynı okulun bahçesinde oynadığımız için, aynı kapılardan geçtiğimiz için, oyun oynadığımız çocuklar başka çocuklarla da arkadaşlık ettiği için zaman içinde kendiliğinden tanışıverdik. O benden birkaç yaş büyüktü. Kasabadaki diğer çocuklar büyük olmaya, kendinden küçüklere diklenmeye, emirler yağdırmaya çok hevesliydiler ama Abdurrahman böyle şeylere aldırmazdı. Kavgayı, itişmeyi pek sevmezdi. Belki de bu yüzden yumuşak başlı ve sorun çıkarmaktan hoşlanmayan herkesle takılırdı. Abdurahman adındaki insanların adı genellikle Apo diye kısaltılarak söylenir. Onunki Toto’ydu. Kendisene lakap olarak takılan Toto kelimesi bizim oralarda şişman, iri anlamında geliyordu. Apdurrahman yani namı diyar Toto hem iri hem de çok iştahlı bir çocuktu.
Toto yoksul bir Yörük ailesinin üçüncü çocuğuydu. Bütün yoksullar gibi çabuk büyümek ve eve para getirmek zorundaydı. Arada sırada başkasının işlerine gündeliğe gitmesine rağmen Toto Taşçı Akif’in esas adamıydı. Akif Abi’nin hanımı Toto’yu aileden biri gibi görür, tarla için ekmek sepetini hazırlarken onun sevdiği yemekleri pişirirdi. Onun çok iştahlı olduğunu bildiği için sepeti tıka basa ekmek ve yemekle doldururdu.
Akif Abi traktöre bindirip götürürse itiraz etmezdi ama tarlada çalışmayı pek sevmezdi. Bir de okulla arası iyi değildi. Bu yüzden ilkokulu da bitirememişti. O arabaları seviyordu. Bir de gövdesine göre kocaman olan başını sallaya sallaya koşmayı. Kasabanın tek minibüsüne muavin olabilmek için epey çabaladı. Hiç para istemeden minibüsü yıkayıp içini silip süpürdüğü de oldu. Ramis Abi kaza bela olur, çocuğun başına benim yüzümden bir şey gelir diye çekindiği için razı olmadı. Toto hemen işe alınmasa da minibüsün peşini çabucak bırakmadı.
Toto iyi bir çocuk ama iyi bir oyun arkadaşı değildi. Hızlı koşamazdı, saklambaç oynarken iri yarı olduğu için çabuk sobelenirdi. Karpuz veya erik çalmaya gitsen çok uzaktan bile kim olduğunu herkes tanıyabiliyordu. Bu işler ekip işleridir. Bir kişi enselendi mi, bütün suç ortakları bir bir açığa çıkıverirdi. Sesi de öteki çocuklardan farklıydı. Karanlıkta bile kim olduğunu çabucak ele veriyordu. Kalaycı Kapçı oyunlarında bu yüzden kimse onu grubuna almayı istemezdi. Çünkü çocuklar karanlık ve arka sokaklara kaçıp seslerini hatta giysilerini değiştirerek rakiplerini kandırmaya çalışırlardı. (Bu oyun mutlaka uzun uzun anlatılmayı hak ediyor. Şimdilerde bu oyunu bilen ve oynayan da kalmamıştır.) Aklı dolaşık işlere pek ermezdi. Yalan söylemesi gerektiği durumları bilemediğinden pat diye lafı yumurtlar hepimizi ateşe atıverirdi. Hiç kimseye öfke beslemez, kin tutmazdı.
O yıllarda neredeyse bütün çocuklar yoksuldu. Aramızda varsıllar olmadığından belki bizler deryadaki balık misali yoksul olduğumuzu bilmezdik. Yoksul olmanın en kötü tarafı elbiselerinizin eski ve yamalı olması, sofranızda lezzetli yemeklerin bulunmaması değildir. Yoksulların anne babaları çok sinirli olur. Ve onların çocuklarının payına ekmekten çok dayak düşer. Bunca yaşıma rağmen hala çocukken tanık olduğum çabucak sinirlenen, şiddet dolu insanların nasıl bu hale geldiklerini anlamayı başaramadım. Yoksul kızları biraz yetişkin görünmeye başladıklarında evlerinden kaçarlardı. Baba evinde bulamadıkları huzuru ve rahatı başka evlerde bulacaklarına inanırlardı. Kurtuluş olarak gördükleri koca evi en az kendi evleri kadar yoksuldu. Sarımsağın kokusu kırk gün sonra ortaya çıkınca gerçek anlaşılıyordu. Tütün tarlalarında yaz boyunca uykusuz geçen geceler sadece kan çanağına dönen gözlere yetinmiyordu. Bunca yorgunluk ve yoksulluk bazen intiharlara neden oluyordu. Bütün yoksullar biraz huzur ve ekmek derdi olmadan kışı atlatmayı umut ediyorlardı. Sadece ekmek değil insanların hepsine yetecek kadar umut bile yoktu.
İşte böyle umudun bile kuraklaştığı bir dönemde Toto’nun ablası kocaya kaçtı. Kasabamız için sıkça olsa da böyle vakalar o aileyi derinden salladı. Yörükler kızlarının kaçmasına göçmenler kadar esnek bakmıyorlardı. Sadece anne babanın değil kardeşlerin de başları öne düştü. Bütün kasaba işi gücü bırakıp sadece onları didikliyormuş gibi kendi içlerine kapandılar. Üstüne üstlük evin en küçüğü Osman’ın uncu dükkânı soygununa karışması aileyi iyice çaresiz bıraktı. Hırsızlık, soygun dediğime bakmayın. Tamam, epey para çalmışlardı ama soygunu yapan sonuçta iki küçük çocuktu. Henüz ikisi de on beşinde bile değil. Küçük kasabalar acımasızdır. Adınız çıkmaya görsün. Sokaktan bir tavuk eksilse, kapı önünden bir bakır kazan kaybolsa artık sizden bilirler. Osman çocuk yaşta hapse düşüp dışarı çıkınca bir daha kasabaya geri dönmedi. Toto bütün bu fırtınanın ortasında kaybolup gitti. Oyunlara karışmaz, yanımıza uğramaz oldu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KARYALI BİR ŞİİR USTASI: AYHAN ÇIKIN |
|
Sayın Prof. Dr. Ayhan Çıkın, benim için yalnızca bir bilim adamı ya da şair değil, aynı zamanda örneğim olan bir ağabeydir. 27 Nisan Cuma günü, onun şiiri üzerine Milas Sıtkı Koçman Meslek yüksek okulunda bir etkinlik vardı.
O gün ben Ayhan Çıkın’ın şiir coğrafyasını anlattım. Sevgili dostum Atilla Er İzmir’den gelerek onun şiirindeki diğer özellikleri anlattı. Yüksek okulun öğrencileri de Öğretim Görevlisi Mustafa Karataş’ın açıklamaları eşliğinde çok güzel bir sunum gerçekleştirdiler.
Her şair, biraz da kendini yazar. Bu yüzden her şair, aynı zamanda kendi coğrafyasının sanatçısıdır. Bu, Ayhan Çıkın için de geçerlidir. Onun şiirinin ana damarlarından biri de çocukluğunun geçtiği Cazkırlar, Bencik ve Stratonikeia’dan başlayarak tüm Karya doğası ve insanıdır.
Ayhan Çıkın’ın şiirini okurken bazen,
“Çatalçam’dan/menteşelerin/
On dördünde bir güzel gelir
oturur sularına sarnıcımın.”
dizeleriyle Bencik Dağlarında çıra benizli bir güzelin peşine düşer; bazen,
“mart sabahlarında tedirginleşir/yaylımında sürüler/
mavi bir tüldür gökçiçekler mayısta
nerede yere basan çarıklarımın son derisi?
ayaklarım sevişir kuru ve dikenli toprakla
veeeyy!..keçilerim veheeeyyy!..hahhh!.hahh!..”
diye diye baharı keçi çobanlarıyla karşılar; bazen de
“Uğuldar anılar geçmişin sessizliğinde
Bir yakamozdur gecelerde Bencik Çayı
Yatar binlerce yıldır tarihin koynunda
Rengarenk bir aşkla seyret Stratonikya’yı”
dizelerinde olduğu gibi Bencik Çayı’nın şırıltılarından, aşkın kenti Stratonikeia’ya uzanır, Karya insanını var eden sevginin, hoşgörünün ve vefanın sırlarını kavramaya çalışırsınız.
Ayhan Çıkın, 2000 yılında ölümün ucundan genç Cem Canbay’ın kalbiyle dönmüştür. Başkasının kalbiyle yaşamanın bir şairi etkilememesi düşünülebilir mi hiç? “Ortak Kalpler Türküsü” işte o vefanın kitabıdır. Orada doktorundan hemşiresine, kendisine yeni bir hayat veren tüm sağlık çalışanlarına vefasını anlatırken, kalbini taşıdığı Cem Canbay için çok daha karmaşık duygular içindedir. Yaşamak güzeldir; ama Cem’i kalbiyle yaşatsa da bu şair için yeterli değildir:
“İşte bıraktın yalnızlığını, öfkeni, sevdalarını
Hades’ler seni bekliyor diye korkma
Sen de beklenen birisin melekler katında
Kendini beklemelisin, beni beklemelisin
Çık yeryüzüne, çiçek ol saksılarda, kırlarda
Herkesin; ama illa ki ikimizin yüreği ile
Sevdalanmalısın yeniden yaşamlara
Delikanlım
Nasıl bestelesem şiirini senin.”
Edip Cansever’in Edip Cansever “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde “İnsan yaşadığı yere benzer” demesi önemli bir saptamadır. Dahası, kişilik hamurunun karıldığı bir coğrafyayı yazmak, sanatçı için bir borç ödemedir. Sanatçı, ürettiği eserle, tarihe bir çentik atar. O coğrafya belleklere, o haliyle kazınır. Yüzyıllar geçse de aradan o çentik yerinde kalır. O çentiği gören tarihinden daha tutarlı ders alır, coğrafyasına daha bilinçli sahip çıkar. Bu bakımdan;
“Bir Promete’yim yirminci yüzyılda
Zincire vurulmuşum
Ekmeğimle, işimle
Bir Promete’yim
En büyük fırtınalara gebe.”
diyen Ayhan Çıkın’ın şiiri, hoyratça talan edilen bu topraklar için çok daha anlamlıdır.
Ayhan Çıkın’ın şirinin bir başka coğrafyası İzmir, daha dar anlamda Bornova ve Nif’tir. O coğrafyada ölümün eşiğinden döndüğü acıların ve sevinçlerin en yoğunlarını yaşadığı Bornova ve adeta sığınağı olarak algılayabileceğimiz Nif, Akkaya vardır. O, Nif’in kiraz bahçelerinde,
“Ben Nif dağlarında Akkaya’nın,
Ayhan’ın bahçesinde bir kiraz ağacı
Bahar gelince coşarım
Giyerim çiçeklerimden bir tacı.”
diyen bir kiraz ağacıyla mutluluğu yakalayıp çocukluğundan çok da rahat bir yaşam sürebilir. Ne var ki Ayhan Çıkın’ın kendisi de “Işığı Beyninde Taşıyanlar”dan biridir:
“Milas’la İzmir’in arası
Her yanım sonbahar sarısı”
olsa da bilim adamı cübbesini giyer ve hizmet için 2006’da doğup büyüdüğü topraklara döner. İyi de eder. Çünkü bu dönemde şiir verimliliği artar ve Sodra, Muğla’ya Özlem, Bafa Gölü, Güle Güle (Nail Çakırhan için), Zeytinci Hurşit gibi onlarca şiir yazar.
Ayhan Çıkın, doğduğu toprakları hem bilim adamı hem de şair olarak hakkıyla temsil eden biri. O gün salon öğrencilerle tıklım tıklımdı; ama böylesine önemli bir değerimizin tanıtıldığı o etkinlikte bir ne bir yerel yönetim, ne bir devlet temsilcisi vardı. Salonda, Nevzat Çağlar Tüfekçi ve Yüksel Sezen dışında Milaslı bir sanatsever de göremedik.
Ayhan Çıkın gibi değerler, bu coğrafyanın ışığıdırlar. Çocuklarımız, gençlerimiz yaşadıkları bu yurdu Ayhan Çıkınların yazdıklarını okuya okuya tanır ve sever; başka coğrafyaların insanları bu eserlerin peşine düşerek buralara gelirler.
Bu toplumda Ayhan Çıkınlar kolay yetişmiyor. Karınlarını bu topraklardan doyuranlar, bu toprakların çocuğu olmakla gururlandıklarını söyleyenler, Ayhan Çıkın gibi değerlere en azından vefa borçları olduğunu asla unutmamalıdırlar.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 5 |
|
İstanbul’un yağmurlu akşamında otobüs yolculuğu… Otobüs kalabalık, yanımdaki adamın elindeki anahtarları durmadan oynatmasından çıkan sinir bozucu ses kulaklarımı tırmalıyor. Duymazlıktan geliyorum, çünkü bu akşam aklım ve gözlerim yağmur damlalarının yapıştığı otobüs camının ardındakilerde. Sokaklar, caddeler kalabalık. Otobüsün her durduğu durak, gidecekleri yerin otobüsünü bekleyen gözlerle dolu. Kimi şaşkın, kimi huzursuz, kimi aceleci, kimi de hülyalara dalmış renkli renksiz gözler… Kat kat giyinmiş bir kız elinde cep telefonu, birisini beklediği belli. Bir kadın kıvırcık saçlarını parlak bir montun yakasından sallayıp duruyor. Saçları sallandıkça kulaklarındaki parlak küpeler ışıldıyor. İki adam kaldırımda yürüyor, köşedeki seyyar satıcıdan aldıkları muzları yiyorlar yavaş yavaş, bir yandan da ağızları dolu iken birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar. Garip bir kadın yeşilleri giymiş, bir parkası eksik, ayağında asker botları, ayakları bedenine göre çok küçük görünüyor, 35 numara olmalı. Yüzü biraz erkeksi, haberlerde gördüğüm taliban kadınlarına benzetiyorum onu. Kim bilir belki de onlardan biri? İstanbul, çok kalabalık bir yer. Herkes yan yana yaşıyor, çalışıyor, yemek yiyor, yürüyor, alışverişini yapıyor… Kim olduklarını bilemeyiz? Belki bir doktor, belki bir öğretmen, belki bir işçi, belki bir hırsız, belki bir hayat kadını, belki bir taliban, bir dolandırıcı… Sadece İstanbul değil, artık dünyanın her yeri böyle değil mi?
Komik at kuyruğu yapmış kısacık boylu kadın, çantasını karıştırıyor. Ne aradığını çok merak ettim, yüzünde bir sinirlilik var. Parası kayıp, anahtarı yok, cep telefonunu çantanın en derin köşesinden çıkarmaya çalışıyor… Durakta, yolda herkesin elinde cep telefonu. Ne var bu kadar konuşacak bilmem? Ülkemizde yeni bir şey çıksa yediden yetmişe herkesin elinde. Meraklı mıyız, teknolojiye ayak uyduranlar mıyız, gösterişi sevenlerden miyiz çözemedim daha? Bu aralar da tablettir gidiyor. Bana verseler, kahve tepsisi olarak kullanacağım da elimde yok. Gençler alsın tabii, kullansın. Zor para kazanan anne babalarına ders çalışma bahanesiyle aldırılan bu eğlence oyuncakları yüzünden derslerinin sınav sonuçlarını nasıl etkilediğini aileler görse, fark etseler, alacaklar tabletleri benim gibi tepsi olarak kullanacaklar. Ah şu gençlik, ne ipin ucu var ne sonu… Durakta oturan gençlere takılıyor gözlerim, sarılmışlar birbirlerine. Öpüştüler yanaklarından ve kız ayağa kalktı durağa yanaşan otobüse binmek için. Delikanlı bakışlarını kızdan ayırmadı. Kız ona el salladı, öpücük gönderdi ve kayboldu kalabalık otobüsün içinde. Akşam telefonla onlar yine görüşecek. Bedava konuşmalar, mesajlar, bu aralar istemediğin kadar. Face denen sanallığın içinde de boğulup kalacaklar gece yarılarına kadar. Anne baba var mı evde belli değil ya da haberi yok gençlerin.
Durakta bekleyen orta yaşta bir kadın, iki kızı yanında kollarına girmiş, temkinli. Bıraksa uçacak kızlar sanki kuş gibi. Birisi ilkokul diğeri de ortaokula gidiyor olmalı. Kadının karnı bir şiş, bir şiş, yusyuvarlak. Anlayamadım, hamile mi yoksa şişman mı? Hamileyse kim bilir kaçıncı çocuğunu doğuracak? Kocası istemiştir illa erkek çocuk doğuracaksın diye. Fabrikaya vermiş tohumu, tutturana kadar. Çapada hastane kapısı önünde karşılıklı konuşan iki öğrenci, bir kız bir erkek, beyaz önlükleri üzerlerinde. Akşam vakti ders bitmiş olmalı, niye çıkarmamışlar ki önlüklerini? Sağlıkçıların da havası ayrı olur. “Bakın ben mezun olunca, büyüyünce doktor olacağım” havaları var? Konuşmalarda kız çok cilveli, çocuğun gözüne ağzına girecek. Kıvırcık siyah saçlarını bir parmağına doluyor. Sırtındaki pembe okul çantası, beyaz önlüğün üstünde sırıtıyor. Çocuğa bir şeyler anlatıyor gülerek, el kol hareketleri, çocuğun omzundan tutmalar, kıpraşmalar, parmak ucunda yükselmeler. Çocuk ise dimdik duruyor, top sakallı yüzü daha sakin. Beyaz önlüğü altında mavi tişörtü görünüyor. İngilizce komik bir şeyler yazıyor, geleceğin rakçı doktoru. İyi ya, doktorlar da müzikle uğraşmalı, bazen bilimden kurtulmak gerek. Çocukta çekingen tavırlar görüyorum. Kızın söylediklerine gülüyor ama bir o kadar da ciddi. Çekimserlik var gibi, utanıyor mu anlamadım. Ben şuna karar verdim, kızlar daha cesur bu işlerde.
İstanbul’da bir otobüs camının ardındakiler çok karmaşık, ama bir o kadar güzel olur. İnsan uzak düşüncelere dalar, kendinden, hayatından parçalar arar ve bulur.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen ÖZEL-Leş-tirebildiklerimizden misiniz ? |
|
- Naaaber lem Editör Bozuntusu ..? Canım çok sıkıldı sana biraz “verip veriştireyim” istedim.
- Sen kimsin yahuuu ..! Hem yazılarını burada benim Euro’larımla yayımlatacaksın, hem de bana verip veriştirip çamur atacaksın. Yok öyle yağma, ne yağması hatta gürleme...
- Aman aman; “1 Kuruş” telif ücreti ödemişliğin yok, bir de telef etme yeter. Şunun şurasında edebiyat yapmaya çalışmıyoruz biz de zaten. Sanatsal bir durum sözkonusu değil yani...
- Hah şöyle ! Olmasın zaten. Sanat yapacaksan onu bir güzel “muhafaza” edeceksin, öyle 3-5 kuruş tokluğuna değil epeyce bir “kar” edeceksin. Aksi halde tükürürüm ben öyle sanatın içine ?
- Daha önce söylendi o söz, sen yeni bir vecize bul Editör Dayı...
- “ÖZEL-Leş-tiririm” o zaman görürsün hanyayı Konya’yı. Hem böylece öğrenirsin nasıl oynanırmış Anton Çehov’dan “Vanya Dayı”...
- Bu kararını hem esefle hem de teessüfle karşılıyorum. Kahve Molası için “Bu karar bir garabet...”
- Sen yat kalk da buna dua et. Bir de Tahkim’e gitseydim görürdün gününü ilelebet...
- “Artık senden bi cacık olmaz” diyeceğim de benden er-ken davrandı sapına kadar Herr ve de Man.
- Benim gönlüm dinlemez ferman, şayet benim istediğim gibi yazarsan yazılarını bulursun derdine derman..
- Editör’üm Führer’im, ben ettim sen etme. Haybeye ispiyonlamış beni her kim ise o yeni yetme. Bak seni ben aradım, zira; sesini duyduğuma çoook sevindim..
- “Yok yaaaw ! Nerden bilecem sevindiğini ? Hadi bi takla at” duyayım telefonda. Yok, en iyisi koy bir Roman havası, hem zaten Hıdırellez de yolda...
- Ohaaa, yani Editör’üm. Ben diyorum; “oynatmaya az kaldı”, psikolojime biraz yardım et, sen kalkmış neler diyorsun. İyi ki Doktor’um değilsin. Sana ya bi kafa atardım ya da çok pis dalardım..!
- Ayıpsın biraderim ben her zaman yanında varım, sen hiiiç merak etme, gerekirse ben “tam gün” boyunca dalarım...
- Haydaaa ..! Yahu muhterem Editör’üm, neler diyorsun ? Şaka yapıyorsun değil mi ? “Seni gidi seniii ..!”
- Hooop hop..! Görmediğimi zannedip bana parmak sallayıp laga luga yapma, düzenlerim hakkında bir özel fezleke. Roman havası beğenmedinse, attır bir Mezdeke. Oyna da duyalım ne kadar sevinmişsin benimle telefonda konuşunca...
- De get ! Zaten oynatmaya az kaldı diyorum. İçim daraldı içim.. Bu gidişle kesin birilerine çatacağım. Yok yok, en iyisi bahar gelmiş diye kendimi kaldırıp parklara atacağım.
- Şşşt, hop dedik ! Aman haa, sakın öyle “parklarda elele, melele” neyim dolaşmayasın, “O ağacın altını...” falan, mazallah, cık cık ahlaka mukayyet olasın...
- Tövbe tövbe estafurullah..! “Takayım koluma bir Lise’li, değsin elime eli” diyen mi var yahu ?
- Bilemem artık... Gerekirse evlenirsin, 3 olur 5 olur Allah ne verirse versin. Lakin; zeval verirsen Eğitim Sistemi’nin son 4’lüğüne ait özüne, “Senin yüzünden 12 yıl kesintiye uğradı” diye ibret-i alem için dayarım Kamu Spotu’nu gözüne gözüne...
- Yaparsın walla, hem de inanmaya inanmaya.. Lakin benim karnım tok bu tür numaralara kanmaya ..!
- Yaparım tabi.. Kahve Molası’nın otoritesi kim ? Hem neden gocunuyorsun ki ? Fena mı olur ? Hem “Özelleşelim” hem de “Güzelleşelim”... Haydi öptüm, çaaav..!
Ne dersiniz ?
Yoksa siz hala; “ÖZEL-Leş-tirebildiklerimizden” değil misiniz ?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Müsade et ama bir dakika
Gerçekten hata mı ettim seni kendime kabul etmekle?
Yoksa uyanabilmem için Tanrı seni mi sundu bana?
Eğer öyleyse uyandım..
Eğer öyleyse ben dersimi aldım.
Ve evet; hata yaptım...
Seni kabul etmekle değil (belkide); kendimi sana bırakmakla hata yaptım.
Kendimi sana bırakmam değil; kendimi seninle yaşatmam gerekiyordu...
İşte ben bunun farkında vardığım an; sen yoktun..
Düşlerimde de, boşa geçen günlerimde de kaybolmuştun.
İzin yoktu hiçbir yerde; belki de o yüzden günlerim boştu.
Ama bunları başta farketmedikten sonra şimdi dile getirmenin hiçbir anlamı yok.
Çünkü sen, artık beni sahiplenmeyi bırak; benim adımı anmayı bile istemiyorsun.
Belki de haklısın...
Birini korumak, birini sahiplenmek; sorumluluk almak...
Bunların sana ağır geleceğini baştan bilmeliydim.
Beni taşıyamayacağını, beni kaldırdığın an bırakacağını bilmeliydim.
Ama farkedemedim... Neden mi?
Çünkü her şeyimi esir almış olan sen, gözlerimi de kör ettin..Göremedim.
Fark edemedim senin kim olduğunu...
Uzaktan bakınca umut, yakından bakınca aşk gibi gözüküyordun bana.. Düşünemedim...
Anlayacağın seni kabul etmekle birlikte, kendimi de kaybettim!
Şimdi bu gerçekten garip bir veda..
Çünkü hala içindeyim aslında.. Hala sahipsin bana.
Ve ben;
"Geri dön" diyemem sana; duymuyor beni kulakların.
"Beni bırakma" diyemem sana; umursamıyor bedenin.
"Seni seviyorum" diyemem sana, çünkü benim için atmıyor kalbin..
Başkalarına atıyor..
Bambaşka aşklara atıyor; sahte, kişiliksiz, seviyesiz aşklara..
Yalancı, güya sana aşık olanlara atıyor kalbin..
Ve sen;
Farkedemiyorsun tüm bunları..
Çünkü biliyorum; eğleniyorsun kandırırken onları.
Aynı bende olduğu gibi..
Tıpkı bana da "seviyorum" dediğin gibi..
Tıpkı beni de kandırdığın gibi..
Kandırıyorsun onları; eğleniyorsun.
Eğlen! Eğlenme demiyorum sana..
Ama hergün biraz daha acıtıyorsun, bir parça daha benden koparıyorsun.
Beni bir yap-boz parçası gibi içinde her gün tamamlıyorsun.
Ama sen bunun da farkında değilsin; çünkü beni umursamıyorsun.
Sana sorsam; güya benden kaçıyorsun..
HAYIR!
Beni, kendine taşıyorsun sen; beni kaçırıyorsun!
Hemde farkettirmeden..
Aynı giderken olduğu gibi..
Aynı kandırırken olduğu gibi...
Sonuç ne mi?
Bak yine yağıyor yağmur, her taraf sular içinde.
Tanıdık geliyordur sana bu çamur; birlikte yürürdük bu havalarda birlikte..
O zamanlar ne güzel rol yapıyordun ama..
Şemsiye oluyordun bana..
Şimdilerde ıslanmayasın diye ben şemsiye oluyorum sana, farketmiyorsun.
Her şey gibi; sana her "seviyorum" diyeni sana aşık zannediyorsun.
Yanılıyorsun adam, yanılıyorsun.
Seni seven biri varsa bil ki ardında bıraktığın ben'im.
Seni seven biri varsa bil ki kandırdığın ben'İm.
Seni düşünen biri varsa bil ki içindeki ben'im.
Seni koruyan biri varsa bil ki içindeki ben'im.
Bugün hala sapasağlam yaşıyorsan adam; bil ki sebebi benim...
Evet, ben kendimde olmayabilirim.
Ama kalemim, kağıtlarım, cümlelerim.
Senin yaşama sebebin.
Seni yaşatanlar bunlar, senin ardında kalan bir tek ben değilim!
Onlar yardımcı oluyor hep bana; her ne kadar umursamasanda..
Biliyorum omuzunda anlam veremediğin bir yük var..
İşte o yük dediğin ben'im.
Hem içinde, hem dışında; seninle birlikteyim..
Öyle demiştin değil mi?
"Sen benimsin"..
Tamam işte, seninim...
Korkarım buda yalanlarından biriydi...
Beni hiç istemedin, biliyorum.
Beni hiç sevmedin, biliyorum.
Beni kandırdın, biliyorum.
Bana ihanet ettin, biliyorum.
Bu sefer söz; gidiyorum..
Müsade et ama bir dakika; göz yaşlarımı toparlıyorum...
-Hayatımda gördüğüm en iyi oyuncuya..
Ece Yurtbahar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
YENİ EKONOMiK KONSEY TOPLANTISI, KONU: ZAM, ZULÜM, İŞKENCE
- Hoş geldiniz millet! N’oluyo ya böööle. Zam kazığının ucunu gerekenden çok mu fazla sivrilttik ki? Tabii anasını satıyım, hem doğalgaza geçirdik, hem de elektriğe ki, enerji kalemlerine zam demek, aslında iğneden ipliğe her şeye zam demek.....
- Şimdi de doğallafa geçiriyoruz be patron.....Hakkımızdaki o güzelim iltifatları uç uca eklesek Boğaz’a üçüncü köprü olacak anasını satıyım.
- Ben size zamanında o kadar dil dökmedim mi? Maliye olaraktan her türlü zamsal geçirmede oldukça geciktiğimizi, ufak tefek geçirmelerle durumu idare etmenin çok daha akla uygun ve efektif olacağını ve de işimizin yavaş yavaş boka sarmakta olduğunu bildirmiştim sanırsam. Hatta bir an önce yapalım şu zamları da demiştim....
- Vay be kardeşime bak benim.....Ne kadar da bilimsel döktürüyor. Ne o öyle efektif mefektif....Doğru konuş oluuuum ya. Bak burada Şevki var. Onun kafası böyle kelimelere basmaz. Saf saf bakıyor görüyorsun. Hani neredeyse zamlarla döviz kuru arasındaki ilşki üzerine veciz sözlerinden birini daha yumurtlayacak gibi. Tanırım ben bu bakışları.....
- Yoook be abilerim. Ben Göbekteki Kamu Bankası’na bakıyorum. Hani basacaktı mani ya......N’olduki......şimdi böööle zamlarla milletin hem anasını hem de babasını ağlattık yani.
- Haydaaa, Şevki burası komisyon da, sen de münafık muhalif milletvekili misin gardişim ya.....Ne karıştırıyon ki, milletin anasını babasını şimdi.....
- Hooop, bi dakka susun yaaaa. “Boşbakış TV” alt yazı geçiyo....Anaaa, bu neki lan! Nerede olmuş bu olay? Haydaaa Meclis garajında.... Garaj amirini çabuk çağırın buraya..
- Evet, arkadaşlar. Lütfen gürültüyü keselim de......Hilmi’yi dinleyelim, olayı anlayalım!
- Şimdi sayın Vekilim. Nasıl girdiğini bir türlü çözemediğimiz bir Vatandaş Meclis garajına girmiş. Deli olduğu hükmüne vardık....Hani şu en son alınan ve gazetelere konu olan gıcır gıcır makam arabaları var ya.....
- Eeeee...
- Onlardan birinin gıcır gıcır lastiğine yapışmış bu, “Bunu ben satın aldım, bu benim.....günde dört paket sigara zıkkımlanmadan bu hayatı çekemiyom bi kerem ben..” diye tutturmuş, sökmeye çalışıyordu....Bir yandan sürekli olarak bulun bana bu zamları yapanları onları öpecem diye de bağırıp duruyordu.....Önce alkollüdür ulan bu inek dedik ama, ağzındaki garip koku alkol kokusuna pek de benzemiyodu...Ortalığı temizleyen şirket elemanına göre açlıktan nefesi kokuyomuş....O öööle didi.
- Vatandaş kafayı yemiş yaaa. Şu hale bak be.....
- Kafayı mı yedi, yoksa uyandı mı arkadaşım? Baksana sigaraya ittirdiğimiz ÖTV ile ne halt yediğimizi çakozlamış bu adem!
- Eeee, sonra.....
- Sonra biz bunu enterne ederek, Emniyet Müdürlüğüne yolladık sayın vekilim. Oradan da deli olup olmadığını anlamak üzere müşahade için İstanbul’a gönderecekler sanırsam.
- Anlaşılan biz bu dolaylı vergiye yüklenme işini çok abarttık, çooook.....
- Tornistan ederek, bizim yalaka basını tekrar devreye soksak diyorum.....
- Milletin kafası heç mi çalışmıyo oooolum ya......Artık yemiyolar bu numaraları....Zam degül güncelleme didik onu bilem yediremedik zati....
- Yedirmenin bi yolunu bulacaz artık başganım. Başka bi çare aklıma gelmiyo şindilik.
- Netice olarak, bundan böyle kazığın ucunu sivriltmeden önce enini ve de boyunu eyicene bir ölçmeye bakmalıyız arkadaşlar. Valla ürkerim ben bu halkın tepkisinden, hele kendimize böyle göz göre göre, alenen, ortalıkta kıyaklar çekip, zamlar yaparken, memurlara aylardır zam yapmayınca........
– Ben tepkiden ürkmeyom da, tekmeden ürkeyom vallahülazim....
- Ne yapalım kardişim yaaa. Ucunu sivrilttiğimiz kazığın bize de batmaması için, cebimizin zam görmesi lazım bikerem. Öncelikle milletin vekili ile onlarla aynı çatı altındaki bilumum teferruatlara zam, kaçınılmaz bir sonuçtur. Aslına ufak bi zamma da bi ara bakarız artık....
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ORHAN VELİ
Geçen hafta, Hilmi Yavuz’un konuşmacı olduğu, bir etkinlik vardı, Beyoğlu’nda. Konusunun; “Orhan Veli” olduğu program, onun şiirleriyle başladı. Ardından, hayat hikâyesinin, anlatılmasıyla devam etti. Hilmi Yavuz’un konuşmalarıyla katıldığı etkinlik, çok renkli görüntülere sahne oldu...
Orhan Veli’nin eski fotoğraflarını izleyenler, maziye doğru, hüzünlü bir yolculuk yaptı. Çocukluğuna, gençliğine ve arkadaşları olan Oktay Rıfat ile Melih Cevdet’e kadar uzanan, uzun bir yolculuk…
1914 Beykoz doğumlu olan Orhan Veli, diğer yazar ve şairler gibi küçük yaşta yazmaya başlamıştır. İlkokul sıralarında yazdığı bir hikâyesi, o dönemin; “Çocuk Dünyası” adlı dergisinde yayımlanmıştır.
Daha sonra ki yıllarda tanışacağı; Oktay Rıfat, Melih Cevdet ve lisede ki hocası, Ahmet Hamdi Tanpınar, ona çok şey katmıştır.
Özellikle, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olabilmek, bence çok büyük şanstır. “Saatleri Ayarlama Ensütüsü”ün de ki, kurgu ve anlatım başarısı, tartışılamayacak kadar büyüktür. Ve Türk edebiyatının, en büyük yazarlarından biridir kuşkusuz.
Orhan Veli, daha sonra ki yıllarda, Varlık Dergisi’nde, çeşitli isimlerde yazmaya devam etmiştir. Bunun yanında, çevirmenlik, çalışmalarında da bulunmuştur. Özellikle, Hasan Ali Yücel döneminde, Fransız klasiklerini, Türkçeye çevirmiştir. Daha sonra ki yıllarda, tiyatro alanında da, çeviriler yapmıştır.
Orhan Veli’nin, bir de dergicilik tarafı vardır. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le beraber çıkardığı “Sesimiz” dergisinde, aruz ölçüsüyle yazdığı ilk şiirlerini yayımlamıştır.
Daha sonra; “Yaprak” isimli bir dergi daha çıkarmıştır. Bu derginin, kurucuları çok olmasına rağmen, masrafları onun üzerine kalmıştır. Masrafların altından kalkamayan Veli, bunun için, paltosunu bile satmıştır. 28 sayı sonunda, her dergi gibi bu dergi de kapanmıştır.
Salonda izlediğim filmden ve daha sonra, onun sesinden dinlediğim şiirlerinden şunu anladım: Orhan Veli, kendini çok iyi yetiştirmiş bir insan. Bunun, en büyük ölçütlerinden biri, çevreyi iyi gözlemesi ve baktığını görmesi.
Martıları, treni, denizi, Galata Köprüsü’nü şiirlerine katıp, harmanlayabilmesi, bunun bir sonucu olsa gerek. Ayrıca, kendine arkadaş seçtiği insanların kalitesi.
Muhakkak ki, bu insanlar, onun yetişmesinde, olumlu katkılar da bulunmuşlardır.
Onun, şiirlerin de ki en önemli unsurlardan biri İstanbul’dur. O, tam bir İstanbul aşığıdır. İstanbul deyince, akla gelen; “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” mısrası, en tanınmış şiirlerinden birinin, başlangıcıdır.
Uzaklarda ki, çok uzaklarda ki bir insan bile, bu şiiri okuduktan sonra, birden bire, İstanbul aşığı oluverir...
Ve Orhan Veli’nin, ölüm için İstanbul’u seçmesi. İnsan sevdiği şehirde ölürmüş derler ya o da öyle olsa gerek, İstanbul’a döndükten sonra ölmüştür. 36 yaş gibi kısa bir ömre, birçok çeviri, yazı ve şiir bırakarak...
Şimdi, Rumeli Hisarı sahilindeki heykeli, elindeki kitapla, martıları ve İstanbul’u selamlamaktadır.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran 23 NİSAN’A NASIL GELİNDİ |
|
İletişim ağından arkadaşım Lâle Gürman’ın çağrı ve uyarılarıyla tanıdım Orhan Çekiç’i; sonra özellikle Ulusal Kanal’daki, tek başına yaptığı söyleşilerle, katıldığı ortak izlencelerle ne kadara mantıklı, tutarlı bir insan olduğunu; daha da önemlisi, ne kadar serinkanlı olduğunu gördüm.
Onun İmparatorluktan Cumhuriyete adlı çalışmasını Cumhuriyet Kitapları basmış; Mondros’tan İstanbul’a adlı ilk cildi tükenmiş; umarım yakında basılır; öbür iki cildi aldım.
Şimdi, gerek bu kitapta anlatılanlardan, gerek başka kitaplarda okuduklarımdan kısa bir anımsatma yapacağım.
Mustafa Kemâl, bildiğiniz üstünyeteneğiyle, gereksiz yere sokulduğumuz 1. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin durumunu, sarayın başta İngiltere, Anadolu’yu yutmaya hazırlanın Avrupalılarla el ele çevirdiği oyunları yakından bilmekte; öbür Kemâl’in, Namık’ın çağrısı uyarınca, vatanın bahtı kara maderini kurtarma çareleri aramaktadır; sonunda Anadolu’ya geçmekten, uç veren halk direnişinin önüne düşmekten başka seçenek kalmadığını görür; bunun için Şişli’deki evinde görüştüğü ve güvendiği birkaç kişiden biri olan Miralay İsmet’e bunu açıkladığında, aldığı yanıt: beni bağışlayın Paşam, daha yeni evlendim’dir; şaşkınlığı, aymazlığı görüyor musunuz? İngilizler başta olmak üzere, işgal güçleri gelmiş, İstanbul’a yerleşmiş; Padişah’ı çoktan teslim almış, kurdukları yutma tuzağının gereklerini yerine getirmekteler; sanki onlara yakıştırıldığı gibi çok uygar, çok saygılı davranacaklar, İsmet’lerin çiçeği burnunda evliliklerinin tadını çıkarmalarına izin vereceklermiş gibi!
Neyse, dünyanın en acımasız sömürücüleri olan İngilizler bile, Mustafa Kemâl’in Samsun’a huzuru bozan ayaklanmış Türkleri tepelemeye gitmediğini kestiremez, düşünemezler; derme çatma Samsun gemisine atlayıp, bir avuç arkadaşıyla Kadeniz’e açılır; İngilizler’in aklı başına ancak o zaman gelir, gemiyi izleyip batırmayı kararlaştırırlar; ama içinde daha usta bir satranç oyuncusu vardır; çatapat ilerleyen geminin bütün ışıklarını söndürtür, kıyının en yakınından gidilmesini ister; böylece gecenin ve Karadeniz’in karanlığında, solukların tutulduğu, yazgısal bir yolculuk yapılır.
İngilizlerin uyarısıyla Padişah Efendimiz verdiği izin ve yetkiye pişman olmuştur; Mustafa Kemâl’i geri çağırır, gelmeyince de bütün rütbelerini, madalyalarını elinden almaya karar verir.
Sıradan bir Anadolu çocuğuna dönen Mustafa Kemâl’se, arifler demez her cana her şeyi ilkesi uyarınca, canı gibi sakladığı sırrı kafasında, her gittiği yerde ülkenin durumunu özetleyip yapılması gerekeni anlata anlata Erzurum’a doğru yol almaktadır; aslında ilk niyet açıklamasını Amasya’da yapacaktır, ama bereket uyumakta olan Avrupalılarla bizim Saraydakiler bu tür açıklamaları çözüp anlayacak yerde değildirler.
Erzurum’a vardığında, ülkede, Mondros Anlaşması uyarınca, silahlarını bırakmamış ender birliklerden biri olan Kâzım Karabekir, bütün askerlerimle emrinizdeyim Paşam der; çünkü sonradan en korkunç tutuculardan biri olduğunu gösterecek Karabekir, Mustafa Kemâl’in Anadolu’ya Padişahı ve Halife Efendimizi kurtarıp korumaya geldiğine inanmaktadır.
Kapkarabekir’in kuşkulanması önlenmiş olsa da, cepte tek metelik kalmamıştır, bulma umudu da yoktur; neyse ki, yanındakilerden birinin aklına çılgınca bir düşünce gelir, olasılıkdışını denemeye karar verirler: Osmanlı Bankası’ndan 1000 lira borç almak. Sivas’a doğru yola çıkışlarından çok kısa bir süre önce kavuşurlar o 1000 liraya.
Ama bu kez de binecekleri araba dökülmektedir, lastikleri patlamıştır, bir damla benzin kalmamıştır; burada da umulmadık bir mucize gerçekleşir, bir Amerikan koleji onlara hem lastik, hem benzin verir.
Ancak, Sivas’a çağırdığı temsilciler arasında o günlerde gittikçe belirginleşen bir eğilim baş göstermiştir: olanaksızı denemek yerine, dünyanın en uygar, en haktanır ülkesinin, ABD’nin bizi koruyup kollamasını rica etmek.
Bu temsilciler arasında, Hamidiye kahramanı diye tanındığı hâlde, 600 yıllık imparatorluğu Mondros’ta attığı imzayla Avrupalı çakallara teslim eden Rauf Orbay da vardır.
Mustafa Kemâl, Sivas Kurultayı’na gelirken sözcüğün tam anlamıyla tek başınadır; ama Amerikan korumasından yanaymış gibi gözükerek atacağı adımlarla Kurultay’dan tam tersi kararı, bağımsızlık savaşına girişme yeminini çıkartmayı başarır.
İlerde, Sakarya Savaşı sırasında, bir akşam kurmaylarıyla dinlenirken, günün birinde bu ülkede de İngiliz kumaşlarında kullanılan kadar ince ve sağlam bir yün elde edebilmek için yapılması gerekeni anlatışı gibi , yol boyunca Kurtuluş Savaşı’nın gerçekleştirebilmek için yurttaki bütün güçleri birleştirecek adımları atmaktan geri durmaz; o günün de, bugünün de en ilerici kesimini oluşturan Alevilerin desteğini kazanmak üzere Hacı Bektaş’a uğrar; umduğu gerçekleşir, her açıdan tam destek sözü alır.
Sonunda Ankara’ya ulaşırlar; ama eldeki para yine tükenmiştir, buyruklarında tek bir nefer yoktur, Padişah hakkındaki ölüm fermanını her gün tazelemektedir; dahası, Çanakkale savaşı sırasında yanındaki tepede başka birliklere kumanda eden Fevzi Çakmak, İstanbul’da, padişahın hizmetinde kalmıştır; onun fermanını pekiştirmek üzere, Anadolu’daki birliklere Mustafa Kemâl’in görüldüğü yerde tutuklanıp Başkent’e gönderilmesi yönergesini vermektedir.
Karargah ve sığınak olarak yerleştikleri istasyon binasında hem Yunan ordusunun, hem de Çerkez Ethem’in yakıcı soluğunu enselerinde duymaktadırlar. Bu umutsuz koşullarda karamsarlığa kapılan Miralay İsmet’i yatıştırıp yüreklendirmek yine ona düşer: Üzülme İsmet, silahlı adamlar Ethem’in elinde, ama akıl bizde; der.
Orhan Çekiç’in çalışmasının Sivas’tan Ankara’ya adlı üçüncü cildinde, para işlerini emanet ettiği Mazhar Müfit’in o günlerde ne durumda olduklarını anlatan anılarına yer vermiş; kısa bir bölümünü okuyalım:
“Ekmekçiye verecek paramız bile kalmamıştı. Mustafa Kemâl Paşa ile bu ciheti görüşürken bulduğum çareleri eskisi gibi kabul etmedi ve yarı geceye kadar hep düşündük ise de para tedariki hususunda bir karar ve neticeye vâsıl olamadık.
Çünkü bankalardan ve müessesattan ödünç bile olsa para almayı Paşa’ya bir türlü kabul ettiremedim. Ne yapacaktık? Benim bir kürküm vardı, Erzurumlu Nafiz Bey’e müracaatla sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey: ‘Kanunusani içindeyiz. Ne giyeceksin? diye satmamakta ısrar ettiyse de bu ısrar, ne olursa olsun, kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu hususta bir çare bulamayarak: ‘Hele bakalım sabah olsun bir, yine düşünürüz’ sözü ile odalarımıza çekildik. Ankara’ya geldiğimiz zaman bir hafta kadar bizi belediye iaşe etti. Fakat bu aylarca devam edemezdi. Velhasıl çaresizlik içinde, veyahut para bulmak kabil iken, Paşa’nın bulunan çarelere bir türlü muvafakat etmemesi yüzünden mustarip bir helde idik. Sabah oldu. Gece düşünmekten uyuyamamış olduğumdan, yatağımda istirahat halinde iken kapı vuruldu.
İçeriye giren zat Müftü Efendi’nin geldiğini söyledi. Eyvah, şimdi de Müfttü Efendi’ye kahve ısmarlamak lâzım, kahve var ama şeker yok, benim iki parça şekerim var, onu da masanın gözünde saklamışım. Ya şekerli kahve isterse…Ya da sigara vermek lâzım gelirse… Çünkü şeker çok pahalı idi. ‘Herkes kendi şekerini tedarik edecek’ emri verilmişti. Ne ile tedarik edecektik, kimde para vardı ki?
- Paşa’ya haber veriniz, dedim.
- Paşa size gönderdi, Paşa ile görüştüler.
- Peki buyursunlar.
Müftü Efendi ( Diyanet İşleri Reisi iken vefat eden muhterem Rifat Efendi ) odama girdi. Ortadaki yuvarlak ve küçük masanın kenarında bir iskemleye oturdu.
- Müftü efendi, zannıma göre kahve içmezsiniz, değil mi?
- Evet, içmem.
- Sigara?
- Onu da kullanmam.
Halbuki Müftü Efendi kahve içerdi, ama biz buna meydan vermemek için sualda bulunduk. Müftü Efendi derhal vaziyeti anladı ve ‘içmem’ dedi. Tebessüm ederek:
- Sizin biraz sıkıntıda olduğunuzu öğrendik, az da olsa bir yardımda bulunmayı vazife bildik.
- Bundan bir şey anlamadım. (Yatağımın karşısında duran küçük kasayı göstererek) paramız var, dedim. Halbuki kasa mevcudu 48 kuruştan ibaretti. Müftü Efendi bu sözümü dinlemedi bile. Geldi, cübbesinin altından bir torba çıkardı. İçindeki kâğıt paraları saymaya hazır bulunuyordu.
- Müftü Efendi. Teşekkür ederiz, amma bu hususta evvela Paşa ile görüşseniz iyi olur.
- Görüştüm, kasa Mazhar Müfit Bey’dedir, ona veriniz! Dedi.
- Pekâlâ.
Müftü Efendi birer birer saymaya ve masanın üstüne koymaya başladı. Yüz, iki yüz, beş yüzü geçti, nihayet tamam bin lira (kâğıt para) saydı. Ben de yataktan kalktım, paraları aldım ve kasaya koydum. Bunun üzerine emirberi çağırdım ve iki şekeri verdim: ‘Bize birer kahve pişir’ emrini verdim. Müftü zaten vaziyeti anlamış olduğundan güldü. Ve.’Şeker pahalı, hesap lâzım, size de gelen giden çok, başa çıkılmaz değil mi?’ diye latifeleşti. Kahveler içildi. Muhterem Müftü çıktı gitti. Ben de paranın miktarını derhal Mustafa Kemâl Paşa’ya haber vermek üzere odamdan çıktım.
Paşa’yı odasının kapısı önünde bir habere intizar eder vaziyette gördüm. Bana: ‘Ne kadar?’ dedi.’Bin’ dedim.
Odasına girdik.
- Gördün mü, akşam ne kadar sıkılmıştık. Bu hatıra gelir miydi? Allah bize yardım ediyor, dedi. Ben de:
- Evet, kul sıkışmayınca Hızır yetişmez, dedim.
- Şimdi Hızırı filan bırak bakalım. Masraf ve varidatı tanzim et.
- Her şeyden evvel, bugün öğle yemeğinde size bir ziyafet çekeceğim. Çoktan beridir et yüzü gördüğümüz yok. Şimdi emir verip on kıyye pirzola aldıracağım. Ancak yeter. Bir de irmik helvası…
Mustafa Kemâl Paşa:
- İsrafa başlamayalım.
- Bir defaya mahsus. Yarın yine çorba ve bulgur pilavına avdet ederiz.
Gülüştük. Ben icap edenlere para ile emir verdim. Müftü Efendi’nin getirdiği bu parayı memleketin eşrafı aralarında toplamışlar; bizim parasız kaldığımızı anlamışlar. Müftü Efendi ile göndermişler. Cümlesine teşekkürlerde bulunduk. Müftü Efendi'yi Mustafa Kemâl Paşa çok severdi. Böyle para için değil.İstanbul hurucu allessultan fetvasıyla idamımıza hüküm verdiği zaman bunu cerh ve reddeden fetvayı Müftü Efendi de topladığı ulema ile müzakere ederek vermişti. Paşa da, Rifat Efendi’ye, Diyanet İşleri Reisi iken her hafta yaver gönderir, bir arzusu olup olmadığını sordururdu; resmi otomobili yok iken bir otomobil tahsis ettirmişti. Mücadelei Milliye’de büyük hizmeti sebk eden Rifat Efendi’yi burada rahmetle yâd ederim.
Elimize para geçtiği gün öğle yemeğindeki pirzoladan ve helvadan Paşa’dan başka kimsenin haberi yoktu. Bermutat çorba içildi. Paşa, Dr. Refik Bey’e: ‘Canım doktor. Kalori alamıyoruz. Mazhar Müfit Bey çorba, bulgur pilavı yedire yedire öldürecek bizi’ diye her zamanki gibi şaka yaptı. Refik Bey: ‘Evet efendim, bizi kalorisiz bırakıyor. Kasada para dolu, bu böyle olur mu/’ cevabını verdi. Kasamızda daima para olduğunu zannediyordu. Pirzola gelince, Dr. Refik Bey: ‘Nasıl olmuş da bugün paraya kıyabilmiş’ dedi. Biz Paşa ile gülmeye başladık. O sabah Müftü Efendi’nin getirdiği paradan haberi yoktu. Müftü Efendi para getirmemiş olsaydı, bugün de, yarın da çorbadan başka bir şey göremezdi.”
O kahraman insanlar bu yurdu işte böyle kurtarmışlar, çorbayla ve bulgur pilavıyla; cephede çarpışanlar çoğu zaman bunu bile bulamamış.
Oysa şimdi halkımızı milyarlarca dolar borca sokanlar ortalıkta dolaşan o milyarlardan kendilerine uygun gördükleri payı ayırarak bolluk içinde yaşarken, bir yandan da o güzelim insanlara ve elbet Mustafa Kemâl Atatürk’e etmedik lâf bırakmıyorlar. Bakalım evrensel etkiye tepki yasası bu durumu düzeltecek mi?
Ankara’ya dönersek, bunca sıkıntı içinde kıvranırken, yurdun dört bir yanında çıkarılan ayaklanmalarla baş etmeye çalışırken, Mustafa Kemâl işin biçimsel ve düşünsel yanını hiç aksatmamış; yapılan bütün işlerin, atılan bütün adımların yasal temellere dayanması için seçim yaptırmış; gelen temsilcilerle, sözün gerçek anlamında kuru tahta üzerinde yatarak, 6 yüzyıllık başıbozukluğun ardından, çağdaş hukuk devletinin temellerini atmış.
Kendisi için Padişah Efendimiz gibi, ölüm fermanı çıkaran Fevzi Çakmak’ı hem milletvekili, hem Genelkurmay Başkanı yapmış; Ben Halife Hazretleri’nin ekmeğini yedim, döneklik edemem, diyerek hilafetin kaldırılmasına karşı çıkan Rauf Orbay’a, Malta’dan kurtardıktan başka, ömür boyu saygınlık içinde yaşama fırsatı tanımıştır.
O olanaksızı oldurmaya çabalarken, insanlık düşmanı Avrupalılarla İstanbul’daki uşakları, Anadolu’nun parçalanması için Sevr denen rezilliğin hazırlığı içindeydiler; buna gerekli yasal-düşünsel yanıtı verebilmek için, 23 Nisan’da, egemenlik ve bağımsızlığımı bütün dünyaya duyurmak üzere, Millet Meclisi’ni açmış; Sevr alçaklığını Saray’ın tanımasının yetmeyeceğini, asıl yetkinin Türk ulusunda olduğunu bildirmiştir. Batılı düşünürlerden aldığı halkı halk eliyle halk için yönetme ilkelerini Avrupalı timsahlar yaşları akıtarak göz göre göre çiğnerken, bütün uluslara insanlık dersi vermiştir.
Fidel Castro, Fidelli Anlar adlı belgeselde, kadınlı erkekli çocuklu küçük bir topluluğa, ABD’yi düşünerek: Bizim böyle bir devrim yapmış olmamızı bir türlü sindiremiyor; bize diş biliyor, ama aynı zamanda kıskanıyor, saygı duyuyorlar, der; Atatürk karşısında bütün anamalcı sömürücülerin tutumu da işte budur.
Sözümüzü yine sevgili Ali Yüce’nin dizeleriyle bağlayalım.
YOLKESEN
İzmir’e gittiniz mi hiç
Salihli’den geçerken
Bağlar yolunuzu kesti mi?
Asma gibi kızlarla
Kız gibi asmalar
Halay çekerken kolkola
Annelerinden izin alıp
Katıldınız mı aralarına?
İzmir’e gittiniz mi hiç
Çiçekler yolunuzu kesti mi?
Göz göze geldiniz mi doğayla
Dargındınız küskündünüz barıştınız mı?
Başınızda kavak yelleri esti mi
Saç sakal ağardıktan sonra?
İzmir’e gittiyseniz eğer
Aylardan Mayıs olmalı
Günlerden Gökova.
Dargındınız küskündünüz
Barıştınız mı doğayla
Şiir yolunuzu kesti mi?
Kuruyan ağzınızı dayayıp
İçtiniz mi doya doya?
Ben İzmir’e giderken
Akdeniz’e selam götürdüm
Gelinlik bir kızın gözlerinden
Çürük bir davul patladı kulağıma
Yarım kaldı halk düğünüm
Ben Asarcıklı ozan
Ne gücendim ne darıldım
Bir delik daha deldim kavalıma.
Kocaman bir tablo yapmışlar
Sakar’dan aşağı atmışlar
Öptüm başıma koydum
Kaldırıp astım duvara
Bakınca dilim tutuldu
Gökova’yı görünce
Daha bir sevdim yurdumu.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Schelling ve Özgürlük |
|
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling’e göre insan vâroluşunun özü, sonsuz bir özgürlüktür; ancak, özgürlüğün sistemle bağdaşmayacağı ve insan eylemleri sistem içinde ele alınırsa panteizme düşüleceği yollu birtakım görüşler vardır. Oysa panteizm kavramı, çok da belirgin olmayan bir kavramdır; bir taraftan Tanrı ile “yaratılmış doğa”nın özdeş olduğunu anlatmak için kullanılır, diğer taraftan da sonlu varlıkların aslında vârolmadığı ve yalnızca Tanrı’nın vârolduğu; başka her şeyin bir “kip” olduğunu anlatmak için kullanılır.
Schelling ise Tanrı’yı yaratılmış doğayla özdeşleştirmeyeceği gibi, sonlu varlıkların gerçekliğini de yadsımak istemeyecektir. Schelling’e göre doğa, Mutlak’ın kendi Kendi’sini olumlamasının sonucudur. Doğa, Mutlak’ın kendisi olmadığı gibi, onun ilkesi de değildir ve bu kendini olumlama ile bunun ilkesi ve ürünü arasında da fark olması gerekir. Ancak Schelling, kurduğu özgürlük sisteminin başka türlü bir panteizm olduğunu da savunacaktır; buradaki panteizm ise “Tanrı’da olma” anlamına gelecektir.
Schelling’e göre, insan özgürlüğünü araştırmak için doğru bir kavramdan hareket etmek gerekir ve bu kavram, ancak “bilimsel” bir kavrayışın ürünü olabilir. Fakat hiçbir kavram, kendi özünü kendisi aracılığıyla belirleyemez ve belirli bir bütün olmaksızın herhangi bir kavrama “bilimsel” bir içerik kazandırılamaz. Özgürlük söz konusu olduğunda ise özgürlüğün sistem içinde ele alınmasının, geçerliliğine halel getireceği düşünülür.
Özgürlük sistem içinde ele alınacaksa, sistemin bir yan kavramı veya bir ara basamağı değil, merkez noktalarından biri olmalıdır ki diğer unsurlar, özgürlüğe şu ya da bu biçimde zarar vermesin. Aynı şekilde, bu sistemde Tanrı da öyle bir noktaya yerleştirilmelidir ki, ne Tanrı’nın varlığı özgürlüğün önünde bir engel teşkil etmelidir, ne de Tanrı’nın yokluğu özgürlüğü gerçekleştirmede bir kaos yaratmalıdır.
Schelling’e göre Tanrı, içkinlik ile aşkınlık arasında üçüncü bir olanağı gerçekleştirir; Tanrı’nın vâroluşunu kendi Kendi’sinden alması, içkinlik veya aşkınlıkla ifâde edilemez. Çünkü, içkin bir Tanrı, insan özgürlüğüne olanak tanımaz ki, bu da tanrısal özle bağdaşmaz. Aşkın bir Tanrı ise tanrısallığını hiçbir zaman gerçekleştiremez. Dolayısıyla, Tanrı’nın vâroluşunu içkinlik ya da aşkınlık terimleriyle ifâde etmeye çalışmanın bir anlamı olmadığı gibi, buna kalkışıldığında tanrısal öz ıskalanacaktır.
Burada Schelling’in hareket noktası ise mutlak varlığın, ya da Mutlak’ın, varlığın olabilirliğini kendisinden nasıl çıkarttığı ve gerçekleştirdiğidir. Mutlak, âdeta kendi içine kapanmış ve hapis olmuş gibidir. Ancak, Mutlak’ta hiçbir ayrım yoksa dünyânın nasıl meydana geldiği sorunu, Felsefe’nin en önemli sorunu hâline gelecek; sistemin tüm olanağı ve aynı zamanda insan özgürlüğünün ne olduğu da Felsefe’nin bu soruyu çözmesine bağlı olacaktır.
İmdi, Schelling’e göre tüm varlığın kendisini aydınlattığı son ilke özgürlüktür ve özgürlüğün korunması için belirli türden bir sisteme gereksinim vardır. İsteme ise ilk varlıktır ve istemenin de sistem içinde açıklanması gerekir. Bütününde bakıldığında sistem, Tanrı’nın kendini gerçekleştirmesidir ve bu ayrımların Tanrı’da bir karşılığı yoktur. İnsan varlığında ise bu birlik yoktur ve bu ayrımlar, irâdeye dayalı özgür eylem için; eyleme ilişkin seçimde bulunmak için kaçınılmazdır.
İnsanın kendi varlık bütünlüğünde tanrısal birliği yakalayabilmesi, ancak özgürlükle olanaklıdır; özgürlük, insanın kendi Kendi’sinden gelen ve irâdeye dayalı eylemlerinin zorunluluğudur. İnsanın kendi varlık bütünlüğü ile özünün zorunluluğu ve tanrısal öz, son adımda bir ve aynıdır. Bundan farklı olarak, temelini bu özün zorunluluğunda bulmayan tüm eylemler ise kötüdür ve insanın Kendi’sinden gelen özgürlüğüne aykırıdır; insanın şeyleşmesine yol açar.
Schelling’e göre Tanrı, insanı sever ve insana, iyiye karşı doğal bir yönelim yerleştirmiştir. Bu yönelim, vicdanla ortaya çıkar ve insan, Tanrı’nın koruması altına alınır. Vicdan, insanın kendi içinde hissettiği Tanrı’nın sesidir. Özgürlük ise insanın öz yükselişi bağlamında Kendi’sine doğru yönelmesi ve günâhlarından arınmasıdır. Arınan insan için iyi ve özgürlük, bir ve aynıdır; insan için asıl kurtuluş da budur.
Kötü ise tanrısal özün tersine çevrilmesidir. Tanrı’nın yaratımı olan bir şey, aslâ kötü olamaz ve yaratma ile insan özgürlüğü de bir ve aynıdır. Çünkü, ancak yaratılan şeylerin bir gerçekliği vardır; kötülüğün ise gerçekliği yoktur. Yaratıcı insan, bu özgürlüğü duyumsayan ve Kendi’sini amaç edinen insandır. Bu insan için amaçlar, kaynağını tanrısal özden alır. Yaratma iyidir; mutlak iyi olan tek şeydir; yaratma, Tanrı’nın Kendi’sini gerçekleştirmesidir ki, bu edimde kötüye yer olamaz.
Ne doğada, ne de târihte hiçbir rastlantıya, düzensizliğe, ilkesizliğe yer yoktur; aksi takdirde, bu edimden bahsetmek mümkün olamaz. Özgürlük rastlantısallıkta temellendirilmek istenecekse, bunun zâten özgürlükle bir ilişkisi olamaz ve bu yolla sistem de kurulamaz. Oysa özgürlük, kaynağını Tanrı’nın özgürlüğünde bulur ve belirli bir süreç içinde gerçekleşir. Bu süreçte, insan vâroluşunda açığa çıkan yükselme itkisi onu, sonlu arzu ve isteklerinden koparır ve “Tanrı’da olma”nın gerçek anlamı da budur.
Yaratma edimi ise bu özün gerçekleşmesidir; yaratmanın olmadığı yerde, insanın bu öz yükselişi tıkanır ve insan, giderek kötülüğe bulaşır. Kader ise bu yaratma ediminin zorunluluğudur. Kader, insan irâdesinin üzerinde değil, onun zeminindedir; bu zeminden kendi vâroluşunu çıkartmasıdır. Tanrısal özle bütünleşen insan için özgürlük ve zorunluluk, bir ve aynıdır ve bu insan için zemin ile vâroluş ayrımı da ortadan kalkar; kendi Kendi’sinin nedeni hâline gelir.
Schelling’e göre insan kendi özünü, kendi eylemlerinde bulacak ve kendi eylemleri onu, giderek daha özgür kılacaktır. Tüm insan bilgisi, bu arada Felsefe ve tüm bilginin dayandığı sistem de insana, kendi öz bilgisini sağlama amacındadır. Tanrı ise bu sürecin dışında değildir ve insandaki bu özün açığa çıkmasını sağlar. Sistemdeki basamaklar, insanın bu öz bilgisine varma sürecinin birer aşamasıdır; en temelde de özgürlük ile zorunluluk arasındaki karşıtlığı ifâde eder. Ama, “özgür eylemin zorunluluğu”nda, bu çelişki aşılır ve doğa ile tin ayrımı da özgür insanda mutlak olarak ortadan kalkar.
Schelling’e göre varlık bütünlüğü de aslında, özgür eylem ve sorumlulukla kurulan bir ilişkiyle ortaya konulabilir; insan özgür olmasa ve eylemlerinden sorumlu olmasa, bütününde varlığı bir arada tutacak bir unsur da olmayacaktır. Temelinde insan özgürlüğünün olduğu sistem ise kaçınılmaz olarak, özgür eylem ve sorumluluk ilişkisini gözetmek zorundadır. Özgür insan, en başta Kendi’sinden sorumlu; Kendi’sine karşı sorumlu insandır ve bu sorumluluk, bütününde bakıldığında Tanrı karşısında sorumlu olmadır.
Doğa ve târihte insan özgürlüğünün gelişimi doğrultusunda bir ilerleme olmasaydı, varlığı bütününde tutacak bir ilke de olanaksız olurdu. Özgür isteme ise “tanrısal irâde”ye tam uygun istemedir ve “olanlar” ile “olması gerekenler”in tam uyumunu gerektirir ki, bu da özgür istemenin ahlâkî istemeyle bir ve aynı olacağını anlatır. Hâliyle ahlâkî isteme, Tanrı’nın insandaki görünümüdür ve özgür insan, “Tanrı’da olma” dolayısıyla Tanrı’nın koruması altındadır.
Kötülüğe belirli türden bir gerçeklik yüklemek ise tinin yanlış bir hareketidir; Kendi’sinden uzaklaşan insan, olup biten ne varsa her şeyi akıl ve anlama yetisi içinde; belirli birtakım nedensellik ilişkileri içinde düşünür; ilk neden olarak da Tanrı’yı görür. Kötülüğün ise Tanrı’da bir karşılığı yoktur ve bunu, yalnızca özgür insan görebilir. Özgür insan, “Tanrı’da olma” yoluyla kendi Kendi’sinin nedeni hâline geldiği için tinin bu yanlış hareketinden sakınır. Varlık sistemini tamamlayacak olan da odur.
Notlar:
Philosophical Investigations Into The Essence Of Human Freedom; Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, State University of New York, New York 2006, syf: 13-5
A.g.e. syf: 10
A.g.e. syf: 21
A.g.e. syf: 18
A.g.e. syf: 33
A.g.e. syf: 54
A.g.e. syf: 55
A.g.e. syf: 67
A.g.e. syf: 52
A.g.e. syf: 33
A.g.e. syf: 67
A.g.e. syf: 21
A.g.e. syf: 36
A.g.e. syf: 62
A.g.e. syf: 68
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
PANTUŞ
Okul dönüşümdü
Jandarmalar sarmıştı
Komşunun evini
Didik, didik aramışlardı
Her evin gizli köşelerini
Duvar diplerini
Birden su kuyuları geldi aklıma
Köylünün silahları
Naylon torbaya sarıp
Su kuyularına saklayışlarını
Aklıma acaba dedim
Kaçak sevgililerde böyle mi?
Saklanmışlardı kuyu diplerine
Koşarak bir solukta geçtim
Bizim avludan kuyu başına
Biraz korku biraz endişeli
Eğilip baktım kuyudaki aksime
Ses verdim ses benim sesim
Yüz benim
Ürktüm kendi aksimden
Şano bacının kan çanağı gözleri
Kara teninden daha da karanlıktı
“Sen dedi” biliyor musun?
Pantuş’un nereye kaçtığını
Birden bir kırgınlık yalayıp geçti yüreğimi
Sonra anladım
Beni ve kendini korumak için
Benden düşün gizleyişinin nedenini
O küçücük kızdaki
Bu büyük yürek
Tarihe not yazdırdı
Saçlarından asıldı
Dayak yedi, kurşunlandı
Zorla nişanlandı
Gene de istemediği adamla evlenmedi
Kendi eğrisini elin doğrusuna denk tuttu
Kapısında uyuyan nöbetçileri
Atlatmayı nasıl başarıp kaçtı
Hala anlayamam
Daha 14 de çocuktu.
Gülizar Söğütçü KURUM
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Özellikle son dönemde organik beslenme daha çok gündemde. Organik ürünlerin fiyatları da malumunuz. Biz en iyisi meyve ve sebzeleri mevsiminde ve taze olarak tüketelim diyenler için bir kaynak öneriyorum. http://www.halfiyatlari.org/ Tüm Türkiye’deki hal fiyatlarını online takip etmek için bu web sayfasını kullanabilirsiniz.
İstediğiniz şarkıyı istediğiniz an dinlemenin bilinen yöntemi bilgisayarınıza mp3 olarak saklamaktır. Eğer internetiniz varsa binlerce şarkıyı bilgisayarınızda tutmanız gerekmiyor. http://kavun.mynet.com Burada öncelikle istediğiniz şarkıyı indirmeniz gerekmeden dinleyebiliyorsunuz. Hatta isterseniz sevdiğiniz şarkılardan bir radyo oluşturup hem kendiniz hem de dostlarınızla paylaşabiliyorsunuz.
Genellikle iyice hastalanıp yatağa düşmeden ya da elden ayaktan kesilmeden doktora gitmeyiz. Hangi hastalık olursa olsun doktora gitmek sadece danışmak için bile olsa zor gelir bizlere. http://www.doktorsitesi.com/ web sayfası doktora gitmeden önce sağlıkla ilgili fikir alabileceğiniz bir sitedir. Havalar nasıl olursa olsun sizin sağlığınız yerinde olsun.
Bilgisayarınıza uygun programlar, oyun incelemeleri, teknoloji dünyasından video ve haberler, mobil uygulamalar ve oyunları bulabileceğiniz bir web sayfası http://www.tamindir.com/ tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|