|
|
|
Editör'den : Bodrum'da yanan da, bodrumda ölen de bizim!.. |
2012 yılının Temmuz ayında, sırf yağmur yağdığı için, yepyeni binaların içinde boğulup ölen çocukların, uyarılara aldırış etmeden dere yatağına bina yapanların, yağdanlıktan süzülüp bakan olanların memleketine hoşgeldiniz. Toplu konutlar yapsın, kentsel dönüşümü gerçekleştirsin diye kurulan bilahare devlet müteahhitliğine terfi eden TOKİ'nin eseri yok yere can alıyor, mimarlar odasının uyarılarına aldırış etmeyen o dönemin başkanı, şimdinin bakanı da demeç veriyor; "Gerekirse istifa ederiz." "Etmeyen TOKİ'nin bodrum katına tıkılsın mı?" Çocuklarını kurtarmak için çaresizce koşturan ananın feryadına bir nebze hürmetin varsa o koltukta bir dakika durmazsın. Nerede sizde o izan, nerede sende o yürek...
...
Duydum ki, Suudi Prens Alwaleed Bin Talal Bin Abdulaziz Alsaud Bodrum'da tatil yapıyormuş, Tayyip Bey de biraz onunla görüşmek, biraz da güneşlenmek için Bodrum'u şereflendirmiş, eh dedim benim neyim eksik, atladım gittim Bodrum'a. Prensin Boeing 747'siyle burun buruna gelince doğru yere geldiğimi anladım. Hele Kalenin biraz uzağına demir atmış yat mı, kat mı, yoksa petrol tankeri mi olduğu uzaktan pek seçilemeyen gemiciği görünce, şüpheye mahal kalmadı. Günlerdir magazin basınına eşi Almira ile abone olan Prens'in Tayyip Bey'le görüşeceğini öğrenince hemen civara mevzilendim. Ve alttaki fotoyu çektim. Yalnız ben hangisi Suudi hangisi Türk anlayamadım. En dindar bizimki desem Suudi'ler gücenecek. Suudiler desem hiç olmayacak. Buyrun siz karar verin.
...
Niye, kime, neden yapıldığı pek belli olmayan, yenileştirilmiş, eğriltilip sonra düzeltilmiş, adı değişmiş kendi kalmış, fişek hızıyla noterce tasdik edilmiş yeni ÖYM yasasında bilmeden açılmış deliği kurcalayan avukatlar, başta tutuklu vekillere sonra tüm müzmin tutuklulara bir kaçış yolu bulmuş. Hepsi birer dilekçe verip tahliyelerini istemişler. Mahkeme bugün karar verecekmiş. Haydi hayırlısı. Bunlar kaşıkla verip kepçe ile alma ustası oldukları için ben ihtiyatla yaklaşıyorum konuya. Ben yanılırsam pek sevinirim. Memleket 3 aylık Meclis tatilini hoşça geçirir, fena mı? Aklınıza sahip çıkın, bol bol su için. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan MAVİŞ -2 (Son) |
|
Maviş’in Sali ister karşısından bak, ister arkasından yarım porsiyonluk adamdır. Yakasına yapışsan kazaylan elinde kalır. İşte o vakit adamdan sayılır. Sittin sene mahpusta yatarsın. Boyuna posuna pek aldırdığı da yoktur hani. Efelenmelerin en afilisi onda... Tepesi atınca en sunturlusundan küfürü de patlatıverir. Neyse ki kasabalı onun küfürlerine, dayılanmalarına pek ayar olmaz. Gülüp geçer. Hiç olmadı değil, memlekette dangalaktan bol ne var? Maviş’i kendine denk görüp tekme tokat girişen birkaç kişi çıkmıştı. Böyle bir şey olmuşsa “ Helal olsun sana be koçum. Büyük iş yapmışsın. Fatmacığın (uğur böceği) bacağını kesmişsin. Helal olsun sana. Demek gücün Maviş’e yetiyormuş, Boyundan posundan utan,” denilmiştir. Bok çukuruna dalıp çıksan daha iyidir. Kahveler Önü gibi kasabanın göbeğinde birazcık delikanlılığı olan kendine böyle laflar söyletir mi?
Dünyanın kahrını çekmektense deli olmak en iyisidir. Üstelik onlar biraz bilge, biraz masum, biraz da mübarek insanlardır. Sabahları kasabanın delisine ekmek veren fırınlar, bahşiş veren esnaflar gördüm. Bunu uğur sayan, bereket kabul eden insanlarla tanıştım. Biraz ayıp kaçacak ama delinin pipisini ellemeye çalışanları da gördüm. Onların amaçları sadece gülüp eğlenmek mi yoksa başka bir niyetleri mi vardı bilmiyorum. Uzak bir şehirde Deli Sabrı diye bir adamla karşılaştım. Akşamları adamcağızı zil zurna sarhoş edinceye kadar içirirlerdi. İspirtosundan şaraba, birasından rakıya kadar envai çeşit içkiyi karıştırıp verirler bana mısın demez içerdi. Kendinden geçince kaldırımlarda yatar, pantolonlarına işerdi. Ertesi gün yaşadığı her şeyi unutur akşam olunca yine meyhaneler sokağına düşerdi.
Para ve imanın kimde olduğu belli olmaz derler. Bence bu söz “para ve aklın kimde olduğu belli olmaz “ şeklinde değiştirilmelidir. Kim deli, kim akıllı sık sık birbirine karışır. Akıllı geçinenlerin acayip fantezileri vardır. Örneğin Afili Mahmut ile Deli İbo’yu yan yana getirip konuştururlar. Onlar birbirine ne yapacak diye merakla ikisini aynı anda kahveye çağırıp çay ısmarlar. Sanki önemli bir şey konuşacaklarmış gibi bir hava yaratıp ortama ayrı bir süs verirler. Seni falanca konu için, filanca iş için çağırdım gibisinden ayak yaparlar. Deli deliyi görünce çomağını saklarmış. Hiç alakası yok, bizimle dalgalarını geçerler hepsi bu kadar. Söylenmesini umduğumuz cümleleri yinelerler. En fazla birbirlerine “o deli yahu” falan derler. Gülüşürken çaylarını içip giderler. Elma şekerinin kazığı bizim elimizde kalır.
Maviş’in Sali kasabanın delileri içinde değil makaraya uygun adamları tarafında yer alır. Beleş sigara veya çay avcısı falan da değildir. O zayıf ve çelimsiz haliyle toz, toprak, güneş, çamur demeden çalışıp durur. Kendilerinin beş on dönüm kadar bağı bahçesi vardır. Kocaman ailenin esas geçim kaynağı o tarladır. Kendi işlerini bitirince bütün aile başkalarına gündeliğe giderler. Maviş’in Sali bütün düğünlere, şenliklere doğal olarak davetlidir. Onun sözüne, küfürlerine ve öfkesine dargın olamaz. Her zaman da ev sahiplerince önemli insanlar arasına buyur edilir. Ortaya atılıp davul zurnayla oynamayı beceremez ama içki ısrarlarını da asla geri çevirmez. Serçe kadar bünyesi birkaç kadehte alkole teslim oluverir. Alkol içinde kabadayıyı uyandırır, burnundan kıl aldırmayan bir efeye dönüşüverir. İşte o zaman tabancası, bıçağı olmadığı için şükredersiniz. Öfkesi bedeninden yirmi kat güçlü bir cinnet doğurur, önüne gelene kafa tutardı. Bunu herkes çok iyi bildiğinden ya onun içmesini engellerler ya da içince kimse ona yan gözle bakmazdı. Bildiğim kadarıyla içkinin kendisini ayarsız birine çevirdiğini o da görmüştü. Ben oradan ayrılmadan önce içkiden uzak durmaya yemin etmişti. Hacırahmanlı’da yeminleri tutmak öyle kolay değildir. Birileri çıkıp mutlaka yemininizi bozdurmaya sizden önce yemin etmiştir.
En son gördüğümde belediye başkanı onu işe almıştı. Maviş’e meydanın karşısında eski hanın yerine yapılan dükkânların altındaki tuvaletinin sorumluluğu verilmişti. Cuma günleri Pazar kurulunca iyi iş yapıyordu. Yine de tuvaletlerden aldığı paralarla geçinmesi mümkün değildi. Bütün kasabanın gülmecesi olan bu adamın yüzü çok yumuşaktı. Kimseden para isteyemezdi. Para vermeyenlere diklenmesi gerekirdi. Maviş, elli kuruş için insanlarla kavgaya tutuşabilecek biri de değildi. Kasabanın en güzel, en zengin kızlarını ona ayarlamaktan söz edenler sadece gönlünü hoş ettiler. Onu güzel düşlere gönderdiler. Kızlar birer birer evlenip gittiler. Her gidenin arkasından içi acıyarak bakıp kaldı. Sarı saçları otuz yaşlarına doğru birer birer döküldü. Kafasında kalanlar da beyaza dönüştü. Zaman İçersinde Hacırahmanlı Kasabası’nda her şey değişti. Maviş’in bütün dişlerini göstererek hıçkırır gibi gülüşü ile can sıkıntısı hala o sokakları beklemeye devam ediyor.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu MENTEŞELİ, MENTEŞELİ (1) |
|
En güzel, Ruhi Su söylerdi bu türküyü.
“Menteşeli menteşeli
Del’oldun derde düşeli
Üç yıl oldu sen gideli
Tükenmez derdim yalınız yalınız.”
Bu yöre Menteşe, biz de Menteşeliyiz ya, sanırdım ki bu türkü, bizim yöremizin. Konya türküsüymüş.
- Karşı dağların adı ne?
- Menteşe.
- Beçin kimlerin başkentiydi?
- Menteşe Beyliğinin.
Anımsarım; güz sonunda Menteşe dağlarından inen yörükler, kona göçe Milas - Ören taraflarına geçer; bahar ucunda da yeniden Menteşe dağlarına çıkarlardı. Niye bu göç, dendiğinde “Yörüğe yazın yaylak, kışın kışlak gerek.” derlerdi? Onca zor yaşam koşullarına karşın çıra benizli olurdu kadınları, kızları. “Çam havasından” derdi bizimkiler.
Aslında biz yerleşikler de yazın bağlara-bahçelere göçerdik. O derme çatma çardaklarda damlarda yaşamak, daha rahattı. Yaz sıcaklarıyla böyle baş ederdik.
Nasıl olduysa biz bu geleneği son elli yıl içinde unuttuk. Şimdilerde deniz kıyısındaki yazlıklar moda. Yaz geldi mi üç mevsim kapalı duran bu evlere akın ediyoruz. Yaylalar tenha, yaylalar boş… Oysa bu mevsimde yaylalarda olmalı.
Muğla, yaylalar bakımından da şanslı bir il. İster Bodrum’da, ister Marmaris’te, Fethiye’de yaşayalım; bir saatlik yolculukla yaylalara çıkmak olanaklı.
Ben Göktepe’ye Karya’nın çatısı derim. Zirveye her çıktığımda orman gözetleme kulesinin çatısına çıkar fırdolayı uzaklara bakarım. Bu, atalarımızın bu toprakları neden yurt edindiğini, neleri koruyup neleri yitirdiğimizi anlamanın önemli bir yolu.
Karya’da dağ, deniz, ova iç içe geçmiştir. Bizim farklılıklara saygımızda bu içiçeliğin önemi az olmamalı.
Geçen hafta sonu ver elini yaylalara deyip Kavaklıdere üzerinden Menteşe’ye uzandık. Çamlıbel, Dokuzçam, Çatak, Göktepe, Gökçukur ve Kozağaç’ı da turladık.
Kavaklıdere – Menteşe hattında yapılmakta olan yol öylesine geniş ki şaşırdık. Böylesine geniş yollar trafiğin artmasına ve göçlerin hızlanmasına yol açıyor.
Menteşe’de bizi, önceden konuştuğumuz gibi Belediye Başkanı değerli kardeşim Mesut Karataş bekliyordu. Birlikte Yerküpe’ye geçtik. Yerküpe, ulu çınarları, kestane ve ceviz ağaçlarının donattığı bir yeryüzü cenneti. Güreş alanı pırıl pırıl. Oluklardan ömre ömür katan buz gibi sular akıyor. Hemen alt tarafta da Yerküpe mağarası var. İnsan, zaman zaman o mağarada inzivaya çekilmeli. Unutmalı olmuşu olmamışı. Sarkıt ve dikitlerden sabrı öğrenmeli.
Menteşe’yi neredeyse beş yıldır görmemiştim. Çok değişmiş. Alt yapı hizmetlerinin çoğu bitmiş. Ama betonlaşma buralarda da çoğalmış. Gerek Kavaklıdere gerekse Menteşe’deki TOKİ evleri, tam da kel alaka dedikleri türden. Ha İzmir Esentepe’ye dikilmiş, ha Kavaklıdere’ye, Menteşe’ye. O (mimari!)yle güzelim Menteşe ve Kavaklıdere evleri arasında kan bağı yok. Keşke yerel mimarinin bin yıllardır getirdiği gelenekler dikkate alınsaymış.
Menteşe (Genek) ve Çamlıbel’de (Bellibol) evler bir yamaçta sırt sırta, omuz omuza dizilmişlerdir. Hiçbir ev bir diğerinin göz hakkına göz koymaz. Karşı yamaca geçip baktığınızda yeşillikler arasında kiremit çatıları ve hayatlarıyla size seslenir gibidirler:
Kimse gelişmeye hayır diyemez; ama ben, sahip olduğumuz değerleri çar çur eden değişimleri, gelişme olarak kabul etmem. Ben, kentlerin kimliklerini koruyarak gelişmelerini savunan biriyim. Kavaklıdere, özellikle de Menteşe ve Çamlıbel gelecekte yayla turizminin gözde merkezleri olmak istiyorlarsa o özgün mimarilerini korumak zorundalar.
Aslında TOKİ’nin yapması gereken ev modelini Mesut Karataş Yerküpe’ye kondurmuş.
Keşke TOKİ bu evi model alsaymış.
Çamlıbel, antik Karya şehirlerinden Kyon’un 10-12 yıllık adı. Kyon, Bizans döneminde Paliapolis (eskikent) adını almış. Çocukluğumuzdaki adı ise Bellibol’du. Paliapolis adını çağrıştırdığı için olsa gerek bir ara Çamyayla dendi buraya. Son olarak da belediyelik olabilmesi için Çatakla birleştirilerek Çamlıbel adı verildi. Muğla Büyükşehir olunca bakalım hangi adla anılacak. Şaka gibi, böylesine tarihi bir yerleşim yerinin adı, zırt pırt neden değiştirilir, anlamak olanaksız.
Çamlıbel’in içinde küçük bir antik tiyatro var. Tiyatronun meydanını parke taşlarıyla döşemişler. Belediye başkanı, düğünlerimizi burada yapıyoruz, diyor. Tiyatronun basmaklarının üstünde evler yapılmış. Şu ana kadar burada hiçbir arkeolojik çalışma yapılmamış.
Başkan Kamil Öztürk, “bir dokun bin ah işit!” dediklerimizden. Yapmak istedikleri çok; ama imkânları yok. AKP’li olsaydın sen de diye takılıyor arkadaşlardan biri.
- TOKİ sana da ev yapardı, diyorum ben de.
- Kim istemez diyor başkan ve ekliyor, benim yerel mimarime uygun olması koşuluyla.
Bu yörelerde her evin önünde eskiden Fort minibüs olurdu. Erkekler, bu minibüslere doldurdukları el dokuması halı ve kilimleri Türkiye’nin dört bir yanında pazarlar, kalaycılık, bakırcılık yaparlar; kadınlar da hayvancılıkla ve tütüncülükle uğraşırlardı.
- Şimdi hepsi bitti. Yeni yollar bulmak gerek, diyor başkan.
Çatak, Sungur, Dokuzçam, Bellibol hatta Menteşe Muğla’nın kulağının dibinde; ama Muğla’ya çok uzak yerler. Çamlıbel üzerinden Gökçukur’a bağlanacak bir yol, buraların kaderini çok değiştirecektir.
Bu bölgeler, yaz sıcaklarından bunalanlar için tam bir sığınak. Yöneticilerimiz, sözüm ona “çevreye uyumlu sanayi” kılıfıyla paragözlere pazarlamazsa, buralar, geleceğin hem sağlıklı yaşam, hem de gözde turizm merkezleri olacaktır. Bunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Yüreğin Kanatları - 2 |
|
Can, tüm gün ay yüzlüyü seyretti. Onunla sohbet edenleri içten içe kıskandı. Ne kadar isterdi ki konuştuğu kişi kendisi olsa? Ay yüzlü gözlerinin içine baksa ve ona anlatsa, ne anlatıyorsa? Neden bahsettiğinin ne önemi vardı ki? Fakat Can, çok yakın olan aşkının kendisinden çok uzakta olduğunu görüyordu. Ona hayranlıkla bakan yakın kişiler varken sevgili olmak bir yana, arkadaş bile olamayacaklarını düşünüyordu. “Beni beğenmesi imkansız” diyordu. Ama böyle dese de yüreğinde küçücük umut vardı. Belki bir gün? Çünkü Can, aşkının iyi bir kalbi olduğunu biliyordu. Bir gün, ay yüzlü onun kalbini görecekti.
Günün sonunda sınıftan ayrılmayan birkaç kişi ayakta sohbet ediyordu. Ay yüzlü kız, hala sırasındaydı, arkadaşları ise çoktan gitmişti. Derin bir sessizliğin içinde çantasını toparlıyordu. Kitapları tutan zarif ellerini çantasına uzatırken siyah saçları dalgalanıyordu. Işıltılı yüzünde düşünceler vardı. Can, bu düşünceli gözlerde ve aşkının bedeninin etrafa yaydığı masumiyet hislerinde bir annenin şefkatini hissetti ve bu şefkatin kendisine yansımasını düşledi. ‘Ay yüzlü bir bankta oturuyordu ve Can, başını aşkının dizlerine koymuştu. Ay yüzlünün zarif parmakları canın saçlarını şefkatle tararken, fısıltılı bir ninni ile güzel dudaklarını kıpırdatıyordu.’ “Ne tatlı bir hayal bu?” diye düşündü Can. Bir iki kelime söylemenin tam sırasıydı ama dizlerinin titrediğini hissetti. Heyecandan vücuduna yayılan ateş bedenini olduğu yere sabitlemişti. Ne bir adım atabildi ne de dudaklarının arasından bir söz çıkabildi. Yapamadı işte. Sadece sınıfta tatlı bir esinti yaratan “iyi akşamlar” kelimelerine cevap verebildi. Bu cevap da birkaç kişinin tok sesine karıştı. İpek saçların ışıltısı sınıfta görünmez olduğunda Can birdenbire kendine geldi ve dershaneden hızlıca çıktı. Gitmişti işte? Bugün sokaklara yayılan saçlarının kokusunda onun ayak izlerini takip edemeyecekti. Hızlı adımlarla ay yüzlünün otobüs beklediği durağa gitti, orda yoktu. Onu kaybetmişti. Bu ise kaçınılmaz bir gerçekti. Bir gün, tıpkı bugün gibi onu göremeyecekti. Bir gün, son bir gün olacaktı ve ay yüzlü kız sadece anılar ve hayalden ibaret kalacaktı. Bu acı gerçek Can’ın yüreğini daha çok acıtıyordu. Karşılıksız aşkı onu hasta ediyordu.
Ay yarımdı o gece. Aşkının parlayan yüzü değildi. Ay bu gece, ay yüzlünün göremediği Can’ın karşılıksız sevginin içinde kavrulan yarım kalbiydi. Güçlü duygularını ifade edermişçesine parlaktı bu gece. Gözleri kamaştıran tertemiz bir ışık vardı. Asla yok olmayacak, hayatı boyunca kalbinde kalacak bu aşkın parlaklığını ifade ediyordu ayın ışığı. Hayatında belki de bir daha görmeyeceği ay yüzlüye duyduğu aşkı unutmayacaktı. Ama bir şans olmalıydı? Sadece bir an, sadece bir dakika, kalbini ferahlatacak küçücük bir zaman yeterliydi Can için. Bunu deneyecekti. Gözlerini kapatıp, onu korkutan saçma nedenleri bir kenara iterek tüm cesaretini toplayacak ve duygularını anlatacaktı ay yüzlü sevdiğine. Anlatamazsa, hiç olmazsa hissettirecekti duygularını. Hem de en kısa zamanda, hem de yarın.
Can sabah sınıfa girdiğinde kimsenin sınıfta olmamasına sevindi. Gözleri ay yüzlünün sırasına gitti. Bugün büyük gündü, anlatmalıydı artık ama nasıl? Düşündü ve çantasından kurşun kalem ve kağıt çıkardı. Kağıda hangi kelimeleri yazacağını bulamadı. Zaman daralıyordu. Hadi kağıda yazsa ona nasıl ulaştıracaktı? Eline veremezdi, her zaman etrafı çok kalabalık olurdu, kitap arasına koysa görmeyebilirdi. Birden bire ayağa kalktı ve hızlı adımlarla ay yüzlünün sırasına gitti. “Tam şuraya” diye fısıldadı. Elleri titriyordu ama vazgeçmedi ve görünebilecek büyük harflerle “SENİ SEVİYORUM” yazdı. Gözleri kapıdaydı, her an birisi kapıyı açabilirdi. Can kendi sırasına koşar adımlarla gitti ve oturdu. Sımsıkı tuttuğu kalemini bıraktığında avuçlarının ıslandığını gördü, heyecandan terlemişti. Alnındaki boncuk terleri sildi, ama kalbindeki çırpınışları ve vücudunu saran ateşi söndüremedi. Bundan sonra ne olacaktı? Sınıfa birileri girdikçe kalbi daha hızlı atıyordu, gözleri aşkını bekliyordu. Sıra arkadaşları gelmişti ama fark etmemişlerdi, çünkü ay yüzlünün önündeydi iki kelime. Uzun zamandır dudaklarının arasından kurtulmak isteyen şu büyülü kelimeler… Onları ay yüzlünün yüzüne söyleyebilseydi, kalbi bu kadar acımayacak, ruhu hastalanmayacaktı. Belki de alacağı tepki ile duyguları sönüverecekti bir balon gibi.
Öğretmen kapıda göründüğünde, öğretmenin arkasından sınıfa giren ay yüzlü yerine oturdu ve kitaplarını çantasından çıkarırken duraksadı. İşte, fark etmişti! Can, yaşamının zamanını durdurmuş, nefesini tutarak ay yüzlüye bakıyordu. Öğretmenin derse başlamadan önceki sohbeti bir uğultu gibi kulağını tırmalıyordu. Can’ın istediği ay yüzlünün şu an hissettiklerini duymaktı. Ama duyamıyordu işte, her zamanki gibi aşkı ona uzaktı. Yapabildiği sadece ay yüzlünün arkadaşıyla yaptığı fısıltılı sohbeti seyretmekti.
Ders, sıkıntılıydı Can için. Öğretmeninden izin isteyerek tuvalete gitti ve elini yüzünü yıkadı. Merdiven boşluğundaki camı araladı ve rüzgarın yüzüne çarpmasını bekledi. Hava, alacakaranlıktı ve yağmur yağacaktı. Can, yağmur damlalarının yeryüzüne inişini seyretmek istedi ama sınıfa dönmeliydi. Rüzgarı hissettiğinde gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı, kendisine gelmişti. Sınıfa girerken ay yüzlüye bakmaya cesaret edemedi, gözleri sıranın üstündeki iki kelimeye takıldı. Bir saat önce yazdığı iki kelime, kitapların arasından görünüyordu. Heyecanla yerine oturdu ve öğretmenin verdiği testin üzerine başını yasladı.
Teneffüs zili çaldığında Can’ın yüreğindeki kanatlar çırpınmaya başladı. Sınıftan ayrılmadı, bekledi. Herkes kantine gidiyordu, sınıfın boş olması Can için daha iyiydi. Ay yüzlü ve arkadaşları kendi aralarında fısıltı ile konuşuyorlardı. Birden bire parlak beyaz çehre, Can’ın oturduğu arka sıralara doğru döndü: “Bunu kim yazdı ya da gördünüz mü?” diye sordu. Tatlı sesi sınıfta öyle yankılandı ki herkes dikkat kesildi. Birkaç kişi ay yüzlünün işaret ettiği yere baktı. Hiç kimse cevap vermedi. Can ise oturduğu yere kenetlenmişti. Yüreğindeki “evet, ben yazdım, seni seviyorum, sana aşığım.” Sözlerini herkesin içinde avazı çıktığı kadar bağırmak, uzun zamandır kendisine acı veren duygularının gizliliğinden kurtulmak istiyordu. Ama yine bedeni gibi dili de tutulmuştu. Ay yüzlü kız, sınıfa bir kez daha sordu: “Lütfen bunu kim yazdıysa söylesin?” Sınıfta yankılanan tatlı ses, Can’ın bütün düşüncelerini bir kenara itti: “Ben yazdım” diye yumuşak sesle itiraf ettirdi. Ay yüzlünün gözleri artık Can’daydı. Sınıfta bulunanların bakışlarına aldırmadan Can’ın gözleriyle birleşen gözlerinde şaşkınlık, duygulara sebep olduğuna dair gizli bir utanç, hatta anlaşılmaz bir hayranlık vardı. Güzel dudakları aralandı, bir şey söyleyecekti ama sustu. Ayağa kalktı ve sınıftan çıktı.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Bunu aldım. Bunu da aldım.. Bunaldım... |
|
Kadınların işi kolay. “Bunu aldım.. Bunu da aldım...” diyerek kurtarıyorlar kendilerini bunalımdan. Biz erkekler ne yapsın ? Bunalımdan kurtulamadık gitti. Gerçi; kadın-erkek farketmez ülke halkı bunalımda. Cari açık almış başını gidiyor, ekonomi pas yerine sürekli çalımda. İşçi-memur-emekli zaten bunalımda, gençlerin hayalleri işe-alımda.. Samsun dertli Toki’den, futbol dertli şikeden, Suriye dertli alçak uçuş pikeden.. Komşularla sıfır sorun da bunalımda.. Şaka gibi demeçler ciklet ambalajlarından çıkmış gibi acep ne var falımda. Normal olarak 290 m3 yağış oluyormuşmuş ve fakat 700 m3 olmuşmuş.. Bina yapmışsın depremle yerle bir olmuş, konut yapmışsın yağmur ve sellerle buruşmuş, çadır yapmışsın yanmış tutuşmuş.. Ağlanacak haldeyiz, istifa dilekçesi yerine verilen sadece demeç. Geç bu demeçleri, geç ..! İstifade yerine “istifa” de, doğru yolu seç...
Bir yandan bastıran sıcaklar, diğer yanda hemen her gün yürek yakan sönen ocaklar.. Yıllardır sönen ocaklara bir umut belki de tahliye talepleri yağmur gibi yağmaya başlamış sıcaklara inat. Bakalım yeni yürürlüğe giren 6352 sayılı yasaya istinaden nasıl oluşacak yargıda son kanaat ? Çok merak ettiğim ise; kaybolan yılları kim-nasıl geri verecek, velev ki davaların sonunda karar diye çıkarsa beraat. Belki de; Sezen’e müracaat, şarkının devamı için kendisinden beklenecek, belki de “Tek bir söz bile söylemeye hakkım var...” şeklinde yeni bir icraat...
Sıcaklar da üstümüze bindikçe binince, bunaldım vehasılı ben iyice.. Yenilerden bir dizi başlamıştı, “2 Yaka 1 İsmail” diye. Bizim de 2 yakamız bir araya gelemez oldu. Dizide; İsmail Efendi, Midilli ile Ayvalık arasında mekik dokuyor, memleket ise binbir dertle doluyor. Tuş-İşleri zaten bir alem, kendi kendine gelin-güvey oluyor. Fransa’nın bile Fransız olduğu “Fransa’ya yaptırım” yürürlükten kaldırılmış, zannedersin ki adamlar burunlarından kıl aldırmış. Sanki; “Ben ettim, siz etmeyin, nooolur bizim önümüze yaptırım gibi kararlar getirmeyin” diyen varmış gibi.
Uzun sözün kısası;
Bunaldım...
Bunu aldım. Bunu da aldım.. Bunaldım...
Bari biraz soluklanayım diye ben de tatile daldım...
Bunalım bastırdıkça havadan, güneşi batırdım Midilli’ye karşı Altınova’dan...
Ve fakat;
bulamadım benzerini eşini,
İsmail’e nazire Ayvalık Şeytan Sofrası’nda da batırdım akşam güneşini...
Kalın sağlıcakla...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Paraguay’da Sivil Darbe |
|
22 Haziran 2012’de Paraguay’da bir darbe oldu ama sivil olanından.
Türkiye ve Paraguay'a komşu ülkeler böyle adlandırdı olanları. Güney Amerika Uluslar Birliği UNASUR'da olanları böyle tarifledi ve ciddiye alıyor. İçlerinde Arjantin ve Brezilya'nında olduğu 12 Ülke Dışişleri Bakanı, hükümet ve muhalefet ile görüşmek üzere apar topar Paraguay'a gittiler.
Olaylar söyle gelişti.
Paraguay kongresi, Başkan Fernando Lugo'ya 24 saat içinde hazırlanıp savunmasını vermeye ve iktidarı terketmeye davet etti. Görünün o ki karar çoktan verilmişti bile. Çünkü Paraguay Anayasasına ve akla mantığa göre bu durum sağlıklı bir savunma yapmaya yetmeyecek kadar adaletten uzak!...
Lugo'nun iktidara gelişini şöyle bir hatırlayalım:
Yaklaşık 4 yıl önce, 2008'de, Güney Amerika'nın bu en yoksul ülkesinde iktidar demokratik olarak değişti. 15 Ağustos 2008'de göreve başlayan Eski Katolik Piskopos Lugo, ya da Paraguaylılar'ın deyimiyle "Yoksulların Piskoposu" Fernando Lugo, oyların yüzde 41'ini alarak Çin Komünist Partisi'nden daha eski olan 61 yıllık, sağcı, Colorado Partisini yenerek başkan oldu. Lugo'nun da benimsediği “Kurtuluş Teorisi”, dinin, öteki dünya yerine bu dünyadaki sorunları çözmek için uğraşmasını savunuyor.
Bu sonuçla Lugo, en yakın rakibine, o dönemde ülkenin ilk kadın başkanı olmaya aday Blanca Ovelar'a attığı yüzde 10'luk oy farkıyla, 61 yıldır ülkeyi yöneten, muhafazakar "Colorado Partisi"nin iktidarını sonlandırdı. Colorado Partisi'nin sürdürmekte olduğu iktidar o kadar eskiye dayalıydı ki bu parti Çin Komünist Partisi'nden iki yıl önce göreve gelmişti; üstelik Paraguaylılar, bu uzun iktidar döneminden öylesine yorulmuşlardı ki, parti, sanki bir "sosyal kulüp" havasında, yalnızca yöneticilerine hizmet eden bir kulüp gibi çalışıyordu.
Fernando Lugo, "Değişim İçin Yurtsever İttifak" adı verilen bir grubu oluşturan sekiz küçük partinin ortak adayı olarak seçildi. Bu gruba, partilerin yanı sıra sendikalar ve köylü hareketleri de destek verdi. Lugo, seçim sonuçlarına ilişkin yaptığı ilk değerlendirmede, "Küçük insanların da kazanabileceğini gösterdik" demişti.
Lugo, yoksul Paraguay halkına yardım edemediği için, seçimlerden üç yıl önce piskoposluğu bırakıp politikaya atılmıştı. Başkanlık seçim kampanyasında, yozlaşma, fakirlik, sosyal adaletsizlik ve eşitsizlikle mücadele sözü vererek, 8 partili bir koalisyona önderlik etti. Aslında geçmişine bakıldığında pek de "karizmatik" biri olmamasına karşın, önderlik ettiği oluşumun gereksinim duyduğu "güçlü" bir başkan adayı görüntüsünü vermeyi başardı. Selefi eski başkan Nicanor Duarte, seçimin tam bir yenilgi olduğunu; ama Paraguay tarihinde, ilk kez kan dökülmeden, askeri darbe olmadan ve herhangi bir şiddet yaşanmadan, bir partiden ötekine iktidarın geçtiğini açıklamıştı.
"Yarım yüzyıl" süren bir iktidara karşı, tek tek bir şey yapılamayacağını anlayan küçük partilerin, bir araya gelerek neler yapılabileceğinin, halkta nasıl umutlar doğurabileceğinin ve sonunda da "kemikleşmiş" bir yapıyı, bir biçimde saf dışı bırakıp demokratik yollardan iktidar olunabileceğinin göstergesi olması bakımından, Lugo'nun 2008'deki seçim zaferi çok önemliydi.
Logo'nun bu tarihçesinden sonra, yeniden günümüze gelirsek, Başkan seçilen Lugo, kongrede çoğunluğu kazanamamıştı. Dört yıl boyunca medya ve sağ kanat onun başkanlığını kabul etmedi, içine sindiremedi.
Lugo'ya başkanlığı terketmesi için verilen 24 saatin arkasında yatan asıl sebep, topraksız köylülerle polis arasındaki silahlı çatışmada, 7'si polis, 17 kişinin ölmesi. Topraksız köylüler, söz konusu arazinin, Colorado Partisinden bir politikacı tarafından kanunsuz olarak kendilerinden alındıgını ileri sürmüşlerdi. Açıkçası bu gerekçe bir başkanı düşürmek için tabii ki yeterli sebep olamaz ama muhalefet bunu bu şekilde kullanmayı tercih etti. Lugo bu silahlı çatışmaya neyin sebep oldugunu araştırmak için öneri verdi ama muhalefet çoktan tetik düşürmüştü bile. Lugo şimdi hakkını anayasa mahkemesinde arayacak.
Venezuela, Bolivya, Ekvador, Brezilya, Arjantin hemen açıklama yaparak bunun bir sivil darbe oldugunu yeni yönetimi tanımayacaklarını açıkladılar.
Umarız, Paraguay, bu ilk solcu Devlet Başkanını, 61 yıl sonra gelen sol iktidarı, bu kadar kolay harcatmaz.
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Sırların Ölümü
Genellikle hakkını veremediğimiz kelimedir sır. Gereklerini yerine getiremediğimiz; ama bunun farkında bile olamadığımız şey.
O kadar kalıplaştırmışız ki hatta bile bile yine de ’ Kimseye söyleme de’ diye başlarız sırrımızın kayboluşuna. Biz söyleriz zaten; ama değişen zamanda iyice köleleştirilmişiz, bilemeyiz.
Hayatına öyleleri girer ki bazen birileriyle paylaşmayı bırak kendini bile inandıramazsın ona. Ne kadar gerçek olduğunu bilsen de hayır dersin. Öyle bir şey yok.
Küçüksündür. Nar tanesi kadar bile bilincin yoktur. Var olanla da bakarsın sadece, göremezsin. Küçüksündür, küçüklüğünü kullanırlar. Onlar da ’Kimseye söyleme’ diye başlarlar sırlarını paylaşırken(yaparken). Ama bu sefer farklıdır durum. Bu başlangıç cümlesinin sonuna ’ Sana şeker alırım bak.’ denilir. Şeker (!)
Küçüksün ya dünyalar senin olur o zaman. Küçüksün ya şeker senin için hayattır. Ama nerden bileceksin ki şekerle senin dünyanı aldıklarını ? Nerden bileceksin ki ilerde küçüklüğüne dair hatırladıklarının en başında bu sırrının yer alacağını ?
Söyleyemezsin. O küçücük beyninin içine yer etmiştir, kurtulamazsın. Bilinçsizsindir o zamanlar, sırrın boyutunu anlayamazsın. Yıllarca avucunun içinde nereye gidersen yanında taşırsın onu. Ölümsüzdür senin için o. Seni sen yapan bir hâle gelir artık, mahvolursun.
Her gece oturur dua edersin. Kendini kandırmaya çalışırsın. Arkana bakmadan koşarsın bazen de. Ama bilmezsin ki o da seninle birlikte koşar. Eteğine tutunmuştur bir kere. Nerden bileceksin ki ? Artık tek bildiğin şey, sırrınla senin de kaybolacağındır.
Ağlarsın. Hıçkıra hıçkıra hem de. N’oldu diye soranlara ’ Ölüyorum.’ dersin. Ağlamaya devam ederken avucunu açarsın. ’Alın bunu, alın artık’. Kimse yanaşmaz ama. Bir kez daha anlarsın ki derinin bir parçasıdır artık o.
Dağın tepesine çıkarsın. Avazın çıktığı kadar bağırırsın. ’Kurtarın beni ! ’ Yalnızsındır. Küçüklüğünü kullananlar gelir o an gözüne : ’ Şeker alacağım bak. ’ Evet. Artık bilincin tam anlamıyla yerini almıştır ve anlarsın. Dünyanın alındığını, o zaman anlarsın. Diz çökersin. Bir adım ilerideki uçuruma bakarsın. Ayağını boşlukta hissederken tam, bilirsin ki o sır ruhuna işlemiştir senin. Bedenini yok etsen de o sır yine seninle.
Sesin kesilir artık. Düşünürsün. ’Birileriyle paylaşsaydım acaba kaybolur muydu ? ’ diye düşünürsün. Ama cevabını bulamazsın.
Beyninde sesler yankılanır. Şekeer, kimseye bak, şekee, şekk, söylemeyeceksin, alııı, kim, şee... Çıkmaza girersin. Hiçbirini hak etmediğini bilirsin. Küçüklüğünü kullananlara kinle dolusundur; ama elinden bir şey gelmez. Sonunu bulana kadar seninle. Kaçarın yok, sığınacağın biri yok, yardımcı yok. Sadece sen ve sırrın. Kaybolacağın günü beklersin usulca.
Bir gün gelir, sırrın da sen de ölürsün. Hayatını mahvedenlerin yanından geçersin; ama kin kusamazsın. Onlar eğlenirken sen avucunu açıp üflersin. Sır gider, peşinden sen. Bütün ağırlığını verirsin, ona yetişmemek için. Sonunu göremediğin bir boşluğa düşersin. ’ Özgürlüğümü verin bana’ diye bağırırken gözden kaybolursun.
Sırrın hakkını veriyoruz bazen işte ama dönülmez zamanlara giriyoruz. Sırrımı paylaşmamın vakti gelmiştir belki de. Bunun için bekleyenlerimizi de görüyorum. Özgürlük vaktidir artık. Boşluğu tırmanıyorum.
Betül Bulunmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
BİLİMSEL TEVARÜS VE GERİ KALMIŞLIĞIMIZ
Tarihi camilerimizi yakından görüp inceleme imkanına kavuştuğum her ibadetimde, hep şu soru zihnime gelmiştir: Bu harika yapıları vücuda getiren böylesine muktedir güç nasıl oldu da bugün materyalist Batı dünyası karşısında bugünkü aşağılık konumuna geriledi?
Elbette ki bu camileri ecdadımız belli bir bilgi birikimi, bilgi, tecrübe ve kendine has bir teknolojiyle vücuda getirdiler. Bu alanda her şeyi tek bir kişiye ona mucizevilik izafe ederek yüklemek doğru değildir. Bütün marifet Sinan’da değildir. Sinan’dan öncede sonrada bu harika yapılar vücuda getirilmiştir.
Selçukluyla kendine haslığımızı kazanan mimarimiz, bilgi ve teknolojileriyle tevarüs edilerek Osmanlı son dönemine kadar devam ettirilmiştir.
Emevilerle başlayıp Abbasilerle devam eden bilim tarihimizin kadim İslam bilginleri bilimsel çalışmaları Batı dünyasına hazır sunmuşlardır. Günümüz teknolojisinin işaretleri o zamanki Müslüman bilginlerce ortaya çıkarılmıştır. Şayet destek görüp devam ettirilmiş olsalardı bugün her şeyin hakimi Müslümanlar olacaktı.
Nedendir bilinmez başlatılan ve belirli bir ivme kazanan bu bilimsel çalışmalar mimarideki gibi gelecek nesillere tevarüs ettirilmemiştir. Selçuklu döneminde mimari teknolojinin yanında tıp teknolojisi de belli bir seviyeye ulaşmıştı. Kayseri’de kurulan Gevher Nesibe Tıp Medresesini hatırlayalım. O zamanki tıbbi çalışmaların boyutu açısından bir çok Selçuklu komutan ve beylerinin mumyalama tekniğiyle mumyalandığını da vurgulayalım.
Aslında mimari dışında tüm ilmi çalışmalar Selçuklu sonrası duraklayıp sona eriyor. Din ilimlerinde bile bu böyle olmuştur. Selçuklu döneminde yaşayan İmam Gazali’den sonra yeni ve orijinal dini çalışmalar ortaya koyabilecek din alimi maalesef ortaya çıkmıyor. Elbette ki alim ve bilginler yetişmiş; ama bunların hemen tamamı öncekileri şerh etmenin fazla ötesine gidememişlerdir. Ebussuud Efendide biraz özgünlük görülür; Akşemsettin’in belirli biyolojik buluş ve çalışmaları olmuştur. O da fetih sonrası küskünler kervanına katılıp kendi dar çerçevesine çekilmiştir.
Lale devrinde dünyada ilk defa çiçek aşısını bizim tıp bilgin ve ekiplerimiz yapmıştır. Devamı gelmeyip burada noktalanmış ve sonrası Avrupa’da zuhur etmiştir.
Galata kulesinden Hazerfan, Üsküdar’a uçunca ödüllendirilip desteklenmesi gerekirken uçtuğuna yüzlerce defa pişman ettirilmiştir.
Evet, Emevi ve Abbasilerle başlayan Müslüman bilginler mirasımız vardı. Bu mirasa mimari dışında adeta hep kuşkuyla bakıldı. Şayet böyle olmasaydı elbette ki rönesans ve reformlar ile bugünkü teknoloji ve daha ilerisini Müslümanlar gerçekleştireceklerdi.
Bugüne kadar hep vurgulandığı üzere sorun İslam dininde değildi. Osmanlı son dönemi başlayıp cumhuriyetle zirvelere ulaşan İslam dini kötüleyiciliği bu açıdan bakıldığında Müslüman halka haddinden fazla haksızlık yapmıştır.
Ben bütün sorunların siyasi iradede kilitlendiği görüşündeyim. Bu irade, mimari mirasını tevarüs ederken maalesef diğer bilim mirasına kayıtsız kalmıştır. Dini bilimler desteklenmekle birlikte orijinal ve farklı görüşlere de pek yol verilmemiştir. Onun içindir ki koca bir Osmanlı dönemi boyunca din bilginlerimiz hep şerh bilginlerimiz olmuşlardır.
Hazerfan her şeye rağmen tırsmasaydı; yeniliğe kapalı şerhçi ilmiye dünyası bu gelişmeye kuşkuyla bakmamış olsa ve hala benzer özelliklere sahip halk yaşananlara kayıtsız kalmasaydı kim bilir belki dünyada ilk uçak ve teknolojisini biz gerçekleştirecektik.
Yüzlerce yıldır bu gün hala ayakta dev kutsal mekanları yapan insanlar, metalden ibaret uçağı elbette yapacak ve dünyaya uçacaklardı.
Yinede her şey gelip yönetimde, siyasi irade ve yaklaşımlarda düğümleniyor.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Tek Tanrılı Dinlerin Kürtaja Bakışı Üzerine III |
|
Kürtaj ve Protestanlık
Beverly Wildung Harrison
Çev: Alkım Saygın
Kürtaj üzerinde Protestan öğreti târihindeki görüşler en sık, on altıncı yüzyılın başlangıcında Avrupa Hıristiyanlığında çeşitli Reform Hareketleri’nin lîderlerinin yazılarında, kürtajla ilgili özel yorumlar üzerinde odaklanır. Martin Luther (1483-1546) ve John Calvin (1509-1564) dâhil en etkili Reform lîderleri, gerek kilise uygulamalarını yeniden düşünmede, gerekse de Hıristiyan teolojik ve etik öğretisini yeniden biçimlendirmede etkindiler. Bu nedenle, onların tâkipçileri ve mânevî mîrasçılarının çoğu için öğretileri, anlayışlı Protestan doğruluk iddiâları bakımından benzersiz yetkili kalmıştır.
Protestanlar için resmî kriter, bu Reformcular tarafından önerilmiştir; fakat, doktrinel ve ahlâkî anlaşmazlıkları karâra bağlamak için, ayrıcalıklı Hıristiyan kutsal kitabının rolü, en iyi şekilde karakterize edilir. Teolojik ve ahlâkî normlar olarak kutsal kitabın önceliği, birçok Anabaptist hareketin teolojik lîderleri dâhil, on altıncı yüzyıldaki diğer pek çok Reformcunun öğretilerinde karakterize edilmiştir. Bu yüzyıldan beri, yetkili Katolik öğretisi ve uygulamasına ilişkin tüm anlaşmazlıklar, yeni ortaya çıkan Hıristiyan hareketler de dâhil olmak üzere Protestan adını almıştır.
Latin Amerika’da hızla büyüyen Pentekostal hareketler, Asya’da yerli Hıristiyan hareketleri ve Afrika’da yerli kiliseler, bu kıtada Hıristiyanlar arasında bu ismi sayıca baskın hâle getirmiştir. Bunun bir sonucu olarak, Protestan ahlâkî öğretisini karakterize eden herhangi bir çağdaş ahlâkî ikilem, son derece dikkatle incelenmeye gereksinim duyar. Yorumcular, çok çeşitli Protestan kültürel geleneklerine âşinâ oldukları zaman bile, kendilerini Protestan olarak nitelendirenler, kutsal normlarına uygunluk anlamında çok çeşitli yollara başvururlar ve İncil’deki kutsal metinlerin yorumunda veya yorumlama ilkelerinde, geniş farklılıklar ortaya koyarlar.
Yorumlama seçeneklerin farklılığının, bugün kürtaj üzerinde Protestan görüşlerin karmaşıklığının bir parçasını oluşturduğu görülebilir. Çağdaş Protestan yorum farklılığının ve kürtajla ilgili mevcut Protestan bakış açılarının genişliğinin tanımlanmasından önce, Protestanlığın kültürel köklerini aydınlatmak önemlidir. Nitekim, Martin Luther ve John Calvin’in teolojik ve ahlâkî reformları, hem Hıristiyan yaşamının anlamı, hem de Hıristiyan ritüel uygulamalarına ilişkin yeni kavrayışları tarafından şekillendirilmiştir. Geç Ortaçağ Hıristiyanlığı içinde insan doğasının temel kavramlarında değişiklik önerdikleri ise söylenemez.
Reform’dan bu yana, cinsiyet ve insan türünün üremesi dâhil insan doğasının geleneksel kavramları tartışılmadı ve bu nedenle, Protestan reformcular arasında kürtaj da dâhil insan cinselliği ve üremeye ilişkin herhangi bir soruna dâir yorumların az olması dikkat çekicidir. Üretken bir vâiz ve yazar olan Martin Luther, kürtajdan hemen hiç söz etmedi. Böyle yapmasının nedeni muhtemelen, ahlâkî kötülük hakkında Augustinusçu bir râhip olarak eğitilmesi ve döneminin ulaşılabilir teolojik metinlerinde; özellikle de on ikinci yüzyıl teologu olan Peter Lombard tarafından yazılan Sentences’da –ki bu kitap, önceki teologların kürtaj hakkındaki görüşlerine dâir karşılaştırmalar içeriyordu– öğretilenlerdi.
Bu listelere, cinsel ahlâksızlıkla; özellikle zînâ ve kınanan davranışlarla kürtajı birleştiren kişilerin değerlendirmeleri de dâhildir. John Calvin de kürtajı açıkça kınayan bu otoriter geleneği biliyordu (Tekvin 38:10) ve kürtajın ahlâken yanlış olduğuna inanıyordu (Çıkış 21:22). Modern eleştirel kutsal metin tefsircileri Tevrat’ın, hâmile bir kadının yaralanması durumunda olsa da kürtaja en açık gönderme yapan tek metin olduğunda fikir birliği içindedir (Çıkış 21:22). Oysa, bu kısımdaki konu, isteğe bağlı kürtaj değildir ve böyle olsa bile Calvin, fetüsün bir kişi olduğu savunur; metinde ise bu sorun ele alınmaz.
Cinsiyet, cinsellik ve üreme üzerine bu reformcular, önceki geleneklerle sürekli bir uyum içinde olmuşlardır. Tüm Protestan teologlar onlarla fikir birliği içinde olmasa da gerek Luther, gerekse de Calvin, insan yaşamında kutsal ruh üflemenin; yâni, Tanrı tarafından insan varlığının ruhsal yaşam noktasının açığa çıkmasının, hâmile kalmayla başladığı konusunda erken Hıristiyan teolojik görüş birliğini tâkip ettiler. Bu noktada, modern muhafazakâr târihsel yorumcular, Luther ve Calvin’in görüşlerini, Protestan inancı olarak modern Papalık öğretisinin; yâni, tüm insan yaşamının hâmilelikle başladığı konusunda kendi mevcut inançlarının teyidi olarak gördüler.
Ne var ki, buraya dikkat edilmesi gerekir. Protestan teologlarının pek çoğu ruh üflemenin rahimde spermin yayılmasıyla meydana geldiği görüşünü savunmuşsa da onların bakış açıları, insan hâmileliğine dâir sorunlarla ilgili değildir. Bu bakış açıları, kötülük ve kurtuluş hakkında teolojik görüşler olarak geliştirilmiştir ve modern embriyonik anlayışla ilgili olmadığı için, fetüsün yaşamının değeri hakkında bu bakış açılarının bir şey dile getirdiğini savunmak yanıltıcıdır. Herhangi bir durumda, Protestan ritüel uygulamaları, sağduyulu normların aslında gerçek fetüslere uygulandığını gösterir. Katolikler gibi Protestanlar da düşürülen veya kürtajla alınan fetüsleri vaftiz etmezler.
Kürtaj üzerine özgül yorum, yirminci yüzyıla kadar pek çok Reformcu gelenekte nâdirdir. Belki de saygı içinde İncil’i tartışma eksikliği ve Reformcuların, kürtajı tüm üreme davranışlarını yöneten konular gibi ahlâkla ilgili sayması, ayrım yapılmasını gerektirmiştir. Bu konular, doğrulukla ilgili olmaktan çok, “doğal ahlâk”la ilgilidir. İncil’in gerçek anlamını açığa çıkartma vurgusuna rağmen Lutherciler, Calvinciler ve Anglikanlar, Batı Hıristiyanlığı içinde uzun süredir devâm eden görüşü sürdürmüşlerdir; insan cinselliği ve üremenin kuralı dâhil pek çok ahlâkî bilgi, doğal insan bilgisinin alanına girer; yâni bunlar, rasyonel tartışma ve farkındalık konularıdır.
Kürtaj tartışmasında modern Protestan köktendinci eğilimine karşılık pek çok Protestan gelenek, bu konular üzerindeki ahlâkî yargılarla ilgili olarak insanın mâkûl kabûl ettiği verileri, aklın bir gereği olarak içinde barındırmak eğilimindedir. Anabaptistler ise metodolojik bakımdan sıkça hâriç tutulur; onlar, ahlâkî konular üzerinde, diğer kaynaklara referans olmaksızın kutsal metinden özel yol gösterme aradılar. Bununla birlikte, ahlâkî görüş ayrılıklarının tartışılmasında vicdan özgürlüğünü de vurguladılar ve kürtaj gibi sorunlarda, sâbit dînî standartlara karşı çıktılar. Beklenildiği gibi çağdaş mîsrasçılar, kürtajın yasa dışı hâle getirilmesini öngören devlet politikalarına rızâ göstermediler.
İmdi Protestanlığın, kürtaj hakkında ne açık bir ahlâkî muhakeme geleneği geliştirdiğini, ne de on dokuzuncu yüzyıla kadar sözde tıbbî uygulama etiği üzerinde herhangi bir beden öğretisi geliştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Protestan topluluklarında üreme, tüm geleneksel toplumlardaki gibi, en azından on dokucuncu yüzyılın sonuna kadar, kadın kültürel pratiği ve ebelik tarafından şekillenmişti. Çağdaş kültür târihçileri, tüm kadın alt-kültürlerin doğum kontrolünü bâzı araçlarla teşvik ettiği ve aşırı durumlarda kürtaja neden olan pek çok maddeyi almayı önerdiğinde hemfikirdir. Ancak, bu tür yöntemler, ilkel ve tehlikeliydi ve bunların kullanım alanıyla ilgili belgeler yoktu.
Kadınların hem üreme, hem de hâmilelik kültürü hakkında bildikleri muhtemelen, sıradan bilgi düzeyindeydi. Hâmileliklerde mevcut müdahâleler hakkındaki bilgi, yaygın olarak paylaşılmış olabilir ve yirminci yüzyılda hâmilelik ile üremenin medikalize edilmesine kadar, erkek teologlar arasında oldukça nâdir biliniyor olabilir. On dokuzuncu yüzyılda erkek doktorlar, ebelerin sık sık kürtaj uyguladığı gerekçesiyle, ebeliği gözden düşürmeye çalıştılar; ABD’de ise Protestanlar, bu çabaları desteklemede isteksiz davrandı. Kürtaj üzerinde Protestan tutumların şekillenmesinde Reform’un büyük etkisinden ise geleneksel târihçilikte nâdiren bahsedilir.
Kürtaj tartışmasında Protestanlığın en önemli etkisi, Reform Hıristiyanlığı tarafından başlatılan mânevî uygulamalarda değişikliğin ortaya çıkması oldu; bu değişiklikler, Hıristiyan inancı içinde nasıl sosyalleşileceğine ilişkin güçlü bir dönüşüm meydana getirdi. Hıristiyanlığa giriş, giderek Hıristiyan dindarlığının sosyal temeli hâline gelen Hıristiyan ailesine; Kilise temelli pişmanlık sistemine giriş şekline dönüştü. Protestanlık yaygın olarak, inanç ve ahlâkın her ikisinin de dönüşümü için uygun bir yer olarak ailenin bu kucaklamasıyla biçimlendirildi. Reform tarafından açığa çıkartılan bu değişim, sâdece ruhban sınıfı için uygun norm olarak değil, aynı zamanda en iyi Hıristiyan dindarlık normu olarak da cinsel perhize dönüştürüldü.
Reform Hareketleri, cinsel tek eşliliği savundu ve üreme temelli aileyi, hem toplumun merkezi, hem de ilâhî lûtuf için en güçlü metafor hâline getirdi. Önceleri Calvinistler, Lutherciler, Anglikanlar ve sonraları da Anabaptistler için, sosyal davranışın bu formuna bağlılık, bir Hıristiyan görevi olarak düşünülmeye başlandı. Ebeveynlerin, üreme merkezli evliliğe çocuklarının başarılı bir giriş yapmasını denetlemek üzere inanç görevi vardı. Bilinen ahlâkî öğretideki herhangi bir değişiklikten ziyâde, Hıristiyan sosyal yapısındaki bu değişim, Protestanlar arasında kürtaja yönelik ahlâkî duyarlılıkların sonucu olarak şekillendi.
Ailenin dinsel niteliği üzerinde bu yeni vurgu, Avrupalı olmayan gelenekçi kültürlerde de Protestan Hıristiyanlığının câzibesini güçlendirdi. Antik İbrâni, Yahudi, Protestanlık öncesi Hıristiyan kaynakları ve kürtaja yönelik erken Hıristiyan tutumların, ilâhî lûtfun işâreti olarak üreme zamanlarını dengelemek, biyolojik doğurganlık veya verimlilik ve sürekli çocuk doğurma düşünceleriyle bâzı etkileri oldu. Protestanlığın yükselişi ise bu gibi duyarlılıkları, Avrupa kültürlerinde güçlü hâle getirdi ve üreme konusunda modern Hıristiyan ahlâkî duyarlılığını merkeze yerleştirdi. Uygulama yaygın ve güvenli hâle gelince, tercihe dayalı kürtaja şüpheyle bakıldı.
Derin bir anlama gelen kürtajın ahlâka uygun olduğu yargısında birçok modern Protestanın, hâmileliğin aslında ilâhî bir lûtuf işâreti olduğu ve bunu inkar etmenin dinsizlik olduğu düşüncesi bulunmaktadır. Böylelikle, doğurganlığın düzenlenmesi sağlanır ve sâdece anneliği yerine getirme şeklindeki geleneksel ataerkil normlar içeren ilâhî lûtuf ile Batı Hıristiyanlığının kendisini kuvvetle takviye ettiği kadın “doğası” merkezli Protestan kültürler karşılaşır. Bu kültürler, fetüsün yaşamının statüsü hakkındaki sorunların ağırlığını, “laik” ya da “din karşıtı” zihniyet olarak deneyimlemeye yönelir.
Protestanlığın güçlü pronatalist eğilimine rağmen eleştirel târihçiler, kürtaj üzerine Protestan öğretisi ve Protestan dînî uygulaması arasında belirli bir gerilim olduğunu da görmüşlerdir. Hattâ, kürtajı açıkça kınayan ahlâkî ve teolojik tartışmaların olduğu gelenekçi Protestan kültürlerde dînî uygulama, sıklıkla daha az yasaklanır. Protestan râhiplerin, papazların ve yaşlıların sık sık dile getirdiği kanıtlarda, şaşırtıcı bir dereceyle acıma veya merhametle kürtajın veya onların tedâvi edilmesinin yönetilmesi vardır. Kürtaj uygulamasının bâzı Antik kilise kânunlarında ısrar edildiği şekilde “affedilemez bir günâh” olması nedeniyle kınandığına veya kürtaj ile “cinâyet”in veya “haksız öldürme”nin eşit görüldüğüne dâir hiçbir kanıt yoktur.
Çağdaş Protestan köktendinciler arasındaki târihçiler bu gerginliği, resmî ahlâkî suçlama ve daha müsâmahakâr dînî uygulama arasında gözlemlemişlerdir. Teolojik ve ahlâkî suçlamaya rağmen cinsel perhize uymayan ruhbanlar, pek çok somut koşulu, hâmileliğin çelişkileri ile kadınların yaşamını biçimlendiren hâmileliği ilişkilendirebilirler. Herhangi bir durumda, Protestan geleneğinin genel duruşu ve yeni olarak savunduğu post-modernist İncil yorumu, resmî düzeyde kürtaj açıkça kınanmış olsa bile, dînî acımanın bir derecesine yöneliktir. Geçerli tüm mevcut veriler göstermektedir ki, kürtajı resmî olarak kınayan Hıristiyan toplumlarının bir parçası olan kadınlar arasında kürtaja başvurma oranı, dînî pratikleri gerçekleştirmeyen kadınlarınki kadar büyüktür.
Kürtaja yönelik en tipik çağdaş Protestan tutum gelenekçi, pronatalist, kürtajın sıklıkla yapılmasını kabûl etmede bir isteksizlik; hattâ, Protestan toplumlarında inancın yerine dâirdir. Böyle temkinli olumsuzluk, güçlü olmaksızın sürdürülür; bunun başlıca nedeni ise ahlâkî gerekçeye Protestan Kiliseleri’nin, mevcut aile merkezli sosyolojinin güçlü kültürel tavrına imkân tanımasıdır. Gelenekçi uzlaşma ise ne zaman Protestan toplumları daha geniş bir kültür içinde şekillenen çelişkilerle karşılaşsa veya yeni gelen bu Protestan topluluklar muhâlefet etse, yıkıcı bir eğilim içine girer ve bu tartışmalar, kıta Reform’u içinde tüm inanç grupları arasında devâm etmektedir.
Bu tartışmaların birçok kısmı, İncil yorumlarında zâten anılmıştır; ancak burada, üç yeni yorumun altı çizilebilir. İlk olarak, pek çok Protestan kültürel bağlamlarında tam olarak görülmemiş temel bir İncil yorumu vardır. Bu yeni köktendincilik, özellikle toplumsal cinsiyet, aile ve üremeyle ilgili konulardaki değişime bir direniş olarak geliştirildi. Cinsiyetin/türün modernlik öncesi bir yorumunun yenilenmesi ve üreme sistemi, öncelikli hedefler arasındaydı. İnsan türü ve cinsel kimliği, “doğa” kökenliydi ve “ilâhî emir”in merkezinde de bu “kutsal” mesaj yer almaktaydı.
Gerek doğal hukuk dilinde, gerekse de ilâhî vahiy görevi geleneğinde eş anlamlı olarak eşit derecede meşrû kılınan ve yeni kötkendincilerin kutsal şâhitliğinin özü olarak iddiâ ettikleri şey, kadın/erkek doğasının biyolojik-dînî “verilmişlikleri” ve insan cinselliğinde “telos” veya amacın uygun bir biçimde açığa çıkmasıdır. Kürtaj, tüm inanç ve ahlâkî normları çiğnediği için düşünülemez. Bu amaçlar, Protestan teolojik ve ahlâkî söylemlerinde kürtaj tartışmasını tabu hâline getirir ki bu yaklaşım, liberal Protestan teologlar aracılığıyla târihsel-eleştirel çalışmalarda çeşitli alanlara yayılmak eğilimindedir.
Daha önce liberal bilginler, Protestanlık içinde İncil’in yorumlanmasına başarıyla iknâ etmişlerdi ki, farklı târihsel dönemlerde ve değişik kültürler arasında bu yorumların, bilinç tarafından yönlendirilmesi gerekiyordu. Liberaller, İncil’in dünyâ görüşünün, evrenin ve sâkinlerinin kökeni ve doğası hakkında modern görüşleri önceden varsaymadığını kabûl ettiler. Bu düşünceleri temellendiren önceki Protestan yorumları, bir zamanlar yaygın olarak kabûl edilirdi; modern dönemlerde ise çoğu zaman, yeni köktendinci yorumların etkisiyle unutulmaktadır.
İkinci olarak, yeni köktendincilik Protestan toplumlarındaki etkisiyle kazançlı çıksa da pek çok “eski kuşak” Protestan mezhepleri (Avrupa kökenliler), kutsal yorumun târihsel-eleştirel yöntemlerini bilmektedir ve önceki liberal İncil yorumlarının sonuçlarıyla tutarlı bir biçimde konuşmaya devâm ederler. Bu mezheplerin kabûlü genel olarak, bio-genetik ve öteki bilimsel bilgilerin, kürtajın ahlâkî tartışmasında doğru bir biçimde verilmesidir. Kürtaj kararlarında en sık kabûl edilen, bâzı durumlarda haklı kılınabileceği ve kutsal inançlarla uyumlu olabileceğidir. Kamu politikası tarafında bu tür birkaç büyük Protestan mezhebi, kürtajın meşrûluğunu sınırlı olarak destekler.
Lutherciler, Anglikanlar, Methodistler, Presbiteryenler ve Mesih’in Birleşik Kilise mezhepleri gibi “eski kuşak” birkaç mezhep, köktendinciler ve gelenekçiler tarafından diğerleri arasında kürtaj karşıtı kamu politikaları düzenlenmesi için zorlansa da kendi kamu konumlarını sürdürmüşlerdir. Ancak, uygun görülen kürtaj için “haklı nedenlerin” ne olabileceği tartışması, böyle Protestan görüş alışverişlerinde kararlılık taşımaz. Cinsel şiddet (tecâvüz ve ensest) nedeniyle hâmilelikte kürtajın desteklenmesinde, güçlü bir görüş birliği hâkimdir; annenin yaşamı veya fiziksel sağlığının tehlikede olduğu durumlarda ve belki, ebeveynlerin ruhsal ve fiziksel kaynaklarının yeni bir çocuğu büyütmek için yetersiz kalacağı durumlarda da bu durum geçerlidir.
Eski kuşak liberal Protestan toplulukların “sorumlu ebeveynlik” üzerine yaptıkları güçlü vurgunun, önemli târihsel nedenleri de vardır; fakat bu konu, bu başlığın kapsamı dışındadır. Bu da gerek aile plânlaması, gerekse de kürtaj üzerinde Protestan anlayışının görüşlerinde önemli ve büyük ölçüde incelenmemiş bir konudur. Son olarak, neredeyse tüm çağdaş Protestan topluluklar/kültürlerde Hıristiyan kürtaj geleneğinin yorumlanması için bir başka yorum ortaya çıkmaktadır; kurtuluşçu ve hattâ, feminist kurtuluşçu diye adlandırılabilecek bir yorum. Resmî Protestan teolojik-ahlâkî söylemi içinde hâlâ bir azınlık karârı olsa da bu yorum, pek çok kişiyi etkilemektedir; özellikle de kadınları.
Protestan teolojisi ve etiği hakkında ahlâkî ve dînî hükümlerin kadının refâhı ve Hıristiyan öğretisindeki biçimiyle cinsler, cinsellik ve üreme için özel ilgiyle yeniden formüle edilmesi, kadınların yaşamlarını daha geniş bir sosyal kontrol sistemine almıştır. Kutsal metinlerdeki iç çelişkilerin kabûl edilmesi ve bir kurtuluş, bu metinlerin ve metin sonrası teolojik yorumların erkek üstünlüğü okumalarının otoritesini kültürel olarak reddeder. Liberaller gibi, bu kurtuluşun ortaya çıkma taraftarları, belirli kürtaj eylemlerini haklı çıkartabilecek nedenler hakkında bir inançlar manzumesi gösterirler; fakat, bu Protestan Hıristiyan ahlâkî görüşü, kadınların üreme kapasitesini biçimlendirmeyi mümkün kılacak geniş tabanlı sosyal değişimi aktif bir biçimde desteklemelidir.
Bu çevreler, kürtajın ahlâkî değerlendirmesinin kadınların yaşamlarında ahlâkî unsurlar ya da biyolojik üreme çevresindeki târihsel baskılar olarak gerçekleşmesi dâhil başarısız kalmasının, kadınların çabalarıyla gizlenmemesi gerektiğini iddiâ ederler. Protestanlar arasında sâdece Üniteryenler, böyle bir yorumu resmî olarak benimserler. Burada karakterize edilen mücâdele görüşleri, ABD’deki Protestan Hıristiyan toplulukları içinde en açık ve en yoğun biçimdedir. Nitekim benzer dinamikler, dünyânın başka bölgelerindeki Protestan topluluklarında da Katoliklik, Ortodoksluk ve diğer dînî topluluklar gibi bulunmaktadır. Yorumlamacı görüşte kürtaj üzerinde Protestan öğretisine esas teşkil edecek bu mücâdele henüz çözülememiştir.
Beverly Wildung Harrison
KAYNAK: (Ed.) Stephen Garrad Post; Encyclopedia of Bioethics, “Abortion, III. Religious Traditions: C. Protestant Perspectives”, New York: Macmillan, 2004, pp: 35-9
Çev: Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
GECE SÖZLERİ
Geceyle dinlemeli genişleyen
Bir ağacın gövdesini
Üzerine yıldız sekerken
Su vermeli gülün toprağına
Şiir geceyi sever çünkü
Aşk geceyle açıklar kimliğini
Eski bir ırmak yatağında
Yeni bir serüvendir gece
Ve bir kadın sevilmeyi bekler
Gecenin en ince yerinde
Ahmet UYSAL
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.
Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.
5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k
http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|