Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.925

 22 Haziran 2012 - Fincanın İçindekiler


  • KEMİK -5 (Son) ... Seyfullah Çalışkan
  • CEFASI ÇOK, SEFASI ÇOK, VEFASI YOK ... Hamdi Topçuoğlu
  • İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 7 ... Nevriye Hamitoğlu
  • Gözü Yolda Bir Çiçek… ... Buket Çetin
  • Reklamlar : Burada Şurada Heeepsi Orada ... Ahmet Şeşen
  • İKİ RUH ... Banu Özgüç
  • Latin Amerika’da Kürtaj ... Cüneyt Göksu
  • YAS GÜNÜ KURTLAMALARI ... Abuzittin Tırlak
  • Halit Kıvanç'la Söyleşi ... Neslihan Minel
  • Arımdın, Arındım ... Sarahatun Demir
  • Tek Tanrılı Dinlerin Kürtaja Bakışı Üzerine I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Kendinden tahrikli copumuz gelmiş, hoşgelmiş!..


    Gecikmeli bir sayıyla tekrar merhaba. Medeniyetin ortasında internet bağlantısından yoksun kalmanın önlenemez sonucu olarak yayın gecikti, kusura bakmayın.

    İnternet bağlantımız olmasa da medeniyetin tam orta göbeğinde oluşumuz, hele babalar gününün tam hakkını uzakta da olsa verişimiz, aldığımız haberle gölgelendi. Şanlıurfa'da hücrede yanan 13 mahkum sayesinde öğrendiğimiz "dam" trajedisi yumruk oldu mideme oturdu sanki. 350 kapasiteli damda kalan 1057 kişi, 45 derece sıcaklık, günde sadece 4 kez verilebilen su, vs. Bir kıçı kırık vantilatör yüzünden çıkan arbede, sonrasında yangın ve cayır cayır yanan 13 can. Ve hala insanların yüzüne bakabilen bir bakan, patronu ve silah arkadaşları.

    Elinizi vicdanınıza koyup bir düşünün. Bir fırının içinde 20 kişi, yatmaya değil, ayakta durmaya yer yok. Türkiye'de işkence yok diyenler, durup bir düşünsünler. O adamın ha tırnağını sökmüşsün, ha ciğerindeki havayı almışsın, nesi farklı?

    İstanbul için cehennem azabının başladığı gün döndüm memlekete. İki saate varan taksi yolculuğumuz sırasında taksi şöförü arkadaşla memleketi bir baştan bir başa dolaşıp, hemen her cephede savaşarak vatanı bile kurtardık. Hiçbir ek önlem alınmadan başlatılan köprü tamiratının yarattığı iç sıkıntısıyla sıkılarak açtı konuyu; "Abi memleketin durumu nasıl sence?" Kaşındı tabi. Açınca ağzımızı o da döküldü haliyle. Bir sağdan bir soldan girdik, birlikte rahatladık. Ertesi günkü gazeteleri okuduysa söylediklerimin ne anlama geldiğini çok daha iyi anlamıştır sanırım. Paranın insandan daha değerli olduğu bir memlekette yaşamanın erdemini(!?) mutlaka anlamıştır.

    8 gencecik canın terörist itlerce katledilmesinin haberini, IMF'ye 5 milyar dolar borç verme soytarılığıyla birlikte, aynı puntolarla veren saygıdeğer(!?) medyamızı tırnak uçlarımla alkışlıyorum. Teröristle başa çıkamıyoruz ama ekonomide çağ atlıyoruz diye böbürlenen bir hükümetin yağdanlık medyası. Yuh olsun size be. IMF'ye hala borçlu iken, memura sadaka düzeyinde zam yaparken, personel giderleri fazla diye kalifiye elemanları işten atarken, hakkını arayan memuru işçiyi coplarken, iğneden ipliğe herşeyi satıp rantı özel sektöre devrederken, IMF'ye borç vermek ne demek biri bana anlatsın. Hani "Ayranı yok içmeye, Tayyip verir IMF'ye" diyeceğim, birileri yanlış anlayacak. En iyisi beni dememiş farzedin siz.

    Yaz geldi, pekaka itleri işi gene azıttı. Anladıkları dilden cevap vermezsen hiç bir sonuç alamayacağın ortaya çıktığı halde, dut yemiş bülbül kesilmiş idareciler mekanı oldu Türkiyem. Burnunun dibinde Kandil denen bir şer yuvası var. Her türlü melanet orada ama sen sesini bile yükseltemiyorsun. Neden çünkü aramızda tampon olarak para çuvalları var. Yeşil yeşil dolar var. Barzani denilen sansarın himayesinde palazlanan itler, sınırı kilometrelerce geçip karakol basıp asker şehit ediyor ama sen Suriye'deki sanal kargaşa kadar bile değer vermiyorsun. Tek yaptığın üzülüp timsah gözyaşı dökmek. He deseler Suriye'ye dalacak kadar hazırlıklısın ama kandil hep yansın diye de bir o kadar vericisin. Allah selamet versin.

    Gözüme gazetedeki bir fotograf ilişti az önce. Polise yeni coplar alınmış. Kauçuk copların gereken etkiyi bırakmadığı anlaşıldığından, yerlerine madeni, tahrik olunca uzayan coplar alınmış. Kısa haliyle elde taşınan bu coplar, yeri geldiğinde mutluluk çubuğu gibi tahrik edilerek uzatılıyor ve görev yerlerine tevdi ediliyormuş. Fotografta da, ninja hareketi ile cop uzatan bir genç memur poz vermiş. Ne diyelim, Allah hakkını aramak için yeni copların önüne çıkan işçiye memura kuvvet versin. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KEMİK -5 (Son)

    Servis Hemşiresi;
    Operatör Doktor Hilmi Elmacıoğlu’nun poliklinik ve servis hemşiresi olarak altı yıl çalıştım. Hiç parayı sevmeyen birini tanıyor musunuz? Parayı sever ama anlatıldığı kadar kötü bir değildir. Siz Hastaları onun muayenesine kendi çıkarım için yönlendirmiyorum. Servise yatan hastalara “doktorunuzu görmelisiniz” dememi bende o istiyor. Hilmi Bey benim patronum sayılır. Çünkü servisteki işimden ona karşı sorumluyum. Hastane başhekimi veya diğer memurlar bizim işlerimize hiç karışmazlar. Bir sorun olduğunda Hilmi Bey ben bu hemşireyle çalışmak istemiyorum diyebilir. Onunla aramızı iyi tutmak zorundayız. Arada sırada hastaların getirdiği, baklava, çiçek ve şekerleme türünden şeyleri bizimle paylaştığı olur. Ama kimseye çıkarıp beş lira vermişliği yoktur. Hepsi için söyleyemem ama bazı hastalar bunu hak ediyorlar. Çünkü kendileri de başkalarını yolarak geçiniyorlar. Hastasını iki kişilik odaya aldırabilmek için çuvalla para veren insanlar gördüm. Alın teri ile kazınılan para bu kadar pervasızca saçılabilir mi? Doktor Hilmi Bey muayenehanesiyle hastane arasında koşturmaktan yemek yemeye vakit bulamaz. Zeytin ekmek yediğine inanırım. Kazandığı parayı eşi ve çocukları keyifle harcar.

    Kiracı Hacer
    Yaşlı kadın hastanede sadece ağrı kesici ilaç verilerek tam bir hafta öylece yattı. Tam bir hafta Doktor Hilmi Elmacıoğlu ısrarla ve inatla yaşlı kadını görmezden geldi. Ameliyat günü alınsın cümlesi havada asılı kaldı. Ne gün verildi, ne ameliyattan önce istenilen ilaç ve protezlerden söz edildi. Yaşlı Kadın’ın Almanya’daki kızı bir hafta sonra ancak gelebildi. Uykusuz ve Yorgundu. Annesini hastane yatağında görür görmez ağlamaya başladı. O odada bulunan hasta ve hasta yakınları da bu manzara karşısında dayanamayıp sessiz sesiz gözyaşı dökmeye başladılar. Gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı. Onlarca kişi hem annesinden uzaktaki kızın çaresizliğine, yaşlı kadının kimsesizliğine ve hasta yatağındaki ilgisizliğine ağlıyordu. Kocamın işyerine telefon ettim. Onu hastaneye çağırdım. Yaşlı kadının kızını alıp Mecidiye’deki doktorun muayenesine gittiler. O gün aksilikler birbirini kovaladı. Almanya’dan gelen kız doktorla adeta köşe kapmaca oynadı. Bir türlü konuşmayı, görüşmeyi başaramadı. Fakat her nasılsa doktorun Yaşlı Kadın’ın kızın geldiğinden haberi olmuştu. O akşam tahliller yapıldı. Hasta sahibinin eline eczaneden alacağı ilaçların reçetesi tutuşturuldu. Ertesi sabah için kalça kemiği kırığı nedeniyle ameliyat edilmesine karar verildi. Akşama doğru Yaşlı Kadın’ın kızı annesinin başında kalıp beni evime gönderdi. Tam bir hatadır hastanede sandalye üzerinde, yada karo taşların üzerine serdiğim battaniyenin üzerinde oturarak uyuyordum. Evimi, çocuklarımı ve yatağımı özlemiştim. Sabah erkenden birkaç poğaça ve biraz börek alıp hastanenin yolunu tuttum. Üçüncü kata çıkar çıkmaz bir şeylerin ters gittiğini anladım. Ortapedi koğuşunda kalan insanların gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu ve yaşlı kadın yatağında değildi. Almancı kız gelip boynuma sarıldı. Annem bu gece sizlere ömür dedi. Allah sabır versin, mekanı cennet olsun demekten başka çare mi vardı?

    Almancı Kız
    Babamı sekiz yıl önce kaybettim. Anemi de bu gün. Babam teneke ustasıydı. Otuz belki kırk yıl canı kadar kendine yakın bulduğu bir arkadaşının dükkânında çalıştı. Hiç zengin olmadık ama yokluğu da bilmeyiz. Tanımayız etmeyiz, uzaktan görüp beğenmişler beni. Sonra da babamın arkadaşına çıtlatmışlar. Zaten o tamam dediğinde babam asla karşı çıkmaz. Demek ki bundan haberliymişler. Bana soran da olmadı. Üstelik evin tek çocuğuyum. El bebek gül bebek büyütüldüm. Büktüm boynumu razı geldim. Ya kısmet deyip Almanya’ya gelin gittim. Uzaktan davulun sesi hoş gelir. Burada herkes Almancıları zengin sanır. Eşimin ailesi orada kocaman bir evde birlikte yaşıyorlardı. Kayınpederim bütün yaşantımızı planlıyor, eşimin kazandığı parayı kuruşu kuruşuna elinden alıyordu. Şirket gibi bir aileye gelin olmuştum. Onlar uygun görür alırsa giyersin, alırlarsa yersin içersin veya kullanırsın. Sen ağzını açıp isteyemezsin. Yıllar geçti ben aileme tek bir kuruş bile göndermedim örneğin. Tamam zaten ihtiyaçları yoktu ama, belki umdular, beklediler… Biraz Almanca öğrenip çalışmaya başlayınca ipler çözülmeye başladı. Ben gak guk etmeye çalıştım. Kendi evim, kendi ailem olsun istiyordum. Eşim babası izin vermezse helâya bile gitmiyordu. Bu kadar çaresiz bir insan gözüme erkek gibi de görünmüyordu. Beş yıl sonra çoluk çocuk yokken ayrıldık. Çok sıkıntı çektim, çok çabaladım ama en sonunda kendime bir düzen kurdum. Dul bir kadın olarak mahallemize dönme fikrini hiçbir zaman benimseyemedim. Annemin yalnız oluşu her zaman çime dert oldu. Ona yaşlılığında sahip çıkamamak, göz kulak olamamak düşüncesi benim ez zayıf yerimdir. Buradakilerin sandığı gibi hayırsız evlat falan değilim ben. Bu kadıncağız şimdi niye öldü. Kader diyeceğim ama dilim varmıyor. Buradakilerin söylediğine göre tam bir haftadır tedavisi yapılmadan öylece bekletilmiş. Bu ülkede insanın hiç değeri yok. Almanya’da olsa hala yaşıyor olurdu. Çünkü gâvurda merhamet var, çünkü gâvurda insanın değeri var. İçim yanıyor biliyor musunuz? Ne zaman lazım olsam hep uzaklardaydım ben. Tamam bunun tek suçlusu ben değilim.

    Annem sabaha birkaç saat kala ölmüş. Başucundaydım ama anlayamadım. Öylesine yorgundum ki sandalyenin üzerinde uyumuş kalmışım. Oysa tetikte uyuyordum ben. Arada bir nabzına bakıyordum, nefesini dinliyordum. O da uyuyordu. Haberimiz bile olmadan uykudayken gidivermiş kadıncağız. Hilmi Doktor annem için şimdi üzülür mü peki? Sanmam, o kadar merhameti olsa beni beklemez, kadıncağızı ameliyata alıverirdi. Hasretimi doyuramadan giden annem beş yüz lira için, bin lira için öldü. Kırıktan insan mı ölürmüş. Her gün binlerce insanın bir yerleri kırılıyor. Kemik kelimesini duyunca bile artık tüylerim diken diken oluyor. Sana ne desem boş biliyorum. Anlı şanlı kanbur doktor Hilmi Elmacıoğlu para içinde günah içinde yüz. Umarım sen de bir gün kendin gibi bir doktorun insafına kalırsın.

    Not: Öyküde geçen doktor gerçek kişiliktir. Samsun’da hekim etiğine aykırı bu davranışı nedeniyle bir çok hastası mağdur olmuştur.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,179,179,179,179,179,179,179,179,17
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      CEFASI ÇOK, SEFASI ÇOK, VEFASI YOK

    Deli mi deliyiz, zeki mi zeki; ama aynı oranda akıllı olduğumuzu söyleyebilir miyiz?
    Çalışkan mı çalışkanız, iş üretmeye üstümüze yok; ama verimli çalıştığımızı söyleyebilir miyiz?
    Dedikodu mu, dediniz, gelsin.
    “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” mı dediniz. En yakınlarımıza çelme takmak mı? Çekinmeyiz…
    Demokratlıkta üstümüze adam tanımayız; ama ille de bizim dediğimiz olmalı.
    Biz, gerçek gönül erleriyizdir. Parti tutmakla, takım tutmak arasında bir fark görmeyiz.
    Ülkemizi o kadar çok severiz ki, bizim gibi düşünmeyenleri vatan haini ilan ediveririz.
    Hasılı çok, çok renkliyiz; ama renklerimiz ala bula, işimiz karmaşa.

    ***

    Buyurun size Bodrum Kent Konseyi Başkanının bir kent güncesi örneği:
    11 Haziran Pazartesi
    Saat 8.30
    Milliyet’te Mehveş Evin’nin Başkan Kocadon ile ilgili yazısıyla güne başlıyorum. Konunun ulusal medyada yer alması olumlu. Yazar, yazısının altına saat 18.00 de miting yapılacağını duyurmuş.
    Saat 9.00
    Güneş Gürsel, Facebook’tan mitingin iptal edildiğini duyuruyor.
    “Bu mitingi kim düzenlemişti?”
    “Amaç neydi?”
    “Neden iptal edilmiş?”
    “İptal edenler kim?”
    “Toplum katında inandırıcılığınızı yitirmeniz için defalarca hata yapmanıza gerek yoktur.”

    ***

    Saat 11.20
    Yalıkavak Belediyesi bekleme salonundayız.
    11.30’da Başkan’a “Geçmiş olsun, görevinizde başarılar diliyoruz.” demek için randevumuz var.
    Saat 12.30
    Başkan bizi makamında karşılıyor.
    Genç Başkan, heyecanlı ve üzüntülü. Eminim kimilerine kırgındır da…
    Halkının oylarıyla seçilmiş. Başbakanı ”Seçilmişi, atanmışa kul etmeyiz.” demiş. Ne var ki o başbakanın bakanı, başkanı görevden alıvermiş. Başkan, tam 22 ay suçsuzluğunu ispatlamakla uğraşmış. Bu arada, hizmet planları, pilav olmuş.
    “Demokratik toplumlarda, bireylerin çektiği acıların bedelini ödeyen kimdir, bilen var mı?”

    ***

    Hızla Bodrum’a dönüyoruz Saat 14.00’te Başkan Kocadon’un yerine bir Başkanvekili seçimi var. İki grup anlaşsaydı, bu kadar şık olmazdı diyebileceğim bir seçim yapılıyor. CHP’li Sayın Dursun Göktepe Başkanvekilliğine seçiliyor.
    Bodrum Belediye Meclisi şimdiye dek uyum içinde Bodrum’a önemli hizmetler sunmuştu. Dilerim aynı anlayış devam eder.
    “Farklılıkların birliği, uyumu… Demokrasinin olmazsa olmazı benim için.”

    ***

    Saat 17.00’de bu salonda Cumhuriyetin anıt kadını Muazzez İlmiye Çığ’ın konferansı var. Konu “Sümerlerden Mustafa Kemal Atatürk’e”
    Boşluktan yararlanarak Denizciler Derneğine gidiyorum. “Bodrum’un Denizcileri” yazı dizisi için yeni isimler gerekli.
    Başkan Mustafa Demiröz telaşlı mı telaşlı.
    Sezon geldi. Binlerce tekne Gökova’ya açılıyor. Ama bu sene de atık toplama gemimiz yok. Sorunun artık mutlaka çözülmesi gerek.
    Çok sevdiğim bir kardeşime telefon ediyoruz. Yetkililerden randevular alınıyor.
    “Bu ülkede, toplum yararına iş yapmak, bireysel çıkarları korumaktan çok, ama çok daha zor.”
    Saat 17.00
    Muazzez İlmiye Çığ’ı ilk kez bu kadar yakından görüyorum. 20 Haziran’da 99 yaşına girecek olan dev yürekli Türk kadınını dinlemek bana çok iyi gelecek. Salon tıklım tıklım. Lise ve üniversite çağında gençleri görünce keyfim bir kat daha artıyor. Yüz yıllık bir birikimden süzülüyor anlattıkları. Bu yaşta, bu kadar duru bir bellek… Hiçbir cümlesinde hata yok. Keşke anlattıklarını telekonferans yoluyla gençlere ulaştırabilsek…
    “Biz neden yaşayan çınarlarımızı, ölü çınarlar kadar sevmeyiz?”
    Saat 18.00
    Meydanda ya iptal kararını duymadıklarından ya da iptale inat gelen 300-350 kişi var.
    Kim amacına ulaştı, merak bile etmiyorum.
    Biri: “Başkanın mahkeme sürecine zarar verebilir, diye ertelenmiş.” diyor yanımdan geçerken.
    “Mitingler, yasa yapıcıları için demokratik bir uyarıdan başka bir şey değildir. Mitinglerin hakim kararlarını etkileyeceğine asla inanmam.”
    Saat 21.30
    Yurt dışındaki cemaat okullarının öğrencilerinin gösterilerinden oluşan “10. Türkçe Olimpiyatları”na davetliyiz.
    Bodrum Antik Tiyatrosu tıka basa dolu. Daha ilk şarkıyla büyüleniyoruz. Endonezya’dan Bosna –Hersek’e, Mozambik’ten Kazakistan’a çocuklar, gençler türkülerle, oyunlarla, şiirlerle hünerlerini sergiliyorlar.
    “Her genç ötekinden daha güçlü, daha profesyonel.”
    Mutlu oluyorum, hem de çok!
    Yüzlerce ülkede dilimin ve kültürümün temsilcilerini yetiştirenlere saygı duyuyorum.
    Ama aklımda, dershane – okul arasında mekik dokuyan milyonlarca gencimiz var.
    Başka ülkelerin çocuklarını, aylarca bu tür şölenlerle bizlere takdim eden anlayışın, kendi çocuklarına ulusal bayramlarını bile kutlama izni vermemesinin nedenini anlamaya çalışıyorum.
    Farklı dil, din ve ırktan yüzlerce genci, cinsiyet ayrımı yapmadan aynı otobüslerde gezdiren, aynı otellerde ağırlayan bir zihniyetin, kadınlar için ayrı belediye otobüsleri isteyenlerle bağını çözmeye çalışıyorum.
    Nazım’la Mevlana’yı, Neşet Ertaç’la Kıraç’ı bir sahnede buluşturanların, bazı insanların suçunu bile bilmeden yıllarca tutuklu kalmalarını alkışlamalarını kavramaya çalışıyorum.
    Uzaktan gelenlerden vazgeçtim. Programın sonunda, sahnede kameralara gülücükler saçan Yarımada Belediye başkanlarından hiç değilse birinin, mikrofonu eline alıp “Bu programın Bodrum’da sunulmasında desteğini esirgemeyen Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’a teşekkür ederiz.” dememesini, diyememesini insanlıkla, Türklükle, demokratlıkla ve Bodrumlulukla bağdaştırmaya çalışıyorum.
    Ah, ah, ah!

    Cefası çok, sefası çok, vefası yok Türkiye’m benim.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 7

    Ihlamur çiçekleri… Bir yol düşlüyorum iki tarafında ıhlamur ağaçları olan. Gölgelerinin altında, sessizce yürüyorum. Ihlamur kokusunun beni saran büyüsünde, rüzgara teşekkür ediyorum bana arkadaş olduğu için. Derin sessizlik, sadece kuş cıvıltıları.. . Yolun nereye gittiğini bilmeden yürüyorum. Yavaş, çok yavaş… Beni saran tüm düşüncelerimin ve ıhlamur kokusunun sarhoşluğunda gidiyorum.

    Ihlamur ağaçlarının çiçekleri açtı bugünlerde. Nerde olursa olsun ıhlamur ağacının altından ne zaman geçsem, duruyorum gölgesinde. Başımı yukarı kaldırıyorum, ıhlamur çiçeklerine bakıyorum. Ne kadar güzeller? Kraliçe küpeleri gibi sarkıyorlar aşağıya doğru. Baş döndürücü kokularını içime çekiyorum. Anılar uçuşuyor belleğimde. Ihlamur kokulu anılar…

    Bugün yine sabahın biraz geç saatinde metrobüse biniyorum. İşbaşı saatinin geçmesine rağmen kalabalık… Tesadüf yaşlı bir kadının yanına oturuyorum. Omuzlarına inen boyalı sarı saçlarının aralarına beyazlar karışmış. Bakımlı ve güzel, yetmiş yaşlarında olmalı. Kalabalık dağılınca bana dönüp, “bu otobüs olmasa insanlar perişan olacak” diyor ve benden cevap bekler gibi yüzüme bakıyor. Buğulu gözlerine bakıyorum ve ona gülümsüyorum. “evet, ama yine de yetmiyor” diyorum. Sohbete pek istekli devam ediyor. Beni onaylıyor, sonra nereye gittiğimi soruyor. “Okula gidiyorum” diyorum. “Öğretmen misin?” diye soruyor. “Evet” diyorum. “Ah ne güzel, nerede?” diyor. “Beylerbeyi’nde” diyorum. “Orası neresi?” soruyor. Tarif ediyorum küçük harflerle, karşı koltukta oturan iki gencin bizi dinlediğini hissederek. Yaşlı kadın bana bakarak az önce cevap verdiğim soruyu yineliyor: “Kızım sen ne iş yapıyorsun?” İşte şimdi tuhaf olduğu için daha fazla gülümsüyorum. “Ana okul öğretmeniyim” diyorum. Birden bire kendi hayatını anlatmaya başlıyor: “Yıllar önce eşimle birlikte Paris’e gittik. Eşim Beyoğlu’nda terziydi. Arkadaşları çağırınca biz de eşyamızı toplayıp gittik. İyi ki de gittik, çok paramız oldu. Yılda bir defa buraya gelip yazlıkta kalıyoruz. Burayı özlüyoruz” dedi.
    Benim de yurt dışına gitme hayallerim olduğundan sordum. “Giderken çocuğunuz var mıydı? “Evet, dört yaşındaydı ama şimdi elli yaşında kocaman adam oldu” dedi ve yapma beyaz dişlerini göstererek kıkırdadı. “Bir kelime bile Fransızca bilmiyordum ama öğrendim” dedi.
    “Bravo size” dedim.
    Zincirlikuyu’da otobüs durunca iyi günler diledim ama gözüm onda kaldı. Elleri titreyerek tutunduğu koltuktan zor kalktı, hemen yanına gidip “size yardımcı olayım” dedim. İçimdeki yardım meleği, her zamanki gibi ortaya çıkıverdi. Yaşlı kadın koluma girdi ve Anadolu’ya geçen metrobüse giderken sohbet etmeye devam etti. Hiç tanımadığım biriyle kol kola yürümek bana tuhaf gelse de sıcaklığını hissettiğim bu yaşlı bedenin sahibini sanki yıllardır tanıyordum. Benim evli olup olmadığımı sordu. “Evet, iki yaşında kızım var” dedim. “Allah bağışlasın” dedi. Boş gelen otobüse birlikte bindik ve karşılıklı oturduk. Birden etrafına baktı ve ne tarafa gittiğimizi sordu. “Şimdi köprüden geçeceğiz” dedim. “Siz nereye gidecektiniz?” diye de sordum. “Kadıköy” dedi. “Tamam doğru yoldasınız, son durakta inersiniz” dedim. Benimle sohbet etmeye devam etti. “Kızım sen ne iş yapıyordun?”
    Yaşlı kadında hafıza hastalığı olduğundan artık şüphem yoktu. Tekrar aynı muhabbeti yaptık. Beni uzun uzun inceledikten sonra: “Senin lisanının var mı?” diye sordu. “Evet, İngilizce ve Bulgarca biliyorum” dedim. “Hımm, dedi. Seni sevdim, iyi bir kızsın, görgülü ve okumuş. Benim torunum var, İstanbul’dan iyi bir kızla onu tanıştırmak için söz verdim. Senin gibi birisiyle evlenmek istiyor. Fransızca bilseydin seni götürürdüm.” Dedi.
    Gülümsedim. Soğukkanlılığımı koruyarak yorum yapmadım. Sadece, ne kadar geç kalınmış bir teklif olduğunu düşündüm. Keşke ve keşke gidebilseydim… Sonra yaşlı kadın ekledi: “Sen kızım hiç evlenmedin mi? Söz, nişan da mı olmadı?” Yaşlı kadının kesinlikle hafıza problemi vardı. “Ben evliyim, kızım var” dedim. Bana yaklaştırdığı yüzünü usulca geri çekti, gülümsemesi biraz soldu. Onu hayal kırıklığına uğratmıştım. Ama ne yalan söyleyeyim Fransa’ya gitme teklifi çok hoşuma gitmişti. Gelecek durakta ineceğimden onunla vedalaştım. Bana ışıl ışıl gözlerle baktı. Kolumu sıkıca tutarken bıraktığı hafif sızıyı, içimdeki yardım meleği iyileştirirken kadını düşündüm. Şu yaşlılar gençleri hemen de gelin güvey yapıyorlardı.

    İçimde buruk bir his oluştu Beylerbeyine yürürken. Şu yaşımda yapmak istediğim o kadar çok şey vardı ki? Ama hayat her zaman adil değildi. Yapamadıklarım için şanssızdım ama yaptıklarım için şanslı olduğumu düşündüm. Yol kenarında dallarını sarkıtan ıhlamur ağaçlarını görünce buruk hissim biranda kayboldu. Rüzgar fısıldadı kulağıma: “Mutlu ol, yapamadıklarını değil bundan sonra yapacaklarını düşün!” dedi. Bu nasihat için rüzgara teşekkür edince ıhlamur çiçeklerinin kokusunu etrafıma sarıverdi. Buydu benim de istediğim.
    Ihlamur kokusunda yürümek…

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,179,179,179,179,179,179,179,179,17
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Buket Çetin

     Kahveci : Buket Çetin


      Gözü Yolda Bir Çiçek…

    Ömründe hiç kanatları olmamış bir kaplumbağanın kanatları olsaydı, hızla gökyüzüne süzülebilir miydi? Ya da hep solungaçlarıyla suların içinde yaşamış bir balığın solunum sistemi değişseydi ve artık karaya adım atsaydı… Küçük kırmızı çiçek de öyleydi, hiç ayakları olmamıştı ömründe. Bir kaplumbağanın ağır adımlarla evini sırtında taşımaya ve her daim ağırlığa şifrelenmesi gibi ya da bir balığın solunumunu suların içinde yapmaya şifrelenmiş genleri gibi çiçeklerin de ayakları olmazdı. Bir kaplumbağanın ağır adımları onu yaşamındaki sınırsızlıklara götürürken bir yandan da kaderinin sınırlarını çizerdi. Bir balığın solungaçları arasından çıkan oksijen kabarcıkları ise onun yaşamının sınırsızlıklarını ve sınırlarını beraberinde getirirdi. Tıpkı dağların engin kayalıklarına şifrelenmiş kartallar gibi, ya da toprağın derinliklerindeki köstebekler gibi yaşamda her canlının sınırları ve o sınırlar kadar da sınırsızlıkları vardı. Küçük kırmızı çiçeğin de…

    Toprağın altından çıkıveren küçük kahverengi ayakları onu neşelendirdi önce. Zannetti ki artık şu ötede durmadan konuşmaya çalıştığı ağacı öylece bırakıp gidebilir. Zannetti ki hep aradığı bir şey var ve o aradığı şeyi kahverengi ayaklarıyla yürüdüğü yollarda bulabilir.

    Ve yola koyuldu küçük kırmızı çiçek. Yola koyulur koyulmaz ya da hiç koyulmadan önce karşısına bir tavşan çıktı. Biri nasıl hareketlere şifrelendiyse öbürü de durmaya şifreliydi aslında. Ama iki si de yürüyordu artık nasıl olduysa. Durmadan zıplayıp duran tavşan gibiydi çiçek de. Ama tavşanın tuhaf halleri vardı. Zıplayıp duran ayakları ya da hızla yeyip bitirdiği havuç parçaları gibi ağzından çıkan sözcükler de adeta koşar adım gidiyor, bir çırpıda yok oluveriyordu. O kadar hızlı hareket ediyor ve o kadar hızlı konuşuyordu ki bir an dikkati dağılmasın o anda kelimeleri de bedeninin hareketleri gibi uçuşup gidiveriyordu. Küçük kırmızı çiçek onunla karşılaştığında çok şaşırmıştı. Küçük kırmızı çiçek biraz endişe ama en çok da merakla bedeni gibi kelimelerinin de durmadan zıplayıp durduğu tavşanın ne dediğini anlamaya çalışıyordu. Anlamaya çalıştıkça daha da peşinden süzülüyor, gittikçe bilinmez derinliklere doğru yol alıyorlardı. “AĞAÇLAR” diyordu tavşan bazen… “Ağaçlar… İnsan evladı bile sanatında en çok ağaç motiflerini kullanmıştır. Gelmiş geçmiş tüm kadim uygarlıklarda ağaç…” derken ve bizim küçük kırmızı çiçek tavşanın ağzından hızlı hızlı çıkan kelimelerin arasında yitip giderken aniden başka şeylerden bahsedebiliyordu. Beyni durdu zannediyordu böyle zamanlarda: “Bu ne şimdi tavşan, bunu niye bu kelimelerin arasına sokuşturdun? Ne güzel ağaçtan bahsediyorduk, ne oldu?”

    “Senin adın ne?” diye sordu sonra tavşan. “Çiçek” diye cevap verdi küçük kırmızı çiçek. Güldü tavşan “hiç böyle isim olur mu? Benim adım AYDAN mesela, çok hızlıyım, ışık hızında göklerden yeryüzüne süzüldüğüm için adım Aydan. Senin de adın olmalı, doğduğun tarih önemli onun için” Ve devam etti konuşmaya, isimlerden kadim uygarlıklara, doğuma, ölüme, ölümden sonra tekrar doğmaya, doğduktan sonra tekrar yaşamaya, ama en çok da yaşarken oynanan oyunlara değindi. “Bak mesela” dedi “her canlı kolonisinin içinde binbir çeşit entrika vardır. Hayat bir satranç tahtası gibidir. Her adım hamlelerle her adım altında yatan, öncesinde, sonrasında gelişecek bin türlü oyunla doludur. Ben öyle değilimdir ama çok düz bir canlıyımdır. Dümdüzümdür. Attığım adım bellidir mesela!” Birden düşündü küçük kırmızı çiçek: “Kafası bu kadar çok karışık olan ve her adımın altını, öncesini, sonrasını hesaplayan biri nasıl düz, hatta bir de dümdüz olabilirdi ki???”

    Ve derinliklere doğru yitip giderken birden büyükçe bir kaya parçası çıktı. Çiçek tam adımını atıp kayanın öte tarafına geçmeye hazırlanmıştı ki tavşan bağırdı birden: “Sakın adımını atma!” Çiçek şaşırdı ve geri çekildi ağır ağır sonra da sordu: “Neden?” Tavşan zıpladı hemen, yarı aralanmış gözlerinden şeytanımsı ışıklar yanıp sönerken “entrikalar” dedi. “Unutma, her şeyde bir entrika, bir oyun vardır, herkes ve her şey benim gibi senin gibi düz mü?” Çiçek şaşırdı birden, senin benim gibi mi, oysa ki biri tavşan öbürü çiçekti, aynı olabilmeleri mümkün müydü? “Evet” dedi entrika dolu bir sesle tavşan: “Sakın o kayanın ardına adımını atma!” dedi ve birden hızlı adımlarla ağaçların arasından koşmaya başladı. Küçük kırmızı çiçekse önce ona yetişmek istedi. Bu mümkün olmadı çünkü biri çiçek öbürü ise tavşandı. Ve tavşan ağaçların arasından kaybolup giderken koca bir kayanın dibinde kalakaldı. Arkasına baktı geldiği yolu bulabilme ümidiyle, bakındı durdu ama bir türlü geldikleri yolu bulamadı. Üstelik ardına da geçemediği koca bir kayanın dibinde çiçek kalakaldı. Hikayelerin bu noktasında genellikle bastıran bir akşam karanlığı vardır genelde. Bu hikayede de diğerleri gibi bastıran bir akşam karanlığı çöktü etrafa. Ormanın derinliklerinden gelen köpek ulumaları yırtıcı kuşların, ormanın bilumum vahşi canlılarının sesleri duyulmaya başladı. Korkuyu yendiğini düşünen küçük kırmızı çiçek korkudan tir tir titremeye başladı. Tavşana bakındı bir süre. Adı AYdan mı demişti, AYkan mı? Seslense onu duyar mıydı? Ona gelir, yardım eder miydi? Gecenin korkulu karanlığında küçük cılız bir ses yükseldi: “AY…” Derin derin atan kalp atışlarını duydu. Bir kere daha seslendi: “AY…” Yine kalp seslerinden başka bir ses gelmedi kulaklarına.

    Ağacı anımsadı bir kere daha ve bedenine büyük büyük düşüncelere gitti aklı: “Hani korkuyu yenmeyi öğretmiştin bana, bak yenememişim” dedi. “O kadar seslendim sana, duy beni istedim. Sen duymamayı tercih ettin, belki de büyük geldi benim sorularım senin verebileceğin cevaplara, belki de sen sırf bu yüzden susmayı tercih ettin. Ben bilemedim. Belki de küçük bir kar tanesiyken dalına düştüğümde, sen beni görmek bile istemedin, ben senin isteklerini hiç düşünmedim. Senin gözlerini çevirdiğin, sesini duyduğun, cevaplar verdiğin başka bir dünyaydı. Affet beni, ben seni, senin olduğun gibi hiç hesaba katmadım. Tek tarafı olmayan denklem hesaplarıyla boğuşup durdum. Sonucuna kör olmayı kabullenmiş olarak. Sonucunu ille de kendi düşlerime yorarak. İlle de senin varlığından uzak ve ille de benim düşlerime yakın. Belki de hiçbir faktörün yoktu senin. Etkisiz bir eleman gibiydin hayatıma dokunduğun noktalarda. Ben bir küçük kar tanesiyken bir rüzgar esti, geldi senin kollarına bıraktı. Sen sadece bir ağaçtın ve ben sadece bir süre orada kalacaktım. Sen başka bir ağaç da olabilirdin, ben başka bir ağaca da düşebilirdim. Her şey sıradandı yani. Ben yaşadıklarıma anlam yükledim. Yüklediğim anlamlarda durmadan cevap aradım. Seni hiç hesaba katmadan. Olabilirliklerini olmayabilirliklerinle kıyaslamadan. Yani aslında hiçbir şey öğretmedin belki de bana. Belki de ben her şeyi olması gerektiği gibi öğrendim. Her canlı gibi doğdum ve yaşarken yaşamayı öğrendim. Ve dalından süzülüp giderken toprağa doğru istemesem de zaten gidecektim. Sende kalmak istemenin, gitmek istemiyorm, bırakma benilerin aslında hiçbir anlamı yoktu. Korkmanın, korksam da dalına daha çok yapışmanın hiçbir anlamı yoktu. Anlamsızdı her şey yani. Ben her şeyde anlam aradım. Eninde sonunda dalından düşeceğimi hiç hesaba katmadan.

    Dedi ki kendi kendine küçük kırmızı çiçek: “O zaman tavşanın anlattıklarının da hiçbir anlamı yok, şu kayanın ardına ben zaten geçecektim.” Adımını attı ya da hiç adım atmamıştı ve karşısında ağacı gördü. Anladı ki o bir çiçek, ayakları falan hiç olmadı. Yürüdüğünü zannettiği yol kendi etrafıydı. Ve her şey etrafında zıplayıp duran bir tavşan yüzünden başladı.

    Anladı ki o tavşan zıplayıp dururken başka başka yerlere gidip gidip gelebilir, attığı adımların entrikalarını hesaplayabilir, çiçeğin çevresinde turlar atarken başını döndürüp yürüyüp gittiğini sandırabilir ya da türlü entrikalara kahraman yapmaya çalışabilirdi ama ağacı bırakıp gidemezdi. “Belki”lerle dolu sorular ve her “belki”nin başka bir cevabı olsa da rüzgar onu o ağacın dalına ve o ağacın dibine düşürmüştü. Tıpkı tüm canlıların genlerine şifrelenmiş sınırlılıkları ve sınırsızlıkları gibi çiçeğin şifreleri de geldiği, doğduğu yere sımsıkı bağlanan köklerinde gizliydi. Onun tüm entrikası köklerindeki bağlardan ibaretti. Anladı ki onun aramak için yollara düşebileceğini sandığı gizler kendi içinde, kendi köklerinde gizli, anladı ki onun aradığı dostluk ve o dostluk da yalnız kendi içindeydi. “Öyleyse benim de bir adım var artık” dedi. Ve toprağına sımsıkı bağlı tüm çiçeklerin adına kendine bir isim koydu. İsim koyarken o günün tarihini seslendi karşısındaki heybetli ağaca: 20 NİSAN 2012.

    Buket Çetin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,758,758,758,758,758,758,758,758,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Reklamlar : Burada Şurada Heeepsi Orada

    Bu hafta yine Reklamlar’a dalıyorum, diyaloglara şuradan-buradan bayılıyorum. Gerçekten de çok başarılı bir düşünce ile internet üzerinden alışveriş denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi. Belli ki gitgide büyüyor, reklamları da ister istemez orada-burada yürüyor. Komik reklamları televizyonlarda, başarılı müzikleri radyolarda. Kısacası;

    Burada, şurada, heeepsi orada...

    Ülkemiz her zaman sokulmak istenince cebe, hele bulunduğumuz coğrafyamız da bir dolu olaya olunca gebe, yandı gülüm keten helva. Orada-burada-şurada sürekli yeni bir sancı, e oralarda kürtaj da yasak olunca yeni bir doğum ama çoğunlukla hep acı. Reçeteyi yazan hancı, hiç bilmeden yazar mı reçetesine o ilacı ? Yıllardır hiç değişmeyen formüldür zaten ( orayı-burayı-şurayı ) dur kırıştır, vur karıştır, hiç istenmeyen ise barıştır. Hiç anlaşılmaz bu nasıl bir yarıştır ? En iyisi ben rotayı reklamlara ayarlayayım, sizin için uyarlayayım...

    Burada, şurada, heeepsi orada...

    - Bugün burada benim epeyce oldu günüm.. Ben kim miyim ?
    - Hoşgeldin çaylak ..!

    - Hoşbulduk efeniim... Efendim de yani; çaylak derken biraz ayıp olmuyor mu ?
    - Tamam canım, aylak diyeyim.. Her neyse; al bak, bu da senin yol haritan...

    - Yol haritası derken..? Yani AB ise kastedilen; hani girecektik erken erken ..?
    - Senin gibi bir yeteneği kaybetmek istemeyiz değil mi ? Hihiii ! Buralar biraz büyüktür de. Şimdiiik sevgili aylak ..! Beni iyi dinle. Burada 100’lerce formülümüz var... Burası kozmik, şurası da elektronik, sınırları çizmiyik, orası kitap, film, CiDi-DiViDi yazmiyik... Önü hobi, arkası lobi... Sağ taraf, giyim. Sol taraf, her daim giydiririm. Yukarısı bahane, altı şahane peki ama aşşaası ?

    - Spor...?
    - Bilemedin, aşşaası Süriköy... Hahaaa ha...! Tüy bitti dilimde.. Sür eşeğini diye diye..

    Burada, şurada, heeepsi orada...

    - Çaylaaaak...
    - Amiriiim... Ne oldu, bi şey mi oldu ?

    - Kulaklıkları deniyorum... Yani; kulaklıkları takıp dinliyorum bakalım etraftan ne diyorlar diye.. 1.500 tane yorum yazmışlar... Gözlerim doldu...
    - Yorumların hepsini okudunuz mu ?

    - Neee ..?
    - Di-yo-rum ki; 1.500 yo-ru-mun hepsini o-ku-du-nuz mu ?

    - Haaa, yok yoook.. Ben, İşletme okudum.. Bir yığın teferruat...
    - Tüm ürünlere yorum çıkıyor mu ?

    - Hayır, çıkamazsın, çıkamazlar, daha erken... Ben isterim de; ah yok mu o mevzuat..
    - Tamam... Ben yine hem en başa, hem de işe aşa döneyim... Saygılar...

    Burada, şurada, heeepsi orada...

    - Çaylaaak.. İskender ..?
    - Sağolun Amirim.. Demin bi şöbiyet gömdüm hem biberli hem baharatlı, size afiyet olsun...

    - Büyük İskender... Küçük olmasın.. Tövbe tövbe.. Yahu, tonla sipariş gelmiş diyorum, git onları hazırla.. Haa, bi de Kağıt Helva..
    - Amirim isterseniz Piyeeer’in Dukan Diyeti’ni de yollayalım. Hem niyetimiz belli, hem diyetimiz belli olur.. Hem zaten nası olsa bu dukkan bizim değil mi ? Hahaaa ha...

    - Espri yapma ..! İş yap.. İş... Torbada soğan 2 olsun, sarımsak ise 1 diş...

    Çok satanlardan, az satanlara...
    Edebiyattan, çizgi romana...
    100’lercesi burada...
    Burada, şurada, heeepsi orada...

    Velhasılı; hem bu Coğrafya’da, hem de bu coğrafyanın Tarih’inde, yok yok..
    Kimya’sını bozmak için Fizik’i bir harekete kalkışmaya bile gerek yok..
    (+)’lara (-)’ler bakınca Matematik ne halde diye sormanın anlamı da yok..

    Heeepsi burada, heeepsi şurada...
    Unutma, araya VİRGÜL koy...

    Barış arıyorsan, heeepsi burada...
    Haa dur, oraya NOKTA koy...


    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Banu Özgüç

     Ayrıkotu : Banu Özgüç


      İKİ RUH

    İçimde iki ruh var sanki.
    Dünden kalan ve bugüne bakan.
    Dünden kalan iflah olmaz bir serseri ruh. Hep bir özlem hali ,hep bir arayış hali. Tatminsiz, hüzünlü, özgürlükçü, kaçıp gitmek yok olmak isteyen.. Bugüne bakan ise maddi aleme dalmış gitmiş. Dünya hayhuyunda kaybolmuş.
    İçte ayrı dışta ayrı bir ben
    Dünyevi işlere dalmış yanım ve hep kaçmak isteyen uzaklara bakan romantik yanım.
    Sıkça birbirlerine düşüyorlar. Ne zaman hangisi ortaya çıkacak bilemiyorum. Anne olmaktan çok memnun, evinde uzun sofralar kurup dost sohbetleri düzenlemeye bayılan evcimen yanım ve de sakin sessiz bir deniz kıyısında gün batarken hiç konuşmadan saatlerce denizi izleyip düşüncelere dalmak isteyen diğer yanım. Bir elimde de kitabım.
    34 yaşında bir kadın bedenin içinde zor bir hayatları var. O kadar hırpalıyorlar ki bazen beni, yarım aklım uçup gidiyor. Korkuyorum bazen bir çatışmanın sonunda benden geriye bir şey kalmayacak.
    Sizde de var mı bir bedende çokça ben hali?
    Bazı anlarda kalabalıkların içinde yalnız hissedip üşüyor musunuz? Aynada ki bene bakıp bu kim dediğiniz zamanlar oluyor mu? Hep bir sorgulama hali normal mi?
    Mesele nedir arkadaşım diye soruyor musunuz kendinize peki?
    Bir yanınız bu dünyada kendini çok gerekli duyumsayıp nerede olduğunu yerini haddini bilirken, bir yanınız da geçmiş ve gelecek nesilleri, dünyanın şu anki nüfusunu, yaşını yüzölçümünü düşünüp kendini önemsiz hissediyor mu?
    Med cezir hali tükenmemekte bende.
    Zavallı beynim diyorum bazen, keşke emin olabilsem bir şeylerden de huzura kavuşabilsem.
    Yok, ama olmuyor.
    Bu iki ruh bir bedene fazla geliyor.
    Kabul edip devam etmekten başka var mı bir çare?

    Banu Özgüç


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,508,508,508,508,508,508,508,50
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       Latin Amerika’da Kürtaj

    Ülke gündeminin ortasına kürtaj konusu öyle bir getirildi ki, biz bunları yeniden tartışa dururken, acaba Latin Amerika'da kürtaj konusu nasıl düzenlenmiş diye araştırasım geldi.

    Önce Küba!

    Kürtaj Küba'da, devrimin ardından, 1965'den beri bir kadın hakkı olarak kanunla düzenlenmiş. Altını çizerek söylemeliyim ki, anayasada, bir kadın hakkı olarak yer alıyor ve “Hamileligin 10. haftasından önce kürtaj yapılabilir, sonrası için tıbbi sebepler gözetilmelidir ve gösterilmelidir.” diyor. “Halk Sağlığı kurumları dışında uygulanan kürtaj işlemleri ise ancak gerekli görülürse yapılabilir.” diye bir de not bulunmakta.

    Uluslararası İletişim Enstitüsü'nün 2006'da, Küba'da, 4000 kadınla yaptığı bir ankete göre, bu ülkedeki kürtaj oranlarının geçmişe göre azaldığı yönünde sonuç açıklanmış. Yapılan anketin anafikri, “kadınların bu yöntemi kullanmak için, tabii ki can atmadıkları veya mutlu olmadıkları, ama bir çözüm olarak ellerinde böyle bir hak olmasından memnun oldukları” şeklinde…

    Venezuela'da kürtaj resmi olarak yasak. Chavez yönetiminde de bu konudaki yasa değişmemiş. Sadece, hamile kadının hayati riski varsa uygulanmasına yönelik düzenlemeler var. Dünya Kadınlar Günü 2010 kutlamalarında, Ulusal Meclis Aile Kadın ve Gençlik Komisyonu Başkanı Marelys Perez, bu konunun hala çok hassas olduğunu ve üzerinde çalışarak çözülmesi gerektigini söylüyordu.

    Venezuela anayasası, kadın hakları konusunda Kuba kadar belki de dünyada en güçlü anayasa olmasına rağmen, okuduklarımdan anladığım o ki, kürtaj konusunda din etkisini henüz aşamamış. Venezuelalı kadınların, Kübalı hemcinslerinin sahip olduğu bu hakkı alamayışlarının önündeki en önemli engel, ülkenin %98'inin Katolik olması ve Katolik Kilisesi’nin de kürtaja karşı olması –ki Kilise bu anlamda çok etkili. Halbuki katolik kilisesinin karşı çıkmasına rağmen kürtajın serbest olduğu ülkeler var.

    Brezilya'da da durum Venezuela'ya benzer. Kürtaj hakkı, sadece hamilelik döneminde hayati tehlike varsa veya kadın tecavüze uğramışsa resmi olarak mümkün. Bunun dışındaki kürtaj uygulamalarında 3 yıla kadar hapis cezası verilebiliyor. Brezilya, Amerikan İnsan Hakları Konvansiyonu Sözleşmesi’ne imza atan ülkelerden biri ve sözlesme “bilimsel akılla çelişecek biçimde” fetusa insan hakkı veriyor; bu yüzden de bağlayıcılığı var.

    Arjantin'de de kürtaj resmi olarak yasaklanmış ve oldukça katı kurallara bağlanmış. Kürtaj karşıtlığı iki grup tarafından heyecanla destekleniyor: Katolik kilisesi ve kürtajın bir cinayet oldugunu savunan muhafazakar sivil toplum örgütleri. Önceleri nispeten daha hoşğörülü kurallara baglı olan kürtaj, Arjantin'in de Brezilya gibi, yukarıda sözünü ettiğim sözleşmeyi imzalamasıyla yasaklanmış. 2007'de yapılan ulusal bir kampanya ile 12 haftaya kadar yapılması önerilen kürtajın yasallaşmasına ilişkin teklif kabul görmemis ve o günden beri de bu konuda bir tartışma bile yapılamamış.

    Şili, 1931'deki bir düzenleme ile kürtajı serbest bırakmış fakat 1989'daki askeri diktatörlük yeniden yasaklamış. 2003 ve 2009'da, Ulusal Meclis’e iki kez 1989 öncesindeki düzenlemeye geri donulması konusunda kanun teklifi yapılmışsa da bir sonuca varılamamış. Birleşmiş Milletler, bu yasaklamayı gevşetmesi ve yeniden düzenlemesi konusunda Şili Hükümeti'ni iki kez uyarmış.

    Bolivya da kürtaj uygulamaları konusunda, Küba hariç bu dört ülkeden pek farklı değil: Kürtaj hali hazırda yasak. Sadece tecavüz ve kadın sağlığının gerekli görüldüğü hallerde izin veriliyor. Bu kurallar bütünü 1973'den beri geçerli ve değiştirilmesi konusunda da henüz bir girişimde bulunulmamış.

    Bu kısa seçkiye bakınca, Latin Amerika ülkeleri arasında Küba’nın, kürtaj düzenlemesi, günlük hayattaki yeri, uygulamaları ve halk sağlığı açısından öteki beş ülkeden fersah fersah ileride olduğu, sadece bölgenin değil dünyanın örnek alması gereken bir noktada durduğu sonucuna varmak doğru olur. Küba’nın bu konuda da insanlık için örnek alınmasını dilerim.

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,758,758,758,758,758,758,758,758,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    YAS GÜNÜ KURTLAMALARI

    Anaaa Abuzittin’e bak. “Yaş” yazacağına yas yazmış.
    Hooop editör, elleşme kuzum oraya yaaa! Doğru oluuum o ifade. “Yaş” günü değil, yas günü! Yazının devamını bi oku hele, anlıcan neden öööle yazdığımı!
    59’da bitti, 60 olucam bikaç gün sonra. Yuh lan bana. Hatta kendime çüş de demek istiyorum. Doğum günüm kurtlu olsun.
    Bu zaman denen makineyi yavaş çalıştıracak bir icat yok mu kardişim yaaaa!? Bakalım kaderde kaç 24 Haziran daha görmek var!
    Neyse, neyse boş verelim bunları şimdi. Çok yaşamak değil, iyi yaşamak marifet demiş “alimlerin alimi”. Her kim ise o!
    İlgisiz ilgililere inat “Gençliğe Hitabe”den ödünç aldığım kelimelerle, bu “ahval ve şerait” altında böyle bir olasılık da bulunmadığına göre koyver gitsin. İp inceldiği yerden kopsun yani....
    Gençkene anlarımda bu doğum günü kutlaması işini yaşlıyken heç bi anlam veremiyorum. “Kutlama” ha, neyin kutlaması ki be ağabeycim. Kaporta bir yıl daha eskimiş icabında. Ölüme bir yıl daha yaklaşmışken kutlama değil olsa olsa matem günü olmalı doğum günü.
    Hani 25 yaşına kadar eyvallah. Bak ne de güzel serpildim geliştim, iyi beslendim büyüdüm, çıtırları götürdüm filan falan muhabbetleri ama 35’den sonra boşver gitsin yani.
    Hani araban bile bir yıl daha yaşlanınca değer kaybediyor da onun da kutlamasını filan yapıyor musun ki? “Aaaa ne güzel bizim külüstürün motor 10000 km daha devirdi. Biraccık daha yaşlandı yani. Şanzıman, diferansiyel filan bir güzel eskidi oh oh ne güzel hadi bunu kutlayalım!”
    Bırak be abi.... bi yıl daha yaşlandın şunun şurasında kederden çek kafayı yani. Ya da iyisi mi benim gibi kaç 24 Haziran’ın daha kaldı, otur bunu hesapla bakalım!
    Bu arada Abuzittin kulunuzun “kitap”tan başka doğum günü hediyesi kabul etmediğini bir kez daha hatırlatmak istiyorum.
    Canlarım, ciğerlerim.......Kitap dediysek de öyle dört çeker cip gibi best seller amerikan romanı değil yani.......İçinde fikir kırıntıları bulunan adam gibi kitaplardan söz ediyoruz burada. Hakikaten “kitap” olacak yani, Trıçkadan tayyare değil.....
    - Aaaa, Abuzittin benim canım kardışim...Nicedir yoktun ortalıkta. Şapır şupur (yarabbi şükür) Dur sana bi bakiyim. Anaaa, bayağı kilo almışın be Abuzittin......Saçlarda eyicene açılmış be oluuum. Görmeyeli çok yaşlanmışsın sen, çooook!
    - (Hay seni karşıma çıkarana da, sana da......Zaten moralim çok bozuk. Bu dingile bugün doğum günüm olduğunu söylesem, bir duble rakı ısmarlar mı acep? Neyse boşver!)
    Eee, ne yapcaksın mirim. Hepimiz yaşlanıyoruz. Bir tek sen gençleşiyosun sanırsam...Özel bakım tarifesi mi uyguluyorsun nedir? Anlaşılan bu mekana kazık çakmaya kararlısın!
    - Yok be oluuum yaa! Evde biraccık eyi bakılıyoruz şunun şurasında, eh biraz da spor mpor yapıyoruz. Haliylen durum bu merkezde işte, şekil bir A’da görüldüğü gibi yani....
    - Anlaşılan mani durumları oldukça iyi diyosun yani? Spor mpor dediğine göre, herhalde yürüyüş filan değil senin yaptığın. Öööle anlaşılıyo yani......salon malon durumları....Ben seni bilirim seni.......kimbilir hangi hatunun peşine takıldı beyimiz yine....Seninki de sana iyi bakmaya devam etsin....
    - Yok be Abuzittinciğim yaaa. Artık kırkından sonra azanları teneşir meneşir de paklamıyo billa....Bıraktık biz o işleri.... Hemi yengen de benimle takılıyo zati o spor salonuna, yani senin anlayacağın hakketen bi hatunun peşine takılarak gidiyoruz o salona da, o hatun bizim kaşık düşmanından başkası değil billa.....Kayınpeder tarafından gelen mirası yemekteyiz güzelcene......
    - Ooooh, oh. Afiyet olsun yiyin bakalım. Biz de dövlet babanın verdiği o “pek möhem” emekli maaşı zammını yemekteyiz çatır çutur yani. Allahtan emekli maaşlarından vergi kesintisi yok da, bizim gariban % 3’lerimizi, “portakal dilim dilim, ben verginizi yirim” diyerek geri alamıyor dövlet baba, yani en azından şimdilik bööööle....Bizim tarafta da işler seninki kadar olmasa bile iyidir. Şimdilik henüz ölmediğimize göre.....
    - Ya, Abuzittinciğim.....hakketen ya....Şu emeklilere birden bişiler oldu....Uzun yaşamaya başladılar galiba....Hani bi an önce dünyalarını değiştirseler de, gözel memleketimin bütçe açığı bir nebze de olsa azalsa yahu..... fena mı olur?
    - Yaaa, tabii tabii dostum. Öğrenci ve öğretmenler de birden yok oluverse de şu milli eğitim denen şey baş ağrıtmasa.....Ne de güzel olur!!! Yok 4+4 müş, yok 4x4 müş.. Haklısın valla, emekliler ölsün, memurlar sürünsün, işçilere gelince onların da grev hakları ellerinden alınsın ki, gözel dövletimin personel giderleri azaldıkça azalsın....
    Böyle olunca herhal enflasyon da düşer. Sizin gibi tuzu kurularda daha bir renkli hayat yaşamaya başlar. Ne de olsa hazırdan yemek bayağı bi güzel işe benziyor. Yani uzaktan bakınca öyle gözüküyo demek istedim.
    - Ya neyse boşver böööle tehlikeli sularda kürek çekmeyi. Ne o öyle dövlet, mövlet demeler filan. Bırak allasen, böööle konuşanları malum yere gönderiyorlar biliyorsun. İstedikten sonra bahane çok, yani kaşının üstünde gözün var icabında gibi....
    - Hımmm, sanırsam günümüzden bahsetmiyorsun. 1940’lar Avrupa’sından bahsediyoruz galiba şunun şurasında....
    - Bırak be oluuum, Abuzittin. Senin gibi bir deliye uymak tehlikeli olur. Söyle bakalım beyimiz bu kadar dertli emekli olaraktan neler yapıp, günlerini nasıl geçiriyor?
    - Şimdiiii....Öncelikle son yıllardaki tüm doğum günlerimde olduğu gibi bu doğum günümde de “acaba kaç 24 Haziran daha göreceğim” hesabındayım. İnce işler bunlar seni açmaz. Soonacıma ne yapsam da ölmeden önce yaşadığım topraklara daha fazla katkım olsa hesabına bir sivil toplum kuruluşunda Gönüllü olaraktan çalışmaktayım....Sooona
    - Hooop ya....Dur orada.... Bu iş ne iş!!? Gönüllülük felan.......Ben mangırları görmeden kılımı bilem kıpırdatmam. Şuradan şuraya tek adım atmam billahi....
    - Bilirim, bilirim.....Zaten ünlü züğürt sözüdür. “Para, parayı çeker...” derler. Böyle olunca da tuzu kurular hep sizin gibiler arasından çıkıyo birader. Mangırları kim kaybetmiş ki, biz bulalım yani.....
    - Eeee, hepsi bu kadar herhalde Abuzittinciğim. Yatıp kalkıp Gönüllülük yapıyorsun yani....
    - Yok canım.....Birazcık başka şeylerle de uğraşıyoruz. Mesela bir İnternet sitasinde mizah yazıları yazmayı denemek felan gibi......
    - Hadi yaaa....!! Kendini Aziz Nesin felan mı zannettin?
    - Ne haddime, ne haddime.......Aziz Nesin olabilmek o kadar kolay olsaydı.......Benim ömrüm yetmez o ustanın rahle-i tedrisinden geçmeye yani.......
    - Benim bööööle garip şeylerle heç işim olmaz ama, sanırsam arpacı kumrusu gibi düşünüp düşünüp bişiler yumurtlamak zor iş olsa gerektir. Bu söölediklerin bütün vaktini alıyordur artıkın senin...
    - Eh, işte..... İttirip, kaktırıp 24 saati biraz esnetiyor ve bir de siyasi faaliyetlerde de bulunmaya gayret ediyoruz. Hoş o fasılda şimdilik, yürüyüş, anma, miting, panel manel gibi şeylerden başka biiişi de yok hattı zatında ama......Yani bağrışıp, çağrışıp, konuşmaktayız sadece......Bir de hayal kurmaktayım, ölmeden önce gerçek demokrasi ile tanışabilecekmiyim diye tabii......
    - Bırak oluuuum böyle tehlikeli sularda yüzmeyi yaaa..... Ülkemizde ileri demokrasi var ya....Daha ne istiyonuz da münafık muhalifliğe takılıyonuz ki......
    - Kibar olucam diye kendini zorlama arkadaşım. Okuyup yazdığıma, bunun içinde zorunlu olarak düşündüğüme göre desene sende mi terörist eğilimli münafık muhalif oldun diye?
    Biliyorsun en önemli terör aracı kağıt ve kalem bugünlerde.......Aman, aman....sizin olsun o demokrasinin “ileri” olanı. O biraz gazlı, biz de alerji filan yapıyo...Bize sade demokrasi yeter ağabeycim..... Yoğurtlu iskenderleri siz yiyin...bize tabakta sade döner yeter yani.....
    - Sen adam olmucan oluuum Abuzittin ya!!! Bırak her bi şeyleri ye, iç, yat...... Geç TV’nin karşısına, bak birbirinden gözzeeel diziler var, seç bi kaç tane seyret dur. Hafiften iddia middia derken biraz da takıl beygirlere kalan ömür ne güzel geçer gider işte.....
    İki kave arkadaşı bul kendine, okeye dönüp durun icabında.....biraz da tavla.....Nassolsa çay kave parası vardır cebinde.... Öööle böyyüklerimizi kızdırıp öfkelendirecek siyaset miyaset mevzularından da uzak dur ha.....Bırak muhalefeti meclisteki politikacılar yapsın oluuum ya. Ne için oy veriyok ki onlara 5 yılda bir..... İşleri ne, deelmi ama!!!
    Haydi bana hoşça kal, seninle birlikte daha çok yan yana yürümeyek. Sağlıma dokunabilir hissiyatındayım Hayde eyvallah.....Sen de boşça kal ha!!! Nice yıllara, gelecek doğum günlerinde de mümkünse heç görüşmesek de olur yani....
    - Tamam dostum, tamam.... Hadi bakalım sen sağ, biz olamasak de selamet yani............

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Halit Kıvanç'la Söyleşi

    Haziran ayı, güzel etkinliklerle başladı İstanbul’da, yazın kendini gösteren, bunaltıcı sıcaklığına rağmen.
    İşte, o etkinlikerden en güzeli, Beyoğlu’ndaydı. Çok hoş, bir sohbet ortamında gerçekleşen, Halit Kıvanç söyleşisi.
    Günün, akşama inmesiyle beraber başlayan sohbet, tam iki saat sürdü. İki saat boyunca, hayatından, eğitiminden, evliliğinden bahseden Kıvanç, eski dinçliğinden ve espirilerinden, hiç bir şey kaybetmemişti. Trt’de ki programlarından tutunda, BBC de ki çalışma anılarına kadar, daha birçok şeyden bahsetti. Tabii ki içerik olarak eğitici ve öğretici bir programdı. Evlilikle alakalı anısını anlatırken, bir taraftan da: “Siz de böyle yaparsanız, iyi olur!” diyordu, Kıvanç.
    Zaten, daha önceden, Türk halkına temiz bir Türkçe ile saygın ve eğitici çalışmalarıyla hizmet vermesinden dolayı, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi tarafından Kariyer Dalında büyük ödüle layık görülmüştü.
    Yazar, spiker, sanat adamı olarak kabul edilen Halit Kıvanç’ın, Aydın Engin'le yaptığı söyleşi: “Bir Koltukta Kaç Karpuz: Halit Kıvanç Kitabı” adlı kitapta toplanarak, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, piyasaya sunulmuştu.
    Ayrıca, 2006 yılında Türkiye İş Bankası tarafından yayımlanan: “Ağlama Palyaço Makyajın Bozulur” adlı kitabı da yazmıştır. Müjdat Gezen ile yaptığı söyleşiyi, kaleme aldığı kitapta ise, sanatçının yaşamını anlatmıştır.
    Bu kadar çok yönlü bir insanın, başarıları anlata anlata bitmiyor ama bir de es geçilmeyecek bir yönü var ki; o da "Spor." Yıllarca, TRT radyoların ki canlı yayınlardan, yükselen, unutulmayan sesi; “Gol Gol!”
    Ve ardından gelen; “Hadi anlat bakalım!” unutulmayan, bir başka klasiği.
    Bu programı izledikçe, aklıma hep Cenk Koray gelir. Onun da ses tonu, program sunumu, harikaydı. Hele, bir deterjan reklamı vardı ki, şimdi, ne zaman o deterjanı görsem, onu hatırlarım.
    En son “Çarkıfelek” programında tanıştığım, Cenk Koray’ı tanışmamızdan kısa bir süre sonra kaybettik.
    Sonra, eşiyle beraber, pazar günleri, programını izlediğimiz, gülmeye doyamadığımız, Halit Kıvanç’a: “86 yaşına girmişin, gençliğinin kıymetini bil!” diyen ve geçenlerde kaybettiğimiz Orhan Boran'ı.
    Onun, bu esprisini duyunca, aklıma arkadaşımın anneannesi geldi: “Kaç yaşındasınız?" diye soranlara: “80” deyince, çevresindekiler “maşallah maşallah!” demişti. O ise; “seksen yaşta, yaş mı?” demiş de, bizi güldürmüştü.
    Geçen 86 yılın ardından, neşesinden, esprisinden, hayata ümitle bakan yüreğinden, hiç bir şey kaybetmeyen Halit Kıvanç’a, daha nice ellili sanat yıllarına diyorum.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Sarahatun Demir

     Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir


      Arımdın, Arındım

    Gereğinden daha acıklı bir gözle duyuyorum artık seni
    Üstünden geçen zamanı teğetlemiş bir kulakla bakıyorum gözlerinin çoktan düşmüş masumluğuna
    Beni unut
    Kendini hatırla
    ..

    Cuma günlerini hala sevmek kaldı avuçlarımda
    Günleri hayırlı kılan şeyin namazdan öte olduğunu hep savundum ben bilirsin ki
    Cumalar hep hayırlıydı
    Bir Cuma?nın BİZ?i yok edebilme kabiliyeti dışında
    ..

    Fatihalar okundu senden sonra
    Bebek mevlitleri
    Dinden çıkanlar
    Allaha gelenler
    Semazenler
    İbadetler
    Aforozlar
    Yeni gelinler
    Daha bir bilsen
    Neler neler

    Pekiştirilmeyi unutan en yalın sevgiydi benimkisi
    Seviyordum ama çok muydu
    Bu kıyas neye göre yapılıyordu
    Benim çok?um senin yok?una gebe kaldı derken
    Bildiğimiz çok şeyi piç etti amiyane tavırla
    ..

    Ben gereksiz ama çok plansız bir akşamda ilk yemek yediğimiz ikinci sınıf kadar salaş ama yüreğimde hep en şahane kalmış lokantadan yazıyorum bunları sana değil, öyle ortaya, üzerine alınma
    ..

    Koltukların rengini, birkaç garson abiyi ha bir de yaşlanmış ve çoktan yitmiş biz?i saymazsak çok şey aynı burada
    Kaşıkların desenleri
    Masaların örtüleri
    Orta halli ama hep çok umutlu öğrenci müşterileri
    Çoğu zamanımızdaki gibi
    ..

    Bu akşam, zamanında mekana iki beden büyük durduğu için burun kıvırdığımız o ?ince çizgideki ablalardan biri?ydım ben..
    Gereğinden büyük
    Lüzumundan olgun
    ..

    Plansız gelinmiş bir akşamdı
    Kalkarken lavaboya uğramasam olmazdı
    Ayna da aynı
    Musluklar da
    Tuvalet kapısından çıkan o yorgun gıcırtı bile aynı
    Bizim zamanımızda lavaboda hep kalıp sabun bulunurdu
    Sıvı pembe bir karışım devralmış yerini
    Bir tek bu farklı
    Düşündüm ki
    Senin günahın da o kalıp sabun gibi
    Kirini hep bir başkasının avuç içlerinde dönerek temize çekmek zorundasın
    Biliyorum sen de kalıpsın
    Sıvı olamazsın
    Belki de sadece bu sebepten akmadın
    Arımdın
    Arındım
    ..

    Sarahatun Demir
    sarahatun@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Tek Tanrılı Dinlerin Kürtaja Bakışı Üzerine I

    Kürtaj ve Yahudilik

    Laurie Zoloth

    Çev: Alkım Saygın


    Yahudilerin kürtaj tartışması, birkaç yüzyıla yayılmış metin ve gelenek üzerinden geçen çok sesli bir tartışmadır. Bununla birlikte, bu gelenekte daha çok tartışılan yasal normlar ve kürtaj etrâfındaki etik normlar, nispeten daha az tartışmalıdır. Yahudi geleneği genel olarak, belirli rasyonel ahlâkî durumlar için belirli koşullar altında bâzı kürtajlara açık bir olanak tanır. Talmudik şeriatı açık bir biçimde tâkip etmeyen Yahudiler için, modernizmin kültürel ve ekonomik gerçekleri dînî pratik, sosyal adâlet ve etik normları etkilemiştir; fakat, bu normların kendileri, büyük ölçüde müsâmahakâr gelenek tarafından biçimlendirilmiştir.

    Yahudi etiğinde, hem insan etkinliğinin tamâmı, hem de cemaatin tamâmı düşünülmüştür ve kadınlar da erkekler gibi ahlâkî varlıklardır. Bu argüman temel olarak, Rabbinik literatürün geniş tartışma ve yorumunu içerir; tartışmanın söylemi ve etik anlatısı, Talmudik dönemde (M.Ö. 200-M.S. 500) mitzvot [1] olarak adlandırılan 613 emredici eylemle belirlenmiş ve tartışılmıştır. Yahudi şeriatı, Talmud’un redaksiyonundan itibâren bin beşyüz yıl içinde, Talmud içinde tartışılan şeriata uygun kurallar hakkındaki sorulara, halacha [2] diye adlandırılan devâm eden bir dizi responsa [3] aracılığıyla geliştirilmiştir.

    Toplumsal krizlerin her türlü zor durumları, hakemler ve durumların gerçekleri hakkında karar veren bilginlerin önüne getirilmeden önce, mantıksal argümanın metodolojik ilkeleri ve aile içi ilişkiler, ritüel, sivil ve ticârî alanların anahtar ilkeleridir. Her yorumcu, kendilerinden önce gelenlere zihinsel olarak bağlıdır ve siyâsetler, kültürel değişiklikler ve önceki nesillerin ulaşamadığı bilimsel anlayışlarla, bağlam değişiklikleriyle karşılaşır. Hiçbir yerde bu hızlı değişim, üreme sağlığı alanındakinden daha açık değildir. Neredeyse tüm yorumcular, geleneğin kaygılarının özel olarak ve koruyucu dört ilkede açık olduğu üzerinde fikir birliğine varır:

    1. Talmudik dönemde, doğumun potansiyel yaşam tehlikesi olarak görülmesi durumunda, kadınların çocuk sâhibi olmayı istememe varsayımı,

    2. Bir çalışma hayâtında kendisini günâha batırmaktan kaçınma ve her erkeğin evlenme ve çocuklarıyla aile kurma varsayımı,

    3. İki çocuğun –gerekli sayıda– doğumundan sonra cinsellikten, üreme sonucu olmaksızın haz duyulabileceği varsayımı ve

    4. Hem kadınlara, hem de erkeklere, belirli sınırlar içinde hazza izin verilmesi ve bireysel ihtiyaçlar ile sosyal bağlamın birlikte değerlendirmesi temelinde aile plânlaması için tercihler sunulması.

    Yahudi etik muhakemesinin söylemsel yöntemi, anahtar metinlerin yakın analizini izler; fakat aslâ, fikir birliğinin bir târihi değildir. Daha ziyâde, yüzyıllar boyunca uzlaşmaz otoritelerin kesinlikle açık kılmaya çalıştığı ve bâzı durumlarda çelişkili kalan açıklamalarla biçimlenen bir argümandır. Klasik metinlerin iç argümanlarının gelişimine bir göz atıldığında, gelenek ve normatif tartışmaların argümantatif doğasının her ikisinin de değişkenliği ortaya çıkar. Kürtaj, kadınlar için Tevrat’taki gibi bir seçenek olarak görülmez. Hâmileliğin sonlandırılmasına, doğrudan yalnızca bir atıf vardır ve bu, karşılıklı bir zarar türüdür: Yakınındaki bir kavgada bulunması nedeniyle kadın zarar gördüğünde.

    “Eğer erkekler kavga eder ve hâmile bir kadını incitirlerse; öyle ki, onun yavrusu düşerse ve henüz hiçbir zarar olmazsa erkek, kesinlikle cezâlandırılmalıdır. Fakat, herhangi bir zarar ortaya çıkarsa, cana karşılık can vermelidir....” (Çıkış 21:22-23) [4]. Tevrat, şu koşulları varsayar: İknâ yollu bir kürtajın, tanımlanmış bir olay olarak çok az meydana gelmesi; hâmile kalmanın, kadının kontrolü altında olmadığı ve fetüsün değerli olmadığı, belki kocasının bir eşyâsı olduğu; fetüsün varlığının, kadının bir insan olarak yaşamının bir parçası olmadığı; bâzı türlerinin, işlenen bir suç olduğu; fakat, ölüm cezâsını gerektiren bir suç olmadığı.

    Anahtar nokta, kadının kendisinin zarar görüp görmediğidir ve çocuğun kaybı açıkça, bir yaşam kaybı değildir. Sonraki metinler, kürtajın ne zaman yapılabileceği sorusunu da ele alırlar. Tevrat’ta doğrudan anılmaksızın bu izin olabilir mi? Cevap, Mishneh’in [5] en erken kaynaklarından bulunur. Açıkça görülen, olağandışı bir seçenek olarak kürtajın, birkaç koşul altında mevcut olduğudur. Tevrat’taki sonraki iki yorumun açıklaması ve farklı koşullar altında kürtaja izin veren farklı türden argümanlar da bu yöndedir. İlk argüman, fetüsün birkaç yolla kadını bir tehlikeye sürüklediği düşüncesinin genel çizgisini tâkip eder ve kendini savunmanın daha genel kuralı nedeniyle kürtajı kabûl eder.

    Nitekim bu, Rodef (suçlu) [6] isimli argümanla dile getirilir ve şu kanıt metninde sâbittir: “Eğer bir kadın zor doğumdan acı çekerse, kadının hayâtı onun hayâtından önce olduğu için çocuk, rahminde parçalanmalı ve parça parça alınmalıdır; onun büyük bir bölümü çoktan öne çıkmışsa, birinin talebi üzerine yaşamın başkasının yaşamının yerini almaması nedeniyle, çocuğa dokunulmamalıdır.” (Mishneh 6) Burada metin, şunları varsayar: Kürtaj kasıtlıdır; kürtaj karârı, çocuk ve biraz da kadının elleriyle içiçe geçmiştir (kadın acı çekendir; bu yüzden onun acısı, bu soruyu ortaya çıkartır ve açıklanan durumlar içinde sınırlı bir şeyler yapmalıdır).

    Şunda görüş birliğine varılabilir ki çocuk, onun rahminin içindedir; fakat, rahmin dışına çıkıncaya kadar bir nefes (tamâmen ruh kazanmış insan kişisi) olarak görülemez. Bu ilk argüman, Maimonides tarafından sonraki yüzyıllarda daha da geliştirilmiştir: “Bu da bir mitzvahtır, bir suçlunun (Rodef) yaşamı üzerinde merhamet göstermek değildir. Bu nedenle bilginler, kadının doğurma güçlüğü olduğunda çocuğun doğal yollarla veya cerrâhî yöntemlerle rahmin içinde parçalanabileceğine hükmetmiştir; çünkü çocuk, onu öldürmeyi bekleyen bir suçlu gibidir. Önce kafası ortaya çıktığında ise bizim için bir hayat bir başkası için vazgeçilemez olduğundan, ona dokunulmayabilir; bu, dünyânın doğal akışıdır.” (Maimonides 1:9)

    Maimonides, üç şey varsayar: Fetüsün aslında bir nefes olduğu, onun bir nefesi (Rodef) tâkip ettiği ve yaşamın bir tehlikede olması durumunda Rodef’in öldürülmesine izin verilebileceği. Maimonides’in buradaki görüşünün gerekçesi aslında, fetüsün tıpkı bir suçlu gibi anneyi öldürmek için onu tâkip ettiğidir ve Maimonides bir fetüsün, Tevrat’ta pikuah nefesh’in (yaşam tehlikesini ortadan kaldırmak) genel şeriatına girdiğine; bir nefes olarak düşünülmesi ve başkalarının yaşamı için bir kenâra konulmaması gerektiğine inanır. (Hiddushei Rabbi Hayyim Soloveitchik to Mishneh Torah, Hilkhot Rotze’ah 1:9)

    Ben Zion Uziel, erken modern dönemde bu argümanı, sâdece annenin hayâtını değil, onun sağlığını da dâhil etmek üzere genişletir. “Doktorlara göre fetüs, hayâtını sonlandırmada annesinin duymazdan gelmesine neden olur ve onun yaşamını sonlandıracaksa, hayâtının kalan kısmını berbat edeceğinden, bundan daha büyük bir utanç yoktur... Bu yüzden, benim görüşüm şu ki anne, doktorun vereceği yüksek nitelikli garantiyle, yaşamını korumak için bir an önce fetüsün kürtajı için izin vermelidir. ...” (Ben Zion Uziel, Mishpetei Uziel, Hoshen Mishpat 3:46)

    Son olarak, yirminci yüzyılın ortasında Haham Elizer Waldenberg, sâdece fiziksel sağlığı korumak için değil, aynı zamanda zihin sağlığını korumak için de –örneğin, çocuğa Tay Sachs teşhisi konulması durumunda– kürtaja izin verecek şekilde metni yorumlar: “Kürtaja, .... testten şüphe duyulmayacak kadar açık hâle gelir gelmez izin verilmelidir; böyle bir bebek aslında, hâmileliğin yedinci ayına kadar bile doğabilir ... Eğer gerçekte, büyük ihtiyaç ve acı nedeniyle Halacha’ya göre kürtaja izin verebilirsek, böyle durumlar için klasik bir durum gibi görünüyor.

    Ve bunun, mâruz kalınan acının şekliyle, fiziksel veya psikolojik olup olmamasıyla bir ilgisi yoktur. Aslında psikolojik acı, çeşitli şekilde bedenin çektiği acıdan çok daha büyüktür.” (Eliezer Waldenberg, Responsa Tzitz Eliezer, Bölüm 13, no. 102) Tartışmanın ikinci bir çizgisi de büyük ölçüde, gelişimsel ahlâkî statüye dayanır ve hahamlık tıp bilimi sâyesinde zemin kazanan bir ilkedir. Bedenden tüm tahliyeler, karârın verilmesinde, daha geniş bir topluluğa yeniden katılmadan önce kişilerin tahliyeyle boşaltma işlemine ihtiyaç duymasından dolayı, hahamlarca problem ortaya çıkartacaktır.

    Düşük sonrasında ilk kırk gün içinde rahmin içindekilerin araştırılmasından beri hâmile kalmak, bir fetüsü göstermek olarak görülmemekteydi. Rabbinik otoritelere göre bu süreçte fetüs, sâdece su statüsüne sâhipti. Üçüncü çizginin gerekçesi ise Mishneh’in (Arakin) [7] tamâmen başka bir kısmında geliştirilir; fetüs ruh kazanmış bir kişi olmadığı için, bir sağlık uygulaması olarak kürtaja izin verilir. Sâdece hâmileliğin su gibi düşünüldüğü ilk kırk gün içinde değil, son trimester dönemde bile fetüs, daha düşük bir ahlâkî statüye sâhiptir; ayrı bir varlığa sâhip olmaktan çok, kadın bedeninin bir parçasına benzer.

    “Gemara [8]: Fakat bu, kendinden bellidir; onun bedeni içindir! Ona öğretmek gerekir; Tevrat, ‘kadının kocası olarak onun üzerine koysunlar’ dediği için kadının çocuğunun kocasına âit olduğu, ileri sürülebilir ki kocası, bundan mahrum bırakılmamalıdır. Bu yüzden, biz bilgilendik.” (Çıkış) Bu ispat metni, fetüsün basitçe bir nefes olmadığına ilişkin bir argümana giriştir ve bu yüzden, kadın bedeninin bir parçası olarak görülmelidir. Bir sonraki otorite Rashi, fetüsün kafası doğuncaya kadar ayrı bir varlığı olmadığı için, bu argümanı geçerli varsayar.

    Daha sonra bu argüman, responsa’yla devâm eder ve açıktır ki, doğumdan sonra bile, çocuğun kendi kendisiyle bütünüyle bağımsız olup olmadığı; ayrı bir varlığı ve bedeni olup olmadığı, hâlâ önemli bir noktadır. Bâzıları için bebeğin statüsü, otuz gün boyunca belirsiz kalır. “Çünkü bir çocuk, otuz gün içinde öldüğünde (daha sonra, ölü doğmuş kabûl edilir ve ölmüş bir kimse gibi yas tutulmaz), sâdece geçmişe bakıldığında ölü doğmuş bir bebek (nefel) olarak düşünülür ve yaşamının süresi, sâdece annesinin yaşamında devâm eder.” (Ben Zion Uziel 3:46)

    Holokost sonrası dönemde bâzı yorumcuların, aşırı liberal kürtaj uygulamasının Yahudilerin nüfûsunun azalması karşısında doğru olmayan bir uygulama olduğunu dile getirmeleriyle, yeni ve çelişkili bir gelenek geliştirildi ve daha güçlü bir pro-natalist [9] duruş teşvik edildi. Moşe Tendler ve Elliot Dorff’un argümanına göre Yahudilerin, “derin bir demografik sorunu vardır. Holokost sırasında, nüfûsumuzun üçde birini kaybettik ... Amerikan Yahudileri arasında mevcut üreme oranı, 1.6 ile 1.7 arasındadır. ... Bu sosyal zorunluluk, zamânımızın belki de en önemli sevâbını yaymıştır.” Bu pozisyon, klasik halacik kaynaklardan gelmezken, yine de çağdaş dönemde bâzı zeminler kazanmıştır.

    Yahudiler için din, kriz veya kutlama fırsatlarının ortaya çıkarttığı dışarıdan gerçekleştirilen bir yapı değildir ve kontrollü bir yaşama zorlar ki orada, her bir günlük uygulama ve özen, inanan kişinin varlığının bir parçasıdır. Hayâtın bütünü olan Yahudi inancı, her etkileşimde ve günlük yaşamın her ânının detaylarında sürekli adâlet talep eden bir içeriğe sâhiptir. Bu kontrollü yaşam ise rekâbet, tamamlama ve tartışmanın bir karışımıdır ve bu karışımın, iki bin yıldan fazla süren tartışmaların sonucu olarak yorumlara bağlı çağdaş bir görünümü vardır.

    Ayrıca bu karışımın, çeşitli yolların değerlendirilmesiyle uygulamaya konabilecek analitik bir görünümü de vardır ve bir eylem, yasaklanmış fakat cezâsız kalmış, yasaklanmış ve cezâlandırılmış, izin verilmiş fakat onaylanmamış, izin verilmiş ve kabûl edilmiş, bâzı durumlar hâriç zorunlu veya tüm durumlarda zorunlu olabilir. Bu yüzden, kürtaj hakkındaki anlayışımızın büyük bir bölümü, çeşitli durumları ve istisnâları dile getiren bu metinlerden gelmez; fakat, pro-natalist bir aile yaşantısını destekleyen normatif metinlerin daha geniş sınırlarından gelir.

    Laurie Zoloth

    KAYNAK: (Ed.) Stephen Garrad Post; Encyclopedia of Bioethics, “Abortion, III. Religious Traditions: Jewish Perspectives”, New York: Macmillan, 2004, pp: 28-31

    NOTLAR:

    [1] İbrânicede mitzva “sevap”, mitzvot ise “sevaplar” anlamına gelir. Mitzvot, kişinin kendisini ıslah etmesi ve mânevî kişiliğini geliştirmesini anlatır. Bununla amaç, kişinin yalnızca dînî ritüellerle değil, aynı zamanda yaşam biçimi yönünden de Tanrı’yı düşünmesidir.
    [2] İbrânicede halacha, yüzyıllardan beri korunan ve uygulanan Yahudi şeriatının genel adıdır.
    [3] İbrânicede responsa, belirli bir sorun hakkında Yahudi şeriatına uygun çözümleri içeren “cevap” demektir; İslâm kültüründeki fetvanın karşılığı olarak kullanılır.
    [4] Tevrat’taki bu kısım, şöyle devâm eder: “Fakat zarar olursa, o zaman can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin.” (Çıkış 21:23)
    [5] Mishneh, Yahudilerce kutsal kabûl edilen Talmud’un ilk kısmının adıdır; ikinci kısmına ise gemara adını vermişlerdir.
    [6] İbrânicede rodef, bir Yahudinin öldürülmesine sebep olma suçu anlamına gelir.
    [7] İbrânicede arakin, “düşünceler” anlamına gelir ve Mishneh’in bir bölümünü oluşturur.
    [8] İbrânicede gemara, Yahudilerce kutsal kabûl edilen Talmud’un ikinci kısmının adıdır.
    [9] Pro-natalizm “kadını, sürekli çocuk doğurmak zorunda bırakmak”tır.


    Çev: Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    GÜNLER SÜPÜRÜYOR AĞITLARI

    Bir bomba gibi düşüyor
    sözcükler usuma ve bir infilâk
    Rüzgâr çıkarsa dökülür yapraklarım

    Her şiir yeni bir sancıdır

    Bir balerin, çiçek kadar
    yumuşak adımlarıyla
    Okşayıp gidiyor yüreğimi

    Günler süpürüyor ağıtları
    Kara bir asker botunun altında
    çiğnenmiş papatya artığı

    İyi ki gökyüzüne basamıyor ayaklarımız

    Gonca ÖZMEN

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.

    Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.

    5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k

    http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120622.asp
    ISSN: 1303-8923
    22 Haziran 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com