Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.922

 25 Mayıs 2012 - Fincanın İçindekiler


  • KEMİK -2 ... Seyfullah Çalışkan
  • MUSTAFALAR VE… ... Hamdi Topçuoğlu
  • Psikolojik Analizler; Sevdiğim Şehrin Yağmurunda ... Nevriye Hamitoğlu
  • Reklamlar : Tünaydın Türkiye... ... Ahmet Şeşen
  • Bir Çift Ayakkabı ... Buket Çetin
  • İran Türkiye olur mu? ... Cem Polatoğlu
  • BEDELLİYİM, BEDELLİSİN, BEDELLİ ... Abuzittin Tırlak
  • Yunus Emre ... Neslihan Minel
  • Şizofren Duygular(ım) – 1 ... Nevin Akbulut
  • Nietzsche ve Hıristiyanlık I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Atatürk'ü artık ANMAYACAKSIN arkadaş!..


    19 Mayıs Atatürk'ü An-MA, Gençlik ve Spor Bayramı sırasında İzmir'deydim. "Anma" sözcüğünü yalın olumsuz haliyle algılayıp en nanköründen sözde kutlanan buruk bir bayramın, en değer verildiği yerdeydim. Yurdun dört bir yanında, dış temsilciliklerimizde, yavru vatan Kıbrıs'ta, Atatürk anıtlarının polislerce sarılıp, korunup kollandığı, çiçek ve çelenk bırakmak isteyenlerin "bombacı" zannıyla engellendiği, cüret edenlerin "biber gazı" ile püskürtüldüğü bir günde Ege'deydim.

    Tüm üstün gayretlere(!?) rağmen devşirilip dönüştürülememiş yerler oralar. Tayyip Bey ve şürekasının "olmazsa olmaz" diye peşinden koştuğu bir vatan parçası İzmir. Tayyip Bey yönetimindeki nankör devletle vefalı halkın çatışması yaşanıyor oralarda. İzmirli, denize bakan tüm balkonlarına Atatürk posteri ve bayrak asarak, hatta her ikisinin bir arada olduğu simge flamayı dalgalandırarak gösteriyor kurucusuna saygıyı. Oysa İstanbul'da oturduğum 2 bloklu 60 daireli sitenin bir tek balkonunda bayrak asılıyor bayramlarda. Demek ki, bir tek ben statükocu, bir tek ben faşist, bir tek ben vatan haini, diğerleri demokrasi havarisi, yetmez ama evetçi, dört çekerli yeşil sermayenin yeni yetme zenginleri.

    Galatasaray şampiyon oldu diye kamyon boyutlu dört çekerine astığı koca sarı kırmızı bayrakla, kafada iki karışlık Versace bez, bir elde telefon, öbür elde sigara caka satan ihale kısmetlisi, Atatürk'ten geçtim, 23 Nisan'da, 19 Mayıs'ta bir bayrak asmayı bile gereksiz görüyor artık bu memlekette. İşte bu duygularla, gözlerim dolarak dolaştım İzmir'de. Herşeye rağmen günün birinde mecbur kalırsam kaçıp sığınabileceğim bir vatan parçası olduğu için de şükrettim. Yeni yetme dönemlerimi geçirdiğim, beni ben yapan değerlerimi aldığım 2 şehir var bu memlekette, biri İzmir diğeri Eskişehir. Her ikisinin de çağdaşlığa bu denli sarılmasını gıpta ile izliyor ve gurur duyuyorum.

    Tüm illerde polis marifetiyle korunan Atatürk anıtlarından bir tek İzmir Cumhuriyet meydanındakine çelenk bırakılabilmiş. Düzenlenen yürüyüş nedeniyle anıtın etrafını saran halk başlarının üzerinde taşıyarak koymuş çelengi. Halkı Atatürk'ten koruyan polis te ne yapacağını şaşırmış. Ben günün birinde bu olayları kahkahalarla anlatacağım günlerin hayalini kurarken televizyondan bir meczubun dayanılmaz sesi yükseliyor. Bıraktığı sakalı ve kravatsız gömleğiyle yalakalık yaptığı zihniyete pek yaklaşmış tarz ve tavrıyla, yatak odası sesiyle kusuyor kinini Türköne. "Kemalistler darbecidir. Demokrasi istemezler." Hemen zaplıyor ve National Geography kanalına geçiyorum, tavuk boğazlayan yılanlar var ekranda. İnsan kılığındaki sürüngenlerden evlâdır deyip kalıyorum.

    Pislik öylesine arttı ki, temizlemenin imkanı yok. Makyajla idare etmenin de bir sonu var çünkü. Halının altına süpürmekle pislikten arınmıyor insan. Geçen gün Radikal'e bir röportaj vermiş Murathan Mungan, "Bu halı çok kabardı. Türkiye'nin bilinçdışı artık halının altına süpürülen gizli gerçekleri kaldıramıyor." diyor. Ne kadar doğru. Hemen her dönem kendi dinamikleri içinde halı temizliğine girişmiş, bu belli. Ama 11 yıldır iktidar koltuğunu işgal edenlerin bulaşıkları yıka yıka bitmeyecek cinsten. Mungan devam ediyor; "Türkiye'de aşağı çekilemeyen tek şey seçim barajı. Sistemi baraj kapakları ile hapishane duvarları ayakta tutuyor." Var mı itirazı olan?

    Amerikan gazetesi uyandırmasaydı halının altına saklanan kanlı pamuk olarak kalacaktı Uludere. 3 maymunu oynayan medyamız sayesinde yattığımız gaflet uykumuzdan Amerika borusu sayesinde uyandık. İdris Naim Şahin adlı asayişten sorumlu bakanı televizyonda dinlerken küçük büyük ne dil varsa yutuyordum az kalsın. Göreve geldiğinden beri devirdiği çamları gene bir ağaç hikayesiyle ayağa kaldırmaya çalışması takdire şayandı. Ihlamur ağacını çınar sanmış ta, bizim gazeteler de "gene karıştırdı" demiş. Senin beyin kıvrımların karışmış bakan bey, ağaçlar karışsa ne yazar. Uludere'de ölenlere figüran deyip geçiştiren, altyazıyla "Öldüler de kurtulduk, ne halt etmeye kızıyorsunuz bana?" diyen, eskinin light militanı, bugünün hasbelkader içişleri bakanı. Sınır ötesi harekata kimin emir verebileceğini bile bilmeyen ya da bizi salak yerine koyan yağsız, şekersiz bir light bakan işte. Ama suyu iyiden iyiye ısındı. Önce Hüseyin Çelik sonra Tayyip Bey ağzının payını verdi sayılır. Gidicidir Naim, bağlasan duramaz. Güvenilir kaynaklardan aldığım duyumlara göre "BGÜT (Biber Gazı Üretim Tesisi)" kurmak için Endonezya'dan yatırımcı aramaya başlamış. Güvenilir kaynağımı açıklıyorum, Penguen.

    Gazetede gördüğüm resim nedeniyle söylemezsem çatlarım. 3+3 formüllü memur zammını protesto eden kadın memuru bir diğer kadın polis memuru saçından yakalamış yerde sürüklüyor. Yüzündeki ifade müthiş, en ufak bir tereddüt yok. Genç te üstelik. Araştırmaya göre %80'i şiddet gören gençliğin, devlet destekli, ful donanımlı şiddet robotu olmuş. Polis bayramlarında "Hizmetinizdeyiz, biz sizin için varız." demelerinin nedeni artık daha iyi anlaşılıyor. Varlar çünkü dövüyorlar, varlar çünkü gazlıyorlar. Biz olmasak kimi dövecekler, eğitimini aldıkları biber gazını kime sıkacaklar? Kendinize iyi bakın gazdan dayaktan sakının.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KEMİK -2

    Ambulansın feryadı figan içersinde sokakları inleterek acil servise geldiğimizde yaşlı kadını sedye ile indirdiler. O telaşın içinde genç bir doktor yanıma geldi.

    - Teyzemin nesi var?” diye sordu.
    - Evinin avlusunda düşmüş. Bulduğumuzda yerde yatıyordu. Alıp hemen hastaneye getirdik,” dedim.
    Doktor bu sefer sedyede yatan yaşlı kadına yöneldi.
    - Teyze neyin var? Ne oldu sana?
    - Düştüm yavrum, işte buram çok acıyor, diyerek sağ uyluk kemiğini göstermeye çalıştı.
    Doktor bana döndü;
    - Sen teyzemizin kızı mısın? diye sordu.
    - Komşusuyum, insanlık namına hastaneye getirdim işte.
    - Hastaneye yatırmamız lazım, imza için gerekli olacak, dedi. Oğlu, kızı veya gelebilecek bir yakını var mı?
    - Almanya’da bir kızı var. Başka kimsesi yok diye biliyorum.

    Genç doktor çaresizlik içinde ellerini havaya kaldırdı. Yaşlı kadını röntgene gönderdi.

    Benim de dışarıda beklememi söyledi. Acil servisin kapısı dur durak bilmeden arı kovanı gibi işliyordu. Üstü başı kan içinde erkek ve kadınlar geliyordu. Ve yanlarında ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş, korkuyla etrafına bile bakmadan koşturan insanlar. Şaşırtıcı derecede acılı insanların hepsi aynı görünüyordu. Acı ve endişe sınıf veya sosyal statü ayrımı yapmıyordu. Bu kapıdan giren ( şişmanı, cılızı, zengini, fakiri, kadını, erkeği, güzeli, çirkini, köylüsü, kentlisi) hepsi aynıydı. Bütün bedenleri ve duyguları çaresizlik batağında çırpınıyordu.

    Yaşlı Kadın

    Sedyeyi koşar adım sürüp beni röntgen odasına götürdüler. Görevli dışarı çıkıp giysilerimi çıkarmama istedi. Kıpırdanamadığımı görünce koşarak dışarı çıktı. Hacer’i çağırıp geldi. O canımı yakmadan fistanımı yukarıya sıyırdı. İç dizliğim ortaya çıkınca ödüm koptu. Ömrüm boyunca bir başkasının önünde soyunmadım ben. Üstelik korkudan biraz altıma da kaçırmıştım. Islaklık çoktan geçip gitmiş ama renginden anlaşılır. Hacer’i birkaç yıldır tanırım. İyi kadındır. Beyaz paçaları lastikli iç çamaşırımı çıkarırken bir yandan da beni teselli etmek için konuşup duruyordu. “Sıkılma teyze, sen yaşlısın. Üstelik çamaşırların sakız gibi zaten. Sıkma canını sen. Hem kirli olsa ne olacak. İnsanız hepimiz sonuçta. Senin kusuruna bakacak değilim ya. Boş ver bunları. Bizim daha büyük dertlerimiz var…” Başkasının benim giysilerimi çıkarması, buna mecbur kalmak canımı kemiğimden daha çok acıttı.

    Hacer, alt kısmımı soyduktan sonra üzerime bir çarşaf serip röntgen görevlisine haber verdi. Görevli geldi. Beni odada yalnız bırakıp kendisi de çıktı. Birkaç dakika sonra tekerlekli sedyeyi iterek bani acil servise geri götürdü. Perdelerle bölünmüş cadır gibi bölümlerin birisinde yarım saat bekledikten sonra doktor röntgen filmiyle beraber geldi. “Teyze benim uzmanlık alanım değil sende galiba kırık var. Ben ortopedist doktora telefon ettim. Birazdan gelip filme o da bakacak,” dedi ve gitti. Kimsenin yokluğunu fırsat bilerek Hacer’den çamaşırımı giydirmesini, fistanımı düzeltmesini istedim. Sanki herkes çarşafın altında yarı belimden aşağıya çıplak olduğumu görüyormuş gibi hissediyordum.

    Çok geçmeden ortopedist uzman bir doktor geldi. Filmleri götürüp ışıklı bir kutuya astı. Evirdi çevirdi baktı. Olmadı bir kez daha baktı. Yalanım varsa iki gözüm önüme aksın en az on dakika baktı. Sonra “Hastayı Ortopedi servisine alalım. Kalçasında kırık var,” dedi. Bir hasta bakıcı ve Hacer Komşum beni alıp uzun koridorlardan geçitiler. Asansöre bindirip üç kat çıkardılar. Servisin girişindeki hemşire odasına uğradık. Emekliliği yaklaşmış kepi şeritli bir hemşire bunu Hilmi Elmacıoğlu’nun servisine yatırın” dedi. Girdiğimiz koğuşta benim dışımda sekiz yatak vardı. Ve hepsi doluydu. Hasta bakıcı ve Hacer çarşafın iki başından tutarak beni boş olan yatağa geçirdiler. Kapıdan çıkarken hasta bakıcı geri dönüp uzun uzun Hacer’e ve bana baktı. Yanımdaki yatakta yatan çocuğun annesi; “ Hastabakıcıya birkaç kuruş verin. Bir sigara parası atsanız fena olmaz,” dedi. Hacer ve ben önce bön bön adama baktık. Sonra da ezilip resmen erin dibine geçtik. Çünkü üzerimizde beş kuruş bile yoktu. Ama o hastabakıcı belki de bizi para canlısı belledi.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      MUSTAFALAR VE…

    Gümüşlük Akademi’sinin toplantı salonunda kısa sakallı bir genç “Permakültür”den söz ediyor. Salonda 16 kişiyiz. Dinleyicilerin arasında Bodrumlular kadar Van’dan, Ankara’dan, İzmir’den gelenler var. Katılımcıların çoğunun genç olmasından dolayı mutluyum.

    “Permakültür” benim için de çok yeni bir kavram. Oğulları da bu konu üzerinde çalışan Tülay –Kadir Vargı arkadaşlarımdan kulak dolgusu bilgilerle tarımda çevreye duyarlı bir proje olduğunu biliyorum. Amacım bu anlayışın çevremizde uygulanabilirliğini sorgulamak.

    Permakültür Avustralya’da doğmuş. Permakültürcüler toprak kirliliği ve kaybının dünyanın sonunu hazırladığına inanıyorlar. Bu yüzden üretimde ekosistemlerin çeşitliliğine, istikrarına ve esnekliğine büyük önem veriyorlar. Sistemin kurucusu Bill Mollison’un “Sürdürülebilir tarım olmaksızın istikrarlı bir sosyal düzen mümkün değildir.” sözünü ben de önemsiyorum.

    Kursu veren Mustafa Fatih Bakırcı bir mimar; ama geleceğimiz için bir şeyler yapması gerektiğini düşündüğü için, Avustralyalara kadar gidip bu konuda eğitimler almış; sonra da Bayındır - Marmariç köyünde arkadaşlarıyla bu tür yaşama ve üretmenin bir örneğini kurmaya girişmiş.

    Onun anlattıklarının birçoğu babamdan öğrendiğim şeyler. Mustafa da yeni şeyler peşinde olmadıklarını peşinen söylüyor. “Atalarımız aslında doğruyu biliyordu.” diyor. “Onların bilgilerini yeniden kullanarak doğayla barışmamız gerek.”

    Mustafa yapıcılık ve yıkıcılığımızı örneklerle anlatırken, beynimde Sait Faik’in bir evlek toprağı işleyerek sebzelerin meyvelerin en lezzetlilerini yetiştiren Kör Mustafa’sı ile Refik Halit Karay’ın yatır çevresindeki ağaçları kesebilmek için dini kullanan İlistir Nuri’si cenk ediyorlar.

    Kamuoyunda 2B olarak bilinen orman vasfını yitirmiş arazilerin satışı ile ilgili haberleri anımsıyorum. Satışa sunulacak arazi bakımından 45 bin 548 hektarla Antalya birinci sırada yer alıyor. Onu Balıkesir, Mersin, Adapazarı, Muğla ve İstanbul izliyormuş. Tahmin edileceği gibi Orta – Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan birçok ilin 2B listesinde adı bile yok.

    Dağlarca’nın “Çamı bitmiş kavağı azalmış/Gamla örtülü bayırlar çıplak değil.” dizelerini, ilk gençlik yıllarımda Ankara’ya giderken, Afyon’dan sonra karayolunun çevresinde birkaç söğüt ve serviden başka bir ağaç görmeyince anlamlandırabilmiştim.

    Anadolu’nun ormansızlığının nedenini, okullarda bize iklim diye yutturmuşlardı. Ama Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini okuyunca 400 yıl önce Anadolu’nun her tarafının yemyeşil olduğunu öğrenmiştim. Bu kısa sürede ne olmuştu da tükenmişti bu ormanlar? Anadolu neden çöle dönmüştü? 2B yasasını çıkaranların hiçbiri bilmiyor muydu bu gerçekleri?

    Mustafa’nın sözünü ettiği atalarımız, bu ormanı halledenler olmasa gerek.

    Yazık! Nerede bir yeşil ağaç görsek aç kurtlar gibi saldırıyoruz. Önce yakıyor, yıkıyor, sonra da böyle “kılıfına uydurma” yasalarla buraları imara açıveriyoruz.

    Mustafa, anlatırken Akademi’nin bahçesindeki palamut, pırnal ve ahlat ağaçları arasından karşıdaki çıplak yamaçlara bakıyorum. Ötelerde öbek öbek kibrit kutusu evler var. Mayıs sonu olmasına karşın bu evlerin ancak %10-15’inde insan olduğunu adım gibi biliyorum. Hal böyleyken iş makineleri beri yakada yamaçları kazmaya devam ediyor.

    Kazın, diyorum, içimden. Bodrum yarımadasında kazılacak yer çok daha.

    Bir zamanlar, “Bu dağlar niye ormanlaştırılmaz?” diye sormuştum yetkilinin birine. O da SİT kurulu izin vermiyor demişti?

    Tam bizlik bir yaklaşım, Ormanlaştırmaya izin yok; kazmaya devam… Nasrettin Hoca’nın ruhu şad olsun.

    Bu akşam Gümüşbahçe’de Ayhan Ongun’un Köşeli Yazılar’ı, Ludmila Denisenko’nun “Böyle Bir Kars’ı ve benim Karya’dan İyonya’ya Güneşli Yağmurlar Ülkesi kitabımın tanıtımı var. Gümüşlük’te böyle bir etkinliğe kaç kişinin itibar edeceğini tahmin etmek zor değil: “Sen, ben ve bizim oğlan!”

    Bir yanda doğanın ürettiği her değere çekirge sürüsü gibi saldıran, üretmeyen ya da ürettiğinden fazlasını tüketen, okumayan bencil mi bencil yığınlar, bir yanda kayada ot bitirmeye çalışan Mustafalar…

    Bir ara, bu son derece iyi yetişmiş genci dinlerken iktidarın ulusal bayramları kuşa çevirme gayretlerini çoktan unuttuğumu fark ediyorum. Mustafa, Mustafa Kemal’in düşlediği, “Gücünü, sorumluluklarını bilen, yaşanası bir dünya için üreten ve ürettiği değerleri gönül dolusu paylaşan” gençlerden biri.

    Onlar, yangına gagasında su taşıyan serçelerimiz bizim. Bu dünya yangınını söndüremeyeceklerini bilseler de, yangına çalı atmanın; hatta sessiz kalmanın bile ne büyük ahlaksızlık olduğunu iyi biliyorlar.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Psikolojik Analizler; Sevdiğim Şehrin Yağmurunda

    Yağmurlu bir bahar gecesinde düşünceler oluk oluk akıyor benliğimde. Mis gibi toprak kokusu yine etrafı sardı. Aklım Edirne’de, kendimi bulduğum, aşık olduğum şehrin yağmurlu gününde… O gün yağmur yağacaktı, daha kararmayan gökyüzünü gri bulutlar kaplamıştı. Öyle tatlı bir rüzgar esiyordu ki ne sıcak ne soğuk. Yürüdüm alabildiğince, gittiğim ve gidebildiğim kadar. Ağaçlar vardı yollarda hem de ulu. Ağaçların yaprakları dallarında şarkı söylüyordu ve ben de tatlı bir müziğin büyüsünde yürüyordum yavaş yavaş… Hissettiğim huzurun bitmesini istemediğim anlardan biriydi yaşamımda. Aklımda ne geçmiş, ne bugün, ne de gelecek vardı.. Sadece o andı hissettiğim. Derin ve beni sevindiren huzur…

    “Yaşamak” dedim sessizce. “Ne güzeldir yaşamak. Anlayabilmek hayatı, iyisi ve kötüsüyle… Hiçbir şey için üzülmemek… İnsan farkında olabilmeli güzelliklerin. Bir ağaç dalındaki yapraklara baktığında ya da bahçedeki bir çiçeği koklayıp rengini incelediğinde, havada bir kuş uçarken süzülüşünü seyrettiğinde anlamak lazım yaşamın varlığını. Belki de doğa sadece göstermez bize, bir bebek gülümsemesi, çocuk kahkahası da bizi mutlu etmek için yeterli. Yaşamak diyorum işte… Ne güzel?”

    Yürürken düşündüklerim bunlardı elbet. Yanımdan geçen her insana hafiften gülümsedim. Belki de bir daha asla görmeyeceğim yüzler. Hiçbir çıkar peşinde olmadan kalbimin sıcaklığını gösterdiğim insanlar gibi gördüm yanımdan geçenleri… Beni yanlış anlamalarından da biraz ürpererek… Dost yanlısı bu şehrin insanları, selamlarını esirgemediler benden. Yürüdüm aşık olduğum şehrin ağaçlı caddelerinde. Toprak kokan, tarih kokan sokaklarının kaldırımlarına yağmur damlaları düşmeye başladığı zaman, hızlandı adımlarım. Fakat ben ıslanmaktan korkmadım. Belki de bu yağmur son defa yağacaktı ben ondayken. Sıklaşan adımlarımı yavaşlattım, son yağmurun tadını çıkarmak için. Saçlarımı karıştıran rüzgara gülümsedim. Damlalar iri tanelerle ıslattı saçlarımı ve sonra yüzümü, omuzlarımı, ellerimi. Aldırmadım tenime değen ıslaklığa, sevdiğim şehrin sokaklarına veda ettim yürürken. Öyle yağmaya başladı ki yağmur, sokaklarda ne insanlar ne de onların renkli şemsiyeleri kaldı. Herkes siperlendi bir yerlere. Bir tek ben vardım sokakta bir de koşuşturan kediler. İşte o zaman sanki ben sevdiğim şehirle yüzleştim. O beni, ben onu hissettim. Bu şehirde geçirdiğim her anın güzelliği, beni büyüleyen yeşilliği ve uzun süreli günbatımı için aşık olduğum şehre teşekkür ettim. Keşke kalabilseydim sevdiğim şehirde. Ama her güzel şeyin nedensiz sonları gibi o da ömrümde bitti. Yağmurlu bir bahar gününün izlerinde anılar kaldı sadece belleğimde.

    “Yaşamak” diyorum. Her gün gibi her yağmur damlasını hissetmek, hissedebilmek, hatta onun için şükretmek… Etrafımıza bakıp sevdiklerimize sarılmak belki de. Duygularımızı anlatabilmek özgürce. Küçücük bir çocuk misali en sevdiğimiz yiyeceği kendimize ısmarlayarak kendimizi mutlu etmek. Yolda yürürken kalabalıklara aldırmadan aklımızdaki şarkıyı söylemek, dilediğimizce… En önemlisi de sevmek… Kendini, sana yakın olanları, insanları, hayvanları, çiçekleri, ağaç yapraklarını ve hatta karıncaları bile sevmek… Hayat en güzel yollarını sunacak bize o zaman. Her şeyi ve yaşadığın her anı sevmek… Benim yaptığım da bu; yağmurlu bir günün karanlık gökyüzünü bile sevebilmek…

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Reklamlar : Tünaydın Türkiye...

    Oldum olası severim şu reklamları. Hatta; araya reklamlar girince zap-zup yapılmasına bile karşı çıkarım. Hoş şimdi hepsi ağzı birliği etmişçesine ve hemen hemen dakika farkıyla reklama daldıklarından zap-zup severleri de iyice kızdırır oldular. Kimi antipati, kimi sempati dolu ama ben işin empati yanıyla ilgilendim bu hafta. Farklı temalarla bir dolu gösterilen “Günaydın Türkiye” reklamını sizler için günümüze uyarladım.

    Tünaydın Türkiye...
    Bugün; hemen hemen “3.400 çift” çocuk sahibi olacak. Bunların en az “400” tanesi henüz “1 yıl” öncesine kadar “çocuk gelin” olan annelerden oluşacak. Maaile; yeni doğan bebeğe en güzel isim düşünülecek. En az %49’una manidar ve birçoğuna da dedesinin ismi verilecek. Ama bunların tamamı henüz oyun oynama yaşında iken; “Kes bir dörtlük yağlı olsun” uygulamasıyla okul yoluna gidecek. Belki de; bunların “1.500” kadarı “Psiko-Laktoz” nedeniyle içtikleri sütten karınları ağrıyacak. Tamamlayan kız-erkek öğrencilerin %49’u imam veya hatip olmaya çalışacak. Hatta; kız öğrencilerin en az %49’u tarafından “Kes bir dörtlük daha ev paketi olsun” tercih edilecek.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; konuyla uzak yakın yok alakası... Arkasında; köşebaşında yalakası...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; aşağı yukarı müracaat eden “1.900 genç çift” adayından; “1.800 genç çift” evlenecek. Tören sırasında annelerin çoğu gözyaşı dökecek. Hatta; bunların en az “210” tanesi “Kes bir dörtlük daha ev paketi olsun” tercihli “çocuk gelin” olarak nikah masasına oturacak. Ha bu arada; “1.590” ayağa basma girişiminin tamamı başarılı olacak. İtiraz eden “210” tanesinin ağzı-burnu kırıldığından ayağa basma için haybeye mücadele etmeyecek. Bu arada; “100” tanesi itirazı fazla uzattıkları için “töre cinayeti” sonucu kurban edildiğinden nikah masasına teşrif bile edemeyecek.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; sıpot sıpot kampanyası... Arkasında; hisseli harikalar kumpanyası...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; “65” yaşına gelebilmiş yaklaşık “1.420 kişi” emekliliğin ilk gününün keyfini çıkaracak. Yıllarca ay sonunu iple çekerek getirmiş olanlar için artık “her gün” ay sonu gibi olacak. Yakını görmekte zorlanan gözler artık bulmaca sayfalarına, çiçek yapraklarına veya minik torunun ilk adımlarına daha çok bakacak. Zira; ne “asgari ücrete ait büyüme endeksli katsayıyı” ne de kişi başına düşen şaşalı “gayri safi milli hasılayı” görebilecek.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; %3,5+%4... Arkasında; bu deliği nasıl örtebilirsen öyle ört...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; önceki paragrafta bahsedilen 400’e yakın genç dede emekli maaşını aldığı gibi yeni bir “telefon” almaya gidecek. Dostlarla derin teknolojik tartışmalar yapılacak, e tabi “kuş kadar maaş” değil “kuş kadar tuş” hakkında şikayet edilecek. Dedeler tüm bu zahmete torunlarının güzel yüzünü telefonun ekranında görmek için katlanmak yerine evlatlarına; “Özlüyoruz yahu, getirin şu torunu, başlatmayın cep telefonunu...” diye giydirmeyi tercih edecek.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; emeklinin geçim derdi... Arkasında; bu Salı ortalığı yine kim gerdi...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; yaklaşık “2.100” yeni otomobil, delik deşik yollara çıkacak. Çeşitli çap ve ebat “2.000” nazar boncuğu aynalara takılacak. Motora çok gaz verilmemeye, frenlere çok hızlı basılmamaya, park ederken sağa sola dokunmamaya ekstra özen gösterilecek. İlk benzin alma işlemi için durulduğunda; yeni otomobil olduğunu hemen çakan pompacıya ( nasıl beceriyorlarsa ) bahşiş verilecek. Faltaşı gibi açılan gözlerle; litre fiyatının 4 TL üzerinde olduğu ve 1 depo benzin için 260 TL ödeneceği görülecek. Sonuçta; sadece haftasonu kullanabilmek üzere evin önüne güvenli bir şekilde park edilecek. Metrobüs, minibüs ve otobüs gibi çağdaş ve teknolojik toplu ulaşım araçları ön plana alınacak.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; nazar boncuklu el halısı... Arkasında; benzinin en pahalısı...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; evden eve taşınıp durmuş “1.100 kiracı aile”, sonunda “ev sahibi” olmanın mutluluğunu yaşayacak. Gidecek başka yeri, oyun oynayacak parkı olmadığından zaten çoğu zamanını “Tower AaVeMe” katlarında geçiren yüzlerce çocuk “Mall” gibi bir yerde uyuya kalacak. Bazıları her nedense ve nasıl derlerse şu “Residence” bir türlü alışamadığından olsa gerek gece tuvaleti geldiğinde kendini “Fast Food” dükkanlarından birinin önünde bulacak.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; yapamaz dediler yaptım oki-doki... Arkasında; Japon işi toki-moki...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; “işleyen demir ışıldar” nasihatıyla büyümüş genç bir işadamı, “ihracat” yaptığı ülkelere bir yenisini eklemenin heyecanıyla fabrikasında yabancı konuklarını ağırlayacak. Fabrikanın temellerini küçük bir atölyede atmış olan dedesi ise yabancı misafirlere çat pat ingilizcesiyle; “ithalat değil, ihracat” demeye çalışacak. “Bütçe Açık, Cari desen Kaçık amma velakin Ekonomi tıkırında” konusunda iyice beslenmiş olan “oğlu” ve “torunu” ile gurur duyacak. Çekilen fotoğraf ise; üç kuşağı bir araya getirecek.
    “Üreten-Tüketen-Yabancıya Devreden”
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; az ama babalar gibi sattım... Arkasında; yan gelip yattım...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; Üniversite mezunu en az “750 genç” bir büyük umutla iş aramaya başlayacak. Bunlardan en az “500” tanesinin kravatını babasının bağlamasına ve hatta o babaların çoğunun oğluna kızgınlık taklidi yapan bir gururla; “Evladım koskoca işadamı oldun, artık kravatını kendin bağlamayı öğren” demesine gerek kalmayacak. Zira; ya kravat gibi gavur icatları modern ülkemizde “Out” olacak ya da iş bulamadığından o gencin kendisi “Aut” olacak.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; işsizlik oranları düştü... Arkasında; denilenin aksine o bir Düş’tü...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; 1.500’e yakın “küçük işyeri” açılacak. Hepsine sağ ayakla girilecek, “hayırlı, uğurlu olsun” denilecek, “bol kazançlar” temenni edilecek. Ve en az 1.400’ünün duvarına “siftah parası” asılacak. Aylar sonra yok “KaDeVe”, yok “ÖöTeVe”, yok “SeSeKe” ve peşinen “Muhtasar” gibi öde öde bitmeyen ödemeler nedeniyle; bunlardan en az 1.000 kadarı “Bu iş beni hem aşar hem kasar, daha da fazla büyümeden şu hasar” sözleriyle önce “Devren” o da olmazsa “Külliyen” şekline dönüşecek.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; doğalgaz ve elektrik... Arkasında; güncelledik ve aylara endeksledik...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; üstteki paragraf sonucu işlere yetişemediğinden yakınan geri kalan 500 esnaf henüz öğlen olmadan işyerinin camına “çırak aranıyor” ilanı yapıştıracak. Allahtan imdadına; “Kes bir dörtlük yağlı olsun” uygulaması sayesinde istihdama hazır çocuklar içinden akşam olmadan aradığı çırağı bulacak ama bu kez de yeni çırağın sakarlığından yakınacak.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; istihdam cenneti... Arkasında; çocuk işçi cinneti...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; yine üstteki paragraflara benzer şekilde, eşine dostuna yıllardır nefis “mantılar” açmış “hamarat bir kadın”, şehrin işlek caddesinde kendi mantı salonunu açacak. Lokantaya mutlaka “kızının adı” verilecek. Mantılarını afiyetle kaşıklayacak ilk müşteriler ikinci tabakları için sabırsızlıkla bekleyecek. Birkaç aya kalmadan; maliyetler artacak, hamarat kadın kendini tartacak, belki de o güzelim mantısının içine “soya küspesi” ve benzeri bir dolu malzeme katacak. Ha, belki de “Le Manthı De Lüp Lüp” zincirlerinin halkalarından birine kapağı atacak.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; girişimcilik hayalleri... Arkasında; ne olacak halleri...

    Tünaydın Türkiye...

    Bugün; birikimlerini değerlendirmek isteyen 10.000’lerce kişi hangi “yatırım” aracını seçeceği konusunda bir bilene danışacak. Mahallenin uzmanları toplanacak, her biri ayrı bir yorum yapacak. Yani; ortaya çıkan görüntü “ekonomi” hem de “spor” programlarını aratmayacak. Ha, bu arada bunların en az %99’unun ise; “zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış” deyişini hatırlatacak kadar birikiminin olmadığı sonradan anlaşılacak.
    Bugün Türkiye; 1 adım daha gerisin geri ileriye gidecek...
    Önünde; maksat muhabbet olsun... Arkasında; incir çekirdeği dolsun...


    Tünaydın Türkiye...
    Uyanabilsen...
    Sadece Üsküdar’da değil, her yerde sabah olduğunu göreceksin...


    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Buket Çetin

     Kahveci : Buket Çetin


      Bir Çift Ayakkabı

    “Aferin sana” dedi öğretmen Handan’a. “Bu hafta da en çok kitabı sen okumuşsun” Yüzünde yine güller açtı Handan’ın. Ela bakışlarını öğretmeninin yüzünde, sınıftaki arkadaşlarının alkışlayan ellerinde gezdirdi. “Teşekkür ederim” dedi utangaçça ve sessizce geçip sırasına oturdu. O, sessizce geçip sırasına otururken öğretmenin bakışları takıldı Handan’ın küçük ayaklarına, küçük ayaklarındaki büyük ayakkabılara. Ertesi gün bir sürprizinin olduğunu söyledi Handan’a.

    * * *

    1. sınıf öğrencisiydi Handan. Okumayı ilk o öğrenmişti ve o günden beri durmadan kitap okurdu. Daha okula başlamadan küçücük bir kızken, çantasını alıp okul yolunu tutanlara imrenirdi hep. Onlar gibi çantasını alıp, köyün ince, taşlı yolundan okula gittiğini hayal ederdi. Köyün çocukları karınca dizileri gibi bu ince taşlı yola döküldüklerinde arkalarından bakakalırdı köyün sabahlarında. Sonra da annesinin “Handaaan” diye bağıran sesiyle uyanıverirdi sabah uykularından. Sabah uykularının okul düşlerinden…

    Zaman bir türlü geçmezdi Handan için. Hani bir akıp da şöyle onu da düşürmezdi bu ince, uzun okul yoluna.

    Sabahları gidişlerini izlediği okul çocuklarının öğlenleri dönüşlerini izlerdi yine düş dolu bakışlarla. Onların çantalarını açıp içlerinden defterlerini, kitaplarını çıkarmaları bambaşka bir masaldı Handan için. Parmaklarını yalayıp çevirdikleri defter sayfalarının hışırtısı, o defterin üzerinden salına salına yürüyen kalemin gidişi, kalemlerin uçlarının her kalınlaştığında kalemtıraşla ince ince açılışı, bazen yanlış yazılmış yazıları silerken silginin sayfalarda dans edişi, kitapların üzerinde yan yana dizilmiş yazılar, rengarenk kitap sayfaları ve o kitapları okuyan çocukların sesleri…. Adeta büyülü bir müzikal gibiydi. Her gün bıkıp usanmadan bu müzikali dinler, bu büyülü masalın içinde kaybolup giderdi Handan.

    Köyün çocukları sabahları okul yoluna düştüğünde ve öğlen eve dönüşlerinde her şeylerini en ince ayrıntısına dek seyrederdi. Çantalarını nasıl yerleştirip, sırtlarına nasıl aldıklarını, önlüklerinin şekillerini, boyunlarındaki yakalıklarını, çoraplarını, saçlarını… Onları izlerken en çok ayakkabılarına takılırdı Handan’ın gözleri. Herkesin ayakkabısını neredeyse ezbere bilirdi. Birisi ise kendininmiş gibi hayal ederdi. Okula giderken giyebileceği bütün önlüklerin, çantaların ya da yakalıkların hayalini tek tek kurardı ama iş ayakkabı seçmeye geldi mi, sadece birisini düşünürdü küçük ayaklarında. O da komşu evin kızı Selime’nin ayakkabısıydı.

    Küçük, yuvarlak bir burnu vardı ayakkabının, üzeri tozlu okul yolunda bile ışıl ışıl parlardı. Ayak bileği ile ayak ucunu tam ortalayan bir yerinde bandı vardı ve bir çıtçıtla tutturuluyordu ayakkabının bir kenarından öbür kenarına. Selime sabahları evden çıkıp da kapının önünde bu ayakkabıları giyerken onu izlerdi. En çok da çıtçıtlarını nasıl kapattığını. O koşturarak okula doğru giderken kendi ayaklarına bakardı Handan.

    Onun ayakkabısı yoktu daha. Okula başlayana kadar lastik denilen, plastikten yapılmış, naylon, renkli lastikler giyerdi çocuklar. Okula giden çocuklara alınırdı ayakkabı, bazen de yaşı daha büyük olanlara. Bir keresinde babasının söylediğini hiç unutmamıştı Handan. Askere gidene kadar ayakkabı görmemişti ayakları ve şimdiki çocuklar şanslı sayılırdı onun için: daha küçük yaşlarda ayakkabı ile tanışıyorlar diye!

    “Zaman hiç geçmez ve ben, hiç büyümem mi” diye düşünerek günleri geçirirken Handan, o saatlerin hiç geçmediği bir başka gecede buldu kendini. Nasıl olduysa olmuştu işte ve büyümüştü artık. Yarın okulun ilk günüydü. Komşulardan birinin verdiği küçülmüşlerden de olsa Handan’a göre masmavi bir önlük onun olmuştu. Annesinin ördüğü dantelden bembeyaz bir yakalığı vardı ve babasının kasaba pazarından aldığı beyaz bir çorap ve Handan’ın başka çocuklarda görüp hayalini kurduğu her şeyden artık onun da olmuştu. Bir tek şey dışında. Bir çift ayakkabı! Ayakkabı almaya babasının parası yetmemişti. “En yakın zamanda, tarladan alınan ürünü satınca” demişti babası Handan’a. Handan en yakın zamanın ne olduğunu pek anlamamıştı ama satılacak ürünü düşününce pek de uzun olmadığını düşünmüştü.

    Sabahları o ince, uzun, taşlı yola kendisi de düşer olmuştu artık. Köyün çocuklarıyla karınca gibi dizilip gidenlerden birisi de Handan’dı. Her sabah özenle hazırladığı çantasını sırtına alır, renkli lastiklerini biraz burukça ayağına geçirir, yine de koşarak katılırdı bu karınca kervanına. Büyük bir dikkatle dinlerdi öğretmeninin anlattıklarını. Okula gelmeden hayalini kurduğu günlerden tanışıktı öğretmenin tahtaya çizdiği harflere ve dost olması da fazla zaman almadı. Bir ocak günü daha yarıyıl karnelerini almadan söktü Handan okumayı. Öğretmenleri okumayı ilk sökene kitap hediye edeceğini söylemişti. O, rengarenk masal kitabını ilk kazanan da Handan olmuştu.

    Başarmak sözcüğünü öğrendi Handan. Öğretmeni başta çevresindeki herkes bu sözcükle birlikte anıyordu adını. Herkes gülümseyip övgü dolu bakışlarla “aferin” diyordu Handan’a. Handan’ın ise sevinci hep buruk kalıyordu. Yaz bitmiş kış gelmiş, neredeyse karneler alınacak olmuş, lastik ayakkabıların yerini lastik çizmeler almış ama Handan’ın hala istediği ayakkabıları alınamamıştı. Babasının en yakın zaman dediği zamanın pek de düşündüğü gibi yakın olmadığını fark ediyordu Handan. Öğretmenleri günleri, ayları sayıları öğrettikçe babasının “en yakın zaman” dediği günden günleri ayları sayıyordu ve o, en yakın zamanın nasıl bir zaman olduğunun adını koymaya çalışıyordu. Adını koyamadığı günlerde babası bir ad koymuştu bu günlere: İyi bir fiyata satılamayan tarla ürününün geçimi sağlayamamasıydı, bir buruk darlık zamanıydı zamanın adı.

    Handan’ın anlayamadığı bu darlık zamanlarında bir bahar günü bir tanıdık amca komşu kızı Selime’nin ki gibi olmasa da bir çift ayakkabı getirdi. Hardan, ela bakışlarını ışıldatarak aldı ayakkabıları ve heyecandan soluğu kesilerek bir çırpıda giyiverdi ayaklarına. Yürürken ayakları çıkıyordu içinden ve burunları biraz yıpranmış gibiydi ama Handan çok sevmişti bu bir çift ayakkabıyı. Ertesi günü zor etmişti Handan, okula giderken ayakkabılarını giyebilmek için ayağına.

    Sabah olup da tüm hazırlıklarını tamamlayarak yeni ayakkabılarını giydi ve koşarak katıldı yine karınca kervanına. Yolda yürürken ayağının durmadan taşlara takılmasına ve büyük gelen ayakkabılarla tökezlemesine rağmen, yine de büyük bir keyifle anlattı yeni ayakkabısını arkadaşlarına. Sınıfta öğretmeninin de dikkatini çekti Handan’ın yeni ayakkabıları. Önce “ayağına büyük değil mi “ diye sordu öğretmeni. Handan’ın “değil ki öğretmenim, benim yürümemden öyle” deyişinin ardından “güle güle kullan o zaman” deyişiyle ışıldadı Handan’ın ela gözleri. Öğretmeninse hüzünlü bakışları düştü, ikide birde ayağından çıkıp duran, kimin eskisi bilinmez Handan’ın yenisi bir çift ayakkabıya. Yediği yemeğe, içtiği suya düştü öğretmenin hüznü. Handan’ın bir çift sözü takılıp kaldı zihninin orta yerine: “benim yürümemden öyle öğretmenim”…!

    Bir gün sonra Handan’ı çağırdı sınıfın önüne: “Aferin sana “dedi öğretmen, Handan’a. “Bu hafta da en çok kitabı sen okumuşsun” Yüzünde yine güller açtı Handan’ın. Ela bakışlarını öğretmeninin yüzünde, sınıftaki arkadaşlarının alkışlayan ellerinde gezdirdi. “Teşekkür ederim” dedi ve sessizce geçip sırasına oturdu. O, sessizce geçip sırasına otururken öğretmenin bakışları takıldı Handan’ın küçük ayaklarına, küçük ayaklarındaki büyük ayakkabılara. Ertesi gün bir sürprizinin olduğunu söyledi Handan’a.

    O gece de geçmeyen gecelerden birisiydi Handan için. Başucundaki saatin tiktaklarını saydı geçmeyen gecede. Evdeki herkes uyumuştu. Bir saatin bir de Handan’ın yüreğinin tiktakları kalmıştı sessiz gecede uyumayan. “Acaba” diye düşündü Handan, “öğretmenimin sürprizi ne olacak?”

    Annesinin “Handan” diye seslenmesiyle uyanıverdi Handan, saatin tıkırtılarını sayarken uyuduğu uykudan. İçine bir heyecan doldu, bir solukta hazırlanıverdi ince uzun okul yoluna. İlk kez o gün geç kalmıştı. Gece boyunca heyecandan uyuyamamış, sabah uyanıp hazırlanması da zaman almıştı Handan’ın. Uzakta incecik bir ip gibi görünen karınca dizisine yetişmek için koşmaya başladı. Ayaklarındaki ayakkabıların ağırlığından ve büyüklüğünden ikide bir yoldaki taşlara takılıyordu. Yoldaki taşlara takıldıkça ayakları bazen tökezliyor, bazen de ayağındaki ayakkabı çıkıveriyordu ayağından. Bir yandan da gittikçe yaklaştığı karınca dizisine sesleniyordu, kendisini beklesinler diye. Karınca dizisindeki arkadaşlarından biri dönüp Handan’a baktığında Handan ”bekle” diyerek daha bir hızlı adımlamaya başladı okul yolunu. O, böyle hızlı koşmaya başladığında ayağı yine bir taşa sertçe takıldı ve aniden yere düşüverdi Handan. Handan’ın yere düştüğünü gören arkadaşı koşarak yanına geldi. Handan ayağa kalkmak için ellerini kaldırmaya çalıştı, bir iki kıpırdadı önce, sonra kolları düşüverdi yanına. Handan’ın kıpırdaması bitince fark etti arkadaşı başını koca bir taşa çarptığını, çarpan taşın kenarından akan kırmızı kanı.

    * * *

    Elindeki hediye paketine bakıyordu öğretmen. İçindeki ayakkabıları gördüğünde Handan’ın sevincini hayal ediyordu. Soluk soluğa yanına gelen öğrencinin söyledikleriyle sarsıldı birden. Koşarak Handan’ın yattığı yere geldi, o önde, çocuklar arkada. “Handan” diye seslendi ilk önce. Hiçbir ses gelmedi Handan’dan. Eğilip yüzüne baktı, saçlarını çekti küçük yüzünden. Kandan bir gölün içindeydi Handan’ın güzel başı. Artık soluk almadığını cansız bir beden olduğunu gördü öğretmen. Ve düşerken ayağından çıkan bir çift ayakkabıya takıldı gözleri. Sessiz, kimsesiz hıçkırıklarla doldu yüreği, kimsesiz yaşlar döküldü gözlerinden. Handan’ın toz içindeki yumuk ellerini aldı avuçlarına. Bu ellerin kalem tuttuğu bir an düştü öğretmenin aklına. Ve bir çift ayakkabı kara bir leke gibi konuverdi öğretmenin parlak alnına.

    Buket Çetin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu


    İran Türkiye olur mu?



    İran, bir zamanlar Yunanistan’dan Hindistan’a, Tacikistan’dan Mısır’a uzanan toprakları ile emperyal kültüre sahip ülke. Halen 75 milyon nüfus ve 1.648.000 km² yüzölçümü ile büyük bir ülke. Ambargolara rağmen, eğitimli ve zeki insanları, mantıklı sanayii yatırımları, Askeri gücü ile dikkati çeken bir ülke.

    Orada öğrendim; İran sözcüğünün kökeni, Sanskritçe Aryan sözcüğünden geliyormuş. En eski medeniyetlerden Aryan’lar. Afganistan havayollarının adı da Aryan Hava yolları. Nedenini soruyorum, aynı kökenden geldiklerini söylüyorlar.

    Önyargılarla dolu gittiğim İran’dan çok farklı görüş açılarıyla döndüm.

    Ana önyargım kadınlar üzerineydi. Ezik, horlanmış, cahil bırakılmış, kapatılmış, sessiz, ikinci sınıf insandı buraya gelmeden önceki "iran kadını" izlenimlerim. Peki ne buldum? Başı dik, mağrur, aydın, çalışan, okuyan, ekonomiye ortak, modern, erkeğine baskın ancak “zoraki kapanmış” kadın. İçi özgür, dışı tutsak demek de doğru değil. Başını örtmek zorunda bırakılmış olan İran kadını, buna da çare bulmuş. Ben bu örtüye “başörtüsü” diyemiyorum. Çünkü başörtüsünün mistik, dini, ruhani bir işlevi var. Oysa İranlı kadınların başlarını örttükleri kumaşın öyle bir işlevini ben şahsen hissetmedim. İranlı kadın, o kumaşı öylesine özgürce, öylesine fettan, öylesine cilveli, öylesine eğreti, öylesine isyankar bağlıyor ki, ona baş örtüsü demeye dilim varmıyor. Adeta o örtü de bağırıyor; “burası benim yerim değil” diye.



    İşte bu nedenle İran kadınlarının, özgür bir ülkeye ayak bastıklarında, hürriyetine kavuşmuş kuşlar misali uçaktan iner inmez attıkları eşarpları ile adeta kadınlıklarına kavuşup, onları çekici kılan özgürlüğün verdiği mutluluk yüzlerine yerleşiyor ve bu duygu iri, güzel gözlerinden açıkça okunuyor.

    Bu turumuzda gerekçesi ne olursa olsun Turist arabalarına eli silahlı eskort araçlarının eşlik etmesi bizleri başta tedirgin ediyor. Ancak daha ilk gün iranlı polislerle kanka olunca açıkçası bu tedirginlik yerini dostluğa bırakıyor. Turumuzda isimleri Ali olan biri Türkçe konuşmaya çalışan, diğeri İngilizce servis veren iki yerel rehberimiz var. 5 gün boyunca sürekli bizlere İran’ın ve insanlarının ne kadar Avrupai olduklarını abartarak ispat etmeye çalışıyorlar. “Avrupalılar da papa der biz de, onlarda hayır “n” harfi ile başlar bizde de” gibi örnekler verip, her cümlenin sonuna “mersi” eklemeyi de ihmal etmiyorlar.

    İranlılarla bizim bazı adet, örf ve geleneklerimizin, kelimelerimizin hatta yemek ve baharatlarımızın benzer olduğunu söylemek abartılı olmaz. Ancak bazen “doz” farkı göze çarpıyor. Mesela safran. Pilava safran, ete, süte, ayrana, çaya, çorbaya safran koyuyorlar. Bize benzemeyen ve en hoşuma giden yönleri ise, hiçbir satıcının, ne sokakta ne de dükkanda size yapışmaması, taciz etmemesi, oranızdan buranızdan çekiştirmemesi. Mısır’da çarşıdan kaçıp havaalanına gitme teşebbüsünde bulunduğum vakidir. Esnaf yüzünden Arapça öğrenmişliğim vardır. Le, hic morif, el hakunu ve tabii ki de Yallah!

    Gittiğimiz hemen tüm restoranlarda, kısmi de olsa açık büfe yemek var. Buralarda ki bir başka çok hoşuma giden uygulama; restoranda açık büfe yemek 30 Tümen. Ancak tabağında hiç yemek bırakmazsan 25 tümen.

    Müt’a nikahı’nı duydunuz mu? Açıkçası ben İran’a gelene kadar duymamıştım. Şöyle tarif edilir; Erkek ve kadın belirli bir süre ve ücret karşılığında anlaşırlar. Bu evliliğin süresi en az bir cinsel birleşme kadar, en çok 99 sene olabilir.

    Erkek, rızası olan kadına, " ... kadar para karşılığında seninle müt'alandım" der ve nikah kıyılmış olur. Müt'a nikahı ile evlenen kadın, nikahın süresi ne kadar olursa olsun mirastan hak iddia edemez. Ancak Müt'a nikahı kıyan erkek, sonradan normal nikahın şartlarını yerine getirip bu kadını sürekli eş olarak alabilir.

    Anlaşılmadıysa tekrar edelim; Bu evliliğin süresi en az bir cinsel birleşme süresi kadardır, en çok 99 sene. 99 senede kim öle kim kala bilinmez. Ben “en az bir cinsel birleşme süresi kadar” kısmına taktım. Bu tarz nikah kıymak istediğiniz hanımları tanımanız için özel mekanlar, cafe ve restoranlar’da mevcutmuş. Bu detayları “gideceğimiz gün!” bizlere veren rehber sadece bahşişten değil, bundan sonra bizlerden gelecek işlerinden de olduğunu söylememe gerek var mı? (şaka tabi).

    İran’da ilgimi çeken bir başka husus ise, otelimizin büyük bir caminin yanında olmasına rağmen ezan sesinin duyulmaması. Her sabah 5’te 1000 desibelle yatağında uyanan hasta annem ve korkuyla fırlayan oğlumun adına bir kaç kez değerli Şişli Camii imamımız Mehmet Ali hocamıza sormuştum; Hocam, bildiğiniz üzere özellikle birkaç kez sabah namazına geldim. Toplasan 3 kişilik cemaati bir arada göremedim. Madem cemaat evde sabah namazını kılıyor ve namaza kalkmak isteyenler için çalar saatler, cep telefonları var. Bu durumda aşırı yüksek sesli hoparlör ile yapılan çağrı farz mıdır, sünnet mi? Sayın hocam da tek kelime ile cevap vermişti; “yönetmelik”.

    Anlaşıldı ki İran’da yönetmelik! yokmuş. Sevindim. Gezdiğim gördüğüm bir çok Müslüman ülkede olmadığı gibi.

    Şiraz şarabı;
    Ben sadece Shiraz ve çevresini gezdim. Burası meşhur Şiraz şaraplarının doğduğu memleket. Nedir bu şarabın özelliği? Yapımında Üzüm Suyu yerine çekirdeksiz ve çok tatlı siyah Şiraz Üzümü direkt olarak kullanılıyor. Tanelerine ayrılarak büyük bir küp (Anfora) içine konuyor, serin bir yerde 3 gün bekletilip suyunu salan üzümler karıştırılıyor. 7 gün sonra da üzümler el ile sıkılıp tadı beğenilene kadar bekletiliyor ve süzülüyor. Tortusundan ayrılan şarabın, bir kaç ay içinde sadece üst kısmı şişelere dolduruluyor. Dibine çöken tortuların küpte kalması ve şaraba karışmamasına dikkat ediliyor. Şişelenen şaraplara mantarları preslenip, üzerine gözeneklerinin havaya tamamıyla kapalı olması için mum dökülüyor. Günümüzde Iran şeriat kurallarına karşın evlerde Şiraz şarabı üretimi devam etmekte, tüketimi ise ülke genelinde çok yaygın olan “ev partileri”nde gerçekleşmektedir. Bu partilerde elbette başörtü özgürlüğünün yanı sıra günümüz müzikleri eşliğince çılgınca dans edilebilmektedir.

    Turistseniz, şarap veya diğer içki çeşitlerini bulmakta pek zorlanmıyorsunuz. İçki satıcıları bir şekilde sizi otelde, dövizcide, müze çıkışında buluyorlar.

    İnternet yasağı ise halen devam ediyor. Facebook, Twitter gibi Amerikan menşeli web siteleri haricinde başta Sabah, Milliyet gazetesi olmak üzere bazı Türk gazetelerin web sayfaları da yasaklılar arasında. Ancak teknolojide çare tükenmiyor. Bir başka web sitesi vasıtası yolu ile tüm yasaklı sitelere erişmek mümkün olabiliyor.

    Şiraz hakkında kısa bilgiler;

    1,5 Milyon nüfusu ile İran’ın 5.büyük kenti. Şirazlılar diğer şehirlere göre daha medeni, daha modern duruşları ile kendilerine İran’ın Paris’i yakıştırmasını yapmışlar. Edebiyat, Sinema, Resim, Heykel, Şiir sanatına bir çok değerli isim yetiştirmişler. En çok Hristiyan ve Yahudi cemaati de halen bu şehirde yaşamaktadır. Şiraz başta gümüş, kilim, ahşap el işçiliğinde ülkenin en önemli el sanatları merkezi konumundadır.

    Nereleri gezilir?; Başta şehrin 70km dışındaki Persepolis antik kenti, Kuran Kapısı, Hafız’ın mezarı, Musa Al Kadhim’in oğullarının mezarlarının bulunduğu muhteşem Şah Çıra (aynalı) camii ve seksi iç çamaşırlarının, abiye kıyaferlerin satılsığı Şiraz Pazarı,

    İran hakkında kısa bilgiler;

    İran; resmî adı İran İslam Cumhuriyeti veya farsça; Cumhuriye İslamiye İran’dır. Güneybatı Asya'da bulunan bu ülke, güneyde Basra ve Umman körfezi, kuzeyde ise Hazar Denizi ile çevrilidir. Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Başkenti Tahran'dır. Resmî dili Farsçadır. Şii İslamiyet ülkenin resmî dinidir.

    İran, M.Ö. 4000'lere dayanan tarihi ve var olan yerleşmeleriyle dünyadaki en eski sürekli uygarlıklardan biridir. Tarih boyunca İran Avrasya'daki merkezi konumu nedeniyle jeostratejik öneme sahip olmuş bir bölgesel güçtür.

    İran BM, Bağlantısızlar Hareketi, İslam Konferansı Örgütü ve OPEC kurucu üyesidir. İranın siyasal sistemi, 1979'da kabul edilen anayasaya göre oluşturulan birkaç karmaşık yönetim yapısına göre işlemektedir. En yüksek devlet makamı şimdiki Ayetullah Ali Hamaney'in üstlendiği İran dini liderliğidir. (Vilayet-i Fakih)

    İran, uluslararası enerji güvenliği ve dünya ekonomisinde geniş petrol ve doğal gaz kaynakları sonucu önemli bir konuma sahiptir. Kişi başı GSMH’sı 12.000 dolardır. Para birimi İran Riyali diğer adıyla Tümen’dir.

    Bölgesel dilleri; Azerice, Kürtçe, Arapça, Türkmence. Etnik grupları; Fars, Azeri Türkleri, Kürt, Arap, Türkmenler.

    İran ile ilgili fotoğraflar için : https://picasaweb.google.com/103101039821732824389/IRAN

    Cem Polatoğlu
    http://www.baracuda.com.tr


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    BEDELLİYİM, BEDELLİSİN, BEDELLİ

    Cırtlak sesli beşinci sınıf kadın şargıcı yırtınıyor.”.......herşeyin bedeliiiii vaaar!” Eeee, varsa var, ne yapalım yani....
    Şimdi güzide Ülkemizde insanlar, pardon pardon.....yani aslında erkekler iki kategoriye ayrılıyorlar.
    Babasının yuro cinsinden bol miktarda manisi olupta askerlikten yırtanlar, bedelliler. Bir de cep delik, cepken delik cepte kalmadı metelik faslından şehit adayı garip gureba. Bu ikinci Kategori pek adam yerine konmaz hattı zatında. Neden konsun ki kardiş, yani dört çeker cibe mi biniyolar icabında. Sadece şehit olduklarında, tören bitene kadar hatırlanır ve yadedilirler. Garipler, o sırada çoktan mevta olduklarından bu durumu da göremezler zaten. Gene Canım Uranüs’ümün medarı iftiharı, ünlü TV kanalı “Boş Bakış”tayız efendim.. İyi seyirler.....pardon....pardon.....okumalar dilerim!

    - Candan aziz, bilumum hormonlu domateslerden leziz izleyicilerimiz..... Güzel bir Uranüs sabahında daha “sabahın şekerleri, lokumdur haberleri” sabah programımıza hoş geldiniz, hoşlar getirdiniz. Bugünkü konuğum ünlü TV sunucumuz Züleyha Hoşaf....Onunla birlikte günlük gazetelere göz atarak başlıyoruz günümüze.......Hoşgeldin Züleyha....
    Bugünde fıstık gibisin vallaha..... Ne o kız, bu cart yeşil süper mini etekte sana çok yakışmış billaha, bacaklarının bütün güzelliği çıkmış ortaya......

    - Ooooooş bulduk Feriha, İltifatlarına teşekkür ederim canım. Son de pek bir hoşşun bugün......Saçlarında sana pek bir yakışmış yani...Sanırsam bugünün flaşşş konusu şu bedelli askerlik mevzusu değil mi? Ayyy iyi ki bugün şehit haberi filan yok...Yoksa mümkünatı yok, bu bedelli yasası gündeme gelemezdi vallahi.....Gözel hökumatımızı topa tutarlardı şehit aileleri billahi...
    - Ah, evet şekerim ya...O zaman da güncelleme der çıkardık işin içinden. Ne yani zam olunca güncelleme oluyoda, askerlik olunca neden olmasın ki....Züleyhacığım kimler kimler yok ki bedelli için sıraya giren.....Şu ünlü dizi oyuncumuz Ferhat mesela. Ay öldü öldü dirildi. Yannışlıkla “Yaş 35 yolun yarısı eder...” şiirine bakıpta, yaş sınırını 35 yapacaklar diye...... Ferhatcığım sende artık 35 oluver ama dimi yaaa...
    - Ayyy, kız Feriha....... “Son Padişah Kavuklu Hamdi Sultan” dizisinde, Sultan’ı oynayan şu çok yakışıklı çocuk da, Bedelli de yaş 28 olsun diye ölüp ölüp diriliyodu ayol.... Neydi onun adı....bir de lakabı vardı değil mi? Hah, buldum Entel Serhat....
    Ayyy, ama çok yakışıklı yaa....Yazık kız bu çocuğu askere alırlarsa içim yanar vallahi... Ayyyy şu gözlere bak.....şu yüze bak....şu omuzlara bak....
    - Hooop noluyoz be! Araya girmek zorunda bırakmayın beni salak karılar.....Sizin işiniz sabah haberlerine göz atmak, “bedelli askerlik” konusuna takılmıştınız unuttunuz mu? Erotik TV dizisi yapılmıyo heralde sabahın bu saatinde, doğru konuşun caaart diye ağzınızı yırttırmayın bana şimdi......
    - Aaaa.... bu kim kız Feriha?
    - Kim olacak, mizah yazıları yazdığını zanneden şu yazar müsveddesi...Ay bizi diline doladı şimdi de salak. Kendisini bir şey zannediyor. Sanki koskoca Uranüsü o kurtaracak...
    - Serseri işte kız Feriha nol’cek. Hanamerikanya varken, halt etmek düşer ona....
    - Ula Memo biz bu konuşmanın neresindeyik gardeşim yaaa. Bak Askerlik maskerlik diyolar, hemi de Bedelli medelli faslından.....
    - Boşver gitsin be Hemşo, konunun bu tarafı tuzu kuruları ilgilendiriyor. Biz işimize gücümüze bakalım. Nasıl olsa zamanı gelince, şubeden çağırırlar. Onlar bu işin kaydını kuydunu iyi tutarlar, heç bi yanlış yapmazlar. Merak etme.....

    Inının .....Inının....Şimdi sıra reklamlarda......
    * Tam teşekküllü, pardon yannış oldu...teçhizatlı süper stüdyo...”Askerlik Rüyam” siz bedelli erleri beklemekte.......Geliniz her türlü askerlik hatırası resminizi biz çekelim. İsterseniz “ölü terörist” başında poz veriniz, dilerseniz “demokrasi kahramanı” olarak tankın üstüne çıkınız. Her bi numara, bulunur bizde. Ehven fiyatlarla muhteşem hatıra fotoğrafları. Başka resimciye gitmenize hiç gerek yok!
    * Evveeet, değerli bedelli adayları en ucuz kredi için Bankanız “Her Yola Gelir”i seçin. Maksat muhabbet olsun, Bankamızın kasaları güzel faizlerle dolsun....En uygun kredi bizde....Siz milleti kerizlerken, bizde sizleri kerizleyerek bu gözel muhabbete ortak olalım yani....
    * En son kitabımız......Yeni yayınlar.....En son Kitabımız.....Yeni yayınlar.....Yakası açılmadık binbir askerlik hatırası. Hepsi gerçek hatıralar.
    Askerden sağ salim dönebilmiş ne kadar dağ komandosu varsa hepsini dolaştık, hatıralarına üç kuruş verip ulaştık. Zaten açlıktan nefesi kokmaktayken hepsinin....lafı mı olur birkaç şise pepsinin..... Süper kitap! Alınız...... Anlatacağınız hatıralarla bedelli olmanın terini atınız.......

    - Evet, bugünkü konumuz biraz netameli idi. Zaten degerli politikacılarımız da bir”yes” bir “no” diye diye salağa çevirmişlerdi hepimizi, bilmiyorum niye? Biraz da hariçten gazel okuyanlara zaman ayırmak zorunda kaldık.
    Kısacası reklam sonrası sizlere veda ederken, yarın bir başka “Sabahın Şekerleri, Lokumdur Haberleri” programında, bir başka çok güzel veya da çok yakışıklı konukla daha birlikte olalım diyoruz.
    Kanalınız “Boş Bakış” asla ve de kat’a terörist eğilimli münafık muhalif kanal gibi olmayacak ve size hep genç ve dinç konuklarla seslenecek. Yaşı yetmiş, işi bitmiş profesör bozuntuları ve ukalalıkları bizden uzak olsun, hepinizin gözleri dolsun.....Amiiiiiin!

    - İşte gördünüz kardişler.....Ne yazıkki güzel Uranüs’ümüzde durum bu! Çok klasik bir trip olacak farkındayım ama ne yapayım. İçinde bulunduğumuz hıyarca durumu en özlü bir şekilde böyle dile getirebiliyorum. Ezilenler, her zaman olduğu gibi ezim ezim ezilmeye devam ediyor, tuzu kurular da her zaman olduğu gibi “Benim param ....sizi döver” türküsünü seslendiriyor.
    - Yav, arkadaşlar.......Bu yazar bozuntusunu komünizm propagandası yapmaktan içeri atak mı?
    - İyi de amirim......O senin takıldığın maddeler kalkalı çok oluyor.... Hani demokrasimiz maşallah her geçen gün daha da ileriye giderek, “en bi ileri demokrasi” haline geliyor ama....Henüz ilerici demokrat Mussolini’nin malum maddelerini yeniden Kanun kapsamına alacak kadar da ilerleyemedik ne yazık ki....Yani demem o ki, bu iş için birkaç üçbejjjj yıl daha beklememiz iktiza eder......Yannız “ileri demokrasi” kapsamında kendilerünü bir güzel döverek benzetebilür, coplayabilür ve de hatta gazlayabiliriz amirim.....Bu arada belkim de tık nefes olarak ahrete de intikal edebilür kendilerü...Ne de gözel olur degel mi?

    Evveeet, şimdi de ülkemizin çorak topraklarındaki küçük bir kentte “ortam dinleme”ye takılan bir askerlik muhabbetine olta atalım. Madem ki konumuz askerlik (bedelli ya da bedelsiz fark etmez!)
    - Alooo, Orası Bağrıyanıklar Ltd’in Tarım makineleri Fabrikası mı?
    - Heee kurban, ne vardı ?
    - Eeee şey, efendim İnsan Kaynakları Departmanından bir yetkili ile görüşecektim.
    - Buyur canım kardişim. Burası öööle bin ikibin işçinin çalıştığı kocaman fabrigalardan degel. Burada öölee Apartman mapartman da bulunmaz. Ayrıca telefoncu kızın yerinde olmadığı zamanlarda telefonu açan, bencileyin her halta maydanoz Abdürrahim’de her bi şeyi bilir icabında......Deyiver derdini bakalım.....
    - Bak, bey amca.....Benim iş müracaatım vardı. Orada sizin bu personel işlerine bakan, bir bey olacak.....Nedim miydi, neydi?
    - İlahi gözüm....O sadece personel işlerine bakmaz.....ister idari, ister sosyal filan neyim olsun bütün işler ondan sorulur. Adamı da o alır, yemeğe de o bakar, kamyonete mazotu da o koyar. Senin anlayacağın bu fabrigadaki bilumum ıvız zıvır işlerin sahabası odur...Emme bu laflamakta olduğun emmin de işe kim girmiş, kim çıkmış, kim alınacakmış her bişi bilir haddı zatında. Burası edi ne budu ne, ufacık bir fabriga yani, heç de bişi ööle gizli saklı kalmaz...
    - Peki o zaman yeni Mühendis arıyordunuz.... Ben talip olmuştum.... Ne oldu acaba?
    - Ooooo, senin iş yaş, o müvendiz işe başlayalı bi hafta oluyo be kurban!
    - Neee, nası yani? Benim gibi mastırını yapmış, iki yabancı dil bilen birisi varken...Üç dil bilen birisini mi bulup işe aldılar ki......
    - Ne dili be evladım. Burada işleri yabancı dil yapmıyo ki....Bizim patron doğri dürüst Türkçe bilen adam bulunca takla atıyor....geç sen bu yabancı dil işini de, hele bi adını bağışla bakiiim. Neden seni işe almamış ben deyivereyim.
    - Kamil İyibil..
    - Hah, bildim bildim.....Sen şu askerliğini yapmayan bedellilerden olan müvendizsin.
    - Ne alakası var ama amca....Yani biz bedelini ödeyerek tezkeremizi aldık ama....
    - Tabii canım evladım. Ben de sana tezkeren yok dimedim ki....Askerliğini yapmamışsın didim. Yani, önce benim gibi postalı takarak ayağına acemiliğinde, bir iki fırça, tokat mokat yidikten kelli, gidecen bi yurt köşesine bi güzel adam olacan...onbeş ay sonra da paşa paşa harbi tezkereyi alacan gelecen yani....
    Bizim patron için önce askerlik, sonra diploma senin anlayacağın. Yapmadın mı askerliği, yarım adamsın demektir.....Tezkere harbi olacak yani.....bedelli değil...
    - Böööle şey olur mu yaaa. İnsan haklarına aykırı bu durum. Şikayet ederim vallahi ben bu fabrikayı...
    - Et baham....Ne diye edecen ki? Lazım bize bi müvendiz. İşe başvurmuş dört müvendiz. Patronun hakkı degel mi istediği adamı almak? Karpuz almıyo ki, okkalıyarak, kavun almıyo ki koklayarak alsın! Eee haliylen önce bakıyo askerliği yapmış mı diye, sooona da bakıyo bugüne kadar nerelerde çalışmış diye....Senin gibi anca otuzunda okula bay bay deyip, mani bastırarak tezkere alanlara da eyi gözle bakmıyo haliylen...
    Sen o mastır, doktır her ne ise onlara söööle de onlar sana iş buluversin.... Kime, neyi şikayet etcen ki be evladım.
    Bak bence sen şimdiden torpil morpil ayarla da senin gibi asker kaçağı bi patron bul. Bedellinin halinden anlasa anlasa bedelli anlar. Bulursan böööle bi patronu, anca işe giren gibi geliyo bana....
    - Tamam, tamam beyamca eyvallah....

    Yaaa, işte böyle bu hafta biraz parça parça, fırça fırça dokundurduk şu “bedelli askerlik” mevzusuna, empati kurmaya çalıştık içi yananlarla, parası olsa bile askerliği paraya yaptırmayı onuruna yediremeyen vatan evlatlarıyla, umarım sonraki haftalarda daha keyifli konularda görüşürüz. Şimdilik hoşça kalınız......

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Yunus Emre


    Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım
    Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz
    Yunus sözün anlar isen, mani'sini dinler isen
    Sana iyi dirlik gerek, bunda kimseler kalmaz.
    Yunus Emre



    Tasavvuf düşüncesini, Alevi-Bektaşi inançlarını zenginleştiren, tekke şiirinin Anadolu'da ki ilk temsilcilerinde olan Yunus Emre, H. 648 (M. 1240-1) Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy de doğmuştur, 82 yıllık bir dünya hayatından sonra H. 720 (M. 1320-1) de ölmüştür.
    14.yüzyıl da, Anadolu’nun çeşitli yerlerini gezen, burada ki insanlardan ve tasavvuf edebiyatından etkilenerek, şiirler yazan şair, tam anlamıyla bir derviştir.
    Yunus Emre, uzun bir süre Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhında çile doldurmuş, onun yanından ayrıldıktan sonra ise, Taktuk Emre'nin yanında eğitim görmüştür.
    Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahî Evrân-ı Velî gibi değerli ilim adamlarının yetiştiği dönemde yetişmişti.
    Yunus’un, şiirlerinde, konu olarak; ölüm, doğum, yaşama bağlılık, İlahi adalet, insan sevgisi gibi konuları, yalın ve akıcı bir söyleyişle dile getirmiştir.
    İnsanlara, eşit davranmış; fakir, zengin, Hıristiyan ve Müslüman ayrımı yapmamıştır.
    Onun şiirlerinde, insan sevgisi, en baskın unsurdur. Yani; "Gel kim olursan gel!” diyen, “73 dinle de beraberim” diyerek, insanların kardeş olduğunu, bir kez daha vurgulayan Mevlana’yla aynı görüştedir.
    Zaten, Mevlana'yla görüştüğü de bilinmektedir, Yunus Emre’nin.
    O, Allah'a âşıktır. Onun gönlünde, onun heyecanı vardır. Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinin temel konusu; "Mevla Sevgisi”dir.
    Bunun yanında, sevginin, gönülde olduğunu göstermelikten çok, gönülden sevgiye inancın gerektiğini söyleyen, Yunus’un, gönülle ilgili birçok mısrası da vardır.
    “ Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,
    Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryan olur,”
    bunlardan en güzelidir.
    Yazdığı mısralarıyla, yüzyıllar sonrasında bile, okunmaya devam eden, Yunus Emre, şiirleriyle hala aramızda yaşamaya devam etmektedir.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Nevin Akbulut


    Şizofren Duygular(ım) – 1

    Gecelerdir uyuyamıyorum…
    Ne zaman uyumaya kalksam bir kabus yığını çarpıyor rüyalarıma, çığ olup düşüyor üzerime… Her defasında gerçek zannediyorum, gerçekle rüya arası gidip geliyorum… Yoruluyorum sonra bu gidip, gelmelerden…. Hiç gerçekten uyuyamıyorum…

    Bazen neyin gerçek olduğunu seçemiyorum… Şaşıracak kadar uzaklaşıyorum An’dan… Şizofren duygular kaplıyor yüreğimi… En çok da Seni düşünüyorum böyleyken…

    Gerçekten gelmiş miydin?
    Gerçekten mi gitmiştin?

    İşte burada dayanamıyorum… Gözyaşlarım tuzlu, ıslak ve sıcak hala. Sıcaklığı hissettiğim gerçek, yanaklarımın ıslaklığı gerçek.. Sonrasında uyuya dalar gibi oluyorum, arada sıçrıyorum hep ama hep sıçrıyorum… Ellerim yanaklarımda ne zaman ağlamıştım?... Ama yanaklarımdaki tuzun kuruluğu da gerçek….

    Kurusa da yanaklarım, kurumasa da bu damlalar gerçek(ti)!...

    Özledim diye ağlamıyorum !

    Ben sadece gerçek ile hayal arasında kayboluyorum. Bu aydınlığın içindeki karanlık korkutuyor beni. Her şeyin iç içe geçmiş olması, karışık olması ne zaman ne olacağını bilemediğim hissi veriyor ve korkutuyor beni …

    Kirpiklerimin dipleri kaşınıyor, bu da bir gerçek… Ovuşturuyorum… Ağlıyorum…Çünkü kirpiklerim kaşınıyor.
    Islanmalı belki de dipleri !!!

    Sabah olmuyor !...

    Kelimeler çarpıyor gözlerime, yüzüme. Çıkamıyorum bu karanlıktan. Gerçeğe benzer hayaller esir etti beni kurtulamıyorum bir türlü… Uyanıkken gördüğüm rüyalar eziyet ediyor Ruhum’a… Bilinmezlik içinde sürüklenip gidiyorum…

    Ayna’ya bakıyorum sonra…
    Bu gördüğüm yüz benim mi?
    Morarmış göz altları…
    Büyümüş göz bebekleri…

    En çok gözlerime bakarım ben… Biliyorum en çok onlarda ölürdün sen, ölür ölür dirilirdin, boğulurdun… Neler yapardın daha gözlerimde… Şimdi koca iki delik sanki, bomboş içi…
    Kendimi ilk kez görüyormuşum gibi bakıyorum Ayna’ya…

    Belki de daha önce gördüklerim gerçek değildi. Bunu düşünüyorum bir süre… Sonra yüzüme düşen gözlerini… Bir süre sonra kendiliğinden çekiliyor gözlerin… Yok oluyor.. Odanın içinde arıyorum bir türlü bulamıyorum . En son onlar terk etmiş beni… En çok onlar gitmiş benden…

    Ne, ne kadar gerçek bilemiyorum… Gerçeklerde korkunç, hayaller de , rüyalar da…

    Ben bu karanlığın içinde kaybolan, ışığımı arıyorum…
    Ben bu kadar Senin içinde kaybolan, kendimi arıyorum…

    Ben aslında sadece neden ağladığımı arıyorum…
    Gözyaşlarımın nereye düştüğünü….

    Nevin Akbulut


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Locke ve Özgürlük

    Nietzsche’ye göre insan, “başına gelen her kötü olay ve felâketten dolayı bir başkasının acı çekmesi gerektiğini düşünür. Bu arada, mevcut gücünü fark eder ve bu, onu avutur. Daha sonra, başına gelen her kötü olayı ve felâketi, bir cezâ olarak görür. Bu cezânın çekilmesi, gerçek ya da hayâli haksızlığın kara büyüsünden kurtulmanın yolu demektir. Eğer felâketin berâberinde getirdiği avantajı görürse, o zaman bir başkasının bunun için acı çekmek zorunda olmadığına inanır ve bu tür tatminden vazgeçer. Çünkü, artık bir başka tatmin söz konusudur.” (Tan Kızıllığı, 15. Aforizma) Bu “avantaj”, kendisinde “yaşam arzusu”nu besleyen ve arttıran başka bir yol sağlamıştır.

    Nietzsche’ye göre Hıristiyanlığın doğuşu, böyle bir “avantaj”la gerçekleşmiştir. Nitekim, bir halk “batmaktayken”, büyük bunalımlar ortaya çıkar ve “güçsüzler”, belirli birtakım toplu hareketlere; “intikam çabaları”na girişir. Yahudiler arasındaki “güçsüzler”, Hıristiyanlık aracılığıyla güce ulaşmak istemiş ve zamanla, “batmakta olan Yahudi halkı”nın bu konumunu kendileri için bir “avantaj”a dönüştürmüşlerdir. (Deccal, 51. Aforizma) Bu nedenle Hıristiyanlık, ancak üzerinde yetiştiği topraktan yola çıkarak anlaşılabilir. Hıristiyanlık, Yahudi içgüdüsüne karşı bir hareket değil, onun “korku verici mantığı içindeki daha ileri bir aşama”dır.

    Nietzsche’ye göre “insanlığın kurtarıcısı/kahramânı” tipi, “seçilmiş halk” anlayışının devâmıdır. Hıristiyanlık, “Yahudi içgüdüsü”nün son formülüdür ve aynı zamanda da Yahudi halkının kendi kendisini değillemesidir. Hıristiyanlıkla birlikte “kutsal halk”, “seçilmiş halk”, vb. değillenmiştir. (Deccal, 24 ve 27. Aforizmalar) Dolayısıyla, İlk Hıristiyanlar Tanrı’yı, “Yahudilerin tanrısı” olmaktan çıkartıp “tüm insanlığın tanrısı” hâline getirdiklerinde, aslında Tanrı’yı, tüm “güçsüzler” için bir dayanak ve bir can simidi hâline getirerek bir tür “düşkünler yurdu”; “getto hükümranlığı” kurmak istediler; hâl böyle olunca da “yeryüzünde ulaşılabilecek en yoz tanrı düşüncesi”ni geliştirdiler. (Deccal, 20. Aforizma)

    Nietzsche’ye göre Yahudiler, her koşul altında yaşamlarını sürdürmeyi başarmış en inatçı halktır ve bu inadı, tüm târihleri boyunca göstermişlerdir. Bu inat onlarda, kendilerini korumak için her türlü décadence içgüdüsünün yanını tutmak, tüm iç dünyâlarını sahteleştirmek, tüm “doğal değerleri tersine çevirmek”, vb. şekillerde belirmiş ve “yok olma tehlikesi”nden kurtulmuşlardır. (Deccal, 24. Aforizma) Yahudilerin bu “başarı”sı aslında, düşmanlarının değerlerini büyük bir intikam güdüsüyle yeniden değerlendirmeleriyle mümkün olmuştur. Yahudiler, içine sızdıkları toplumları décadence’a sürükleyerek ayakta kalmayı başarmışlardır. (İyinin ve Kötünün Ötesinde, 195. Aforizma)

    Nietzsche’ye göre Yahudiler, Kral Davut zamânında; yâni, en güçlü zamanlarında, her şeyle “doğal” bir ilişki içindeydiler ve kendilerine güvenleri tamdı. Dahası, “güçlü bir halk” olarak Yahova’yı da güçlü buluyor; kendilerine âit bu özelliği Yahova’ya atfederek ona şükranlarını sunup bu güçlerini sürdürmek istiyorlardı. Oysa, Davut’tan sonra krallık zayıflamaya başlayınca, Yahudilerin tanrı imgesi de değişmeye başladı ve Yahova artık, daha önce yaptıklarından hiçbirini yapamaz hâle geldi; gücü zayıfladı, “ihtiyarladı”, “vaadlerini yerine getiremez” oldu ve Yahudilerin güvenini kaybetti.

    Böylelikle Yahudiler, “geçmişteki güzel günler”ini, artık bir “ideal” hâline getirdiler ve bu ideali, ileride yeniden gerçekleştirmeyi hedef edindiler. Hâlbuki, bu hedefi aslında, başlarında bulunan “râhip ajitatörler” oluşturmuştu ve asıl amaçları, Yahudileri kendi güç istençleri doğrultusunda kullanmak ve “güçlü dönemler”de olduğu gibi, bu zayıflama dönemlerinde de yine onların sırtından asalak bir yaşam tarzını sürdürmekti. Bu ajitatörler, kendilerini daha güçlü hissetmelerini sağlayacak koşulların en tepesine Yahova’yı yerleştirdiler ve “talep eden bir tanrı” silâhıyla, kendilerini “batmaktan kurtardılar”. Onlar için “Tanrı’nın egemenliği”, aslında kendi egemenlikleriydi. (Deccal, 25. Aforizma)

    Nietzsche’ye göre bu ajitatörler, her türlü mutluluğu bir “ödül”e; mutsuzluğu ise “Tanrı’ya itaatsizliğin sonucu bir günâh”a bağladılar ve düşgücünü temelden yozlaştırarak, yaşamın önlerine diktiği tüm olumsuzlukları “kemgözler”le açıklamaya çalıştılar. Bu koşullar altında Yahudilerde bu “sövgü”, kendi ajitatörleri tarafından şekillenmişti; kendi halklarının târihlerini bile sahteleştirmeye başlamışlar ve Yahudilerin gelişimini “dinsel biçim”e çevirip bu târihi, belirli türden bir “felâh mekanizması” şekline dönüştürmüşlerdi. Bu mekanizmayla, her defâsında yeni birtakım “boş inançlar” yaratılmış ve halk arasında türlü dedikodular uydurulmuştu.

    Nietzsche’ye göre en çok da “Mesih dedikodusu”, Yahudilere umut veriyor ve kendilerine koşulsuz itaat etmelerini sağlıyordu. Râhip ajitatörler, bu itaati korumak ve güçlendirmek için ne gerekiyorsa yapıyorlar; kendi târihlerini kendi çıkarlarına göre yeniden yazmaya ise büyük önem veriyorlardı. İçlerinden çıkan az sayıda “soylu insan”ın yapıp ettiklerini bile basit bir “itaat/itaatsizlik” formülüne soktular; “özgür tinliler”i “korkak”, “zavallı”, “tanrısız” hâle getirdiler. Oysa, “yazınsal bir kalpazanlık”tı bu; fakat, bunu “vahiy” olarak gördüler ve el sürdükleri her gerçeği bozdular.

    Bununla birlikte, bu râhip ajitatörler, “uzun günâh dönemi”nden “kurtuluş” için özel birtakım “pişmanlık günleri”, “sefâlet çığırtkanlıkları”, vb. uydurdular ve gündelik hayâtın hemen her alanında yeni “günâhlar” îcât ettiler; Yahudilerin üzerinde sürdürdükleri bu “asalaklık yaşantısı”nı koruyacak ve güçlendirecek her şeyin “kutsal” olduğuna inandılar. Dolayısıyla Yahudi dîni, bu “sahte kutsallar bütünü”nden başka bir şey değildir ve “tanrıya itaat”in anlamı, bu “asalaklara itaat”tir. (Deccal, 26. Aforizma) Bu “uydurmalar” din şekline girdiği anda, Yahudiler bunları, “yaşam arzusu”nu canlı tutmak için benimsediler. Hâliyle İsa, yalnızca bu ajitatörleri değil, aynı zamanda tüm Yahudilerin de “son sığınakları”nı tehdit ediyordu.

    İmdi, bu tehlikenin derhâl ortadan kaldırılması gerekecekti. İsa, en temelde, Yahudi üst tabakasına ve ayrıcalıklarına karşı başkaldırmıştı ve bu nedenle, aslında siyasî bir suçluydu. İsa, kendi suçu yüzünden ölmüştü, başkalarının “kefâret”ini ödemek ve “günâh”larını affet(tir)mek için değil. (Deccal, 27. Aforizma) İlk Hıristiyanlar ise belirli türden bir propaganda amacıyla, İsa’nın öyküsünü yeni baştan yazdılar ve bu öyküyü çarpıttılar. “Kin havârîlerinin en büyüğü” Pavlus’ta, nefret düşünün en acımasız mantığının dehâsı vardı ve o da aslında güç istiyor; Yahudilere hükmetmeyi amaçlıyordu.

    Böylelikle Pavlus, İsa’yı “kurtarıcı” olarak gösterdi ve “dirilen İsa” masalını uydurdu; “çarmıhtaki Tanrı” yalanını ortaya attı, ölümsüzlük inancını ve yargılama öğretisini geliştirdi. Pavlus, “nasîbi kıtlar”a, “altta olanlar”a, “zayıflar”a, vb. “ölümsüzlük”, “güç”, “bağışlanma”, vb. vaad etmişti; yâni, Cennet’i vaad etmişti. Bunları, gerçekte kendisi vaad etmiş; kendisi uydurmuştu ve bunlar, zor kullanılarak kabûl ettirilmişti. Sonraki kuşaklar da bunlara koşulsuz olarak inanmış ve Hıristiyanlık, “sürü ahlâkı” olarak gelişme göstermişti. (Deccal, 40. Aforizma)

    Peki bu “vahiyler”, nasıl ortaya çıkmış ve bu kadar geniş kabûl görmüştür? Nietzsche bunun cevâbını, Tan Kızıllığı’nda “vahyin fizyolojisi”ni yaparak verir: “Söz konusu hâdisenin cereyân etmesi, her seferinde bir insanla mümkün olmuştur. Bunun önkoşulu, o insanın daha önceden vahye inanıyor olmasıdır. Sonra, günün birinde birdenbire, kendi yeni düşüncesine erişir ve kendi büyük dünyâsını ve varlığını içine alan bu varsayımın yarattığı mutluluk bilincine öylesine güçlü bir biçimde varır ki kendisini, bu tür bir uhrevî mutluluğun yaratıcısı olarak duyumsamaya cesâret edemez. Bunun nedenini ve yine o söz konusu yeni düşüncenin nedeninin nedenini, tanrısına mâl eder: Tanrı’nın bir vahyi olarak.” (Tan Kızıllığı, 62. Aforizma)

    “Pavlus’un yazıları, der Nietzsche; “‘Kutsal Ruh’un’ vahiyleri olarak değil de kişisel sıkıntılar işin içine karıştırılmadan, samîmi ve özgür bir ruhla okunsaydı; gerçek anlamda okunsaydı ki, bu tür bir okuyucu da bin beş yüz yıl boyunca çıkmamıştır; o zaman Hıristiyanlık bitmiş olurdu.” (Tan Kızıllığı, 68. Aforizma) Nitekim İsa, Hıristiyanlıkta iddiâ edildiği gibi, “insanları kurtarmak için” değil, “nasıl yaşanması gerektiğini göstermek için” ölmüştür. İsa, çarmıhta çok büyük acılar çekmiş ve her türlü yuhalama karşısında bile, Yahudi üst tabakasına ve ayrıcalıklarına yönelik başkaldırısından tâviz vermemiştir. Bunlar, bir tür “meydan okuma”dır; tanrısallığın ta kendisidir, “kutsal Evet”tir. (Deccal, 35. Aforizma)

    Ne var ki, Nietzsche’ye göre başta İlk Hıristiyanlar olmak üzere hiç kimse, bu ölümün anlamını anlamamış; böyle bir ölümün taşıdığı “örnek olma” durumunu görememiştir. İsa, kendi ölümüyle öğretisinin en güçlü sınavını ve kanıtını vermiştir. O, “sevgi dolu bir yürek”le, kendisini ölüme sunmuş ve ölümden korkmamış, kaçmamıştır. İlk Hıristiyanlar ise bu ölümü hiçbir zaman kabûllenememişler ve “intikam dolu bir yürek”le “karşılık” beklemişlerdir. Bu amaç doğrultusunda, “mahkeme” uydurmuşlar ve “cezâ”, “yargılama”, vb. istemişlerdir. Hâl böyle olunca, yeniden bir “Mesih beklentisi” ortaya çıkmış ve İsa’yı “yükseltip” kendilerinden ayırmışlardır. Diğerlerini de kendilerine inandırmışlar ve bu beklentinin güçlenmesini sağlamışlardır. (Deccal, 40. Aforizma)

    Bununla birlikte İlk Hıristiyanlar, “sıkıştıkları yerde”, “Şüphe etmek günâhtır!” deyip işin içinden çıkmaya çalışmışlar ve uydurdukları yalanları da her defâsında yeni baştan yazmışlardır. Hâliyle, her defâsında kendileriyle çelişmişler ve bu çelişkileri arttırmışlardır. Oysa, “yeniden doğan” ya da “yenden doğacak olan” İsa değildir, bu yalanların bizâtihî kendisidir. Hıristiyanlık ise “ahlâk konusunda sâdece mucizeyi tanır; tüm değer yargılarının ânîden değiştirilmesi, tüm alışkanlıkların birden bırakılması, yeni şeylere ve kişilere karşı ânî, karşı konulmaz bir eğilimdir. Hıristiyanlık, bu olayı Tanrı’nın etkisi olarak algılar ve bunu, yeniden doğuş olarak nitelendirir.” (Tan Kızıllığı, 87. Aforizma)

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    UMUT DALI

    Ah kanayım da günü gece sanayım,
    Ey bir bahar dalı kadar güzel sunu!
    Ürperen okyanuslardan sorma beni,
    Ben sonrasız bir bozkır insanıyım.
    Bozkırda yabangülü, yabanmersini,
    Yürünen uzun yollar yayanyapıldak.

    Sen hep umut dalı mısın böyle yuca
    İyi yanı ongunluğun konup kalmamak.
    Ne denli umutlanırsam umutlanayım,
    En uzak yıkılmalar o denli yakınımda.

    Ve yuvalarına varmadan aktoyganlar
    Göz karartan yarları yokluyorlarsa,
    Her günsonu yakarışında özlem.

    Sokaklarda yalpalarız bu yüzden.

    Osman Numan BARANUS

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.

    Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.

    5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k

    http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120525.asp
    ISSN: 1303-8923
    25 Mayıs 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com