|
|
|
Editör'den : Uzaktayım, duymuyorum, rahatım!.. |
Aynen başlıktaki gibiyim. Ne bir eksik ne bir fazla. Haftaya normal yaşam düzenimize dönünceye kadar hoşçakalınız.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KEMİK -3 |
|
Akşama doğru Hacer’in kocası çocuklarla birlikte çıkıp geldi. Ellerindeki torbada yiyecek içecek bir şeyler getirmişlerdi. Koridora çıkıp karı koca fısır fısır konuştular. Hacer’in gece benimle kalmasına karar verdiler. Bunu söylediklerinde Ramazan Bey Oğlumun ellerinden öpesim geldi. Bu kadın da giderse ben ne yapardım? Hacer’in kocası Ramazan Bey’e “Ev sana emanet oğlum. Telefon ahizesinin yanında duran defterden kızım Selma’nın numarası var. Fazla telaşlandırmadan ona benim halimi anlat. İzin alabilirse çabucak gelsin. Ona ihtiyacım var. Benim kalçam kırılmış. Alçıya mı alınacak, ameliyat mı yapılacak bilmiyorum. Mutfak dolabının içindeki gazetelerin arasında biraz param var. Salondaki komedinin çekmecesinde de nüfus cüzdanım var. Yarın gelirken onları bana getir,” dedim. Ramazan bey “Para mühim değil abla. Ben bir çaresine bakarım,”dedi. Çocuklarını alıp gitti. Hacer’in iki küçük kızı bir de oğlu vardı.
Kiracı Hacer
O akşam sabaha kadar gözümü kırpmadım. Komşu kadın acısından inim inim inledi. Gecenin bir vakti hemşirelerin odasına gittim. Bu kadıncağız için bir şey yapalım. Canının acısından çocuk gibi ağlayıp, inleyip duruyor,” dedim. “Onun bizde hiç ilacı yok. Senin güzel hatırın için bir ağrı kesici yapalım. Ama doktor muayene geldiğinde yazdırmayı sakın unutmayın. Çünkü yapacağım ilaç başka hastanın.”dedi. Ağrı kesici iğne enjekte edilince kadın birkaç saat kadar kıpırtısızca uyudu. Sabaha karşı oturduğum sandalyenin üzerinde dalmışım. Kapılar açıldı. Hastabakıcılar yemek arabası ile içeri girip hastalara çorba getirdiler. Hacer Hanım’a da bir tas verdiler. Siz kayıtlarımızda refakatçi olarak görünmüyorsunuz ama aç açına da duramazsınız. Afiyet olsun diyerek çorba tabağını doldurup uzattılar. İnsaniyetlerine, anlayışlarına teşekkür ettim.
Kasap Hasan:
Satır ile birkaç parçaya ayırdığı kemikleri ve sarkan iliklerini adama gösterdi;
- Bunlar tamam bey amca. Başka bir isteğin var mı?
- Teşekkür ederim oğlum. Borcum Kaç para.
- Para mara istemez bey baba. Hayır, duan yeter.
- Ayıptır sorması, kemikleri ne yapıyorsun.
- Kaynatıp köpeğin mamasına katıyorum. Bazen kendimiz için de kemik suyu yapıyorum.
Kasap hasan şaşırdı. Müşteriler genelde köpek için kemiğiniz var mı diye sorarlardı.
Oysa kaynatıp suyunu ve iliğini çorbalarda ve sebze yemeklerinde kullanırlardı. İlk defa bir müşterisi bunu açık açık söylemekten hiç gocunmuyordu. Biraz önce o kadın neden dükkândan kaçıp gitmişti? Bu kıymayı bekletse kadın geri gelir alır mıydı?
Servis Hemşiresi
Yaşlı kadın servise geldiğinde benim mesai saatim dolmak üzereydi. Yatağına yatırdıktan sonra “ Sizin doktorunuz Hilmi ELMACIOĞLU. Şimdi muayene saati değil. Yarın sabah erkenden gelip servisteki hastaları muayene eder. Size de o zaman bakar,” dedim. Ertesi sabah doktor gelip servisteki bütün hastaları muayene etti. Hastayla hiç konuşmadı. Sadece filmlere dikkatlice baktı. “Yaşlı kadın için bir ameliyat günü belirleyelim,” dedi. Doktor aşağıya polikliniğe indiğinde yaşlı kadına “ Bir akrabanız, hısımınız var mı? Hemen çabucak Mecidiye’de doktorun muayenehanesi var. Gidip onu görsün, ” dedim. Almanya’da bir kızı varmış. Bu gün telefon edecekmişler. Çok geç olmadan gelse bari. Eğer gecikire bu kadıncağız ölür gider. Yazık… Doktorun Mecidiye’deki muayenehanesinde genelde hiçbir tıbbi müdahale yapılmazdı. Sadece günü gelmiş alçılar çıkarılır veya bitmiş tedavilerin sonuçları gözden geçirilirdi. Doktor muayenesini hasta yakınlarından para almak için kullanırdı. Doktorun görülmesi, muayenehaneye gidip ona para verilmesi anlamına gelirdi. Para almadığı hastaları genellikle ihmal eder, tedavilerini geciktirir, kendi hallerine terk ederdi. Kendi servisinde yatan para ödememiş hastaları günlerce görmezden gelirdi. Acı içinde can derdinde yatan hastalar çaresizlikle borç harç ellerine geçen parayı ona verirlerdi. Doktor Hilmi ELMACIOĞLU bu acımasızlığın ve soygunun tek kahramanı değildi. Hastanede görevli doktorların çoğunun Mecidiye civarında muayenehaneleri vardı. Doktorlar hastanede işlerini bitirip öğleden sonraları bürolarında para tahsil ederlerdi. Hepsinde genç bir kadın veya kız telefonlara bakar, çay servisi yapar, ortalığı temizler ve gün boyu dükkânı beklerdi.
Kiracı Hacer
Doktor kalçası kırık yaşlı kadınla göz göze gelmeden filmi eline aldı. Hemşiresine bir şeyler söyleyip gitti. Kadının yüzüne bile bakmadı. Halini, ağrısını, durumunu bile sormadı. Hemşire gelip bana “Doktoru görmeniz lazım,” dedi. Bizi görmezden gelen doktorun yanında o da vardı. Doktoru nerede görecektik, nasıl görecektik bilmiyordum. Koğuştaki diğer hasta yakınlarına sordum. “Evet doktoru görmeniz lazım. Siz onu görmeden o hastaya hayatta görmez,” dediler. Ayrıntıları da bana anlattılar. Mecidiye’deki muayenehanesine gidip en az beş yüz lira vermemiz lazımmış. Daha azını kabul etmezmiş.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Çattı Pattı Kaç Attı ? |
|
Bilmeyenler için açıklayayım. Meşhur “Uzun Eşek” oyununun tekerlemesidir bu “Çattı Pattı Kaç Attı ?”. Bir kişi direk vazifesi görüp duvar veya ağaç gibi bir yere yaslanır. “Ebe” olan takımın başı “Direk” olan kişinin bacak arasına kafasını koyup 2 büklüm eğilir. Ebe olan takımın diğer oyuncuları da lokomotif konumuna dönüşerek bu kişinin arkasına birer vagon misali ve onunla benzer pozisyonda sıralanırlar. Diğer takımın oyuncuları bu trenin üzerine ( ve hatta mümkünse onları çökertmek amacıyla ) vahşi çığlıklar eşliğinde atlayarak binerler. Olası sonuçlardan biri; altta kalanların, ağır yük nedeniyle devrilmeleri ( ki bu durum “Eşek çöktü !” diye adlandırılır ) ve trenin tekrar oluşturulmasıyla yine yeniden;
Hoppidi hoppidi atlayalım biz,
Üstte olan keyfine baksın,
Altta kalan canı çıksın...
Nadiren de olsa sonuçlardan bir diğeri de; üstte bulunan takımın zevkten gözü dönmüş laubali oyuncularından birisinin el veya ayağının yere değmesi, belki de külliyen yere düşmesi şeklinde bir kural ihlalinin gerçekleşebilmesidir. Bu kez o takım “Ebe” durumuna geçer ve alta yatar, altta bulunan takım da üste çıkmak için keyifle hazırlanır. Her ne kadar bir yerlerde rastlamamış olsam da; “Alt-Üst olmak” deyiminin buralardan geldiği konusunda şüphelerim var. Her neyse, bu sonuçlar olmadığı takdirde normalde; “Direk” pozisyonundaki kişi aynı zamanda “Hakem” kimliğine de bürünür ve üstte bulunan takımın parmaklarıyla “Tek” veya “Çift” işaretini gözlemler. Ve bir tekerleme söylenir :
Bizim köyün imamı,
Alttan verir samanı,
Üstten çıkar dumanı,
Çattı pattı kaç attı..?
“Ebe” olan takımın başı ve üstüne binilen sınıf işte bu ecel sorusu gibi soruyu duydukları anda başlarından aşağı kaynar su akar. Onca yükün altında perişan durumda bulunan alttakiler ve takımın başı; ne toplantı yapmaya bir fırsat bulur ne de Hamlet’in “To be or not to be” söylemi gibi uzun uzun düşünmeye. Bir solukta cevabını haykırır. Sonucun en acısı hiç kuşkusuz; “Bilemediiin, yat aşşaaa...” olur. Çevrenizde; lumbago, bel ağrısı, omurilik rahatsızlığı olan erkeklere sorabileceğiniz bir soru var artık. Öyleyse; ben diğer konularla ilgili soru ve cevaplara geçeyim müsaadenizle...
Çattı pattı kaç attı...?
CepDelikist; “Ehh, %4 olsun bari...” dedi,
“Doğal olarak %18,72 gaza, %9,26 elektriğe, bizden değil sümme hascha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Ücret-i Asgarist; “Doğal olarak %18,72 demiştin, harika olur...” dedi,
“De get %5,91+%6,09 ile basmayız tascha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Ekonomist; “Dünyanın krizinde %4 gayet iyi büyümedir...” dedi,
“%8,5’la Devr-ül Muazzam-ül Şaschaa... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Memurist; “%7,5+%7,5 olmaz mı..?” dedi,
“Tü tüü maşallah, %4+%4 bindirdik maascha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Enflasyonist; “%7 ile tek hane mevkiinde, fevkaladenin de fevkinde...” dedi,
“Tefe-Tüfe, %10,45 tufa, sen çok yascha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
ZeroDüşist; “Sorun istemezüük, hepsiyle SIFIR...” dedi,
“Ve bekle bizi Legion D’Honnéur Lé Mascha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Tutuklist; “Doldu taştı, sayamadım inan aklım şaştı...” dedi,
“Önden siz buyrun, pascha pascha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Sütist; “Az aldık 37 kuruscha, çok alırsak ooo...” dedi,
“Hmmm, o zaman bize yakışanı 52 kurusha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Ebeveynist; “Hakkını vererek 1-2 tanesine ancak bakabiliriz...” dedi,
“Lam-ı cim-i yok 4-5, bakma sen yascha bascha... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Çattı pattı kaç attı...?
Prezidentist; “İşte Beşiktaş işte Çarşı, bizler hem ona hem buna karschı...” dedi,
“Hatta; sen hiiiç karıschma, budur Quareschma... Bilemediiin.. Yat aşşaaa...!”
Madem ki devam edecek bu “Şekerleme”, öyleyse buyrun size “Tekerleme”..
Bizim köyün imamı,
Alttan verir samanı,
Üstten çıkar dumanı...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BENİ AFFET
Tam bahçe kapısından çıkmak üzereydi ki, “Akşama gelirken çukulata almayı unutma nine!” diye bağırdı, cılız esmer oğlan. “ Unutursan külahları değişiriz bak!”
“Tamam!” diye seslendi Fatma Nine, “Unutursam değişiriz!”
Kafasını iki yana sallayarak güldü. Torun sevgisi hiçbir sevgiye benzemiyordu. Bu sıska, çarpık bacaklı, kara oğlan yüreğinin en güzel köşesini kapmıştı. Ona karşı boynu kıldan inceydi. İstediği her şeyi bir emir olarak algılar, mutlaka yerine getirirdi. Bu yüzden geliniyle de atıştığı olurdu.
“Şımartıyorsun onu,” derdi gelini, “bizi dinlemiyor sonra. Çocuk kısmının her dediği ya-pılır mı?” Haklıydı gelini tabii ama gel gör ki onda torununa karşı dayanılmaz bir zaaf vardı.
Bahçenin mavi boyalı tahta kapısından taşları yeni sökülmüş, yerine parke döşenen sokağa çıktı. Neredeyse her yıl değiştiriyorlardı döşemeleri. Yine kimleri zengin ediyorlar, diye geçirdi içinden. Düşmemeye çalışarak çarşıya çıkan caddeye doğru yürüdü. Etrafta henüz kimsecikler yoktu. Kimi dükkânlar kepenklerini yeni açıyor, kimi dükkân sahipleri de kapılarının önünde sabahın ilk çaylarını yudumluyorlardı.
Çarşıyı hızlı adımlarla geçerek bir yıldan beri temizliğe gittiği Yazar Beyin zilini çaldı. Kapı her zamanki gibi hemen açıldı. Adam sanki kapının arkasında duruyor, Fatma Nine elini zile dokundurur dokundurmaz kapıyı açıveriyordu.
“Hoş geldin Fatma Hanım.” dedi adam, kenara çekilerek girmesi için yol verdi.
Bir tek o, hanım diyordu kendisine. Gülüyordu içinden, o hanım deyince. Hanımlık kim, biz kim, diyordu. Yine de hoşuna gidiyordu bu hitap. Yazar, mutfağa yönelerek elindeki çay fincanını doldurdu. “Siz de ister misiniz?” diye sordu, içmeyeceğini bile bile. “Yok, sağ ol.” diye seslendi Fatma Nine, mantosunu eşarbını çıkarıp koridordaki askıya astı. Elindeki eski bez çantadan temizlik giysilerini çıkardı. Banyoda üzerini değiştirdi, tertemiz yıkanmış çatal donunu (Bir çeşit şalvar.) giyip başına mavi oyalı bembeyaz tülbendini bağladı. Temizlik gereçlerini hazırlarken “Yer silme ilacı kalmamıştı” dedi, “aldınız mı Yazar Bey?”
Yazar tam salona girmek üzereydi, kafasını banyoya doğru uzatarak “Aldım Fatma Hanım, lavabonun altında.” diye seslendi. “Hay Allah” dedi Fatma Nine kendi kendine, ”bakmadan sorduk adama.” Sonra omuzlarını silkti. Olsun, bir daha duymuştu işte kendisine ‘hanım’ denildiğini.
O, herkesin Fatma Ninesiydi. Mahallenin bütün çocukları nine derdi ona. Hatta onların anaları, babaları bile. Bazen kendisinden yaşça büyük olanlar bile takılırlardı, Fatma Nine diye. Fatma Nine aşağı, Fatma Nine yukarı… Bu duruma alışmıştı iyice. Sanki doğduğundan beri Fatma Ninesiydi tüm kasabanın. Oysa ellisine yeni basmıştı. Yokluklar, acılar, vaktinden önce çöktürmüştü onu.
Kovayı suyla doldurup içine ilaç atarak köpürttü. Geçen hafta camları silmemişti. Bu hafta kirlenmişlerdir, diye düşündü. Aslında temiz bir adamdı yazar. Ayda bir bile gelse olurdu ama yok ille her hafta demişti adam, “Çamaşırları yıkayıp ütüleri de yaparsın.”
Aslında daha iyi oluyordu her hafta gelmesi, yorulmuyordu. İşleri sıraya sokuyor, bir hafta camları, bir hafta halıları siliyordu. Ev küçüktü zaten. İki odası, ufarlak bir salonu vardı, bir mutfak bir de banyo…
Yazar, büyük şehirden geçen yıl gelip bu kasabada oturmaya başlamıştı. Evi de eşyalarıyla kiralamıştı. Ev sahibi Hüseyin Amcaya, bir kitap yazdığını, hikayenin bu kasabada geçtiğini, kitabı bitirince gideceğini söylemişti. İyi para da verince Hüseyin Amca oğlunun yanına taşınmıştı geçici olarak.
Fatma Nine salona geldi. Yazar gözlüklerinin üzerinden ona bakarak “Nasılsın bakalım Fatma Hanım?” diye sordu. Bazen işe başlamadan onunla sohbet etmek isterdi. Başlangıçta bu durumu yadırgamıştı Fatma Nine ama koskoca, okumuş adam benimle muhabbet etmek istiyorsa bir bildiği vardır, demişti kendi kendine. Hiç konuşmadığı günler de olurdu. O, salona girince yazar odaya geçer; o, odaya gelince salona yönelirdi. Bugün konuşacağı tutmuştu yine. “İyiyim Yazar Bey” dedi, “siz nasılsınız?” Yazar bir şeyler anlatıyordu.
Bazen bu adamı tanıyormuş gibi bir duyguya kapıldığı oluyordu ancak gülüp geçiyordu. Bu kasabada eşi benzeri yoktu adamın. Enine boyuna, dalyan gibiydi. Kırlaşmış uzun saçları, sakalları vardı. Bazen saçını arkadan tek kuyruk yapıyor, bazen örüyordu. İçinden kıkırdıyordu Fatma Nine, pek komik geliyordu yazarın görüntüsü gözüne. Adam dediğin adam, saçlarını karı gibi uzatıp bağlar mı, diye küçümsemeye çalışıyordu ama yok, yazar bayağı adam gibi adamdı işte. Davranışlarıyla, gürül gürül sesiyle, şimdi olduğu gibi kendi üzerinde yakaladığı bakışlarındaki ateşle, adam gibi adam…
Bana öyle geliyordur, diye iç geçirdi camları silerken. Koskoca, şehirli, yakışıklı, yazar adam bana mı bakacak? Ben ki artık kadın olmaktan çıkmış, tüm kasabanın ninesi olmuşum…
“Ninesi yesin onu,” diye gülümsedi sonra; torunu Zafer aklına geldi, iliklerine dek ürperdi. İşte onun kadınlığı, nineliğiydi artık; tüylerini diken diken ürperten, yüreğini hoplatan, içini kımıl kımıl eden sevda, torun sevdasıydı.
Makineden çamaşırları çıkarıp biraz önce yıkadığı küçük balkona asarken derin derin iç çekti. “Fatma Nine, çukulatayı unutma sakın.” dedi kendi kendine. Ama nedense nine olmak gelmiyordu içinden bugün. Sabah konuşurken yazar, gözlerinin içine bakmıştı, taa derinlerine. Yıllar öncesinden kaldırıp kilitler vurarak sakladığı gizli sırlarını ortaya çıkarmak; yıllardan beri söylemek isteyip de bir türlü söyleyemediği şarkıyı söyletmek; reddettiği, yok saydığı, içine hapsettiği volkanları patlatmak istercesine bakmıştı yüreğinin en derinlerine.
“Eski ben değilim ki” dedi gözlerindeki ışığı söndürerek. “Nerde o herkesin dönüp dönüp baktığı sürmeli gözlü, gamzeli güzel Fatma? Temizliğe gittiğimiz evlerde nasıl da bakarlardı önümden ardımdan.”
“Tüü!” diye tükürdü kendisine Fatma Nine. “Eski köye yeni adet getirme” dedi, “sil şu kafandan geçenleri. Biri seni duysa ağzını bırakır da başka bir yanıyla güler. Bu yaşta, bunca a-cıdan sonra, bunca ölümlerden…”
On beş yaşında evlendirmişlerdi Fatma Nineyi, kırk yaşında zengin bir adamla. Anası “El evleri temizlemekten kurtulursun, benim gibi sürünmezsin.” demişti. Ne çocuk olmuştu, ne kadın. On altısında iki düşük yapmış, on sekizinde doğurduğu iki oğlan ölmüştü. Yirmisinde başka bebesi olmuyor diye getirmişlerdi ana evine. Yirmi birinde, arabacı Kara İsmail’e vermişti anası. “Hastayım, ölürsem sana kim bakar?” demişti. İyiydi arabacı İsmail, çalışkandı. Kendisi de temizliğe gidiyor, rızklarını çıkartıyorlardı. Yirmi beşine kadar iki düşüğü, üç ölü bebesi daha oldu. Yirmi yedisinde ciğerparesi Zafer’inin babasını doğurdu. Kara İsmail, tüm kasabanın çocuklarını arabasına bindirip üç gün dolaştırdı. Allah oğluna ömür verdi, yaşattı. Oğlan, yirmisine gelince, helal süt emmiş bir kızla evlendi. Babası ölünce de arabayı devralıp Arabacı Kara Osman oldu. Torunu doğdu sonra, adını o koydu.
“Kim bu Zafer?” dediler; akrabalarda bu isimde kimse yoktu. “Bu benim zaferim.” dedi. “Sonunda bir oğlan, bir de torun yaşatmayı başardım.”
“Fatma Hanım!” diye seslendi yazar, kafasını kâğıtlarından kaldırarak. “Bana bir gömlek ütüler misin?”
Ne kibar adamdı şu yazar; yapar mısın, eder misin, diyordu hep. Parasını bol bol alıyordu, elbette ki yapacaktı.
Balkonda kuruyan çamaşırları topladı, arkadaki küçük odaya götürdü. Ütü masasını açarken sehpada duran, biraz önce tozunu aldığı kitabı yere düşürdü. Yazar, kitaplarına çok önem verirdi. Sakar nine, dedi kendi kendine. Kuran gibi büyük bir özenle kitabı yerden aldı. Tam yerine koyacakken içinden siyah beyaz bir fotoğrafın düştüğünü gördü. Fotoğrafı düştüğü yerden alırken tanıdık bir sima sanki ona gülerek baktı. Fotoğrafın üstüne iyice eğildi. İki kadın, bir kız çocuğu, bir de genç bir oğlan…
On iki, on üç yaşlarındaki sürmeli gözlü güzel kız, cıvıl cıvıl bakan gözleriyle, gamzeli yanaklarıyla, örgülü gür kara saçlarıyla yılların içinden fırlayarak ona gülüyordu. Yanında gülsün mü, somurtsun mu bilemeyen şaşkın bakışlarıyla anacığı duruyordu. Onun yanında da dalgalı kumral saçlarını yandan ayırmış, kalın dudakları boyalı, yay kaşlı güzel bir kadın çapkın çapkın gülümsüyordu. Sürmeli gözlü güzel kızın tepesine dikilmiş uzun boylu kumral genç, elini onun omzuna koymuş, halinden memnun gülüyordu.
Fatma Nine gördüklerine inanamıyor, sanki yer yarılmış da başka bir aleme düşmüş gibi fotoğraftaki zamanın içinde yüzüyordu. Otuz yıl öncesi miydi, kırk yıl mı? Yoksa binlerce yıl ötelerde mi kalmıştı? Böyle bir an gerçekten yaşanmış mıydı? O, bu yaşlarda olmuş muydu? Anacığıyla bu güzel kadının evini temizlerken yüreği fotoğraftaki delikanlı için atmış mıydı? O delikanlı, onun elini her gidişlerinde gizli gizli tutup arka bahçedeki erik ağacının altında öpmüş müydü? Bir keresinde yay kaşlı güzel kadın onları öpüşürken görerek annesine bağırmış, ikisini de kollarından tutup kapının önüne sürüklemiş miydi? Kadın onları sürüklerken kumral delikanlı kapının arkasında gizli gizli ağlamış, güzel kızın ıslak sürmeli gözlerinden bakışlarını kaçırmış mıydı? Tüm bunlar bir zamanlar yaşanmış ve hafızaların kirli çıkın gibi üst üste atılmış anılarının en altlarında kalmış mıydı?
Fotoğraf ıslak bir tülün ardından görünmez oldu. Fatma Ninenin dizleri titredi, tutunacak bir yer aradı. Elinin, yılların içinde kalmış, hatırlanmamak için kırk yorganla bastırılmış sıcacık bir ele değdiğini duyumsadı. Tülbendinin ucuyla gözlerini silince karşısında onun elini tutmuş, gözlerine sevgiyle bakan yazarı gördü.
Yazar, onu incitmekten korktuğu değerli bir kelebek gibi özenle divana oturttu. Güçlü elleriyle omuzlarından tutarak kendisine çevirdi. Gözlerinin içine baktı ve fısıldar gibi “Biliyo-rum çok geç ama beni affet Fatma.” dedi.
Esin Ulutaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
İMDAAAT KURTARIN BENİ BU SMS’LERDEN
Yani canım okurcumlarım. Ben bu adına cep telefonu denen teknoloji harikası şeyi yemek istiyorum yaaa..... Ya da yere atarak önce parçalayıp, sonra da çıkıp üstünde tepinmek geliyor içimden. Neden derseniz, bıktım bu SMS’lerden de ondan yahu!
Tabiatıyla, SMS’lerden önce “çağrı merkezi” aramalarından da bıktım da, bu aslında apayrı bir fasıl tabii....
Hele o ince sesli, zor duyulan sayın bayaaan “görüşmelerimiz şirkaaaat politikaaası ve sizin güüüvenliğinizzz gereği kaydaaaa alınmaktadır...” diye girmiyor mu lafa, içimden o kayıtları hapır hupur yemek geliyor......
Neyse, kolayını buldum, bu tür arama münasebetsizliklerinde hemen aç kapa yapıyorum. Böyle yapınca uzunca bir süre bir daha aramıyorlar, size de tavsiye ederim.
Neyse biz dönelim asıl konumuza yani SMS muhabbetine....
Hayır telefonu tümden SMS’e kapatacağım da, onu da yapamıyorum. Çünkü toplumsal sorumluluğumu yerine getireyim diyerek, bir sivil toplum kuruluşunda Gönüllü olarak çalıştığımdan zaman zaman benim için çok önemli SMS’ler de gelebiliyor.
Tamam kardişim yaaa, illa ki SMS atacaksınız anladık da, ama bu kadar da olmaz ki....
Gece saat tam tamına üç...... Bencileyin yazarınız gece kuşu olmadığından o saatte haliylen uyumakta. Kulakları çok iyi işittiğinden olsa gerek, telefonun sesini de, 60 yaşın verdiği malum zorunluluklarla sonuna kadar açmış tabii ki.
En derin uykunda birden bire zıplıyorsun. Ne var? Gaflete kapılıp fazla uyumayayım diyerek, alarmını kurup başucuna koyduğun cebine SMS geldi. Kimden?
Bir aralar ufak bir trafik kazası sonucu, sigortam var nassolsa deyip gittiğim bir “Resmi Servis” istasyonundan...iyi mi? Kıyak çekeceklermiş mevsimsel ve de dönemsel bakım zamanım gelmiş de, bak ne de güzel indirim varmış da.....
Ulan ben senin o indirimine bi bindirim çekerim görürsün gecenin üçünde adam zıplatmanın ne demek olduğunu...Sen beni keriz mi zannettin, normal bakım için senin dükkana takılıcam ha!....Hıyar nol’cek...
Yaa, işte böyle gün içinde habire ve zırt pırt o bankadan, bu kredi kartından gel, gel, al.... harca, harca, harca.... puan kazanacan oluuum ya.... bak sonra onları bedava zıkkımlanacaksın.... bak çok harca haa... mesajları gelip duruyor.
İnanır mısınız, bilmem Eczaneden bile mesaj geldi bana yaaa. Filanca güzellik kreminde kampanya varmış haaa! Herhalde bizim kız birgün alış veriş yaparken “zıpla baba senin kredi kartını, benimkinin limiti dolmuş...” filan dedi.....
Zaten yeteri kadar kazıklanmaktayız sayenizde, daha fazlasına gerek yok, istemez abilerim ablalarım üstü kalsın yaaa.
Bende jeton geçte olsa düştü....Artık hiçbir mağazaya cep telefonumu vermiyorum. Ev telefonumuz da biraz ilkel. Nasıl olsa ona mesaj gelemiyo iyi mi?
Cebimi soranlara ters ters bakarak ve ters yüz ederek gerçek cebimi gösteriyorum. Hani cep delik, cepken delik cepte kalmadı metelik faslından. Size de hararetle tavsiye ederim. Hiçbir mağazaya cep telefonunuzu vermeyin. Taciz edilmek istenmiyorsanız tabii......
Vahşi kapitalizm herhalde yakında bir kolayını bulup, yeteri kadar para harcamayanları uzaktan ultra viyole ışınları ile dürtecek bir sisteme de geçecek korkarım ki!
Ne kadar gelirin var, hepsi son kuruşuna kadar harcanmalı! Ne o öyle tasarruf, masarruf delikanlı adamı bozar böööle işler. Habire harca dur......
Vahşi kapitalizm dedikleri böööle bişi işte! İhtiyaç ile harcama arasında olması gereken o sıradan ilişkiyi çeşitli tekniklerle berhava edeceksiniz. Sonra da saf insancıklar kendilerine hiç lazım olmadığı ya da evde zaten iki tane bulunduğu halde tirbüşon alacaklar. Bizim evde bile iki tane yemek takımı var yaaa...... Bir günlük, bir misafirlik!
Hayır kardeşim, zaten bu dünyada bizler, bizzat kendimiz misafir olaraktan bulunduğumuza göre, misafir için ayrı bir yemek takımına ne hacet anlamıyorum yani.....
“Sayın misafir bakınız! Bizim çin porselininden en bi şık bir yemek takımımız var! Sizin gibi değerli konuklarımıza onunla çorba içirmekteyiz.” Bu mudur yani!
E, zıkkım içsinler o zaman kardeşim yaaaa. Yani hergün kullandığın tabaktan çorba içilince bu meret birden bire tatsız, tuzsuz yavan bişi mi oluyor!
Ben bu misafire özel muamele alışkanlığını tıpkı “sevgililer günü” “analar günü” “babalar günü” “zırt günü” “zort günü” gibi özel günler ilan edilmesine benzetiyorum.
Böyle günler ilan edilecek ki, benim gibi çevresine hediye almaktan bihaber vatandaşlar dürtüklensin ve de “ayıp olmasın abi yaaa....” dümeninden hediye paraları harcamaya kendini mecbur hissetsin. Bu işin marketlerde ki “Bak çok ucuz haa. İki gözümün yağını ye....bak almazsan çok üzülürüm” muhabbetine olta atan indirimli kazıklardan heç bi farkı yok hattı zatında....
Hayır, sanki çok zam veriyonuz da, ağalar. Paralar paçamızdan akıyo yani.....Harcamasak çok bi ağırlık yapıyo anlayacağınız.
Sevgili okurcumlarım bizim evin delisi olaraktan, yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere çoktandır para harcamak için değil de harcamamak için yırtınan bir tüketim düşmanı kesildim.
Haliyle adımın önüne “ultra süper süper cimri” ünvanı eklendi. Çok afilli bu benim yeni unvan yaaa.....
Örneğin şööle diyaloğlara çokca rastlanır oldu artık bizim evde. Ailecek “çarşı” görünümlü bir yerlere gidilmiş mesela........
“ Hooops n’oluyo, senin kaç ayakkabın vardı bakiiiim. O zaman bu vitrine niye bakıyon ki? Yassah kızım yassah. Günah bi kerem. Ayakkabılar evde dolapta dursun diye alınmıyo..... giyilmek için alınıyo.... Üç ayakkabısı olana dördüncüsü akıllara zarar. Bak bana! Taban gitmek üzere, şimdi yeni taban taktırıp bir üç yıl daha giyeceğim ayağımdaki şu mereti...”
“ Yaaa, sana ne? Parayı sen mi verecen? Allah Allah kendi kazandığımı istediğim gibi harcayamayacak mıyım.....yaaa.... Anne imdaaaat, bişi sööle şu kocana yaaa...”
Son yıllarda bir de önemli günleri toplu SMS’lerle kutlama modası çıktı ortaya iyi mi? Hani eskiden kişiye özel, özene bezene yazdığımız bayram, yeni yıl v.s. kartları artık tarih oldu. Onların yerine gelen SMS’lerle gözlerimiz doldu.....
Yazıyorsun bir “genel” kutlama mesajı, sonra da bas bir düğmeye adres defterinde kim varsa yallah tazyik!....
Valla ne yalan söliiim, dürüst olmak gerekirse ben bu tür mesajları okumadan sildiğim gibi, kendim de bu tür bir mesaj yollamıyorum hiç kimseye. Mutlaka kutlanması gereken olmazsa olmaz bir durum ve kişi varsa açıyorum telefonu, yüzüne karşı birkaç cümle kelam ederek kutluyorum anlayacağınız...... Hem böylece hiç olmazsa birbirimizin sesini de hatırlamış oluyoruz.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Palermo'da Yüzleşme
Filmin başrol oyuncusu Fin (Campino) bir Alman punk grubu olan Die Toten Hosen'in solistidir.
Fin (Campino) , az uyuyan, çok müzik dinleyen, dünyaca ünlü, bir fotoğraf sanatçısıdır. Bir gün, aniden, hayatının anlamsızlığına inanır ve kendinden kaçmak için Duesseldorf’tan Palermo'ya gider.
Bu değişiklik, alt üst olan yaşantısından uzaklaşmanın, kendinden kaçışın ötesinde, hayatında yeni bir sayfa açar. Bu sayfa da, büyük hesaplaşma ve gerilim vardır...
Filmde, değişimin başladığı en önemli sahne, araba kazasıdır. Yönetmen Wim Wanders, burada bize iki seçenek sunar. “Ölüm ve Yaşam.”
Seyirci, öldü mü, ölmedi mi?” diye, çözmeye çalışır düğümü.
Sürrealist, bir saat objesini kullanmıştır, burada yönetmen. Eriyen Saatler, Salvador Dali'nin, peynirden etkilenerek yaptığı bir biçimdir...
Ok, kullanmasının sebebi ise; Eros'u filme katarak, ölümle, aşkı bağdaştırmasıdır...
Felsefi anlamda da, çok şey barındıran film de; Finn'in, çobanla yaptığı sohbet çok güzeldi.
Burada, çobanın hayatla ilgili söylediği şeyler ve bunu söyleyen bilgenin, bir çoban olması...
Ve en son, güçlü vuruş, ölüm meleği. Finn'in, onunla yaptığı anlamlı sohbet. Onun, şekilden şekle girmesi; “Kazada ki şoför, pencereden ok atan kişi, bendim. Hayatını berbat eden herkes, boşa geçirdikleri zamanı, telafi etmek ister. Sizler hayata ben olmadan değer biçemiyorsunuz!" demesi.
“Ölüm meleğinden, kurtuluş olmadığı…”
Filmde ki, bu sorgulamaları; ölümle karşılaşmış insanların, doğru algılayabileceğini düşünüyorum.
Her karesinde, yönetmenin, müzikleriyle, görselleriyle, ustalığını gösterdiği bir film.
2008, Cannes Film Festivali’nde gösterilen; “Palermo'da Yüzleşme” çok derin ve çok düşündürücü bir film...
Her karesinin üzerinde, defalarca konuşulması gerekiyor...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Nietzsche ve Hıristiyanlık II |
|
“Dürüstlüğün bir türü, der Nietzsche; “bütün din kuruculara ve onların türüne yabancıdır. Onlar, deneyimlerini, bilgileri bakımından bir vicdan sorunu yapmamışlardır. ‘Ben, gerçekten ne yaşadım? Bu sırada bende ve çevremde ne olup bitti? Olması gerektiği gibi parlak mıydı? İsteğim, duyuların bütün kandırmalarına ve düşleme karşı yüreklice direndi mi?’ Onların hiçbiri, bu tür soruları sormadı. Sayın dindarlarımızdan biri de sormadı bu soruları. Tersine onlar, usa aykırı şeylere susamıştır ve onu doyurmak için, kendilerine pek sert davranmak istemezler. Böylece onlar, küçük ‘mucizeler’ ve ‘yeniden doğuşlar’ yaşayıp küçük meleklerin sesini duyarlar.
Ama bizler; biz ötekilerin alnına, kendi deneyimlerimizi bilimsel deneyler ölçüsünde sıkı sıkı irdelemek yazılmıştır. Biz, kendi Kendi’mizin deneği; deney hayvanı olmak isteriz.” (Şen Bilim, 319. Aforizma) “Bir din kurucusu olmak için insanın, şimdiye dek birbirine âit oldukları saptanmamış ruhların belli bir ortalama tipi konusunda şaşmaz bilgisi olmalıdır. Onları bir araya getiren ise din kurucusudur. Öyleyse, bir din kurmak, her zaman bilmenin uzun süreli bir şenliğidir.” (A.g.e. 353. Aforizma) Kezâ “Yahudiler, der Nietzsche; “ahlâkî üstünlük düşüncesini, başka herhangi bir halktan daha fazla önemsemiş; sâdece bir tek kutsal Tanrı’yı ve bu kutsallığa karşı işlenecek suç olarak günâh kavramını yaratmayı başarmış bir halktı.
Pavlus, aynı zamanda bu Tanrı’nın ve onun yasasının fanatik bir savunucusu ve koruyucusu olmuş; ona uymayan ve ondan şüphelenenlere karşı sürekli pusuda ve savaş hâlinde olmuş, onlara karşı oldukça sert, acımasız ve en ağır cezâları verme yanlısı olmuştur. Bu arada, öfkeli ve cinsel istekleri olan, melankolik ve nefret konusunda acımasız biri olarak, yasaya bizzat kendisinin de uyamayacağını fark etmiştir. Ona en garip gelen şey ise ölçüsüz hükmetme arzusunun, yasayı çiğneme konusunda sürekli tahrik edilmesi ve kendisinin de bu tahrik unsuruna boyun eğmek zorunda kalmasıydı. (...)
Onu rahatsız eden pek çok şey vardır; düşmanlık, cinâyet, büyücülük, resimlere tapınma, fuhuş, içki ve abartılı içki âlemlerine dikkat çeker. Aynı zamanda, vicdânı ve hükmetme arzusu ile fanatik bir biçimde yasaları tanıma ve koruma arasında nasıl bir mesâfe oluşturmaya çalıştığına da dikkat çeker: ‘Her şey boşuna! Yasalara aykırı davranmanın işkencesi, dayanılır gibi değil.’ diye düşündüğünü anlar olmuştur. (...) Yasadan nasıl da nefret ediyordu! Ona karşı nasıl da kin besliyordu! Kendi adına, artık ona uymamak için ne yollar bulmaya çalışıyordu! Ve sonunda, bir sanrıyla birlikte, aklına parlak bir fikir geldi: (...) Yasayı ortadan kaldırmak. (...)
Pavlus’un sarhoşluğu ve aynı zamanda ruhunun sınır tanımazlığı da doruğa ulaşmıştır; İsa’yla bir olma, İsa’yla yeniden dirilme, İsa’nın tanrısal muhteşemliğini paylaşma ve İsa gibi ‘Tanrı’nın Oğlu’ olma düşüncesiyle her türlü utanç, itaat ve sınır ortadan kaldırılmıştır. Dizginlenemeyen iktidâr hırsı ise kendisini tanrısal olağanüstülüklerde yaşanan bir lüks olarak ortaya koymaktadır.” (Tan Kızıllığı, 68. Aforizma) İşte, “Pavlus’un gerçek öyküsü” budur ve bu yüzden Pavlus, “Hıristiyanlığın fitilini ateşlemiş” ve intikam güdüsüyle geliştirdiği düşüncelerin vahiy olduğuna inanmış; başkalarını da bu uydurmalara inandırarak “intikam dîni” kurmuştur. (Güç İstenci, 171. Aforizma)
Nietzsche’ye göre Pavlus, “Hıristiyanlığı keşfeden ilk Hıristiyan”dır; diğerlerinin önünü de o açmış ve bu uydurmalar, çok daha “patolojik” bir hâl almaya başlamıştır. İlk Hıristiyanlara göre Tanrı, oğlunu, “günâhların bağışlanması için kurban vermişti” ki bu düşünce, putperest kavimlere âit barbarca bir düşüncedir; suça karşılık kurban verilmesi, hem de suçsuz bir kişinin kurban edilmesi barbarlıktır. Ancak, sonradan bu “kurtarıcı tipi”ne adım adım eklemeler yapılmış ve “tüm gerçeklik”, büyük bir intikam güdüsü ve hınç duygusu uğruna harcanmıştır. “Hıristiyanlığı yaymak için” bu “gerçeklik”, gittikçe daha da barbarlaştırılmıştır. (A.g.e. 173. Aforizma)
Aynı şekilde, toplu yaşam alanlarında, İsa’yı çarmıha gerilmiş hâlde ve büyük acılar içinde gösteren heykeller dikilmiş; “acıya katlanma ve merhamet” düşüncesiyle, dünyânın korkunç bir yer hâline getirilmesine kapı aralanmıştır. (Tan Kızıllığı, 77. Aforizma) Dolayısıyla Kilise, İsa’nın öğretisi üzerine kurulan kocaman bir yalandır ve Hıristiyanlık târihi, daha “çarmıhtaki ölüm”den başlayarak adım adım kabalaşan bir “yanlış anlama”nın târihidir. (Güç İstenci, 213-215. Aforizmalar) İncil, bu türlü çarpıtmalarla doludur. Bu o kadar öyledir ki, hiçbir karşılaştırma kabûl etmez; İncil’in kendisi, “çarpıtmaların”; “söz kalpazanlığı”nın kutsanışıdır. İncil’de “Yahudi ustalığı”, en üst seviyeye ulaşmıştır. (Deccal, 44. Aforizma)
İsa’nın öğretisi; Evangelium, insan ile Tanrı arasında hiçbir mesâfenin olmadığıdır; İsa Tanrı’dır ve Tanrı İsa’dır. Başka deyişle İsa’da, “insan ile Tanrı arasında özce aşılmaz bir uçurum” yoktur ve Evangelium, aslında bunu haber verir; “iyi haber”, kendisi Tanrı olan; kendi Kendi’sinin tanrısı olan insanın gelmesidir. Evangelium’da, Yahudi dîninin uydurma “günâhlar”ına, emir ve yasaklarına, pişmanlık ve nedâmet öğretisine yer yoktur ve “kişinin kendisini Tanrı gibi hissetmesi”ni sağlayan yaşam pratiklerine öncelik tanınır. Hattâ, duâya bile gerek yoktur; kişinin Kendi’si dışında “yardım dileneceği”, “uzak”, “öte”, vb. bir varlık yoktur. (A.g.e. 34. Aforizma)
Nietzsche’ye göre bu şekliyle Evangelium, bir “inanç” değil, bir “yaşam yolu”dur. Fakat Evangelium, aynı zamanda da “iç dünyâya kaçış” ve bir tür “kendine sığınma”dır; “batmak zorunda olan kendi”ne sığınma, bu “kendi”ne karşı mesâfesiz bir sevgidir ve kişiye, yanıltıcı bir mutluluk verir. Zîrâ Nietzsche, “Evangelium’un fizyolojisi”ni şu şekilde yapar. İsa’da dokunma duyusu, onda “hastalıklı bir duyarlılık” yaratmış ve onu, her türlü temastan; katı bir nesneyi tutmaktan kaçınmaya zorlamıştır. Bu mantığın sonuna kadar götürülmesi ise “tüm gerçeklikten içgüdüsel bir nefret”e varır. (A.g.e. 30. Aforizma)
Bununla birlikte, Nietzsche’ye göre Evangelium, Pavlus’un elinde şekil değiştirerek ve bu mantığın izinde, Dysangelium şekline girmiştir; yâni “kötü haber”. Pavlus, “çarmıhtaki ölüm”le birlikte Evangelium’u sona erdirmiş ve yerine birtakım vaadler, yalanlar, uydurmalar, vb. koyarak “iyi haber”i, “olabilecek en kötü haber” şekline dönüştürmüştür. Oysa Evangelium, hiçbir vaad taşımıyordu; Dysangelium ise “Tanrı Krallığı”nı, “Gökyüzü Hükümranlığı”nı, vb. vaad etmiş ve “hiçlik yaşantısı”nı yüceltmiştir. (A.g.e. 34. Aforizma)
Nietzsche’ye göre Dysangelium’la vaad edilen nihilistik değerlerle yaşamın ağırlık noktası, yaşamın içine değil, “öte”sine; hiçliğe yerleştirilmiş; doğallık yıkılmış, içgüdülere karşı güvensizlik duyulmaya başlanmış, yaşama ve yeryüzü mutluluğuna karşı savaş verilmiştir. (A.g.e. 44. Aforizma) Hâliyle, “tanrı kayrasının bulunduğu kutsal varlık, ideal bir kısırlaştırmadır. Tanrı Devleti’nin başladığı yerde yaşam da sona ermiştir.” (Putların Alacakaranlığı; Doğaya Aykırı Olarak Ahlâk, IV.) “Hıristiyan inancı özveridir; bütün özgürlükten, bütün kibirden, bütün ruhun kendisine güveninden özveri. Aynı zamanda, boyunduruk altına girme, Kendi’ni alaya alma, Kendi’ni çarpıtmadır. (...) Bu inançta, zâlimlik ve dinsel bir intikam güdüsü vardır.” (İyinin ve Kötünün Ötesinde, 46. Aforizma)
İmdi Nietzsche, Hıristiyanlık kelimesini yanlış bulur; Nietzsche’ye göre tek bir Hıristiyan vardır ve o da çarmıhta ölmüştür. Evangelium, çarmıhta ölmüştür ve daha sonradan Evangelium adını alan ne varsa bunların hepsi, İsa’nın öğretisine karşıdır. “İsa tarafından kurtarılmak” düşüncesi ise saçmalık ölçüsünde yanlıştır. Yalnızca belirli bir yaşam biçimi; “çarmıhta ölen”in yaşadığı gibi yaşanmış bir yaşam Hıristiyancadır ve bu tür bir yaşam, bugün de olanaklıdır. Hattâ, Üstinsan doğasına sâhip olanlar için zorunluluktur. Hıristiyanlık inanç değil, belirli türden bir “yapma” ve belirli türden bir “vârolma”dır.
Ne var ki, mevcut şekliyle Hıristiyanlık; yâni Dysangelium ise “Kendi’ni yanlış anlamak”tan başka bir şey değildir. Din olgusu zâten, kişinin “Kendi’sini yanlış anlaması”nın bir ürünüdür. (Deccal, 39. Aforizma) Dysangelium, “ezilmiş ve aşağılanmışlar”ın bastırılmış ve kirli içgüdülerini ön plâna çıkartır; “en alt katmanlar”ın “kurtuluş”unun peşine düşer ki, “kendinin alt edilmesi” değildir hedeflenen. “Günâh çıkartma”, “özeleştiri” ve “vicdan engizisyonu”yla tutkular, “güçlü olan” karşısında kılık değiştirir ve bu yolla “bağış” ve “lütuf beklentisi” yaratılır. Dysangelium’da açıklık da yoktur; inananları, karanlık hücreleri sever ve kiliselerinde hijyene bile rastlanmaz. (A.g.e. 21. Aforizma)
Nietzsche, Hıristiyanlık konusundaki eleştirilerini bunlarla sınırlamaz ve değişik bağlamlarda değişik şekillerde bu eleştirilerini sürdürür. Özellikle de Hıristiyanlığın özü olan “merhamet” ve “acıma” gibi “iki nihilistik değer”in eleştirisini yapar. Nitekim bu değerler, Nietzsche’ye göre Hıristiyanlıktaki tüm günâhlardan daha zararlıdır. (A.g.e. 2. Aforizma) Acıma, “büyük fetihler yapma şansı” olmayanlar ve özgüveni pek az olanlar için en tatlı duygudur; acı çekenler, onlar için “kolay avlar”dır; kendileri ise başkaları tarafından avlanır. Acıma, “fâhişelerin erdemi”dir; direnme eksikliğinin ifâdesidir. (Şen Bilim, 13. Aforizma) Hıristiyanlık, başından sonuna kadar hep bu “direnme eksikliği”ni yansıtır. (Deccal, 35. Aforizma)
Hıristiyanlık, “güçlü bir yaşam”ın tam tersi bir ideali yayar; “sürü insanı”nı, bir ideal olarak sunar. (A.g.e. 5. Aforizma) Acı duyan kişi, güç istencini yitirir ve décadence’a uğrar. (A.g.e. 6. Aforizma) Hıristiyanlık, bu décadence’dan kurtulmayı değil, “acıya katlanma”yı amaçlar ve hattâ, bu “katlanma”nın, “Şeytan’a karşı savaş”ta zorunlu olduğunu iddiâ eder. Oysa, bu “savaş” düşüncesi, Hıristiyanlara sahte bir rahatlama sunar ve Tanrı’nın, bu “savaş”ı en iyi şekilde ödüllendireceğine inanırlar; gittikçe de daha büyük acılara katlanmayı “erdemlilik” olarak görürler. Hâlbuki, moralinli erdemlerdir onlarınki. (A.g.e. 2 ve 23. Aforizmalar)
Nietzsche’ye göre bu erdemler “gizlenme”yi, “dolambaçlı yollara sapma”yı, “susma”yı, “unutma”yı, “önlem olarak kendini küçültme ve alçaltma”yı sağlar ve bu konularda dindar insanlar ustalaşmıştır. (Ahlâkın Soy kütüğü Üzerine; Hayır ve Şer, İyi ve Kötü Üzerine) Ancak décadence’a uğramış kişilerin yapabileceği şeylerdir bunlar ve bilirler ki, “iyi söylendikten sonra her söze inanılır” ve “insanlar, en çok erdemleri övenleri dinlemeye yatkındır.” (Şen Bilim, 23. Aforizma) Fakat “erdemler övüldüğünde, özünde övülen ilkin, erdemdeki araç olma doğasıdır; ikincisi de her erdemdeki içgüdüdür. Bu içgüdü, genel avantajları bakımından bireyin değerlendirilmesini olumsuzlar.
Özetle övülen, erdemdeki akılsızlıktır. Bu akılsızlık, bireyin kendisini, yalnızca bütünün bir işlevi olarak dönüştürülmeye bırakmasına yol açar. Erdemlerin övülmesi, kişisel bakımdan zararlı olanın övülmesidir. İnsanı, en soylu bencilliğinden ve en üst düzeydeki bağımsızlığından yoksun bırakan içgüdülerin övülmesidir.” (A.g.e. 21. Aforizma) Hem, Nietzsche’ye göre acıma bulaşıcıdır ve gelişim yasasına; seçilim ilkesine aykırıdır. Acıma nedeniyle “güçsüzler”, “nasîbi kıtlar”, “zayıflar”, vb. sayıca üstün hâle gelir ve “soylu ahlâk”ı zayıflatırlar. “Köle ahlâkı”nın temel erdemi acımadır ve acıma yüzünden bu ahlâk, yaşamı ayakta tutmaya dönük içgüdüleri yok ederek yaşamı değerden düşürür. (Deccal, 7. Aforizma)
Bu bakımdan, Nietzsche’ye göre Hıristiyanlık, Üstinsan tipine bütünüyle karşıt bir öğretidir. Hıristiyanlıkta bu tip, dâimâ “lânetli insan” olarak görülür ve üzerine birtakım “suç”lar atılır; “ahlâksızlık”la ithâm edilir. (Putların Alacakaranlığı; Doğaya Aykırı Olarak Ahlâk, I.) “Köle ahlâkı”nda tüm değerler, décadence değerleridir ve Kendi’sine zararlı olanı seçmek, ancak içgüdülerini yitiren birinin yapabileceği bir şeydir. Oysa “yaşam”, kuvvetlerin birikmesinin içgüdüsüdür; bunun eksik olduğu yerde ise décadence ve nihilistik değerler vardır. Bunlar, en kutsal adlara bürünerek egemenliği elinde tutanların düşüş değerleridir ve “düşüş”ü vaad ederler. (Deccal, 6. Aforizma)
Böylelikle Nietzsche, Hıristiyanlığın inanç temellerine ilişkin eleştirilerini, dînî pratikleri konusunda da sürdürür ve kiliseleri, râhipleri, inanç ritüellerini eleştirir. Nietzsche’ye göre kiliseler, râhiplerin “baygın kokulu mağaraları”dır. Bu mağaraları yaratanlar, Kendi’lerinden utanç duyan ve Kendi’lerini gizlemek isteyenlerdir. Kendi’lerine karşı koyanı ve ıstırap vereni, “tanrı” olarak görmüşlerdir; ama tanrılarını, insanları çarmıha germekten başka türlü sevmeyi bilmiyorlardır. “Cesetler hâlinde yaşamak”, onlar için bir “ideal”dir. İsa ise “özgürlük”ten gelmemiştir ve “bilgi halıları” üzerinde de yürümemiştir, boşluktan gelmiş ve boşluğa gitmiştir.
Nietzsche’ye göre râhipler, bu boşluğa kendi kuruntularını yerleştirmişler ve “tıkaç” olarak da “tanrı”yı kullanmışlardır. (Böyle Buyurdu Zerdüşt, Râhipler Üzerine) Bu insanların “beyinlerine yeterince kan gitmez” ve “baygın kokulu mağaralar”da yeterince temiz hava bulamadıkları için “hayâl görürler”. Nietzsche, “zavallı insanlık, diyerek şöyle bir ironi yapar; “beyindeki kanın bir damla fazla ya da az olması, yaşamımızı tanımlanamayacak ölçüde perîşan ve korkunç bir hâle sokabilir. Öyle ki biz, Prometheus’un akbabasından çektiğinden fazlasını, bu bir damla kandan çekeriz. Ama en kötüsü, nedenin bu damla olduğunu bilmeyip, bunu ‘şeytan’ ya da ‘günâh’la açıklamaya kalkışmaktır.” (Tan Kızıllığı, 83. Aforizma)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
GEMİCİLER
Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz.
Ufuklardan ufuklara haber sorar, gezeriz.
Güneşlerde uyuklayan yamaçları,
Kalbi durgun tarlaları bıraktık.
Gölge veren ağaçları
Sevmiyoruz biz artık.
Sevgilimiz,
Ey deniz!
İşte biz;
Nihayetsiz
Mavilikler yolcusu!
Ruhumuzun kardeşidir
Güneşlerde parlayan bu yeşil su.
Bayrağımız yeşil sular ateşidir.
Biz bayrağın fedaisi sayısız Türk genciyiz.
Biz hilale şan arayan korku bilmez gemiciyiz.
Ey vatandan müjdelerle bize kadar gelen rüzgâr!
O sarışın sahillerde kara gözlü genç kızlar,
Yaz gecesi mehtap ile konuşurken,
Doğru söyle, sordular mı bizleri?..
Nasıl cevap verdiği gökten
Gemimizin rehberi,
O vefakâr
Yıldızlar?..
Poyraz var;
Yelken dolar.
Gemi sanki kanatlı!
Enginlerde pembe güneş
Gülümserken bu yolculuk ne tatlı!
Çal sazını kalenderce yiğit kardeş!
Nağmelerin yorulmayan dalgalardan bahtiyar.
Gönderelim bu ahengi o sevgili yurda kadar...
Enis Behiç KORYÜREK
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.
Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.
5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k
http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|