|
|
|
Editör'den : Paşabahçe'de Gözyaşı Şişesi Üretimi Artmış!.. |
Küçükken mahallede havamdan geçilmezdi. Sokakta geçen çocukluğumun en gururlu anları "Benim babamın askerleri var." diye düşman püskürttüğüm zamanlardı. Hiç yüzünden birbirine girmeye hazır grupların elebaşıları atışmaya başlardı önce. "Abimi getiririm görürsün." "Ben babamı getiririm oğlum." "Yok ya benim babamın polisleri var, hepsini toplar gelir görürsün gününü." "Hah ha, o da birşey mi? Benim babamın taburu var be. Askerlerini, toplarını, tüfeklerini toplar bir gelir, asıl sen görürsün gününü." Ve kavga orada başlamadan biterdi. Asker bu, şakaya gelir mi? Tabi arada, üniformalı babamın yanında caka satarak, gözdağına gerçeklik kazandırmaktan da geri kalmazdım.
Hayret, tam Suriye'ye savaşa girmeye hazırmış rolüne çalışan Tayyip Bey'i anacakken aklıma bu anılar geldi. Nedense? 20 günde 20 şehit verdiğimiz dağlarda kendi iç güvenliğini sağlamakta güçlük çeken koca memleket, başka işi yok, Suriye'ye savaş açacak. Ama öyledir, genel iç savunma, milli yüreklenme, haydi bastır edebiyatıdır bu. Güneydoğu'da yaşananların acısı ancak bir başka cephede alınması muhtemel zafer şenlikleriyle unutturulabilir.
Daha düne kadar, Esad Esad -dikkat Esad yazılır Esed okunur- diye gerilerini yırtıp, Bodrum'da birlikte tatil yapanlar, bir an geldi Esad'ı diktatör ilan ettiler. Bizim pekakamız terör örgütü iken, onların pekakası özgürlük savaşçısı oldu bir anda. Dış mihrakların, Tunus'u, Mısır'ı, Libya'yı ve hatta Irak'ı özgürlüğüne(!?) kavuşturduğu yetmedi sıra Suriye'ye ve tabi Esad'a geldi. Türk kıyılarından botlarla Suriye'ye terörist taşımayı, maaşlı göçmen beslemeyi bile kabullendik. Neden? Herhalde birileri 1 koyup 3 alacağımızı tekrar beyin kıvrımlarımıza enjekte etti. Ama, görevi memleketinin sınırlarını savunmak olan bir Suriye'li askerin, burnunun dibinde eğitim uçuşu(!?) yapan Türk jetine kurşun atacağını hesap edemediler. Veya ettikleri için o uçağı oraya kadar gönderdiler. Sandılar ki, kahraman Türk pilotu bin yaşındaki bu silahsız uçakla bile onların hakkından gelir. E olmadı haliyle. İlk Türk astronotu olmaya aday gencecik pilotumuz bu sidik yarışının ortasında canından, geleceğinden oldu. O uçağın, bu elektrikli ortamda, orada neyin eğitimini yaptığını kimse sorgulamadı. NATO'nun başları toplandı, kınadı, ordu teyakkuz durumuna geçti. Hani millet de sanıyor ki, pilotumuzun kanı yerde kalmayacak, girip o uçaksavarı kullanan askerin tepesine bineceğiz. Başbakan mı, başkomutan mı belli olmayan Tayyip Bey, neredeyse uçağa binip kendi gidip bombalayacak. Eh tabi yerseniz sayın kamuoyu.
Millet zannediyor ki, büyük olmanın sancılarıdır bu yaşananlar. Büyüksen, düşmanın çok olur, herkes kuyunu kazar. Büyük devlet olmanın yolu da, yağmasan da gürlemekten geçer. Çember içine alınan 400 pekakalının akibeti ne oldu diye soran olmaz ama Suriye'ye girme hayaliyle yatıp kalkanlar pek revaçtadır. Hepsini Taksim Meydanı'na toplayıp, temsili savaş tatbikatı yaptırıp, bir güzel döveceksin, bak o zaman savaş borazanlarını öttürecek mecalleri kalıyor mu?
Ne Suriye'ye, ne Kandile'e, ne Kuzey Irak'a girebiliriz sayın seyirciler. İstesekte giremeyiz. Girersek, hele bir de şöyle birkaç ay sürecek light ya da şekerli savaşın içinde bulursak kendimizi, o Tayyip Bey'in cakasına caka katan sıcak para bir kaçar bu memleketten, işte o zaman seyreyleyin siz gümbürtüyü. Bize yardım edecek AB'de yok sırada. Varsa yoksa, geçen hafta havuzuna 5 milyar dolarlık yem attığımız IMF'miz var. Kaptırdığımız yuları bir sıkarlar ki, memlekette ne cila kalır, ne nemalanacak mal. Şimdi sınırda esip gürleyenler, sınır dışına tüymek için insansız casus uçakları bile kullanır mazallah. İşin özü, Bu işin kaymağıyla %50'leri geçen Tayyip Bey ve şürekası, değil Suriye'yle savaşmak, kendi aralarında bilek güreşi bile yapamazlar. Hem onlar bu aralar meşguller, Pensilvanya'da akan gözyaşlarını şişelemekle meşguller. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan MAVİŞ -1 |
|
Ne zaman Hacırahmanlı’yı düşünsem aklıma hep mukallitlikler gelir. Bütün müşteriler gün ortasında uyuklarken biri gelip kahveye yılan salar örneğin. Biri ötekinin kulağına süpüre çöpü sokar. Uyuyan adamın kulağının içinde havalı bisiklet kornası çalındığı hiç duyulmuş mudur? Karadeniz’de olsa bunlar cinayet sebebi sayılır. Yaşlı adamların çayına müshil yada viyagra atıp karşısına seyre geçmek ayıp değimlidir üstelik.
Uzun yaz günleri ve cehennem gibi kavrulan Gediz Ovası insanın aklını alır. Ve bu kasabada herkes tarlaya gitmeden gün boyu serin bir gölgede oturarak yaşamayı düşler. Yaz gelince kahveler şöyle dursun sokaklar, evler hatta bütün kasaba boşalır. Gölgede oturup laflayacak adam bulamazsınız. Her kahvede tarlada çalışamayacak kadar yaşlı tek tük üç beş kişi vardır. Günün çoğunu tahta sandalye üstünde uyuklayarak geçirirler. Kahveci zaman zaman gelip onların huzuru kaçırır. “Burası söğüt gölgesi değil. Ne içiyorsun?” diye sorar. Asıl sorun çay içmek veya içmemek meselesi değil can sıkıntısıdır. Bu kasabaya yapılacak en büyük hizmet insanın içini çürüten bu can sıkıntısına çözüm üretmektir. İşte bunu başarabilen belediye başkanı tarih kitaplarında gururla yerini alacaktır.
Şükürler olsun ki delimiz çok. Onlar da olmasa her gün birkaç kişi cinet geçirir. Ortalığı kan gölüne çevirir. Can sıkıntısı katmerli hale gelince farkında olmadan delilerimize çok yükleniyoruz. Bu kez de onların sigortaları atıyor. Çallı’nın İbo böyle gitti örneğin. Zırt dedik, pırt dedik, hişt dedik pışt dedik yedik gül gibi deliyi. Bizlerle baş edemeyince takılanlara bıçak çekmeye başladı. Bir iki kez olsa iyiydi. Ama sürekli bıçakla gezmeye başladı. Delilerimiz içinde en kalitelisi Yörük Ahmet’tir. Hacırahmanlı’da değil de başka yerde olsa bırak dalga geçmeyi kapısına yüz sürülür. Mırıl mırıl dualar okuyarak gezip dolaşır. Tikleri de olmasa deli değil hoca zaten. İrkilmeleri, yürürken zınk diye durmaları, ayıp bir şey duyunca bağıra bağıra salâvat getirmeleri olmasa deli denilecek pek bir şeyi yok zaten. Bu çocuğun bebekliğini bilirim. Hiçbir şeyi yoktu. Hep sadık Hoca’nın işleri… Okul tatillerinde bir iki yaz Kur’an kursuna gitti. Uçuverdi fukara… Adı deliye çıkanların çoğu deli de değildir. Örneğin Deli Nazmi, Deli Sali cin gibi adamlardır. Kendi ekmeğinde, işinde gücünde insanlardı. Tatali İbo deli değildi ama öyle bulmuştu geçinmenin yolunu. Bilirsiniz insanlar bu tür insanlara acırlar. Para verir, ekmek, yemek verirler. Asıl mesele ne zaman taştan taşa çalacaklarının beli olmayışıdır. Tatali tarlada sıcağın altında çalışmayı istemediği için abisinin elinden kaçar orda burada sürterdi. İşi deliliğe vurup ekmeği beleşe getirirdi. Konuşma bozukluğu vardı ama beyni alaman motoru gibi tıkır tıkır çalışırdı.
Adını sayamadığın en az altı yedi kişi daha var. Buradan başkana sesleniyorum. Başkan bu insanlara belediye kadrolarından maaşa bağla. Bu insanlar mesai saati nedir bilmeden cambazlar, hokkabazlar, futbolcular ve oyuncular gibi sosyal bir görevi yerine getiriyorlar. Maaşları da başkalarının şakalarına, takılmalarına dayanma güçlerine göre bağlı. Çallı İbo çabuk su koyuveriyor. O asgari ücret alsın. Deli falan değil ama Maviş’in Sali’ye de yüksek bir maaş bağlansın. Yazı işleri müdürününki ile aynı olsun. Hacırahmanlı bir yana bu fukaraya bütün Gediz Ovası takılır. Maviş benden bir yaş büyüktür. Gerçi okulda bir ara aynı sınıfta okuduk. Yaşamımın her zaman içinde olduğu için aynı sınıfta ne kadar kaldığımızı anımsamıyorum. Mavişin Sali’ küçükken bir ketler sepeti içinde uyuken üzerinden traktör romörkü geçmiş. O zamanlar doktor nerde? Yaşamış işte, inadına tutunmuş hayata. Yaşıtlarından hem küçük kalmış. Hem de belden aşağısı ile yukarısı arasında bir ayarsızlık var. Sessiz filmlerdeki Çaplin gibi yürür örneğin. Kollarını çarpuk çurpuk sallar, her adımında bedeni iki yana yaylanırdı. Askerlik onda tam bir takıntıydı. Saruhanlı askerlik şubesini gide gele yol etti. Kendini de askere aldırdı. Yirmi ay değilse bile acemi birliğini bitirmeden de gelmedi. Amele dayıbaşısı Pişik İlyas da Maviş’e benzerdi. Onun karısı, çocukları hatta yedi sekiz tane torunu vardı. Oysa Maviş’e kimse kız vermedi.
Maviş sürekli neşeli ve sevgi dolu biriydi. Kasabanın önde gelen aileleri onu çok severdi. O genelde kalbur üstü adamlarla Avcılar Kulübünde takılırdı. Maviş’e “Hadi yine iyisin. Riza Beylerin küçük kızı sana ayarlıyorum. Ahmet Bey ile bu Cuma konuşacağım,” gibisinden yalanlar söylerlerdi. Ayşegül güzel kızdı. Tevfik Aga’nın altın dişli astsubay oğluyla evlendi gitti. Umut fakirin ekmeği, inanır mıydı bilmem ama ağzı kulaklarına varırdı. Nedense hep Hacırahmanlı’nın en zengin ailelerinin kızları Maviş’e ayarlanırdı. Hüseyinciklerin, Dağlı Yaşar’ın veya Kara Sülo’nun kızlarının adı bile okunmazdı. Arabacıların, Kara Fatma’nın Veli Ağaların da… Oysa aynı yıllarda orta halli bu ailelerin hamarat ve çekici kızları vardı. Üstelik kimseden aşağı kalır yanları da yoktu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Yüreğin Kanatları - 1 |
|
Gri bulutların sardığı dolunay, karanlık gökyüzünde yavaş yavaş yükseliyordu. Solgun ışığı hüzünlü bir çehreyi andırıyordu. Oysaki ay parlak olmalıydı. Bütün ışığı ile yeryüzünü aydınlatmalı, gecenin karanlık köşelerine ışık tutarak kötülüklere engel olmalıydı. Can, ayı sarmalayan bulutların dağılmasını istedi, çünkü o zaman ay yüzlü sevdiğini görecekti. “Ay yüzlüm” diye iç geçirdi. Sevdiği kıza böyle diyordu çünkü uzun zamandır seyrettiği beyaz çehrenin ışığı, aynı ayın parlaklığına benziyordu. Ay yüzlü, sınıfın en güzel kızıydı. Dershaneye başlayalı daha bir ay olmuştu ve kısa süre içerisinde Can, hayatını etkileyen kuvvetli duygulara sahipti. Bu duygular onu bambaşka biri yapmıştı. Artık amaçları anlamsız geliyordu, sanki etrafı büyük boşluktan oluşuyor, dünya dönmüyordu, mevsimler de yoktu. Zaman adeta durmuştu. Sevdiği sevmediği ne varsa birbirine karışmıştı. Arkadaşlarının tekliflerini geri çeviriyor, ailesiyle vakit geçirmek ona sıkıntı yaratıyordu. Bütün bunların yerinde sadece ay yüzlü kız vardı. İlk defa yaşadığı bu duyguların adı ‘aşk’ olmalıydı. Ay yüzlüye delicesine aşıktı!
Can, bulutlara tutsak olan dolunaya son bir kez baktı ve pencere önündeki masasına oturdu. Başını döndüren bu yoğun duyguları birisine anlatmalıydı. Ama kime, nasıl ve ne zaman? Kitapların durduğu rafa baktı, uzun zamandır boş beklettiği siyah kaplı ajandaya elini uzattı. İlk sayfasını açtı ve kalemini eline alarak yazmaya başladı. Bir sayfa, iki, üç ve sonrası derken saat gece yarısına geldiğinde sayfalarca yazdığını gördü. Şiirler, notlar, ay yüzlüye dair ne varsa ve ona söylemek istediklerini yazmıştı. Can “Anlatacaklarım ne kadar çokmuş?” diye mırıldandı. Yorulmuştu, başını yastığına koydu ve ay yüzlü aşkını düşünerek rüyalara daldı.
Sabah, dershaneye gittiğinde sınıfta kimse yoktu. Ay yüzlü kızın sırasına baktı. En ön sıranın ortasındaydı yeri ve şimdi boştu. Sıranın yanından geçerken elini masanın üzerinde gezdirdi. Tam şuracıkta onun parmak izleri olmalıydı? Eli ay yüzlü kızın eline değmiş gibi hissederek ürperdi. Vücuduna yayılan heyecanla kalbinin atışları hızlandı. Yavaş adımlarla arka taraftaki sırasına oturdu. Beynini dolduran güçlü duygulardan sarhoş olmuş gibi gözlerini kapattı. “Ay yüzlü, hadi gel neredesin?” Sınıfın kapısı açıldı, biri girdi, o değildi. Başka biri ve diğerleri… Gözleri kapıda onu bekledi ama öğretmen girince içine karanlık doldu. Bu karanlık umutsuzluğun tam kendisiydi. Aşkının platonik hislerden oluştuğunu bile bile kalbine dur diyemiyordu. En kötüsü de ay yüzlünün etrafında bunca kişi varken ona cevap vermesi imkansız gibiydi. Aynı sınıfta olsalar da Can, ay yüzlüye çok uzaktı. Çünkü onunla daha bir kelime bile konuşmaya fırsatı olmamıştı. Onun etrafındakiler Can’a bariyer gibi geliyordu. Ay yüzlü güzeldi, uzun boyluydu, havalıydı. Ama kendisi? Kendisinde en büyük kusur gördüğü boyu kısaydı işte, ay yüzlüye yakışmayacak kadar kısa. Biraz da şişmandı, pek yakışıklı da sayılmazdı. Ama kalbi, hissettiği bütün samimi duyguların ötesinde bir karıncayı incitmeyecek kadar iyi, kötülüğü kıskandıracak kadar yardım severlikle dolu, incecik ve şeffaf aydınlık bir cam parçası kadar kırılgandı. “Acaba ay yüzlü bir gün benim bu kalbimi görebilecek mi?” diye düşündü. Gözlerini kapattı, ışıldayan güzel gözleri, kıvrımlı dudakları, bir meltem gibi tatlı gülümseyişi, ipek gibi parlayan saçları gördü. Ah bir dokunabilseydi ipek saçlarına? Ya içini ısıtan tatlı sesine ne demeliydi? İnsanı en güzel rüyalara sürükleyecek kadar büyülüydü. Ona ulaşmanın zorluğu Can’ın kalbinde bir sızı oluşturuyordu. Aşk bu olmalıydı? Arzuyla yaşanmak istenen duyguların imkansızlıkla karşılaştığında yüreği bir kor gibi kavurmasıydı aşk. Her şeye rağmen Can, kendisini çevreleyen görünmez uzaklığı hiçe sayarak bir gün ay yüzlüyle konuşma fırsatını bulacağını biliyordu ve bunun için hayaller kuruyordu.
Ay yüzlü iki gündür sınıfa gelmemişti. Bugün de yoktu. Hasta mıydı yoksa? Ah, bir bilebilseydi ne olduğunu? Onu görmeden geçirdiği her gün, her dakika Can’a acı veriyordu. Kendisine ait olmayan ama bir o kadar da içten sahiplendiği ay yüzlü aşkını, bir an bile aklından çıkarmıyordu. Oysa, aklında sadece dersler olmalıydı. Çözülmeyi bekleyen dünya kadar test, masasının üstünde duruyordu. İyi bir üniversiteyi kazanacağına dair ailesine söz vermişti. Ama şimdi her şey farklıydı. Verdiği büyük sözü unutmuş, ay yüzlü kız onun bütün düşüncelerini ve kalbini çalmıştı. Derslerini çalışması gerekirken ajandasına sayfalar dolusu aşkını anlatıyordu. Dershanede öğretmenini dinlemiyordu, gözleri ve düşünceleri sadece ondaydı. Bu sabah da yine yüreğindeki hülya denizinde sürüklenirken, öğretmenin anlattıklarını ninni gibi duyuyordu. Kalbini çalan kızın niçin gelmediğini merak ettiği sırada sınıfın kapısı çaldı. İşte kapının önünde duran oydu! Ay gibi parlayan yüzü, bulutlu günün kararttığı sınıfı adeta aydınlatmıştı. Can gülümsedi. Kalbinin yerinde sanki bir kuş uçmaya başladı, içindeki kanat çırpınışları öyle hızlıydı ki vücuduna yayılan sıcaklığı gizleyemedi, yüzü kızardı. Yüreğini kavuran bu aşk, bir hastalık gibi Can’ı ateşlendiriyordu. Kendisini yatıştırmaya çalıştı ama bu imkansızdı. Ay yüzlü kız, sınıfa tatlı sesiyle günaydın derken gözlerini herkesin üzerinde gezdirdi, saniye süren bir anla Can’a baktı. İşte o an Can çok heyecanlandı. Sahiden ona mı bakmıştı? Dudakları kenetlendi, herkesle birlikte cevap veremedi. Yüreğindeki çırpınışlar, Can’ı yorgun düşürmüştü.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KOKU
Her şeyi fotoğraflarıyla anlatıyordu. Fotoğraflarının ucundaydı tüm dünya. Bir o yoktu dünyasında, bir o eksikti fotoğraflarında. Yapboz hep eksikti hep yarım… Hem vardı hem yoktu. Eksik işte…
Ne yaparsa yapsın anlatamıyordu onu fotoğraflarında. Cisimler oradaydı kokuları yoktu. Koku yokken o da yoktu. Kokuydu her şeyi anlamlandıran. Hani yolda giderken başınızı çevirme ihtiyacı hissedersiniz ya, hani dönüp dönüp bakmayı… İşte ismin ne önemi var, kokuydu baştan çıkaran.
Ne yaparsa yapsın kokusunu yansıtamıyordu fotoğraflarına. Onun kokusunu. Doya doya içine çektiği bir türlü doyamadığı kokusunu. Yapboz hep eksikti hep yarım… Hem vardı hem yoktu. Eksik işte…
“Kokundu baştan ayağa titreten… Kokun aşk kokusu burnumdan her bir hücreme yayılan… Kokundu baştan çıkaran…
Tanrıların haberiydin sen. Kokun aşk kokusu, tanrıları mest eden. Rüzgâr seni getirir sevgilim, kokundu habercin olan… Sendin rüzgâr olan, kokundu sen olan, sendin ben olan…”
Her bir fotoğrafı karşısında, elinde kadehi, içinde kan kırmızısı şarabı… Görüntüler tamam da bir yanı eksik… Bak, orada işte. Elini uzatsa dokunacak. Ama eksik, çok eksik, hep eksik… Burnunda kan kırmızısı şarabın nahoş kokusu, mest eden… Bir tek o yok, onun kokusu yok, kendine has kokusu, aşk kokusu.
“Aşk kokusuydu tenine yerleşen. Parmak uçlarımla çekerken kokunu içime… Susma sevgilim, konuş. Nefesin taşısın kokunu içime, her bir hücreme. Konuş ki, aksın yüreğimden tüm bedenime…
Pan’ın dansıyla başladı koku, parfümün dansıyla. Tanrılar dans ediyordu mest olmuşçasına. Tanrıların dansıyla başladı parfümün dansı. Yayıldı insanların bedenlerinde tüm dünyaya. Aşk kokusu olarak bilindi, anıldı bir bilinmezlikte. Ve aşk kokusuydu tenine yerleşen, parmak uçlarımla çekerken kokunu içime.”
Tek tek dokundu fotoğraflarına, onun fotoğraflarına. Tek tek akıttı parmak uçlarından kokusunu, onun kokusunu. Yapboz yarımın tamı oldu, aşk koktu. Elinde kan kırmızısı şarap, burnunda aşk kokusu, onun kokusu… Tanrıların sevinç çığlıkları uzaklardan… Parfümün dansıyla yayılan aşk kokusu fotoğraflara…
Hilal Bayram
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Salı SaLLama’ları ve Savaş DaLLama’ları |
|
Sizi bilmem ama bana gına geldi Salı SaLLama’larından ve Medya DaLLama’larından.
A-Be ve A-Be-De silah tüccarları ve köşebaşı zat-ı muhterem
“yağlama-baLLama”
kalemşörlerinin;
“aLLama” ve “puLLama”
çalışmalarıyla, arabanın yıkama-yağlama dediğimiz motor işlemi de en sonunda tamamlandı ve sıra gaza basmaya geldi. “Sıfır sorun derlerse, sıfırın yerini sorun” diye hatırlatıldığı halde
“akıLLama”
özürlü “düş-işleri” sayesinde dalaşmadığımız hemen hemen komşu kalmadı.
Önce; hepimizin bildiği
“çuvaLLama”
yaşandı. Şimdi de
“afaLLama”.
Açık-saçık ve de uçuk-kaçık bir şekilde muhaliflere destek veren “düş-işleri”, hem soğuk hem tazyikli bir su ile “duş-işleri” haline döndü.
Savaş DaLLama’ları
hemen sahne alıp tamtamlar eşliğinde
“davuLLama”
eylemine başladı. Eskilerde; bir büyüğümüz de 1 koyup 3 alacağımızdan söz etmişti. Salt rakamlar açısından bakıldığında doğru çıktı söyledikleri ancak ne yazık rakamların yeri değişmişti. Bize; 1-3’ün yerine 3-1’i uygun görmüşlerdi. Yine benzeri bir
“avaLLama”
ve şu pek davudi sesimizle yola devam edilirse; korkarım nur topu gibi bir “tuş-işleri”, elimizde patlayacak gibi gözüküyor.
Diğer yandan; Salı SaLLama’ları tüm hızıyla sürüyor. Artık;
“mavaLLama”
mı okunuyor,
“masaLLama”
mı anlatılıyor bilene aşkolsun. Salı’nın tek eksiği de sanki mehteran ekibi. Bu çok sesli vuvuzela çalışmalarına 1 ileri 2 geri adımla
“çaLLama”
kısmı da eklenince :
Höyt-zöyt eden.. Tahrik neden.. Hep kaahraaman...
Barış giden.. Savaş neden.. Hep kaahraaman...
Zaten insan yerine;
“kuLLama”
haline dönüştürülmeye çalışılan bir toplum, zaman zaman ufacık bir tepki göstermeye kalkıştığında vurun abalıya hesabı karşısında
“çuLLama”
ekibini buluyor ve
“çakaLLama”
medyası başta olmak üzere hemen gaz verilmeye başlanıyor. Henüz
“ayıLLama”
aşamasına bir türlü geçememişlerin tek derdi sadece
“maLLama” ve “nemaLLama”.
Kefenin cebi yok ki dolsun,
“naLLama”
vakti kapıyı çaldığında “az daha nemalanacağım, biraz daha mal edineceğim“ diyebilme şansı yok ki.
Çok mu zor şu fani dünyada BARIŞ içinde yaşayabilmek ?
Çok mu zor alenen oynanan SAVAŞ oyunlarını görebilmek ?
Ben çok sıkıldım artık ..!
Salı SaLLamaları’ndan da..
Savaş DaLLamaları’ndan da...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Sevgili
Sevgili(m);
Benim en kötü, senin ise en güzel günün bugün… Çünkü sen her zamanki gibi istediğini yaparken, ben özellikle bugün seni daha çok düşünerek beynimi ve kendimi hırpalayacağım. Bugünün benim için ne kadar zor olduğunu bilemezsin…
En kötülerinden biri de sana sarılmayı bırak, “İyi ki doğdun” diye boynuna atlayamamak. Sade bir “iyi ki doğdun” bile diyemeyecek olmak ve bunun bilinciyle yaşamak. Bugün daha çok ağlamak, daha çok özlemek, daha çok tükenmek. Umursamayacağını bile bile bugün için özellikle yazmak, göndersem bile mektubu okumayacağını bilmek, senin mutlu olduğunu düşünerek bir kez daha bitmek; zor…
Sonra sana kim “seni seviyorum” derse ona inanıyor olman, sahte aşklar yaşıyor olman… Bilmiyorsun işte sahte bir hayat, sahte aşk yaşadığını. İnatla bana sahte diyorsun; her şeyden daha gerçek olduğumu bile bile…
Sonra mesela, bugün güneş senin için doğacak; en sevdiğin parça senin için çalacak, her şey seni bugün ön plana çıkaracak, notalar senin için bir düzene girip melodi oluşturacak ve umursamadığın harflerim senin için bir yazı daha oluşturacak…
Herkesin ve benim gibi umursamadığın birinin beynini daha çok meşgul edeceksin bugün… Her dakikayı seninle, senin acılarınla, senin yaptıklarınla yaşamak ne kadar zor, bilemezsin.
Oysa ben isterdim ki bugünü birlikte kutlayalım. Sen mumları benimle üfle, benim için de bir dilek tut; hatta birlikte dileyelim istediklerimizi. Ve gerçekleşene kadar birlikte olma sözü verelim mesela… En son benim hediyemi aç, içimdeki tek merak beğenip beğenmeyeceğin olsun; ne halde olduğun değil. Sonra zor olan tek şey sabah sana veda etmek olsa. Dert ettiğim tek şey ise seni özlemek…
“Olmayacak duaya âmin demek” dedikleri bu olsa gerek… Neyse, beni her zamanki gibi boş ver. Bugün senin günün, yalnızca senin… Gülüşünü her ne kadar kıskansam da gül bugün, hem de hiç gülmediğin kadar. Mutlu ol istiyorum işte, benimle mutlu olamasan da.
Ben bu satırları yazarken sen uyuyorsundur ya da gözlerini açtığında sana ait olacak günün hayalini kuruyorsundur. Mutlu olma demiyorum, mutlu ol. Ama neyse…
Herkesin ne düşündüğü, senin için ne hissettiği umurumda değil. Kimin hediyesini merakla açacağın, kiminle olacağında…
Umurumda olan onlar değil, sensin. Yalnızca sen…
Sen, sen ve sen…
Hayatımı mahvetmeye değer yalnızca üç kelime…
Ve hayatımı mahvederek beni kendine bağlayan insan, nice senelere…
Sevemediğin…
Ece Yurtbahar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ŞARGICI SANATÇI DİYALOĞLARI
- Aaaa, ayol seni çok özlemişim. Gel bi yanak ver bakiiiim kız, şapıııırt ve de şuuupurt.
Nasılsın ayol, yeni albüm malbüm yok mu bu yakınlarda şööle piyasaya dökülüver kız. Cıstak, cıstak.
- Aaaah, ah! İyi ki bu günleri görmedin. Yoksa kahrından ölür giderdin vallahi. Bunların müzikten anladıkları bu işte....Cıstak.....cııııstak
- Aaaaa, bu herifi na şerifte nereden çıktı kız Sabuha.........Neden durup dururken lafa karışıyo bu şimdi.
- Efkarındandır şekerim. Kimse dinlemiyor ki şimdi bunları. Ritm yok bunlarda bi kere ritm.
- Ülkemizde müziğin de, gerçekten müzik yapanların da hali çok perişan mirim, çoook! Yeni yetme öyle bir gençliğimiz var ki, sadece tepinmek için gürültü dinlemek onlara yetiyor.
- Aaaaa, yeter ama yırtık dondan şey çıkar gibi karışmayın her lafa. Tutucu yobazlar nolcek, bi kerem biz “yetmez ama evet, tak koluna sepet” derken, sizler ileri demokrasimize bilem karşı çıkıyordunuz. Bi kere bi türlü piyasanın adamları olamadınız. Gün kimin günü, devir kimin devriyse oraya yamanmayı beceremediniz. Modern pazarlama denen şeyden nasibinizi alamadınız. Ay, hala sigara tüttürür gibi tutturuyorsunuz “müzikte kalite de, kalite” diye. Siz bu kafayla haftada bir albüm çıkarsanız bi tane bilem satamazsınız.
- Kız Sabuha yazdığım şargı sözlerinden bir demet versem de bunlara üzerine kalite kalite üç beş cıstak döktürüverseler olmaz mı? Küstürme şimdi kendini besteci zanneden bu zavallıları....
- O işi bunlar beceremez şekerim. Bi kerem senin sözleri beğenmez bunlar. Yalarım, yutarım, kayarım, çakarımla bitiyo kız o şargı sözlerinin çoğu........Soonacıma bunların besteleri bize ağır kaçar kızım, nemli ve baygın bakışlarla ıslak ıslak söylenebilemez.
Top 10’a mop10’a hayatta giremezsin billa. Sen onları bizim homo oğlana yolla, bi gecelik işi var valla. Sonacıma yeni disko albümün hazır.
- Sevgili kızım, hani, şu adı Sabuha olan kızım.......Sen Fazıl Say’ın Nazım Hikmet Orataryosunu hiç dinledin mi evladım?
- Benim sakalları da saçları gibi ağarmış amcacığım, o dediğin şey ne ola ki ? Ne sayıyor o Fazıl dediğin kişi? Nazım Hikmet kim amca? Benim bildiğim bi tane Nazım var, o da Şikespor’da santrafor oynuyor, bazen sahada atar golleri bazen de.... ayyyy söylemiyim kız Feriha ayıp olucak şimdi....
- E, bu kadarı da olmaz ama. Sevgili kızım sana çüşşş desem ayıp olur mu acaba? Gerçekten mi tanımıyorsun sen bu toprakların yetiştirdiği dünya çapındaki iki büyük değerimizi?
- Aaaaa, Dedem gibi konuşuyor bu kız......Ne o öyle ağdalı ağdalı cümleler! Bak amcacım biz bi menecerlerimizi tanırız, bi müzik şirketlerinin sahiplerini, bir de konserlerimize gelen deli fişek gençleri... Onun arabası vaaaar, güzel mi güzel....... Bak bu şarkı kimin sen onu biliyomusun peki?
- Yok evladım. Ben Yahya Kemal okuyup, Münir Nurettin dinlemekle meşgul olduğumdan olsa gerek, bu mümtaz şahsiyeti tanıyamadım, kusura bakma....
- Sen de kusura bakma be moruk..... Ama gericisiniz siz gerici! Her alanda olduğu gibi müzik alanında da takılmış kalmışsınız bi şeylere. Gençlere kulak verseniz bi kerem. Değişim var her şeyden önce, bak Anayasa bile değişiyo. Ana muhalefet bile değişip, babooo muhalefet oluyo, bi siz kaldınız böööle kelaynak kuşları gibi ortalık yerde...Bizim şarkılarımızda bunu diyo zati....Değiş ve geliş cıstak....cıstak....cıstak...
- Sevgili kızım, değişe değişe çok şekilsizleşmeyin de, dikkat edin o arkanızda kullanmaya çalıştığınız sazlar ızdırap çekmesin olmaz mı? Bak, mesela keman....O öyle bir enstürmandır ki, kullanmasını bilmediğin zaman inim inim inler, sizin gençler de Müzik dinlediğini zanneder. Aslında hüngür hüngür ağlamakta, onu tutan parmaklara beddua yağdırmaktadır o sırada keman....
- Aaaa, Allahın odunu işte ağlar mıymış hiç? Kız Sabuha aynı zamanda da kafayı yemiş bunlar kız. Yazık yazık vallaha....Bunlar da şargı yapacak da, millet de dinlicek söz de...Disko’da tepinemedikten kelli ne işe yarıyacak ki onu da anlamadım zati.
- Baksana kız....daha geçenlerde “Boş Bakış”ın “Sabahın şekerleri, Lokumdur haberleri” programının sunucusu Feriha da söylemişti şekerim.....Bunların çoktaaan modası geçti...Neydi o öööle aşırı romantik slov takılan şargıcılar!..... Onların bilem modasının geçtiğini söölüyodu Feriha...
- Tabii kız zilloş....Aaaay batı düşmanlığı yapan, o “bağımsızlıkçı” zırzopların nasıl modası geçtiyse, bunların da geçecekti elbette. Bizim gibi yapamazlar onlar şekerim. Ver damardan ritmi cıstak cıstak...çağır çocukları diskoya bu kadar işte. Bırak üç beş zıpır da yok 23 Nisan’mış, yok 19 Mayıs’mış muhalefet takılıp, protesto gösterisi yapsın. Kim takacak ki onları, değil mi ama? Eee o kadar da olacak zati. Ayoool herkes artık Elif, Melif (Şafak demek istiyor herhalde Y.N.) okuyo ne güzel, sen hiç eskilerin okunduğunu gördünmü ki, eskiler dinlensin şekerim.... Millet şinci ritm istiyo ritm.
- A benim aklı evvel kızlarım...... Sizin eski dedikleriniz 22. yüzyılda da, hem okunacak, hem de dinlenecek. Bu iş ayağına giydiğin kota benzemez çocuğum. Edebiyatın da, Müziğin de modası olmaz. Olsa olsa zırzopluğun modası olur! Bak, senin asla anlayamayacağın bazı insanlar hala o muhteşem kitapları okuyor ve o doyumsuz müzikleri dinlemeye devam ediyorlar yavrum. Neyse, neyse yormayalım sizleri...Sizler yiyin, için, uyuyun boş zamanlarınızda da cıstak, cıstak tepinin artık napalım.....
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Geldikleri Gibi Gidenler
Hayatımıza girdiğini sandığımız insanlar vardır. Başlarda faydalı düşündüklerimiz bunlar. Bazen kör edenler, bazen topal. Ruhunu teslim edersin onlara, yanılırsın. Bedenini desen, yine yanılırsın. Sevgini ? Evet yine. Hayatını adarsın be abi. Ama yine yanılırsın. İstisna-i bir durum yok mudur peki ortada ? -Sen ne kadar yaratmaya çalışsan da yoktur. İstisnalar biz insanlara kapılarını çoktan kapamıştır çünkü. Çünkü, hayatımıza girenler de planlıdır. Hep öyledir bu, değişmez.
Sonraları vardır başların. Bizi ezip geçen sonralar. İpin ucunu kaçırdığımız, çarkı tersine döndüren sonralar. Her başların bir sonraları elbet vardır. Ama mühim olan avucumuzdaki sonralardır. E peki kaçımız bunu avuçta tutabiliyoruz ? Ya da bunu kaçımız istiyoruz demeliydim.
Klasik olacaktır ki şimdilerde ne hayatımıza girenleri ne hayatımızdan çıkanları ne avucumuzu ne ipimizi ne çarkımızı ne de en önemlisi kendimizi istiyoruz.
Ruhumuzu O’na kiralamışız resmen. Satanlarımız da aramızda hiç azınlık değillerdir tabii ama her iki durumda da kendi kendimizi ateşliyoruz. Hayatımıza girenler de bu ateş parçasından nasiplerini alıyorlar sonuçta. Yanana kim ne diyebilir ki ? Tam tersine biraz daha körüklenir. Körüklenenler paçasını kurtarmaya çalışırken biz biraz daha alevleniriz. Su dökenimiz hiç olmaz ama. Kısasa kısas bir devirdeyiz ya. O kafayla söylemek gerekirse : Biz döktük de mi bize döksünler ?
-Doğrudur ki bencillik zindanında hapsolmuş gibiyiz.
Parmaklıklar arasından elini uzatanlar var, görüyorum. En başlarında kendimi. Müebbet almışız ama kaçarımız yok.
Peki böyle bir ortamda bencillik üstüne bencilliği nasıl kurabiliyoruz ? Ya da kurduğumuzu zannediyoruz değil mi ? Ne demişler : ’ Ev ev üstüne kurulmaz. ’ Bencillik de bencillik üstüne derim o zaman.
Sonra n’oluyor peki ?
-Başlarda kör edenler sonra toprak ediyor insanı.
Çıkılmaz sokaklarda dolaşıyoruz en sonunda. Uzun bir maraton gözükse de bu göz açıp kapıncaya kadar geçiyor. Gözümüzü açtığımızda da tek bir tablo karşımızda : Derin sulara kapılmış gidiyoruz.
Hayatımıza gelenler her şeyin farkında. Akıllı olanlar usulca uzaklaşırken kin lanetine kapılanlar hâlâ alevi körükleyerek uzaklaşma peşinde. Her iki durumda da gelenler gidenler arasında yer alıyorlar. Bazen dediğim gibi bizi ateşlerin ortasında bırakarak bazen de can suyumuzu vererek.
Öyle ya da böyle hepsi geldikleri gibi gidiyorlar. Biz yine bencilliğimizle kabuğumuza çekiliyoruz. Hiç çıkmamak dileğiyle diyenlerin arasından kurtarıcılarını bekleyenlerle birlikte sessizliğimizde boğuluyoruz.
Betül Bulunmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Tek Tanrılı Dinlerin Kürtaja Bakışı Üzerine II |
|
Kürtaj ve Katoliklik
Lisa Sowle Cahill
Çev: Alkım Saygın
Aşağıdaki metin, John R. Connery tarafından, Kürtaj: Katolik Perspektifi başlığıyla yayınlanan ilk baskının bir revizyonu ve güncellemesidir. Katolik öğreti her zaman, kürtajı ciddî bir günâh olarak görmüştür; ancak hiçbir zaman, insan fetüsünün “yaşama hakkı” üzerinde merkezlenmemiş ve tüm kürtajları, aslâ cinâyet olarak kabûl etmemiştir. Özellikle erken kürtaj, birkaç yüzyıl boyunca cinâyet olarak nitelendirilmekten çok, cinsel günâh olarak nitelendirilmiş ve üreme sürecinin doğal sonucuna bir engelleme olarak kınanmış; yasak cinsel ilişkinin bir bağlamı olduğu varsayılmıştır.
İnsan yaşamı olarak fetüsün doğru statüsünün Katolik görüşleri, zaman içinde değişmiş ve Kilise’nin konumunun dînî bir temelden ziyâde felsefî bir temele dayanması, yirminci yüzyılın sonlarına doğru kürtaj üzerine kilise öğretisinin temel özelliğini teşkil etmiştir. Bu öğreti, şüphenin yararının fetüse verilmesi ve ileri hâmilelikte fetüse bir insan kişisiymiş gibi davranılmasını ifâde eder ve bu konu, mezhepsel dînî bir öneri olarak açıklanmaz, insancı ve felsefî bir hakîkat olarak sivil yasalarda fetüsün yaşamına uygun koruma garantisi olarak kabûl edilir.
Rahim içinde yaşamı korumak sık sık dînî imajlarla teşvik edilse de (örneğin, Yaratıcı’nın irâdesi veya Tanrı’nın insanlıktaki görünümü), hâmileliği sürdürme ve bebeği güçlendirme görevleri öncelikle, “doğal hukuk” içinde temellendirilmiş; tüm insanların doğuştan paylaştığı ve akıl aracılığıyla bilebildiği bir insan ahlâkı olarak anlaşılmıştır. Katolik duruşun kuruluşları ve gelişiminin incelenmesinde, kadının aile ve toplum içindeki rollerinin görünüşlerindeki değişim içeriğinin modern öğretideki yeri önemlidir. Katolik öğreti ve kürtaj hakkındaki tartışmaları etkileyen diğer faktörler ise yaşamın ahlâkî statüsü ve insan yaşamının başlangıcı hakkındaki bilimsel bilgilerle ilgilidir.
Bu faktörlerin arasında medenî kânun, ahlâk ve kurumsal bir aktör olarak Kilise ve doğum kontrolü ile nüfus ve özellikle de uluslararası perspektif gösterilebilir. Katolikliğin kürtajla ilgili iddiâları dînî bakımdan sınırlı olmasa da rahim içinde yaşamın belirli kutsal ve erken Hıristiyanlıktaki tanımlamaları kuşkusuz, kürtajın yanlış görüldüğü bir tavra katkıda bulunmuştur. Eski Ahit’in İbrâniceden Grekçeye çevirisi (M.Ö. erken üçüncü yüzyıl), biçim kazanmış ve biçim kazanmamış fetüs arasında bir ayrım eklemiş ve ilkinin kürtajını cinâyet olarak kabûl etmiş olsa da fetüsün öldürülmesini, bir bebeğin öldürülmesi olarak görmemiştir. (Çıkış 21:22)
Bu ayrım, madde ve formun herhangi bir varlıkta karşılıklı olarak uygun olması (hilomorfik teori) [1] gerektiği ve embriyo veya fetüsün bedeni (maddesi) yeterince gelişinceye kadar bir insan ruhunun (form) olmadığı şeklindeki Antik Yunan düşüncesini (Aristoteles) yansıtır. Genellikle Septuagint’e [2] atıfla, Patristik ve Ortaçağ teologları bu ayrımı, Katolik öğretinin kürtaj tartışmasında önemli bir unsur olarak en azından on sekizinci yüzyıla kadar kullanmıştır. Doğumdan önce bireyin önemini gösteren bebeklik hikâyelerine rağmen Tanrı, kürtajı doğrudan ele almaz ve tanrısal irâde en azından, fetüs için gelecekte dikkate alınacaktır. (Matta 1:18-25; Luka 1:5-45)
Pavlus’un Galatlara Mektup’unda (5:20) ve Vahiy’de (9:21) büyülü karışımların (pharmakeia) haram kılınması, ahlâksızlığın çeşitli formlarıyla ilişkilidir ve buna, cinsel açgözlülük ile ilişki düşkünlüğü de dâhildir. Kürtaj da bu çerçevede düşünülebilir; erken dönem Hıristiyanlığın iki metni olan Didache ve Barnabas’a Mektup’ta bu konu, açık bir biçimde ortaya çıkar: “Öldürmeyeceksin. Zînâ yapmayacaksın. Çocuklara zarar vermeyeceksin. Çalmayacaksın. Büyü yapmayacaksın. Kürtajla (phthora) çocukları katletmeyeceksin. Doğanları öldürmeyeceksin. Komşunun karısına arzu duymayacaksın.” (Didache 2:2)
Bebek öldürmek kadar hâmileliği önlemek ve çocuk düşürmek için bitkisel karışımlar, sâdece cinsel suçları gizlemek için değil, aynı zamanda ailenin büyüklüğünü sınırlamak ve mülkiyeti korumak için de Antik dünyâda şüphesiz yaygın olarak kullanılıyordu. Batı Kilisesi’nde Tertullian, Jerome ve Augustinus gibi erken dönen Hıristiyan otoriteleri ve İskenderiyeli Clement, John Chrisostom; Doğu Kilisesi’nde ise Basil, bu uygulamaları reddetti. Üstelik, ataerkil toplumsal bağlama meydan okudular, kadın cinselliğinin gereksinimleriyle ailenin iyiliğine hizmet ettiler ve hâmileliği önlemek isteyen kadınların cinsel aldatma suçu işlediklerini varsaydılar.
Yerel makamlar da bu duruşu destekleme eğilimindeydi. M.S. 303 yılında İber Yarımadası’nda düzenlenen Elvira Konsili, zînâdan sonra kürtaj yaptıran bir kadını, Kilise’den aforoz etmişti. 314 yılında Ankara Konsili’nde ise Doğu Kilisesi, kasıtlı adam öldürme suçuna karşılık ömür boyu hapsi muhafaza etmesine rağmen, kürtaj suçuna karşılık cezâ süresini on yıla indirdi. Bu gibi kilise kânunları, biçim kazanmış ve biçim kazanmamış fetüs arasında bir ayrım yapmaz; fakat Tertullian, Jerome ve Augustinus, ruh kazandıktan sonrasına kadar kürtajın cinâyet olmayabileceğini düşünmüşlerdi.
Çok sayıda Antik yazar tarafından, fetüsün yalnızca vücut şeklini aldıktan sonra veya yaklaşık üç ay içinde gelişiminin uygun bir aşamasına ulaştığında ruh kazandığı düşünülmüştür. Yedinci yüzyılda, biçim kazanmış fetüsün kürtajı, özel günâh çıkartmada kefâret ödenmesi gereken bir cezâ olarak düşünüldü; fakat bu, 1211’deki III. Sicut ex of Innocent karârına kadar, kilise hukukunda evrensel olarak tanınmadı. Bu karar, cinâyete yol açabilecek kuraldışılıkla ilgiliydi ve bu hukukta, kutsal buyruklarda kişinin mâruz kaldığı veya uyguladığı yasakları içeriyordu.
Bu karâra göre kuraldışılığa kürtaj için, fetüs canlılık kazanmadıkça zarar verilmez. Canlılık kazanmasından itibâren fetüs, biçim kazanmış olarak görülür ve kararda, yalnızca biçim kazanmış fetüsün kürtajının cinâyet olarak düşünülmesi gerektiği savunulur. Kararda Aristoteles tâkip edilerek, erkek ve dişi fetüsün canlılık kazanma zamânı olarak sırasıyla kırk ve doksan gün kabûl edilir. Bu konudaki karışıklık ise yalnızca biçim kazanmamış fetüsün kürtajını değil, aynı zamanda kısırlaştırmayı da cinâyet kavramıyla genişleten paralel bir gelenekten çıkar.
Her iki gelenek, erkek sperminde “küçültülmüş olarak” insanın içerilmesine, Aristoteles’in diğer açıklamalarında fetüsün kürtajının incelenmesine dayanak noktası olarak olgusal bir temel iddiâ etti. Ortaçağ boyunca, biçim kazanmış ve biçim kazanmamış fetüs arasındaki bu ayrım, genel olarak kabûl edildi ve özellikle de Thomas Aquinas tarafından yalnızca biçim kazanmış fetüsün kürtajı, dînî kefârete atıfta bulunularak cinâyet olarak nitelendirildi. Erken kürtajlar, cinâyet değildi; fakat, biçim kazanmış fetüsün kürtajı, cinsel faaliyetlerin üreme sonucuna bir müdahâle olduğu için büyük günâhlar kapsamında yine de yasaklanmıştı.
On dördüncü yüzyılın başlarında, Napolili Dominik John, sonradan başka bâzılarınca da kabûl edilen bir istisnâ ortaya çıkarttı: Annenin yaşamını koruma amacıyla, biçim kazanmış fetüsün yaşamını sonlandırmak câizdir. Sonraki teologlar, özellikle Thomas Sanchez (on altıncı yüzyıl), haksız bir saldırgana karşı (fetüsü bu şekilde nitelendirdi) veya bütünlük ilkesi gereği (fetüsü, annenin bir parçası olarak gördü) kendini koruma argümanını kullandı. 1588 yılında V. Sikstus ise kısırlaştırmayı da cinâyet olarak nitelendirmeye dâir daha sert bir durumu onayladı ve Effraenatam Karârı’nda, kürtaj günâhı için evrensel kilisenin aforoz cezâsını onayladı.
1591 yılındaki bir düzenleme, fetüsün canlılık kazanma süresini tekrar kırk veya doksan günle sınırladı. 1869’da IX. Pius tüm doğrudan kürtajla bunu genişletinceye kadar bu mevzuat, geçerliliğini korumayı sürdürdü. Yirmi yıl sonra, Vatikan Kutsal Ofisi, ne kafatası parçalama, ne de diğer başka bir eylemle fetüsü doğrudan yok etmeyi câiz görmedi; bu yapılmadığında hem anne, hem de çocuk ölecek olsa bile. Bu noktaya kadar, resmî kınama olmaksızın anne yaşamını kurtarmak için kürtajın istisnâ olduğu, teologlar tarafından tartışılmıştı. Fetüsün değeri ile öteki değerler arasında; özellikle de annenin yaşamı arasında bir denge aranırken papalık mevzuâtı, kürtaj yasağını güçlendirmeye yöneldi.
Bugün de sürmekte olan orta yolcu bir çözüm, çift etki ilkesi biçiminde adlandırıldı. İyi ve kötü etkileri olan eylemlere ilişkin bu ilke, doğrudan ve dolaylı kürtaj arasındaki ahlâkî ayrıma izin vermekteydi. Yalnızca doğrudan kürtaj, resmî Katolik öğretide mutlak olarak yasaklandı. Öncelikli etkisi annenin yaşamını kurtarmak olan dolaylı (izin verilen) kürtajlar, fetüsün ölümüne ilişkin bir öngörüyle doğrudan tasarlanmış ikincil etki değildir. Klasik bir örnek, hâmile bir kadının rahim kanserinden kurtarılmasıdır. Bu durumda fetüsün ölümü, ne müdahâlenin kendisinin istenilen sonucudur, ne de kadının yaşamının kurtarılması için gönüllü ve istenilerek yapılmıştır.
Fetüsten değil, kanserden kurtulmak, tedâvi olmaktır ve çift etki belki de ektopik hâmilelik [3] durumunda, bir fallop tüpünün çıkartılmasında uygulanabilir. Dolaylı kürtajın gerekçesinin arkasındaki dayanak noktası ise mâsum bir insanın doğrudan öldürülmesinin ahlâka aykırı olmasına karşın, kadın yaşamının en azından doğmamış bebeğiyle eşit değerde olduğudur; öyle ki, çocuğunu kurtarmak amacıyla kendi yaşamını ciddî riske atma sorumluluğu yoktur. Bu bağlamda XI. Pius, 1930’da evlilik üzerine yazdığı Casti connubii isimli mektubunda, anne ve fetüsün kutsallığını eşit biçimde onayladı; fakat, rahim içinde hiçbir biçimde “haksız saldırgan” olarak düşünülemeyecek “mâsum çocuk”un yok edilmesini kınadı.
Buradaki düğüm noktası –ahlâkçıların da ilgilenmeye devâm ettiği– adâletsiz bir amaçla fetüsü, haksız bir saldırgan olarak nitelendirmenin gerekli olup olmadığıdır veya bilmeyerek bir başkasını haksız bir tehlikeye düşürmenin yeterli olup olmadığıdır. Örneğin savaşta askerlerin, muhalifleri tarafından haksız görülen soylu kişisel amaçları olmuş olabilir. İkinci Vatikan Konsili (Gaudium et spes, no. 51), kürtaj ve çocuk öldürmeyi, korkunç suçlar olarak nitelendirdi. Gündemin karışıklığı ve mevcut kilise öğretisinin karşı çıkışları, 1974’te Vatikan’ın Kürtaj Deklarasyonu’nda ele alındı.
Bu belge, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus önlemlerine olduğu kadar, bozulan Batı kürtaj yasalarına da bir cevaptı. Hattâ, kürtaj üzerine bu mesaj, bu baskılara olan direnç nedeniyle kültürel ve yasal bağlamlarda kadının özgürleşmesi söylemiyle ifâde edilmişti ve doğum kontrol ihtiyâcına uyarlanmıştı. Belgede, “fikir özgürlüğü” iddiâsıyla özgür seçim Batı siyasî değerine, başta yaşam hakkı olmak üzere diğer haklardan bir genişletme yapmadan cevap verilmişti. Ruh kazanmanın târih boyunca tartışılmış olmasına karşın, kürtajın dâimâ kınandığı, bu belgede de görülmekteydi.
Dikkat çeken bir diğer konu ise belgede, insan aklının yeteneklerine ve tüm şeylerin en temeli ve gerçekleşme koşulları olarak insan yaşamına saygı duyulması gerektiğinde ısrar edilmesiydi. Ayrıca belge, bilim hiçbir zaman aslında felsefî bir sorun olan bu karârı tanımlayamasa da modern bilimi, insan yaşamının döllenmeyle başladığını doğruluyor gördü. Fetüsün tam bir insan kişisi olup olmadığından şüphe duyuluyorsa “kürtaj, cinâyet riskine nesnel açıdan meydan okuyan büyük bir günâhtır.” Bu belge, hâmileliğin sağlık ve kadınların refâhı, aileler ve çocukların kendileri açısından ciddî birtakım yükler oluşturabileceğini kabûl etti.
Dahası, bireylerin ve milletlerin “sorumlu ebeveynlik” uygulamalarıyla doğal yolla hâmilelikten uzak kalmaları gerektiğini ortaya koydu ve “hâlâ acı çekmekte olan çok sayıda erkek ve kadının, aile ve insan hâline gelme süresi hakkında çözüm bulunamayan çocukların yüklerini hafifletme”yi teşvik etti. Çözüm olarak kürtajı dışta bıraksa da “siyasî eylem” aracılığıyla “kürtajın nedenleriyle mücâdele”yi, kaçınılmaz olarak “her şeyin üzerinde” tutarak çözüme bağlamak istedi. Böylelikle, kürtajdan farklı çözüm yollarına yöneldi ve özellikle de ABD piskoposluğu tarafından, savaş ve ölüm cezâsına karşı büyüyen protestolara karşılık kürtajın sosyal bakımdan haklı kılınmasıyla öldürme üzerinde ahlâkî tutarlılığın desteklemesini bekledi.
Hem Vatikan, hem de ABD piskoposlarının bakış açısına göre, doğmamış bebeğe genel olarak, yaşam için daha büyük bir saygı duyulmalıdır ve her türlü öldürme üzerinde sosyal sınırlar, daha sıkı biçimde korunmalıdır. Şu hâlde, Katolik öğretiyle ilgili tartışılan sorunlar arasında kürtajla ilgili olanları açıkça şunlardır. Birincisi, kürtajın mâkûl ve bilimsel olarak dile getirilmesi, hâmileliğin ilerlemesinden itibâren fetüsün bir “kişi” olarak görülmesiyle teşvik edilebilir mi ve böyle yapılırsa, vahim sonuçlarla karşılaşılır mı? Katolik teologlardan pek çoğu, doğum öncesi yaşamın değerine yönelik korumacı bir davranış takınır; fakat hepsi, tüm değerin doğum ânında ortaya çıktığını kabûl etmez.
Nitekim Tauer, McCormick, Shannon ve Wolter gibi yazarlar, yaklaşık on dört günde, bireysellik daha yerleşmiş göründükten sonra bir “çizgi” olarak (“ikizleşme” olanağının geçilmesi) aşılama zamânına ve fetüsün yaşama şansının bu dönemde büyük ölçüde arttığına işâret etmişlerdir. İkincisi, kadınların eşitliği ve ciddî hukukî, sosyal ve maddî destekten kadın ve aile, bu deklarasyon aracılığıyla yararlanacak mı ve aslında, Katolik öğretinin gündeminde yaşam yanlısı pratikler kadar yüksek biçimde, kürtaj için yaptırım cezâsı yürürlüğe konacak mı?
Pek çok feministin dile getirdiği “kürtaj hakkı”na bunun gidip gitmeyeceği konusundaki derin şüphe, cinsler ve cinsel eşitlik mücâdelesine büyük sembolik değer katar. Bâzı Katolik feministler, cinselliğin kişi tarafından belirlenmesi ve etkin doğum kontrolünün, öldürme yoluna başvurmaktansa kadının özgürleşmesini sağlayan daha iyi bir yol olduğuna inanır; diğer Katolik feministler ise hâmileliği sonlandırma tercihine kadınların başvurabilir olmasının, ataerkil bir kilise ve kadının toplumsal kimliğini bastırmak için kadının ahlâkî varlıklarını sınırlandırmak, erkek için mevcut toplumsal katılım alanındaki kadınları dışlamak için kullanıldığında ısrar eder.
Üçüncüsü, fetüsün önemli bir değeri olduğu garanti edilse bile, mevcut kürtaj yasaları sınırlandırılabilir mi/sınırlandırılmalı mı veya özgürleştirmeye doğru hareket eden milletler, bunları yeniden çıkartabilir mi? Bu bağlamda, John Courtney Murray, hukuk ve ahlâkı birbirinden ayırır; hukuk, “kamu düzeni”yle ilgilidir; ahlâk ise prensipte tüm insan davranışlarını yönetir ve sosyal işlevselliğin devâmı için minimum ahlâkî gereksinimleri ifâde eder. Modern milletler, gereksinim olarak kamu düzenini gördükleri için, kürtaj üzerindeki seçimin sınırlama derecesinde farklılıklar gösterirler.
Kürtaj politikaları tartışmaları, özellikle Birleşik Devletler’in daha gevşek sistemlerinde olduğu gibi, doğmamış bebeğin değeri hakkında toplumsal uzlaşımı yeniden biçimlendirmek için Katolik öğretiye meydan okur. Zorlama yanlısı bir uzlaşım tarafından desteklenmeyen herhangi bir mevzuat, hem hukuka saygısızlığa, hem de kural dışı alternatiflerin çoğalmasına yol açacaktır. Daha az müsâmahakâr kürtaj için uzlaşmada bir ön koşul ise kadının sosyal ve kişisel özgürlüklerini kullanması için “kürtaj hakkı” ve kadınlar ile ailelerin çocuk yetiştirmede sosyal destekle teşvik edilmesi için bu iki yolu açmaktır.
Katolik öğretideki tartışmaların önemli bir noktası, mevcut uzlaşımın daha değerli olduğunu kabûllenebilir bir yasal uzlaşma düzeyidir. Bu ilke tâkip edildiğinde hukuk ve ahlâk, artık sınırdaş değildir. Kimileri, erken kürtajı teşvik eden ve “zor durumlar”la bunu sınırlandıran bir politikanın (örneğin, yaşam veya sağlık tehlikesi, tecâvüz, ensest, ciddî doğum eksiklikleri), kürtajın sınırlandırılmasında pratik bir ilerleme olarak yeterince geniş desteği haklı kılmaya izin verebileceğini öne sürer. Daha sert bir konumu savunanlar ise Kilise’nin ahlâkî otoritesinin tam ağırlığının bir politikanın arkasında yer almasının, kürtajı tamâmen yasa dışı hâle getirecek bir politika olduğunda ısrar eder.
Son olarak Kilise’nin, doğum kontrolünün en etkili formlarına izin vermezken kürtaj karşıtı konumu savunmasına güvenilebilir mi? Bu soru, pek çok milletin ekonomik ve kültürel refah özlemlerinin evlilik ve aile içinde kadının sınırlı bir özgürlükle zorlanması ve aşırı nüfus artışıyla ilgilidir. Sanâyileşmiş ülkelerde, kürtaj tartışması, Katolik öğreti savunucuları açısından, yaşam hakkını koruyacak bir yasal çerçeve içinde gerek fetüsün, gerekse de annenin bireysel hakları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu ülkelerde Kilise, insan yaşamının üzerinde gördüğü özgür seçimin günâhının bağışlanmasını ele alma ve kürtaj karârını cinsel sorumluluk ve doğum kontrolü konusu hâline getirerek önemsizleştirme eğilimindedir.
Ne var ki, Roma Katolik Kilisesi; Latin Amerika, Filipinler ve Afrika gibi önemli ve gelişen üyeleriyle, uluslararası bir organizasyondur ve pek çok millet, kadının özgürlüğü sorununda, korkunç yoksulluk nedeniyle kürtaj tartışmasının gölgesinde, eğitime erişilememesi, sağlığı koruma, kırsal alanda büyük bir ailenin ekonomik gereksinimlerinin belirsizliği, tarımsal çerçeveler ve bâzı geleneksel kültürlerde aile içindeki kadınların konumunun hızla dezavantajlı konuma gelmesine bağlı olarak, kamu görevlerini birleştirir.
Özellikle doğum kontrolüne kolay erişim olmadığında kürtaj böyle kadınlara, ailelere ve hattâ devlet kurumlarına, çâresiz bir şey olarak görünebilir; fakat, hâmileliğin kontrol edilmesi için gereklidir. Kürtaj Deklarasyonu, kürtaj üzerinde Roma Katolik Kilisesi’nin konumunun, kürtajı kişisel cinâyet olarak ele almanın ve kürtajın yoksulluk veya baskıya tek uygun cevap olarak görüldüğü sosyal durumları kınamanın ötesine geçmesi gerektiğini gösterir.
Lisa Sowle Cahill
KAYNAK: (Ed.) Stephen Garrad Post; Encyclopedia of Bioethics, “Abortion, III. Relicious Traditions: B. Roman Catholic Perspectives”, New York: Macmillan, 2004, pp: 31-5.
NOTLAR:
[1] Grekçede hyle madde, morpé ise form demektir; hilomorfizm ise gerçekliğin iki öğesinin madde ve form olduğunu öne süren öğretidir.
[2] İbrânicede septuagint, yetmiş (70) demektir. Bu kelimeyle, Tevrat’ı Grekçeye çeviren yetmiş âlim kastedilir ve bu çeviriye, Septuagint adı verilir.
[3] Ektopik hâmilelik, sperm ile yumurtanın birleşmesinden oluşan zigotun, rahim içindeki normal yerine değil de fallop tüpüne yerleştirilmesiyle oluşan yapay hâmilelik türüdür.
Çev: Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SONBAHAR ÜŞÜMELERİ
Çamurdan oyuncaklarda dağıldı çocukluğum
Başağın su sıkıntısında
Hep ağrıdı yüzüme kazınan bozkır
Ellerimde buhran, sesimde tenha
Kimse işitmedi çan çiçeğini
Topraktaki yangını bilmedi tohum
Kırmızı soluğunda alev alev bir ırmak
Ünlemsiz hayatları dolaştı durdu
Yaban bir kederde kaldı akşamın eğrisi
Beyazımda hırçın bir tarih bu yüzden
(Hem sadece beyazı anımsanır kadınların)
Bu yüzden az pencereli çok yalnızlıklar
Sonbahar üşümeleri ve saklandığım kuytular
Gonca ÖZMEN
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.
Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.
5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k
http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|