|
|
|
Editör'den : 19 Mayıs Kutlu Olsun.. |
Geçen hafta sporla bitirmiştim bu hafta da onunla başlayacağım. Ben kaybedilen şampiyonlukla, kazanılan kupayla ilgili değilim. İnanır mısınız, dört sıfırlık Bursa maçını bile tek bir ses çıkarmadan seyrettim koltuğumda. Çünkü, derbi sonrası yaşanan arbede ve rezillik işin ruhunu kaybettirdi bana. Bir daha nasıl ve ne zaman toparlanırım bilmem. Olayların nedeni nasılıyla ilgili pek çok yorum yapıldı, yapılıyor. Herkesin bir fikri var bu konuda. Ben orayı da geçtim. Maç bitiminde, 500 tane polisin Galatasaray'lı futbolcuları çembere aldığını görünce kötü şeyler olacağını anlamıştım zaten. Kale arkası seyircisinin önüne barikat kurmayı bırakıp, düdükle beraber sahaya Allah Allah diye giren polisin görüntüsü, beni koltuğumda, zaten teşne seyirciyi de tribünde galeyana getirmeye yetti. Yaptıkları tek hazırlığın futbolcuları çembere almak olduğu anlaşılan polis bu olayların tek sorumlusudur. F tipi yapılanmanın eseri mi yoksa beceriksizliğin tezahürü mü bilmem ama bildiğim polisin Fenerbahçe ile bir alıp veremediğinin olduğu. Birkaç Fenerlinin toplandığı her yerde biber gazı var. Soyunma odası koridorlarına biber gazı sıkacak kadar pervasızlaşan polisin derdi nedir iyi anlamak lazım. Tabi bu söylediklerim, herşey yolunda giderken stadı savaş alanına çeviren 150-200 tane hayvanı affettirmez. Ama tahriğin daniskası da sahadaydı Hakim Bey. TFF'den başlayarak Terim'e kadar uzanan hatalar, demeçler, kışkırtmalar işi bu raddeye vardırdı. Neyse bitti rahatladık, artık önümüzdeki maçlara bakacağız.
Yine geçen hafta yalakalığa başladığımı sizlere bildirmiştim. Çünkü baktım başa çıkamıyorum, sağlığım da elden gidiyor, yandaş yağdanlık olayım işi bitireyim demiştim. Konu ile ilgili bir psikolog dostumla sohbet ederken en iyi ilacın "duymak istemediklerine kulağını kapatmak" olduğunu öğrendim. Ruh sağlığımın bozulmaması için birtakım kişi ve kuruluşlara saksı muamemelesi yapmanın kimseye bir zararı olmayacağı gibi bana da pek yararlı olacağını anladım. Zaten kulaktan yana dertliyim, 4 yıldır çın çın ötüyor, adam gibi de duymuyorum. Kulaklarımla ellerimi senkronize kullanarak işi çözdüm. Nerede iktidar borazanı varsa orada ben olmuyorum. Televizyonsa kanal değiştiriyor, radyoysa kapatıyorum. Biraz zorlayarak okuduğum gazete haberlerinden başka kendileriyle bir mesaim artık kalmadı. Hele, ne diyor diye, Salı günleri kulak kabarttığım grup toplantılarını tamamen çıkardım hayatımdan. Bir rahatladım ki sormayın. Herkese şiddetle tavsiye ederim. Buradaki "şiddetle" gerçek anlamında kullanılmıştır. Yani, bir yandan saksılarmış gibi davranırken, diğer yandan da biriken gazı atmak için bir yastığa şiddet uygulamanın rahatlama adına yararlı olacağını söylüyorum. Yoksa, süt ve sütçüler hakkında dediklerini, memurlara yapılan zammı savunuşunu, hala 50 yıl önceki CHP'ye küfretmesini duyup sessiz kalamazdım. Ardından başıma gelecekleri de hiç bilemezdim. Ama şimdi rahatım, daha bir süre kendisiyle görüşmeyeceğim.
Ağız tadıyla kutlamanın artık haram olduğu 19 Mayıs geldi çattı. Hasan Tahsin'i anarken valiliğin gösterdiği duyarlılığın(!?) bir fazlasını 19 Mayıs kutlamalarında göreceğimize dair duyumlarım var. İzin almadan camına bayrak ve Atatürk posteri astı diye gözaltına alınan vatandaşlara rastlamak mümkün olacak sanırım. Olmaz demeyin, olsun da görün e...
Yıllarca disiplin yönetmelikleri nedeniyle girmekten kaçındığım orduevlerine artık isterseniz cüppeli ve sarıklı olarak ta girebilecekmişsiniz. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. İktidarın bu denli dümen suyuna girmiş tüm paşalara selam olsun.
19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nız Kutlu Olsun. Birilerinin yok saydığı, bize de unutturmaya çalıştıkları, tüm Cumhuriyet değerlerinin başlangıcını oluşturan bu 19 Mayıs'ta, Ulu Önder Atatürk'ü saygı, sevgi ve özlemle bir kez daha anıyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan TOTO-2 |
|
Köylük yerlerde bir laf vardır. “Bazen insanın yiyecek ekmeği, içecek suyu kalmaz. Kısmeti kurur,” derler Kıçınla köy yıksan fayda etmez. En iyisi bir an önce orayı terk edip gitmektir. Toto koca kafasını sallaya salya Akif Abiyle çalıştı. Ova öğlen üzeri kıpkırmızı kalaylı tencere gibi yanardı. Toprak ayaklarını yakardı. Güneş insanın tenini dişlerdi. Sıcakla kavrulan ovada pamuk ile, üzüm ile, salçalık domates ile birlikte yanıp kavruldu ama para etmedi. Askerlik çağına gelmeden kaybolup gitti. Manisa garajında görenler olmuş. İzmir minibüslerinde muavinlik ediyormuş.
Toto ile biz bazı sabahlar sinemayı süpürürdük. Önce duvarın üzerindeki perdeleri toplayıp bağlardık. Beyaz perdeler dışarıdan beleşçilerin sahneyi görmesini engellemek amacıyla duvarın üzerine çekiliyordu. Yazlık sinema her sabah süpürülürdü. Yerlerde yuvarlanan gazoz şişelerine biz karışmazdık. Birbirine beş on kalaslarla çakılmış sandalyeleri birimiz çeker öbürü süpürürdü. Yerlerde bol bol çiğdem kabuğu, kağıt çerez külahı artıkları ve sigara izmaritleri olurdu. Şanslı olduğumuz günler kese kağıdı içinde bırakılmış kuru yemişler ve pantolon ceplerinden düşürülmüş bozuk paralar bulurduk. Gazoz kapağı topluyorsan yaşarsın. Çünkü basamaklı beton zeminin üzerinde bol bol bulunurdu. O yıllarda film başlamadan önce ve ara verdiğinde gazoz içmek yaygın bir keyifti. Kasa ile aralarda gazoz gezdirenler vardı. İsteyen elbette büfeden de alabilirdi. “Bana bir gazoz verir misin?” diyerek parayı uzatmak şehirlilerin tarzıydı. Bizim oralarda “Aga patlat ordan bi sarı gazoz beya” derlerdi. Satıcı gazozun kapağını alengirli bir şekilde açar herkesin duyabileceği kocaman bir pat sesi çıkarırdı.
Ceyhan Aga, sinemaya gelmeden önce sinemanın kapısına gelir onu beklerdik. Eğer kalabalık olmuşsak içimizden iyi çalışanları sen, sen, sen diyerek seçerdi. Ben her zaman garanti seçilirdim. Sinemayı babamızın hatırına süpürmezdik. Akşam olunca localar hariç canımızın çektiği yerde filmi beş kuruş ödemeden izlerdik. Süpürdükten sonra bazen tuvaletlerin yanındaki musluğa hortumu takar betonu da sulardık. Bu genellikle akşamları sinema serin olsun diye yapılırdı. Müşteriler gelmeden az önce. Bu işi eğer çocuklara verirseniz ne olacağı önceden bellidir. Akşam akşam bütün çocuklar cımcırlak…
Toto ile sinema süpürdüğümüz sabahların birinde gıcır gıcır bir onluk bulduk. Sahibi çıkar neme lazım, bizi hırsız ellerler diye korkup Ceyhan Aga’ya gittik. Adam parayı aldı. Altını çevirdi, üstüne baktı. “Çocuklar bu sizin kısmetinizmiş güle güle harcayın,” dedi. Madem geri verecekti niye o kadar parayı evirip çevirip inceledi hala anlayabilmiş değilim. Paranın üzerinde bu banknot bulanın olsun yazacak değil ya. Toto parayı alıp cebine koydu. Sinemadaki işimiz bitince Tahir’in bakkalına gittik. Birer tane toka (topaç) aldık. Uzun kaytanları (topaç çevirme ipi) yumak yapıp cebimize tıkıştırdık. Bakkal para üzerine tastamam Toto’nun avucuna saydı. Ama bir problem vardı. Bozukluklar üleşmeye uygun değildi. Paramızı bir daha bozdurup eşit olarak paylaştık. O zamanlar cehennem gibi sıcağın altında kadınlar on beşe, erkekler yirmiye çalışırdı. Bizim dört lira yirmi beşer kuruş paramız vardı. Aklımdan birazını kendime saklayıp kalanını babama vermeyi geçirdim. Sonra gözüm kesmedi. Ceyhan Aga’yı şahit gösterip parayı bulduğumuzu babam söyledim. Bütün paramı da avucuna saydım.
Yalan mı gerçek mi bilmem. Bir sabah yine sinemayı süpürürken Toto yarım şişe cincibir gazozu buldu. Şişeyi çalkaladı. Tek bir kabarcık bile çıkmayınca su olduğunu anlayıp şişeyi sahnenin önündeki çimene fırlattı. Karabacak Fazlı ile kışlık sinemayı süpürürken neredeyse ağzına kadar dolu bir şişe Meyveli Yedigün bulmuşlar. Karabacak bıçkın delikanlı ya şişeyi zorla Toto’nun elinden çekip almış. Şişeyi dikmesiyle yere püskürtmesi bir olmuş. Çünkü şişedeki sarı su gazoz değil kim bilir hangi hıyarın idrarıymış. Sanki bunun suçlusu Toto’ymuş gibi de “Bunu başkasından duyarsam eşek sudan gelinceye kadar seni döverim, “diye tehdit etmiş. Küçük kasabaların sokakları sırları pek saklayamaz. Fazlı’nın haberi yoktu ama bütün çocuklar bunu bilirdi. Gel zaman git zaman bütün çocuklar büyüdük ve delikanlı olduk. Düğünün birinde Karabacak bela çıkarmaya çalışırken bizimkilerden biri bunu ağzından kaçırmış. “Lan oğlum, at sidiğiyle kafa çekip kabadayılık yapıyorsun. Çek git hadi, belanı başkasından bul.” Karabacak bu lakırtıya deli olmuş. Çekmiş belinden alman sustalısını. Kendi etrafında fır dönmüş. Üzerine gelene vuracak, kafaya koymuş. Bakmış herkes yıkıla yıkıla gülüyor. “Gülmeyin bak bozuşuruz,” demiş. Gençler daha çok gülmüşler. Ortada ne gerilim var, ne sinirlenen. Acayip bozulmuş. Sokmuş beline bıçağını. Yürümüş gitmiş.
Toto ile yıllar sonra yeniden karşılaştığımızda o askerliğini yapmış, kara kafasında gümüş teller oluşmaya başlamıştı. İkimiz de gençliğimiz gride bırakmaya başlamıştık. Minibüsler tarih olmuş Manisa-İzmir arasında kocaman otobüsler çalışmaya başlamıştı. Üstelik her yarım saatte bir kalkacak kadar çok yolcu vardı. Toto o kocaman otobüslerde muavin olarak çalışıyordu. Şimdi tam anımsamıyorum ama belki de o zamanlar çoktan evlenmişti. Otomobillere ve yolculuğa onun kadar tutkulu biri bana göre o büyük otobüslerden birinde şoför olmalıydı. Yıllarca muavin olarak çalıştı. Sonra yazıhaneye geçti. Yıllarca değnekçilik yaptı. Hala Manisa otogarında otobüslerin yolcu akışını, hareket saatlerini koordine etme işini yürütür. Sabahın köründen gecenin zifiri karanlığına kadar…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BAYRAM, SAVAŞ VE KADIN |
|
Sosyal paylaşım sitesi Facebook’ta Karialılar adlı bir sayfamız var. Bu sayfada yaşadığımız coğrafyanın değerlerine sevdalı dostlarla çok önemli bilgi alışverişinde bulunuyoruz.
Bu sayfaya önemli katkıları olan sevgili kardeşim tarih öğretmeni Yılmaz Bozkurt önceki akşam “Yunan Subaylarının Hatıra Defterleri’nden Türk Soykırımı” başlıklı uzunca bir yazı astı. Yazıyı birkaç kez dikkatlice okudum.
Her eylem gibi yazmanın da bir amacı vardır. O zaman insan ister istemez sormadan edemiyor. Bir subay yaptığı iğrenç tecavüzleri ballandıra ballandıra niye anlatır? Daha dün merhaba dediği, önünde eğildiği insanların karılarına kızlarına yaptığı akıl almaz iğrençliklerin ne kendisini ne ulusunu yüceltmeyeceğini bilmeyecek kadar aptal olabilir mi insanlar?
Yazılı tarih, geçmişten ders almak için çok yararlı; ama ekilen kin tohumlarını her dem taze tuttuğu için de yeni savaşların da uyuyan yanardağı.
Keşke devletler, yüzyıllar; hatta bin yıllar önce yaşanmış çatışma ve savaşlardan beslenen bir ulusal kimlik yaratma peşinde koşmasalar. Ulusal bayramların, derin acıların küllerinin eşelenme günleri olarak değil, o acıların bir daha yaşanmaması için durup düşündüğümüz günler olarak kutlanması gerektiğine inanıyorum ben.
Şurası bir gerçektir ki savaşların en derin travmasını daima kadınlar ve çocuklar yaşar.
Peki dünyada savaş çıkaran kaç kadın vardır?
Tarihin babası hemşerimiz Herodotos kitabında anlatır:
“Atina Prytaneion’undan gelmiş olan ve kendilerini İyonların en soylusu sananlar, kadınlarını koloniye götürmemişlerdir. Ana babalarını öldürdükleri Karyalı kadınları almışlardır. Bu cinayetten ötürü kadınlar, kendi aralarında yeminle perkittikleri bir yasa koymuşlar ve bu yasayı anadan kıza sürdürmüşlerdir. Bu yasa, erkeklerle birlikte yemeğe oturmamak, kocalarının adını anmamaktır; böyle yapmakla babaların, ilk kocaların ve oğulların ölümünü ödetmek istemişlerdir bu cinayeti işledikten sonra kendileriyle birlikte yaşamaya kalkışanlara. Bu olayların geçmiş olduğu yer Miletos’tur.”
Karyalı kadınlar, bedenlerine sahip olan savaşçılara böyle direnmişler. Ama torunlarını savaşın yıkımlarından koruyabilmişler mi? Eğer koruyabilselerdi, biz Yunan subaylarının anılarında yine benzer hikâyeler okumazdık. Bu konuyla ilgili romanlar yazılmaz, filmler çekilmezdi. Şimdi Bosnalı, Iraklı kadınlar yas tutmazdı.
Sakın kimse bizim günah defterimiz tertemizdir demesin. Çünkü tarihin tozlu sayfaları bize gerekli cevabı fazlasıyla verir.
Dilerseniz, Neyzen’in:
“İşgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk’e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilmezdin şerefsiz.”
dizelerini, Atatürk’ün “Ulus yaşamı tehlikeye düşmedikçe, harp bir cinayettir.” sözüyle yan yana getirip okuyalım.
Geçen pazar günü anneler günüydü. Önceki gün, Yunanlılar İzmir’e ayak basmış, Gazeteci Hasan Tahsin, Yunan askerlerine ilk kurşunu sıkmıştı. Bugün Atatürk, Bandırma vapurunda Samsun yollarındadır. Yarından sonra Samsun’da Kurtuluş Savaşının ilk meşalesi yanacaktır. Biz, 93 yıl önce yakılan o meşalenin aydınlığında bugünlere geldiğimizi kez daha anımsayacağız.
Suriye için savaş çığırtkanlığı yapanlara sözümüz şu olmalı.
Her savaş kinden, acılardan, düşmanlıklardan beslenir ve arkasında yeni kinler, acılar ve düşmanlıklar bırakarak tarihte yerini alır.
Ulusumuz için böylesine anlamlı günler yaşadığımız bir dönemde Suriye ile savaş naralarının yükselmesi de hayli manidardır.
“Ulus yaşamı tehlikeye düşmedikçe, harp bir cinayettir.”
Özellikle savaş çığırtkanlarının, Atatürk’ü sevmeseler de, bu sözü günde beş vakit okumalarında yarar vardır.
Cennet anaların ayakları altındaysa eğer, anaların, kendilerini acılara boğanları cennetin kapısına bile yaklaştırmayacağını söylemek için cehennem zebanisi olmaya gerek yok, insan olmak yeter.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup 5 |
|
Sevgili Anneanneciğim,
Seni ne çok özledim bir bilsen. Aslında seni ve senle geçirdiğim çocukluğumu… Büyüdükçe hayat daha fazla zor oluyor. Büyümek, küçük bir dere iken nehir olmak ve sonra da derinleşip denize dökülmek gibi bir şey… Gitgide daha fazla suyun içinde daha fazla canlı ve cansız taşımak… Canlı olan mutluluklarımız, cansızlar da mutsuzluklarımız… Denizle birleştiğimizde ise kirliliğin içinde buluruz kendimizi. Kirlilik, mutsuzluğumuzu daha çok arttırır. Hayat sorunlarla dolu anneanne. Senin köydeki yaşamından çok farklı. Tek benzer taraf, sıkıntılara karşı aldığımız içsel önlemler, yani senin uyarıların, nasihatlerin, duaların. Sen derdin ki yüreğinizde iyilik olsun. Sen derdin ki yalan söylemeyin, nefsinize hakim olun. Sen derdin ki saygılı olun, el öpün. Sen derdin ki anne babanıza iyi davranın, onları dinleyin. Sen derdin ki eşlerinize iyi davranın, ne olursa olsun sıkıntınızı belli etmeyin. Sen doğru derdin anneanne. Fakat hayat şimdi o kadar acımasız ki bütün bu söylediklerini uygulamak, bazen insanı büyük acılara sürükleyebiliyor. “Hep iyi olmaktan” bahsediyorum anneanne. İnsanın karşısına o kadar kötü ve acımasız kalpler çıkabiliyor ki senin kalbinin iyiliği saklanıyor içinde bir yerlere. Bakışların, hislerin karşındaki acımasızlığa, kötülüğe yenik düşüyor ve sen de öyle bakmak ve hissetmek zorunda kalıyorsun. Artık böyle bir yaşam var anneanne. Bu kişi patronun, arkadaşın, dostun, kardeşin ve bazen eşin bile olabiliyor. Oysaki senin köydeki hayatın ne güzeldi anneanne. Her ne kadar sıkıntılarına ortak olmadıysam da ben seni hep iyi hatırlıyorum. Kuş cıvıltılarının içinde, kırmızı kiremitli evin çiçek dolu bahçesinde topraklı ellerinle uğraşırken, yüzündeki gülümseme ile hatırlıyorum seni anneanne. Sen ki kalbin bütün kötülüklerden uzak, sokaktaki bütün çocukları doyuran, selamını kusur etmeyen, misafirperver insan… Yüce insan… Anneler günün kutlu olsun anneanneciğim. Senin şefkatli yüreğindeki sevgi, biz torunlarına da geçti anneanne. Şimdi hepimiz anne olduk ve hepimizin yüreğinde senin iyiliklerin ve duaların var. Bize koruyucu kanatlarını gerdiğin için teşekkürler anneanne.
Anneler günü bugün… Sokakta bahçeden gül koparan çocukları gördüğümde sadece gülümsedim. Kızmadım, sadece kıskandım anneanne. Bana gelen tek bir kır çiçeği olmadığı için. Sonra da üzüldüm anneanne. Sana hiçbir zaman alamadığım anneler günü çiçeği için. Ama pembe yanaklarında yılların öpücükleri vardı, biz torunlarının. Son günlerinde yanında olamadığım için affet beni anneanne. Ben sadece hayatın kötülüklerine yenik düştüm. Benden kaynaklanan değildi bu uzaklık, çünkü benim kalbim senin iyiliklerin ve dualarınla dolu. Başka kalpler vardı, sevgisizlikten uzak, onlar suçlu anneanne… Sen biliyorsun anneanne bunları değil mi? Beni hep anladın ve hissettin. Bana gülümsediğini biliyorum anneanne, son nefesini verdiğin gün soğuk alnına kondurduğum öpücükten sonra. Veda etmiştim sana ve yürekten teşekkür etmiştim, Annelerin en iyisi olduğun için, canım anneanneciğim.
Şimdi ben de annelerin en iyilerine selam gönderiyorum, anneler günününüz kutlu olsun, kendinden çok çocuklarını düşünen tüm annelerin. Gece gündüz uykusuzluklarını hiçe sayıp şefkatli kollarını, hayatın tüm kötülüklerine göğüs gererek çocuklarına uzatan annelere…
ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN…
…
Bir küçücük gül vardı
Gece karanlığından korkan
Yanındaydı annesi ve fısıldadı ona
Ben tüm aydınlıkları getireceğim sana
Sen uyu sadece yavrum
Tatlı rüyalara dal
Güneş doğunca
Göreceksin ki
Tüm karanlıklar yok olup gitmiş
Ben güneşle anlaşacağım
Sürekli başımızda olsun aydınlığı
Isıtsın yüreğimizi
Sen sadece buna inan…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Yalan Dünya |
|
Gerçekten de çok başarılı bir dizi oldu bu “Yalan Dünya”, keyifle izler oldum. Gerek tiplemeler, gerek oyuncular hepsi birbirinden başarılı. Müziği bile keyifli. Aslında bence; “Yalan” olmayan “Gerçek” dünyayı anlatıyor. Bu hafta; şarkının sözlerini ele aldım, tıpkı gerçek dünyadaki örnekleri gibi..
“Var.. Aşk da var..”
“Okul Sütü Akıl Küpü” gibi cafcaflı sloganlar eşliğinde 2012 yılında çocuklara süt dağıtıldı. Toplam 25 ilimizde ve 1.500’ün üzerinde çocuk, karın ağrısı, kusma gibi şikayetlerle hastahanelere kaldırıldı. Ne yazık ki; bazı sütlere ait kutuların üzerinde son kullanma tarihi olarak 2005 var.. Arada; dolu dolu 7 yıl var.. Bu yılların içinde; 7 tane “Yaz” da var, 7 tane “Güz” de var...
“Yaz da var.. Güz de var...”
“Şu hayatta..”
“Olay zehirlenme değil, bazı çocukların süte karşı hassasiyeti” diyenler de oldu, “Sütü bozuklar” diye manşet atanlar da. Hatta; olaydan “inekleri sorumlu tutanlar” bile oldu...
“Saz da var.. Caz da var.. Haz da var...”
“İnsanlar..”
1.Mayıs günü çeşitli illerde; işçiler, memurlar ve tüm emekçiler meydanlara çıktı. Hatta; hızını alamayan bazı siyasetçiler kürsüye bile çıkıp “Emeğin en yüce değer” olduğundan dem vurdu. Üzerinden 15 gün geçti geçmedi, memurlara 2012 yılı zam oranı olarak %3+3 teklif edildi. Türk ekonomisinin 7 düvele meydan okuyup bir “yıldız” olduğunu söyleyenler oldu. Özellikle; büyüme hızında %8,5 gibi rakamlar telaffuz edildi. Kredibilite notumuzu düşürenlere; “De get ..!” diyenler bile oldu...
“Ne iyi.. Ne tatlı.. Ne sahtekaaarlar...”
“Onlar..”
“Seçilmişleri atanmışlara yedirmeyeceğiz” diyenler oldu. Hatta; gözyaşlarını tutamayıp “bu duruma çok üzülüyorum” diyenler bile oldu. Ağır aksak giden demokrasimiz; “ileri demokrasi” diye yedi düvele lanse edildi. Halkın oylarıyla “seçilmiş” milletvekillerini hapisten çıkarabilmek için “protokol” düzenlediler. Ve fakat aralarında düzenledikleri ankete; %65’i her nasılsa “Hayır” oyu verdi...
“Hem aşık.. Hem uyanık.. Hem riyakaaarlar...”
“Sen..”
Ülkenin hemen hemen tüm generallerine davalar açıldı, gazetecilere de. Hızını alamayıp generalleri gazetecilere karşı dava açmaya davet edenler bile oldu. “Değil 12.Eylül gibi darbe, darbe girişimlerinden bile hesap sorulacak” diye “28.Şubat” sorgusuna başlandı. Peki ya; “27.Nisan” dediler, “Pazara kadar değil, mezara kadar sır” dediler. Ayrıca; “Kem-küm, öhöö, eheee, eee.., e-muhtıra yahu..” diye vazgeçtiler...
“Bir gün yandın.. Bir gün söndün.. Başımı döndürdün...”
“Tek” başlıkları altında; “vatan, millet, bayrak,...” kavramları dil’lendirildi. Dil sürçtü, konuşmaktan yoruldu diye bir köşede biraz din’lendirildi. Hatta; “Tek” konusu bile; “yarım mı olsun tam mı olsun ?” diye sorgulanmaya başlandı. Yani;
“Herkes aynı..”
Bunların dışında;
“Her şey rüya..”
Kısacası;
“Yalan Dünya...”
“Yalan Dünya...”
“Yalan Dünyaaa...”
“19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” ise; henüz “Gerçek”..
Öyleyse; hepimize kutlu olsun...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Neyse, Herneyse |
|
En şifalı gözlerle sarılıyorum yalana.
Yalana sarılmak, yüzmek için denize ayak bileğini soktuktan hemen sonra ayağı tökezlenip suya düşen kadının yılana sarılması..
Bu hikayede mihnet ve minnet ayrı yumurta ikizleri gibi..
Birbirlerine uzaktan bakıldığında suretsel bir benzerlik göstermiyor adamla kadın. Ama birinin canı yandığında öteki de acıtılan tarafını tutacak kadar acıyı kendinde hissedebiliyor..
...
Gramer ya da kök farklılığı değil onlarınki
Olsa olsa bir ekten türetilme hali.
Kadın, Neyse olsa..Adam, Herneyse olabiliyor en fazla...
Kadının çok adamın yok olduğu bir zıtlık tespit edilemedi aralarında mesela.
Bir gün sus oldu adam sebepsiz
Kadın mı
O da hiç
..
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
KÖYJUVAZİ
Efendim, bugünde toplumumuzun haline bir deli nazarı atfetmek niyetindeyim. Haliyle son dönemde her yanımızı kaplamakta olan “Köyjuvazi” ilen “Köyjuva”lara değineceğim affola. Kimileri bu mümtaz topluluğa “Nurjuvazi” de demekteler. Amma velakin ben “Köyjuvazi” demekle yetinmek istemekteyim.
(Çok önemli not: Haliyle bu deyimin de patenti bana ait olup, yürütülmemesini, kullanılacaksa da kaynak belirtilmesini hassaten reca ederim. Aksine davrananlara deli kafası atarım bakın ona göre haaa!)
Geçenlerde otobüse binmek niyetiyle durağa doğru yöneldiğimde aklıma geldi, saçmalamalarıma bu konu ile devam etmek.
Tam da Cuma akşamı ve de akşam yemeğinin eda edilmek istendiği saatlerdeyiz. Durak da öyle bir yerdeki hani, arkasında tam tamına dört tane lüks kategorisindeki kepabçı yan yana sıralanmakta. Hepsi de ağzına kadar lebelep doluyor ağabeycim yaaa.
Hani ben ayda bir bile kepabçıya gidecek parayı zor denkleştirirken, onu denkleştirmişken de kepabçı yerine bizim Balıkçıya takılarak, ufaktan bir balık rakı muhabbetine girişmeyi tercih ederken, ulan bu millet haftada bir banka mı soyuyor kardişim ne bu yaaa.
Neyse Köyjuvazi’nin malı, çulsuz emeklinin çenesini yorar. Biz “dindar” gençlerimizi daha fazla kızdırmadan konumuza devam edelim.
Haliylen bu durumda gelenlerin arabaları içinde park yeri ihtiyacı hasıl olmakta.
Eeee, böyle bir durumda Köyjuvazi ne yapar? Arabasını haşııırt diye otobüs durağının içine geçirir haliyle. Trafik kuralları mı? Aman efendim geçiniz yahu! O kurallar ehliyet alma aşamasında yazılı sınavı geçmek için ineklenir ve sınavdan geçilir geçilmez de hemen unutulur.
İyi ama, şimdi böyle olunca ne oluyor? Ne gelen otobüsün sürücüsü durağı görebiliyor, ne de bencileyin garip yolcu olarak ben otobüsü görüyorum tabii ki.
Öyle olunca da çıkıyorsun yolun ortasına orada otobüs bekliyorsun. Olacak iş mi bu kardeşim deme, mecburen öyle oluyor yani....Bekliyorsun da işin içinde bir aracın altında kalarak Niyazi olma durumları da var tabii. Tırsıyorum haliylen.
Zaten korkaklığım meşhurdur benim. Mesela bu sitede yazarlığa soyunma konusunda aylarca düşündüm. Neden? Kendime hakim olamayarak, siyasi taşlamalarda da bulunur ve iyi saatte olsunları kızdırıp, kendime ceza kestirir miyim acaba korkusundan. Çok korkak bi adamım ben yaa....
Bugüne kadar ilgili trafik yetkililerine yönelik bütün aramalarım sonuçsuz kaldığından ve de nöbetçi trafik ekibinin sabah kahvaltısını herhalde beleş tarifeden bu kepabçılardan birinde yapmakta olduğunu birkaç kez kendi gözlerimle gördüğümden, telefona sarılmaktan vaz geçerek umudum kesik vaziyette, ama biraz da sinirlenmiş olaraktan aracını park edenlerle muhatap olmak gafletinde bulundum.
Neyse.... olanca korkaklığıma rağmen durak içine haşırt yapanlardan birine kibarca bir uyarıda bulunuyum didim. “Sayın Beyefendi, gördüğünüz gibi burası yanılmıyorsam şayet otobüs durağına benzemekte, biliyorsunuz buraya park etmek doğru olmaz sanıyorum.” mealinde bir şeyler geveledim.
Cevap çok accaipti yaaa. Vatandaş ne dedi biliyor musunuz? “Kör değilim kardeşim. Heralde görüyok buranın otobüs durağı olduğunu. Ne demek istiyon sen şinci? Get işine allasen.”
Gördüğünüz gibi bu cevap tam olarak Nobel ödülüne layık!
O sinirle bu vatandaşın girmekte olduğu kepabçı dükkanının, tamamen işgal ederek bahçesi haline getirmiş bulunduğu kaldırıma bir göz atayım dedim.
( Huuuu, Belediye duyuyon mu beni? Sen ne iş yaparsın yaaa? Yakında Otobüs durağının oturma koltuklarını da masa yapacaklar ağabeycim yaaa... Ne nostalji ama “Otobüs Durağı” isimli kebapçı masası......Aaamet abi....Otobüs durağına 1,5 adana çek....Torpilli olsun aaaabii....)
Veee gördüm! Evet köyjuvazi oradaydı. Silme köyjuvalarla doluydu kepabçı.
Şimdi deli gözüyle bu işin sosyolojik çözümlemesi şöyle oluyor: Esnaflıktan patronluğa terfi ederek ceplerini euro, dolar ve TL ile dolduranların herhalde “mücahit” kalması düşünülemezdi. Dolayısıyla noldu?....Inınıııın......Mücahitler müteahhitleşti......
“İttir et kardişim yaaa.... nolcek ki sade ve kendi halinde yaşar ayaklarından vazgeçiversek...” diyen kocaların eşleri saygıdeğer baaayanlarda tesettür ve türbandan asla vaz geçmeksizin, altlarında dört çeker cip, yüzlerinde yarım kilo boya, üstlerinde vücutlarına yapışmış marka giysiler ve parmaklarında pahalı yüzüklerle dolaşmaya başlamaz mı? Elhak başlar!.....
Bir yandan haremlik-selamlık muhabbetleri ile “okulları da ayırıversek, güzel olur mu acaba?” soruları sorulurken, önemli zevat resepsiyonlarına eşli olarak davet edilmeyince “siyasi sorun” yaratmakta hiçbir beis görülmez!
Ortalık yerde “önemli olan öteki dünya aaabiii, bir lokma, bir hırka yaaani..” denirken, bir bakarsın arkalarını dönmüş “paralar, paralar, açılmasın aralar” türküsünü söylüyorlar.
Özetle; her şey ve her yer, sessizce, fark ettirmeden el değiştiriyor. Köyjuva sermaye sahipleri; o gözelim iş yerlerindeki son derece frapan ve seksi sekreterleri ile olan ilişkilerini affettirmek için, hafta sonlarını nikahlı, – imam ya da resmi fark etmez- şişko ve kendini ev işleri ve mahalle dedikodularından sorumlu iç işleri bakanı statüsüne atayarak, bol miktarda tıkınmak ve şişinmekten başka bir halt ile uğraşmayan has hatunlarıyla geçirmenin ilk aşaması olaraktan Cuma günü dışarıda yemek yeme faslına takılmış bulunuyorlar.
E bu durumda haliylen kepabçıya gidilerek kebap tıkınılacak tabii ki.
Alkol malkol olmayacak, o hafta içi özel ve güzel keyiflere saklanacak, onu da adam gibi içmek bir türlü öğrenilemeyecek, o işin de boku çıkarılacak yani öncelikle....
Kepabçıda da hiç olmazsa bir şişe bira yerine ya ayran ya da şalgam suyu içilecek. Yasal eş ve de yasal çocuklarla birlikte bol miktarda geviş getirildikten sonra, eve gidilip bol miktarda horlanacak tabiatıynan. İşte durum bu.
Efendim ailenizin delisi olarak bu duruma fena halde takılan bendeniz, çevreme dehşetengiz nazarlar ataraktan derin sosyolojik çözümlemeler yapmaya devam ettim.
Taze zenginleşen, zenginleştikçe elit zenginlerin yaşamlarına öykünen, gayrimenkul biriktiren, cepleri hiç güven duymadıkları TL yerine dövizle dolu, kendilerini sürekli bir alışveriş yapma, tüketme ama daha çok tüketme çılgınlığına kaptıran, soyunma kabinlerinde habire yeni bir şeyler deneyen, daha genç olanları plazma TV ile en yeni cep telefonu için sürekli yanıp tutuşan, sabah programlarının olağanüstü “zeki” sarışınlarına tutkun, en popüler TV dizisi muhabbetleri ile oyalanan, sol şerit kapatmış dört çeker cip görünümlü binek oto kullanıcısı bir insanlar topluluğu ile karşı karşıyayız.
Gözlerini parayla, “lüks” yaşam tarzı bürümüş bu mümtaz topluluk, kendi aralarında bir yandan “Ver Allahın verdiğine, vur Allahın vurduğuna” geyiği yaparken, bir yandan da “adil düzen”den, “yetim hakkı” yememekten söz ederler, iyi mi?
Biz “pis layıklar” hiç ama hiç hoşlanmıyoruz, böylesi iki yüzlü ve riyakar bir yaşam tarzından açıkcası!
İkinci etapta young Köyjuvalar dikkatimi çekti. Tabii de bunların özellikle de dişi.....ay çok pardon yaaa “baaayan” olanları haliylen. Hayır erkek milleti pek de dikkati çekmiyor. Bu gençler çoğunlukla normal vatandaş olaraktan bizim veletler gibi. Onların marifetleri bakımından deli gibi “müzik” yapılan mekanlara takılmak gerekiyor ki, haliylen benim gibi morukları da o tükkanlara almıyorlar.
Mesela şu manzaraya ne dersiniz? Ayakta renkli convers’ler, bana bakarak “I love you Amerika” şarkısı söylerken, bacakta “yırtık” modasına uygun, marka bir kot pantolon, amma velakin en dar modelden seçilmiş ki, belden aşağının bire bir fotoğrafı çıkmış yani. Üste de beyaz renkli tunik gibi bir şey atılmış, giyilen bluzun üstüne örtünme faslından. Kafada ise cart benetton renklerinden seçilmiş renkli mi renkli pırl pırıl bir türban takım.
Abiiii, çok komik yaaa. (Benim böööle cümleler halinde ifade ettiğim bu durumun çok hoş bir karikatürü de var, internette sanırım çoğunuz rastlamışsınızdır!?)
Belediye otobüsünde ayakta yolculuk edilirken, kulakta kulaklıklar çantanın içinde de Ipod yerine de kullanılabilen son model bir cep telefonu. Bir yandan da arada çıkartılarak birilerine mesaj atılmaya çalışılıyor.
Mutlaka kendi gibi gençlerin takıldığı en moda mekanların olduğu yere yakın durakta hava atılarak inilecek yani....”Bakınız pis layıklar....Bu dünyada bizde varız. Babalarımız gözel mangırlar kazanıyor, biz de son moda, son moda harcıyok onları....görünüz işte...”
Görüyok gözel yavrum, görüyok da, bilinen her türlü kültürel değerden yoksun,
kredi kartıyla alışveriş yaptıkça kendini zengin sanan sen önce bir Cumartesi de evde kalıp, mesela Orhan Kemal’in Kanlı Topraklar romanını, ya da ne bileyim önce bir Tolstoy falan okusan nasıl olur diyorum? Hani Şolohov’dan “Ve durgun akardı Don” romanı da olur. Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan” ve “Kutsal Barış” ı da pek bir iyi gelir bak....Birkaç cilttir onlar seni yorar, ama bitirdiğinde büyük bir ferahlama olur içinde, kendini birkaç basamak birden atlamış gibi hissedersin birden.
Hani belki dünyaya bakışın filan değişir biraz, yaşadığın toprakların tarihini, bu topraklarda böylesine yaşayabilmeyi neye borçlu olduğunu öğrenirsin. Tabii arkasından bazı şeylere isyan etmen, o savaşta giyilen çizme üzerindeki toz zerresi kadar bile değeri olup olmadığı tartışılabilir bazı kişilerin kurtuluş savaşı kahramanlarına laf çakmasına sinirlenerek tepki göstermen gibi tehlikeler de var!!!
Aman sakın büyük tantana ve pazarlama teknikleriyle piyasaya sürülen yeni yetmeleri okumaya kalkma, okumaktan nefret etmeni istemem bak....
Biz pis layıklar gençliğimizde öyle yapmıştık da.....Olabildiysek şayet, doğru dürüst roman okumanın çok katkısı oldu adam olmamıza.
Bak gözel evladım. Hayatın en böyyük gerçeği, insanın beyninin içindedir yani.... O senin son moda, son moda harcadığın mangırlarla aldıklarının heç bi kıymeti harbiyesi yoktur aslında.
Beyninin için doyuramıyorsan, gövdeyi istediğin kadar doyur, istersen sadece Cuma akşamları değil, her akşam takıl kebapçıya ...boş...bomboş bir iştir. “Müzik” diye cıstak cıstak dinliyorsan, ya da mesela Esin AFŞAR’ı aileden sorumlu devlet bakanı zannediyorsan, istersen son teknolojiyi çıktığı dakika kap, moda diye Sezen AKSU’ya tap ne yazar!
Ben bu hanım kızımızın annesini de tanıyorum ha! Yanlış anlaşılmasın efendim şahsen tanışmıyoruz da, bir düğünde uzaktan görmüşlüğüm var kendisini. Hatırlamamın nedeni o akşam kapıldığım hayretin halen de sürmekte olmasıdır. Eeee, çatladınız mı canım kardeşlerim, merak etmeyin anlatacağım yahu!
Efendim birgün oldukça uzak bir yakınımızın öğretmen evinde düğünü var. Ben bu tip törenlerden oldum olası hazzetmem ha! Bir de hatırlı misafir olduğunuz gerekçesiyle sahnenin en yakınına yerleştirmezler mi sizi? Adı “orkestra” olan bir gürültü topluluğu ve burnunuzun dibindeki kolonlarla Çin işkencesi başladı, buyurunuz efendim! Hayır sigara da içmiyorum ki, bu bahane ile kendimi yarım saat dışarıya atayım. Mecburen hırsımı önümdeki “beyaz et” olduğu rivayet edilen ama ne olduğunu da tam olarak anlayamadığım yiyeceklerden alıyorum. Ve de masa altından “yavaş ol, tıkınma” tekmeleri geliyor.
Eeee insaf ama yaaa! Ölüyim mi be! Beynin bu desibeli kaldırmaz, tıkınman yasak. Böyle olunca bu durum Çin işkencesini de aştı ama!
Neyse sade kahve içip sadede gelelim. O arada birden yan taraftan topuk sesleri gelmeye başlamaz mı? Tık....tık.....tık...Haliyle önce ayağa bakıyor insan. Hımmm, accayip bir gökdelen topuk, velakin çok ince. Eh haliyle böyle bir ayakkabının üst tarafında mini etek ve derince bir sırt dekoltesi ile siyah bir gece elbisesi bekliyorsun......
Hafiften gözlerimi yukarıya kaldırdım! Anaaaa, o ne be! Evet siyah amma bir tesettür pardesüsü ve kafada türban. Tamam eyvallah bu kere renk uyumuna lafımız yok!!! Amma altı kaval, üstü şişhane olmuş! Hani insan bu kıyafetin altına dedesinin evdeki meslerini giyse daha şık dururdu yahu!
Bu çok sayın hanımefendi bir de bu kıyafeti ile “Türkçe pop” eşliğinde kavalyesi ile birlikte dans pistine çıkmaz mı? Anaaa, o ne be!!!!! Resmen “cavur” dansı yapıyor bu!!???
Bir süre sonra sıra göbek atma faslına geldiğinde, evvveeet canım kardeşlerin yanılmadınız, tesettür göbek atıyor!!!
Benim gözlerim ne kadar faltaşı faltaşı açılmış ise, artık bilemiyorum, aşağıdan “başka tarafa bak” tekmesi geldi. Tavuk parçası olduğu öne sürülen etlerin bulunduğu tabağa eğilerek gülmemi zapt etmeye çalıştım naçar! Ya işte böyle......
Bu hanım kızımızın annesi iile tanışma faslımda böyledir.
Tam da bu satırları yazarken İnternet’ten bir mail gelmez mi? Gelir elbet! Başlık: 1930’dan 2011’e. Mail’da sadece iki ayrı fotograf var. Birincisi “Cumhuriyet Çocukları”. Bu resimde 80 yıl önce, 1930’lar da Kadınlarımız var.
Günün moda giysileri içinde, hepsinin ta gözlerinin içinin ışığı fotoğrafa yansımış, Atatürk Cumhuriyetinin kadını olmanın gururu ile açık ve dimdik başları güvenle geleceğe bakıyorlar. İkincisi ise çok enteresan doğrusu, “2011’de baaayanlarımız”! Üniformalı bir topluluk bu.
Hepsinde aynı kıyafet ve de hepsinin başında aynı türban, kafalar öne eğik, “acaba babam, kocam, abim ne der? Tüh resim için izin de almadık ki....” bakışları, fotoğrafa biat kültürünün ruhu sinmiş adeta, ne güven duygusundan eser var, ne de neşeden.....
Neyse biz konumuza devam edelim!
Hah, iyi ki aklıma geldi......
Köyjuvaların en temel zevkini az daha pas geçiyordum. Yeni moda dört çeker cip görüntülü binek otoların şöför koltuğuna yayılarak oturan “baaayan şöför” modası. Beni topa tutmayınız reca ederim, feminist kardeşlerim. Vallahi billahi var böyle bir moda yani. Sanırsınız ki, bazı otomotiv firmaları özellikle bu Köyjuvalar için icat etmişler, dört çeker görüntülü binek otomobil modellerini.
Bir kerem en başta zart diye kırmızı ışıkta geçilecek. Önce birkaç kere toslanacak ki sonradan yola gelinecek. Sonra olur olmaz yerlerde sollama yapılarak garip gurebanın üstüne üstüne araba sürülecek ki, birilerinden accayip fırça yenilerek öğrenilecek her zaman ve zeminde sollama yapılmayacağı. Amma velakin asla öğrenilemeyecek, uygun yerlere doğru düzgün park etmek. Nasıl olsa Kocalar ödüyor trafik cezalarını......O nedenle otobüs duraklarının içinde girilmesinde de heç bi sakınca yok yani.....
Bence araç kullanıyorsan, yanında ve yörende bir köyjuva görürsen elden geldiğince hızlı bir şekilde kaç oradan! Potansiyel trafik kazası sana doğru, sana doğru geliyor çünkü.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kraliçe Lear
Geçen hafta, çok yoğundu, İstanbul...
Ardı ardına düzenlenen, sergilerle, konserlerle, tiyatrolarla dolu bir hafta ve önemlisi de şampiyonluk maçı.
Taksim Meydanı’nda, şampiyonluğumuzu, çok renkli, görüntülerle kutladıktan sonra, mahşeri kalabalıktan, yorgun bir şekilde ayrıldık.
O haftadan, aklımda kalan, en güzel anı ise Yıldız Kenter oldu.
Yıllar önce, kardeşi Müşfik Kenter’le beraber kurdukları, Kenterler Tiyatrosu’nda onunla tanıştım. Umduğumdan, çok daha dinç, çok daha akıllı, bir oyuncuydu Yıldız Kenter.
İnsanlara hitap şekli, gözlerinin parlaması, seyirciye olan saygısı…
Bunlar, benim, ilk gözüme çarpan, şeyler oldu. Onca başarısına rağmen, hiç bir kibre sahip olmamıştı. Alçak gönüllüğü ve hoşgörüsüyle, herkesi şaşırtıyordu, Yıldız Kenter. Tabii bir de, performansıyla...
“Kraliçe Lear” adlı oyunda, amuda kalkıp, öylece durması, beni çok heyecanlandırdı. Bir ara düşmesinden korktum; “Yapamaz!” dedim, ama yaptı. Ve ardından gelen, güçlü bir alkış…
Sonra, Kraliçe Lear rolünü çok güzel sergilemesi: “Esin rüzgârlar…” Diye başlayan metnin coşkusu, bütün salonu sardı. Sanki o alandan kaçırıp, yıllar öncesine götürdü bizi…
Ve kıyafetlerinde ki değişim. Bir kadının, yaşlanmayı irdelemesi ve kabullenmemesi. Bunu kıyafetlerinde ki değişimle ortaya koyması. İlk başta, klasik bir kıyafetle başladığı oyuna, genç oyuncu arkadaşıyla tanıştıktan sonra, spor kıyafetleriyle devam etmesi...
İki kişinin, karşılıklı, fikir alışverişi, kuşak farkı, bunun getirdiği iletişim sorunları...
İki farklı karakterin, aralarında ki yaş farkına rağmen, birbirine çok şey katabildiğini gösteren, reel bir hikâye! Komik olduğu kadar, dokunaklı da bir oyun!
Oyunda, Kraliçe Lear rolüne çalışan Jane, yani Yıldız Kenter, liseli bir öğrenciden, olgunlaşmayı, acıları unutmayı, yılmamayı öğreniyor. Genç kız da, etrafında gördüğü, sıkıcı yaşlı, fikrini yıkarak, ondan bir şeyler öğrenip, umudu ve yaşama sevgisini keşfediyor.
Oyunda ki, üçüncü gizemli oyuncu ise; “Çello”ydu. Yunan tiyatrosundan etkilenerek, çelloya; “Alter ego” rolü yüklenmişti.
Üç kişilik oyunun başarısı, her şeyden önce Shakespeare’den besleniyordu. Onun dâhiyane çalışması sonucunda, bundan 400 yıl önce yazdığı eseri, hala oynanmaktaydı.
Hamlet, Romeo ve Juliet, Macbeth’i okumayan birinin bence, ben sanatçıyım, ben tiyatrocuyum, demesinin hiç bir anlamı yok!
Shakspeare ve Yıldız Kenter’in başarılı oyunu, Kraliçe Lear; her yaşta insanın, izlemesi gereken, son derece komik ve düşündüresi bir oyun!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kız Kulesi’nden Deniz’e
Vapur kalkıyor ve benim yüreğimin sesi motorun sesine karışıp, Deniz’e akıyor. Çevrilen her pervane de biraz daha iyi oluyorum. “İyiyim” diyorum artık İçimden durmadan tekrarlıyorum her pervane sesinde, iyiyim… Ben iyiyim, herkese ve her şeye rağmen hala iyiyim. Seninle paylaştığım ama Seninle olamadığım bir Dünya’ya rağmen iyiyim…Buradayım işte, tam maviliklerin ortasında, tam Deniz’in ortasında, tam Kız Kule’mde… Masal gibi bir hayat yaşıyorum içimde…
Sen’le olamadığım Dünya’da olmamın ne anlamı var? Anlamsız her şeylerden birisi de bu ! Baştan sona anlamsız her şey. Seninle anlamlıyken, şimdi anlamsızlaşması birden bire her şeyin yine anlamsız ve doğaldı… Bu Dünya’nın da anlamı olmamalı diyorum içimden ve Deniz’e döküyorum…
Boğaz köprüsünün ışıklarına asıyorum sülietimi. Boğaz köprüsünün ışıkları rengarenk kırmızı oluyor. Hiç olmadığı kadar renkli oluyor Deniz, köprüden üzerine düşen ışıklarla… Ben seni aydınlatmak için kendi ışığımdan oluyorum. Sen aydınlan diye kendimi yakıyorum….
Tüm renklerimi Sana döküyorum. Arsızca, utanmazca, cesurca… En çok Deniz’in katili oluyor renklerimiz. Çünkü o hep mavi, ara sıra koyu lacivert. Başka renklere boyamam imkansız ve ben sende böyle bu kadarken, Sana böyle bakarken başka renk akıtmam imkansız… En çok Mavi oluyorum, en çok Deniz… Tüm renklerim ölüyor yavaş yavaş… Ben Deniz’e gömülüyorum yavaş yavaş, kimse farkına varmadan..
Hayalimi Kız Kulesi’ne asıyorum,
Kız Kulesi’nde bir kız oluyorum…
Kız Kulesi’ndeki Kız’ı öldürüyorum…
Daha önce olduğum gibi, daha önce öldüğüm gibi… Tüm Üsküdar Şahit oluyorlar gerçeğe, hayalimdeki gerçeğe..
Vapur kıyıya yanaşırken; en çok gözlerim takılıyor motorun altında çırpınan köpüklere. Bembeyaz köpükler, bir zamanlar kurduğum hayaller kadar beyazlar, sonra vapur duruyor, köpükler yok oluyor… Aslında karşıdan beri hep peşimizden gelmişlerdi, durmadan, usanmadan ve sıkılmadan. Şimdi birden bire bırakmışlardı peşimizi, Deniz’de boğulmuştu onlarda…
Başka renk olmak imkansız Deniz’in içinde, Deniz’deysen eğer, rengin hep mavi ve eğer Deniz’e aitsen hep cesur olmalısın, her zaman boğulacak gibi hazır olmalısın yaşamaya…
Nevin Akbulut
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Locke ve Özgürlük |
|
John Locke’a göre insan eylemlerinin temel amacı mutluluktur ve mutluluk, insan yaşamında belirli türden bir haz olarak ortaya çıkar. İnsanın mutlu olma isteği ile ahlâkî eylemin kaynağı, aynı insan doğasıdır ve ahlâka uygun hiçbir eylem, mutluluğa engel değildir. Fakat, neyin ahlâka uygun olup neyin olmadığı konusunda, insan zihninin aydınlatılması gerekir; bu alanda ortaya konan çeşitli türden bilgi ve inançlar, mutluluk ve ahlâk ilişkisinin bu şekilde kavranılmasını engeller. Locke ise “bilginin önündeki metafizik döküntüleri temizleme”ye çalışır ve insan özgürlüğünü inceler.
Locke, târih ve toplumdan bağımsız bir insan doğası düşüncesinden hareket eder ve ahlâkın kaynağının da insan doğası olduğunu düşünür. İnsanın akılla donatılmış bir varlık olması, eylemlerini kontrol edebilme gücünü ona sağlar ve bu güç, berâberinde sorumluluğu getirir. Akıl ve sorumluluk ilişkisi o kadar açık ve kesindir ki, kaynağını insan doğasından ve aklın evrenselliğinden alan bir ahlâk anlayışı, en az doğa bilimleri kadar kesin hâle gelir. Böyle bir ahlâkta doğrular ve yanlışlar, en az doğa yasaları kadar kesin ve mutlaktır.
Başka deyişle, Locke’a göre insanın doğal varlık yapısı, eylem alanında normatif ölçütler sağlar ve olgulardan hareketle değerlere ulaşmayı mümkün kılar. Değerler arasında bir karşılaştırma ve tercih yapmayı olanaklı kılan temel unsur ise hazlardır; değerler, sağladıkları hazlara göre değerlendirilir. İnsanda yüksek hazların ortaya çıkmasını sağlayan değerler, kaynağını insan doğasından alan değerlerdir ve tüm insanlar tarafından değerli görülür. Değerler, kendileri için değil, verdikleri hazlar için değerlidir; ama bunun anlamı, haz veren her şeyin bir değer olduğu değildir.
Locke’a göre hazlar, nesneler dünyâsıyla kurulan ilişkiler sonucu ortaya çıkar ve tüm insanlar, hazzın ne olduğunu bilir; târif edilmeye çalışıldığında zorluk çıksa da hazlar, tüm insanlar tarafından ortak kabûl görür. Üstelik hazlar, insan türüne özgü değildir; psişik bir ruh taşıyan her canlı, hazlara bir şekilde yönelir; hazların nitelik ve nicelikleri farklı olsa da hazza yönelme, tüm canlıların ortak özelliğidir. Değerler ise yalnızca akıl sâhibi varlıkların değerleridir; belirli bir değerlendirme sonucu belirli bir hedef ve amaca yönelen eylemlerin harekete geçirici unsurlarıdır. Değerler, akıl sâhibi varlıkların hazza ulaşmasını sağlayan biricik araçlarıdır.
Değerlerin sunacağı hazlar arasında, sosyal bakımdan bir derecelendirme de vardır ve başka hiçbir canlı grubunda, hazların sosyal olarak bölümlenmesine rastlanılmaz. Ama insan, kimi zaman dar görüşlülüğü nedeniyle, daha düşük hazları daha yüksek hazlara tercih edebilir ki, bu da ahlâk alanında farklı değerlendirme ölçütlerine göre eylemlerine yön veren kişiler arasında bir çatışma doğmasına yol açar. Bununla birlikte, “iyiler” farklı olsa da tüm insanlar için “genel iyi” ortaktır; insan doğasına uygun olandır.
Locke’a göre insan, iyi bir varlıktır ve insan doğası, insanın mutluluğu için uygun araçlarla donatılmıştır. Tüm insanlar, kendilerinde var olan akıl aracılığıyla hareket ettiklerinde, mutlu olmayı başarırlar ve mutlu olmaya lâyıktırlar. Ancak insanlar, her zaman ve her durumda bu olanağı tek başlarına gerçekleştiremez ve insan mutluluğunun sağlanması için, belirli türden bir insan örgütlenmesine gereksinim vardır ki, bu da devlettir. Devlet, bir toplumda tüm insanların birbirleriyle olan ilişkilerini kânunlar aracılığıyla düzenler ve insan mutluluğunun genel güvencesini sağlar.
İmdi, insan eylemlerinin iyi ya da kötü olup olmadığını anlamak için, bu eylemlerin yol açtığı etkilere bakmak ve verdikleri hazları karşılaştırmak gerekir. İnsanın bilme yetileri, kendi doğasına uygun bir biçimde, insan mutluluğunun gerçekleşmesini sağlamaya dönüktür; eylemlerinden acı duyan bir kimsenin yaptıkları, bu durumda yanlış olacaktır. Doğruluk ve yanlışlık bu şekilde sınanabildiği için, mutluluğa ulaşmanın da nesnel bir yolu ve ilkesi vardır.
Locke’a göre hazlar, yalnızca nicelik bakımından değil, aynı zamanda nitelik bakımından da birbirlerinden ayrılır ve bunların dereceleri ve süreleri de diğerlerinden farklıdır. Kaynağını insan doğasından alan eylemler ise nitelik ve süre bakımından daha yüksek haz veren eylemlerdir ve tüm insanlar bu eylemleri gerçekleştirecek olursa, ahlâk alanı da en az doğa bilimi kadar kesin bilim hâline gelebilir.
İnsan toplumlarının târih boyunca geçirdiği ilerleme ana hatlarıyla incelendiğinde, en yüksek erdemler konusunda her toplumda ortak özellikler görülür. İnsanın doğal varlık yapısı, târih ve toplumdan bağımsızdır; bu yapının temel ve ortak bileşeni ise akıldır ve hangi toplum olursa olsun, övgüye veya yergiye konu olan insan eylemleri hakkında konuşulurken akla dayalı temellendirmelere gidilmesi, bu ortaklığın hem ifâdesi, hem zemini, hem de sonucudur.
Diğer taraftan, değişik toplumlarda ve değişik zaman dilimlerinde insan eylemlerine yönelik farklı birtakım değerlendirme ölçütlerinin ortaya çıkması, o toplumların içinde bulundukları koşullar altında, yüksek hazlara nasıl ulaşacakları konusunda bir değerlendirme farklılığından kaynaklanır. Dolayısıyla bunun anlamı, ahlâkî görelilik değildir; çünkü, bu farklılıkların kaynağı da sonuç itibâriyle akıldır. Göreliliğin kabûlü hâlinde ise bu değişiklikleri nesnel bir yolla incelemek mümkün olmayacaktır.
Locke’a göre değerler ve değerlendirme ölçütlerinin eyleme zorlayıcılığı, sınırlı ve görelidir. Kânunlar ise mutlak ve kesin bir zorlayıcılık barındırır ve ihlâl edilmesi durumunda, belirli birtakım yaptırımların kabûlünü içerir. Yine de kânunlar, insan elinden çıkmış olduğu için kusursuz değildir ve meşrûiyetlerinin kaynağında da insan doğası vardır; insan doğasına aykırı bir kânun çıkartma yetkisi, yönetim erkine tanınmamıştır/tanınamaz.
Bu bakımdan, Locke’a göre mutlak monarşiye dayanan bir yönetim biçimi, insan mutluluğuyla rastlantısal bir ilişki içindedir; bir devlette tüm yetkinin tek bir kişide toplanması ve o kişinin koyduğu kânunların mutlak kabûl edilmesi, toplumun yararına olabilir de olmayabilir de. Tanrı, insanı yarattığında insan, tüm canlılar karşısında mutlak ve total bir otorite olarak Tanrı tarafından kutsanmıştı; ama, insan toplumları geliştikçe, bu otorite de sorunsal hâle geldi ve insanlar, karşılıklı olarak birbirlerine saygı duymayı ve tahammül etmeyi öğrenmek durumunda kaldılar.
Locke’a göre hazların niteliğine göre irâde özgürlüğünün akıl tarafından ve insanın doğal varlık yapısına uygun, çevresel şartları da gözetecek biçimde belirlenmesi, insan özgürlüğü için yeterli değildir. Çünkü, irâde özgürlüğü ve bunun dolayımında da seçme özgürlüğü, istemeye ilişkin bir özellik ve olanaktır. Oysa, insan özgürlüğünün gerçekleşebilmesi için aynı zamanda da yapma özgürlüğü gerekir ki, bu da insanın bilme yetileri ve doğal varlık yapısını incelemenin yanı sıra, içinde yaşadığı toplumsal düzeni ve kurduğu ilişkileri de incelemeyi gerektirir.
Locke’a göre “iyi ve kötü, daha önce de gösterilmiş olduğu gibi, haz veya acıdan; bizde haz veya acıya yol açan şeyden başka hiçbir şey değildir. O hâlde, ahlâkî iyi ve kötü, irâdeye dayalı eylemlerimizin, iyi ya da kötüyü yasakoyucunun irâde ve gücünden bize ulaştıran bir yasaya uygunluğu veya onunla uyuşmazlığıdır. Yasakoyucunun emriyle konan yasayı yerine getirme veya ihlâl etmeye eşlik eden iyi ve kötüye; haz ya da acıya, ödül ve cezâ adını veririz.”
Locke’a göre yapma özgürlüğü, akla ve ahlâka uygun bir istemenin nasıl ve hangi sınırlar içinde gerçekleşeceğini anlatır ve bir toplumda özgürlük söz konusu olduğunda dikkate alınacak temel nokta yapma özgürlüğüdür. İnsan, irâde, seçme ve isteme özgürlükleri hakkında sınırlandırılmamış olmak bakımından özgür bir varlık olduğu gibi, bu özgürlüklerini nasıl ve hangi sınırlar içinde gerçekleştireceği bakımından da belirli kısıtlamalara mâruzdur ve bunların genel çerçevesini, toplumsal sözleşme ile toplumsal rızâ belirler.
Belirli bir insan eyleminin irâdeye dayalı olması, aslında özgür olduğu anlamına gelmez ve irâde özgürlüğü, insan özgürlüğüne ilişkin yetersiz bir kavrayıştır. Çünkü özgürlük, irâdeye ilişkin olmaktan çok, eyleme ilişkindir ki, bu da özgürlüğü hem akıl, hem ahlâk, hem de toplumsal ilişkiler bakımından birlikte düşünmeyi gerektirir. Bunlardan birinin eksik olması hâlinde özgürlük, genel bir yanılsamaya dönüşme tehlikesi yaratır.
İmdi, Locke’a göre doğal durumda insanlar, özgür ve eşittiler ve herhangi bir toplumsal otoriteden bağımsız olarak, yalnızca doğa yasalarına tâbî biçimde yaşamlarını sürdürmekteydiler. Tanrı, bütün insanları aynı akıl ve doğal yeteneklerle yaratmıştı ve her biri, özgür olarak doğuyordu. İnsanlar, doğa yasalarını akıl aracılığıyla bulabiliyor ve bu da onların, doğa olayları karşısında etkin önlemler almalarını ve yaşamlarını düzenlemelerini sağlıyordu.
İnsanlar arasında belirli birtakım etkileşimlerin artmasıyla birlikte ise insan ilişkileri hakkında akıl aracılığıyla belirli birtakım ortak ve genel ilke, kural ve yasalara ulaşma konusunda doğal bir yönelim ortaya çıktı. Bu bakımdan akıl, özgürleştirici ve eşitleştirici bir yetidir. Akla dayalı bu yönelimin tüm insanlarca eşit olarak paylaşılması, doğal durumda insanlar arasındaki çatışmaların da önüne geçmiş; çatışma çıkması hâlinde ise bunların sona erdirilmesine kaynaklık etmiştir.
Doğal durumda hak kavramı, bir şeyi yapmanın serbest olmasına göndermede bulunan bir kavramdı; yasa kavramı ise bir şeyi yapmanın kesin zorunluluğunu anlatıyordu ve bu iki kavram, insanların doğal özgürlük ve eşitliği içinde, temel haklarının genel bir yasa içinde düşünülmesini sağladı. Böylelikle tüm insanlar, doğal durumda her türlü ilişkiden önce ve mutlak olarak üstün tutulması gereken devredilemez hakları olduğu konusunda ortak bir anlayışta uzlaştılar.
Locke’a göre bu haklar, hem insan ilişkilerinde daha yüksek hazların ve mutluluğun gerçekleşmesini, hem de çatışmaların önüne geçilmesini ve mutluluğun toplumsal olarak eşit paylaşılmasını sağladı. Dolayısıyla, insanların doğal durumda herhangi bir toplumsal otoritenin ortaya çıkmasından önce farkına vardıkları ve korunması konusunda ortak bir irâde sergiledikleri bu devredilemez haklarının, bu otorite karşısında önceliği vardır ve bu otoriteye devri de söz konusu değildir.
Akla ve ahlâka uygun hiçbir eylem, bu haklara aykırı olamaz ve bir eylemin haklılığı, sağlayacağı faydadan gelmez. Fayda, bir eylemin haklılığının sonucudur. Akla ve ahlâka uygun özgür bir eylem, aynı zamanda da faydalı bir eylemdir; her faydalı eylem ise akla ve ahlâka uygun değildir. Her insanın hem kendi haklarını, hem de tüm insanların haklarını koruması, hem bir haktır, hem de kaynağını yasadan aldığı için uyulması gereken toplumsal bir görevdir.
Locke’a göre bu devredilemez haklar, yaşama hakkı ve mülkiyet hakkıdır ve toplumsal sözleşmenin ortaya çıkmasından sonra yasakoyucu bile, bu iki hakkı ortadan kaldıramaz. İnsanlar, doğal durumdaki özgürlük ve eşitliklerinin belirli türden bir çatışma ve savaş ortamı içinde bozulacağı endişesiyle, hak ve özgürlükleri konusunda ortak bir irâde sergileyerek toplumsal sözleşmeyi kabûl etmişler ve belirli türden bir devlet düzeni kurmuşlardır ki, bunu korumak durumundadırlar.
Bu bakımdan adâlet, Locke’a göre hem akla, hem ahlâka, hem de insanın doğal varlık yapısına uygun bir biçimde hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesidir ve insan özgürlüğü, ancak bu tür bir adâlet görüşü içinde anlamlıdır. Toplumsal adâlet ise irâde, seçme ve isteme özgürlüğüyle ilgili olmaktan çok, yapma özgürlüğüyle ilgilidir ve özgür eylemin pozitif adâlet içinde ortaya konması, insanın doğal, toplumsal, ahlâkî ve insânî ödevidir. Temel hakları ihlâl eden ya da bunların korunması için gerekli irâdeyi sergilemeyen yönetim biçimleri ile yasama ve yürütme faaliyetlerinin ise hiçbir meşrûiyeti yoktur.
Diğer taraftan, Locke’a göre insan özgürlüğüyle ilgili olarak, toplumsal sözleşme kadar toplumsal rızâ da son derece önemlidir. Nitekim yasakoyucu, Hobbes’un kabûl ettiğinin aksine, sınırsız yetkilere sâhip değildir. Yasakoyucuya tanınan yönetme yetkisi, temel hakları korumak, bu konuda gerekli cezâları düzenlemek, yabancıların vereceği zararlardan toplumu sakınmak ve yönetim işlerinde tüm toplumun çıkarlarını gözetmektir ve doğal özgürlük ile eşitliğin adâlet ilkesi içinde toplumsal özgürlüğe dönüşmesi, iktidârın bu yetkisine dâir toplumsal rızânın sağlanmasına bağlıdır.
Başka deyişle, toplumsal sözleşme aslında, iktidârın meşrûiyetinin kaynağıdır; yönetme yetkisinin kullanılmasına dâir meşrûiyet ise toplumsal rızânın sağlanmış olmasına bağlıdır. Yasakoyucu, adâlete aykırı olarak ve toplumun rızâsını almadan zor kullanamaz. Aksi takdirde yönetme yetkisi, gasp ve zapt etmelerle sonuçlanır. Hâliyle yapma özgürlüğü, toplumsal sözleşme ve toplumsal rızâyla bir bütündür; bu bütünü gözetmeyen bir sistem ise tiranlıktır.
Notlar:
İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, Cilt: II; John Locke, Öteki Yayınevi, Ankara 1999, syf: 171
A.g.e. syf: 351
“Uygar Yönetim Üzerine İkinci İnceleme’den Seçme Parçalar”; John Locke; Batıda Siyasî Düşünceler Târihi, AÜSBF Yayınları, Ankara 1969, syf: 167-73
A.g.e. syf: 176-82
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Sessiz Vedâ ...
Sana sustukça, kendime kusacağım biliyorum.
Yetmiyor hiçbir şey,
Yetemiyorum kendime!
Sensiz gülmektense,
Seninle ağlamaya bile razıyım !
O kadar ayrıyız ki artık,
Ben her zaman hüzün veren bir günbatımıyım.
Sen her sabah yeniden doğan güneş,
Buluşmamız bile imkansız güneş tutulsa bile.
Senin doğduğun yerlere bile uğrayamıyorum artık
Batıyorum kendi başıma
Bitiyorum tek başıma
Çoğalamıyorum artık, hep azalıyorum
Hep susuyorum kendime!...
Dilimde ardından kalma beddualar, Şiirlere dönüştü.
Ben hiç beddua etmedim, edemedim
Tek bedduam beni özlemen,
Dilimde, Sensizliğim bir Şiir oldu…
O kadar ayrıyız ki artık,
Sanki dünyanın bir ucunda kaldın, bir ucunda ben
Koşsak birbirimize, zaman bile yetmez belki
O kadar uzağız artık…
Sen gökyüzü kadar uzaksın,
Ben yeryüzü kadar yerdeyim.
Bu Vedâ’yı sessizce kendi kendime yapıyorum.
Sessizce ağlıyor, sessizce gidiyorum.
İçimin haykırışlarına inat, sesimi de alıp gidiyorum.
Sana ömrüm dedim, ömrüm son buldu,
Şimdi ölü/m oldum!...
Nevin Akbulut
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.
Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.
5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k
http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|